İspanya, İrlanda, Meksika, Cantona iyi de Irak olmamış sanki. Ken Loach'a laf etmek haddimiz değil ama sanki inanarak severek yapmamış. Yapmış olmak için, Irak hakkında da birşeyler demiş olmak için yapmış sanki. Film bitsin diye bekliyoruz. Daha önce Holywood'da bile defalarca anlatılan hikaye. Hassas bir konu, güzel bir konu ama benzerlerinin çoğundan farkı yok.
Cuma, Kasım 30
GS TV'de Tanıdık Yüz
Yukarıdaki görüntüyü hatırladınız mı? Bazılarımız için unutulmaz bir sahne. Ege Tv, Karşıyakalı taraftarlar tarafından basılıyor. Selamün Aleyküm abiler diyen abi, masaya vuran abi hepsi ayrı bir tat, unutulmayacak figürler. Ama tabi ekranda, ilk başta beliren moderatör unutulmaz karenin kilit isimlerinden biriydi. Bu sahneye bakıp çok muhabbet ettik, defalarca andık. Bir ortama girdiğimizde "selamün aleyküm abiler" diyerek gönderme yaptık.
Aradan seneler geçti. Galatasaray Tv açıldı. Hiç izlemedim desem yeridir. Sonradan, yeni yeni Sessiz Sinema'ya takıldım. Yine bir şey fark etmedim. En sonunda Mert uyardı. Ege Tv baskınındaki moderatör Can Erbeşler artık Galatasaray Tv'de çalışıyormuş.
Nereden nereye işte. İnsan şaşırıyor, yüzde tebessüm oluşuyor. En azından o South Park sessizliğinden daha samimi. Taraftarın sillesini yemiş adam, içimizden biri gibi.
Perşembe, Kasım 29
Unutulmaz Fotoğraf
Euro 96 döneminin efsane fotoğrafını buldum. Uzun süre aradım ama bulamamıştım, bugün buldum.
Olay şu; Hollanda takımı İngiltere'de kamptayken bir takım yemeği yiyor ve fotoğraflar çekiliyor. Bu fotoğraf ise bütün Avrupa'da şok etkisi yaratıyor. Ön tarafta beyaz futbolcular ve teknik direktör Guus Hiddink dururken, Hiddink'in arkasındaki masada siyah futbolcular toplanmıştı.
Beyaz ve siyahların ayrı ayrı yemek yediği fotoğraf uzun süre tartışıldı. Aslında tam Amerikan tarzı psikolojinin ilgisini çekebilecek konu. Çünkü konunun ırkçılıktan çok farklı olduğu futbolcular tarafından dillendirilmişti. "Ne görüyorsan aslında o sensin" tarzı bir çıkarım olabilirdi. Zaten dikkatli bakanlar arka masada bir beyaz oyuncunun da olduğunu görecektir (Witschge)
Arka masada oturanlar, Kluivert, Davids, Seedorf, Reiziger ve Winston Bogarde. Yanılmıyorsam hepsi Surinam asıllı ve hepsi Ajax oyuncusu. Aslında onların sorunu kulüp takımında kaptanlıklarını yapan Dany Blind ile ilgiliydi. Bir ücret sorunu yaşanmıştı yanlış hatırlamıyorsam ve siyah oyuncuların ona karşı aldıkları bir tavırdı. Zaten ön masa; Hollanda papazları masası gibi. Dany Blind, Bergkamp, hocayı da almışlar aralarına.
İlginç bir fotoğraftı ve çok büyütülmüştü. Sonuç olarak da Hollanda çok başarısız bir turnuva geçirmişti. Buna benzer bir fotoğraf Galatasaray'da da yaşanmıştı, Lincoln zamanı.
Yine uzattık lafı ve Galatasaray'a getirdik. Unutulmaz fotoğraf blog arşivinde yer alsın.
Galatasaray 76 - 52 L.Kuban
Açıkçası maça giderken çok büyük beklentim yok. Kuban'ı her türlü yenerdik, 25 sayıyı yakalayacağımıza ise ihtimal vermiyordum. Haliyle maç öncesi oluşan havanın aksine bir formalite maçı olacaktı.
Bu hissiyatla gittim ve tamamen yanıldım. Beklentimin tuttuğu tek nokta, taraftar sayısı ve coşkusuydu. Salon tamamen dolu olmasa da, tamamen dolu olan maçlardan bile daha etkiliydi.
Takım da maça fırtına gibi başladı. Uzun süre rakibe sayı imkanı vermedik. Bir anlık gaz olmadığı maç sonunda iyice belli oldu. 54 sayıda tuttuk kupanın favorilerinden Kuban'ı. Savunmadaki direncin yanında hücumda da çok iyiydik. 24 sayı farkla biten maçın kırılma anlarından birinin Domercant'ın sakatlanması olması çok ilginç. Domercant maça iyi başlamıştı. O çıkınca tökezlemedik aslında, sonuçta maçı 24 sayı ile kazandık. Normal bir maç için üzerinde durulmayacak bir ayrıntı. Ama bu maçı tamamlasa belki farkı 30'a çekerdik.
Takımın eleştirilecek herhangi bir tarafını bulamıyoruz. Bulmak ve hatta aramaya çalışmak bile ayıp. Belki ufak şanssızlıklar. Bazı fauller, basket-faul'e tamamlansa iş değişirdi. Veya Cenk o serbest atışı soksaydı.
Henüz grup aşamasında bu kadar heyecanlı maç oynamak güzeldi. Saçma sapan Caserta veya Panoinos ile oynayıp kupaya konsantre olamayabilirdik. Şimdi herkesin aklında bu kupa var, maç tarihleri soruluyor, diğer gruplardan gelecek takımların hesabı yapılıyor. Bu güzel bir şey. Bunu yaratan da koç Ataman'dır. Gerçi ona kalsa grubu birinci veya ikinci bitirmenın pek farkı yok. Bence ise birinci bitirmek büyük avantajdı. Yine de koçun konuşmalarından, hareketlerinden ve mesajlarından anlıyoruz ki, kim gelirse gelsin bizim için çok da önemli değil. Aslında böyle de olması lazım.
Bu arada koçun tavırları demişken, dün maç sonu sahaya girişi, Pashutin'in havada kalan elini es geçip hakeme gitmesi daha sonra tribüne dönüp Yılmaz Vural tarzı yumruk kaldırması müthişti.
Bir an kız takımının Taranto maçları aklıma geldi. Hele o farkı 27'ye çıkaran o basketten sonra salonun ayaklanması; bir an büyük bir iş yapacağımıza ihtimal vermiştik. Ama gerçekten de son topta hakemler çalması gerekeni çalmadı.
Sağlık olsun demekten başka bir şey yapamıyoruz. Gerçi sağlık konusu da sıkıntı. Domercant 6 ay yokmuş. Büyük kayıp, büyük şanssızlık. Domercant sakatlandığ an onu saha kenarına taşıyan Engin, ellerini kafasına koyarak üzüntüsünü belli eden Macvan, sahanın içine girip takıma moral vermeye çalışan Lakoviç, güzel bir takım kurulduğunun göstergesi. Bu takım iyi işler yapacak.
Çarşamba, Kasım 28
Lucia y el Sexo
Julio Medem'in La Ardilla Roja filmi çok güzeldi.
Bu da onun gibi olur sanmıştım. Aslında onun gibi ama aynı derecede beğenmedim. İşin aslı filmin adından ve fragmanından dolayı filme dair beklentim daha çok Paz Vega'nın çıplaklığıydı. Onu da karşıladı. Fakat o konuda Paz Vega'nın önüne geçen bir güzellik gördük; Elena Anaya, yani Belen.
Filme ilgili anlatacaklarım da bu kadar. Seks, Paz Vega, dolunay, güneş, Akdeniz...
Salı, Kasım 27
Bir El Atın
Normalde böyle şeyler yapmam, herhalde bir Mustafa için yapmıştık, onu da bir gez-blog yarışmasında ikinci yaptık, Lübnan'a gönderdik Süper Final zamanı.
Bu sefer daha akademik bir çalışma söz konusu. Üniversite öğrencisi olan arkadaşlarımızın bir proje ödevi. Kendileri müzik grubu kurup, bir facebook sayfası açıyorlar ve buradan paylaşımlar yapıyorlar. Projenin öğretmen gözünde iş yapabilmesi için 300 beğeniye ihtiyaçları var.
Hepimiz bir ara öğrenci olduğumuz için halden anlarız diye düşünüyorum. Yapacağınız şey, sayfaya girip sayfayı beğenmek. Zor iş değil, rahatsız edici de değil. Öğrencinin öğrenciye yardımı sayesinde vicdanınız da rahat olacaktır. Bence bu blogun okuyucuları bunu halleder.
Şimdiden sağolun
https://www.facebook.com/showbiztheband
Aynı Kader
17 Ağustos 1999'dan beri aynı kaderi yaşayan iki kent, ve onların yeşil-siyah renkli iki takımı Sakaryaspor ve Kocaelispor...
Bu ezeli rekabetin tarafları arasındaki benzerlikleri saymakla bitmez. En son ve en ufak olanı bu hafta yaşandı. Sakaryaspor, 2.Lig maçında Kahramanmaraşspor'a; Kocaelispor, 3.Lig maçında Kahramanmaraş Belediyespor'a yenildi.
Maraşlılar yanlış anlamasın da "Kahramanmaraş futbolu" ne zaman Sakarya'yı, Kocaeli'yi geçer oldu? Oldu işte. Koceli bu sene daha rahat, küme düşmez herhalde. Ama Sakaryaspor son sırada. 3.Lig'de buluşacaklar herhalde.
Pazartesi, Kasım 26
Kusturica Karakterleri
Olayın kendisi yeterince ilginç ama yaşananlar daha ilginç değil mi?
Kaleci kırmızı kart görüyor, takım 3 oyuncu değişikliği hakkı kullanıldığı için kalecinin yerine bir oyuncu geçiyor. Buraya kadar normal. Penaltıyı kurtarması, hem de skor 1-0'ken, olayı daha ilginç hale getiriyor ama yine de olması muhtemel şeyler. Ama bu klasik senaryonun farklı ayrıntıları da var.
Pozisyon yaşanıyor. Muslera kırmızı kart görüyor. Muslera kırmızı kart görürken yerde yatıyor. Yerde yatan futbolcuya kart gösterilmez. Ama Muslera yerde, Daha da kötüsü başına çok kötü birşey gelmiş gibi. Sahadakilerin sağlık görevlilerini çağırması buna işaret.
Eldivenleri Melo giyiyor. Zaten böyle bir penaltı kurtarılacaksa, böyle bir anda birini kaleye geçireceksen bu Melo olmalı. Melo, kurtarıyor. Top oyunda. O sevinmeye devam ediyor. Takım arkadaşlarının zafer sarhoşu kaleciyi uyarması gerekirken onlar da kutlamaya katılıyor. Semih Kaya ilginç şeyler yapıyor Melo'ya. Top oyunda o esnada, maç oynanıyor.
Elazığspor atak tazeliyor. O sırada kale arkasında biri beliriyor. Taffarel orada. Tamam, kaleci antrenörünün oraya gelmesi normal ama sakalı uzatmış, yakaları kaldırmış ve şapkayı takmış haliyle hiç kaleci antrenörü gibi durmuyor.
Bu arada sonradan öğreniyoruz ki, Cris penaltı noktasını kazmış (iddia). Penaltı noktasını kazma işini Türkiye'ye getiren Bilica, o da maçta. Onun olduğu yerde başka bir Brezilyalı penaltı noktasını kazıyor, kaleci olmayan Brezilyalı penaltı kurtarıyor.
Emir Kusturica'nın Zivot je cudo filmi gibi. Tam bir Kusturcia filmi. İlginç karakterler, absürt olaylar...
Galatasaray 84 - 73 Mersin BB
Yazacağım şeyler gerçekten bu sefer çok kısıtlı. Ucu ucuna yetişmeyi planladığım maça, trafik yüzünden ikinci periyotun ortasında anca girebildim. Maçın başında girsem çok mu şey değişecekti bilmiyorum. Daha fazla zaman geçirmekten öte, bi soluklanalım diyene kadar maç bitti. Hatta maç tahminimden de erken bitti, 5 buçukta minibüs bekler pozisyona geçmiştik.
Yarsını izlemediğimiz bir maç hakkında ahkam kesmek kolay değil ama yine geçen seneleri hatırlatan bir 3.periyot izlediğimizi rahatça söyleyebilirim. Farkın 4'e indiği anlarda bile maçtan emindik ama artık bu tip maçların son topa kalmasını istemiyorum. Kalmadı da.
15 dakikadan fazla süre alan 8 oyuncunun da 8 sayıdan fazlasını attığı bir takım, skor iyi bölündü. Böyle olunca seviniyorum. Maçla ilgili ilgimizi çekecek ayrıntılardan biri Solomon'du. O da ne tehdit unsuru olabildi ne de saha içine odaklanmamızı sağlayacak bir şova malzeme oldu. Gerçi maçın başında bir kavga çıkarmış ama göremedim.
Maçın büyük bölümünde konuşulanlar Kuban maçıyla ilgiliydi. Tribünde durum bu, sahada da aynısı. Takımın aklı Kuban maçındaydı sanki ama önümüzdeki Kuban maçından çok yenildiğimiz maç daha çok akıllara düşmüş gibiydi. Bir "meraklı bekleyiş-gerginlik"ten öte, asık suratlar ve isteksizlik vardı. Çarşamba gününün havası daha başka olacaktır. Zaten o maçın yazısı da daha farklı olacaktır.
Bu maçla ilgili söylenmesi gereken en önemli şey, o iğrenç ses sistemi, kötü dj, berbat şarkılar ve uyumsuz dansçılardı. Umarım bizim kulübün işleri değildir. TBF zorlaması ise kabul edilebilir. Aksi halde bir daha olmaması için her türlü tepkiyi koymaya hazırım. Fakat dj abimizin de hakkını vermek lazım, bütün rezilliğine rağmen maçın sonunda çaldığı I will Survive ortamı değiştirmeye yetti.
Haftaya Kuban'dan sonra Beşiktaş maçı var, pazar saat 15.30'da olduğu için gidemeyeceğiz. Umarım Ergin Ataman maçın sonunda mola alır.
Cumartesi, Kasım 24
Papaz Yuvası
Mourinho: Maçtan sonra röportajlarda beni batırmışsınız.
Ramos: Hayır “Mister”, Siz sadece gazetelerin yazdığı kadarını okudunuz. Bizim söylediklerimizin hepsini değil..
Mourinho: Doğrudur, siz İspanyollar, Dünya Kupası kazandınız ve gazeteci arkadaşlarınız sizi kolluyor. Kaleci gibi!!!..
Casillas: (Bu muhabbetten 30-40 metre uzakta diğer kalecilerle çalışıyor). Mister, burada her şey adamın yüzüne söylenir!
Mourinho: Sergio (Ramos), Puyol’un golünde neredeydin?
Ramos: Pique’yi marke ediyordum.
Mourinho: Puyol’u marke etmen gerekiyordu.
Ramos: Evet ama Pique çok boş kalıyordu biz de markajı değiştirmeye karar verdik.
Mourinho: Ne oluyor? Şimdi de teknik direktör mü oldunuz?
Ramos:
Hayır ama sahada şartlara göre olur bu değişiklikler. Bazen bunu yapmak
lazım. Siz hiç futbolcu olmadığınız için bazen saha içinde ne döndüğünü
bilmezsiniz…
Aceto
Her okuyuşumda tüyler diken diken oluyor. Takım içinde şu durumda olabilmek inanılmaz bir şey. Takımı da geçtim, kulüp ve camia üzerinde bu kadar etkili olmak. Ve bu takımın Real Madrid olması. Real Madrid, "burda her şey adamın yüzüne söylenir"
Beni değiştirebilirsiniz ama Casillas'ı asla
Cuma, Kasım 23
Karıştıran Ercan Taner Olsun
Yukarıdaki videoyu izlediniz. Maçın golü böyle geldi. Sonra bunu izleyin. Ntv Spor'da maçtan sonra defalarca yayınlanan maç özeti...
Maçı Ercan Taner'in anlatacağını öğrenince çok sevindim. Hem Murat Kosova'nın maçın önüne geçen anlatımlarından kurtulmuştuk hem de ne olursa olsun özellikle Uefa sırasında akıllara kazınan Ercan Taner anlatımlarına kavuşacaktık.. Ercan Taner, Türk futbolunun en önemli gollerini anlatmış, anlatmakla kalmayıp o golleri kendi kurduğu cümlelerle adlandırmıştır. Hakan'ın Leeds'e attığı gol, "Kim attı Kral attı"dır. Hagi'nin Rapid'e attığı gol, "Hagi, Hagi, Hagi" dir. Süper Lig'de bile Sergen atar şampiyonluk gelir, Hasan Kabze gecenin flaş ismi olur.
Dün Marsilya-Fenerbahçe maçını izlerken bile her Atkinson (karşılaşmanın hakemi) diyişinde aklımıza 15-20 sene önceki maç geliyor. Böyle bir spiker Ercan Taner.
Ercan Taner, son zamanlarda kötü anlatımlar yapıyor. Eskisi gibi değil. Gole aut diyor, sürekli eskilerden Gerd Müller'den falan bahsediyor. Canı sağolsun. Bazen ona tepkiler oluyor. Tepki beki abrtılıyor ama Ercan Taner de bu tepkilere çok kırgın bir şekilde cevap veriyor. İnternetin yaygınlaşması, özellikle eski topraklar için sorun oldu. Eskiden sokağa çıktıklarına herkesin sevgilisi olan insanlar artık sürekli sanal saldırılarla karşılaşıyorlar, buna alışık değiller.
Gol anına gelelim. Ercan Taner, golü Melo'ya yazdı. Sonrasında tecrübesine yakışan bir şekilde toparladı. Biz burada yanlış görelim de top ağlara gitsin dedi. Olay kapandı. Bu golü 10 sene sonra böyle hatırlasak çok naif olurdu. Ama NTV Spor bundan rahatsızlık duymuş olacak ki, maçtan sonraki özetlerinde bize böyle saçma bir şey izlettirdi. Zaten Türkiye'nin yarısı maçı izlemiş, neyi kimden saklıyorsunuz ki? Aslında benim için çok da önemli değil ama Ercan Taner'in yanlışından kurumu niye utandı? Ercan Taner acaba bunun için de bildiri yayınlayacak mı? Burak'a Melo demesinden daha çok buna üzüldüm.
Eğer Ercan Taner bundan rahatsızlık duyduğu için böyle biz özet istediyse üzüntüm iki kat artar.
Gökkuşağı
Temmuz ayında Bodrum'a gittiğimde, evdeki fotoğraf makinası alıp İstanbul'a döndüm. İyi bir blogger olmanın altın kuralı fotoğraf makinasıdır. Birkaç istisnai gün dışında her gün evden fotoğraf makinasıyla çıktım. Ve karşıma hiç ilginç bir sahne çıkmadı. Zaten ekmek peşinde adam da değiliz.
Bugün evden çıktım. Önce güzel bir duvar yazısı gördüm. Ulan dedim şunu çekelim, tam bloga malzeme. Çantayı açtım, baktım alet yok. Evde, diğer çantada kalmış. Hafif üzüldük, başka zaman yine denk geliriz dedik. Ne de olsa duvar yazısı, kolay kolay silinmez, kaybolmaz.
1 saat sonra İstanbul'da gökkuşağı çıktı. Müthiş görüntü. Ben de Kadıköy'deyim o esnada. Fena ekmeğini yiyeceğimiz kareler çıkardı. Hem burada, hem facebook'ta, hem başka yerlerde... Ama makina yok. Kırk yılda bir gökkuşağı görüyoruz ondan da nemalanamıyoruz. İlkbahara kadar da yakalamak zor. Onda da dışarıda olacağız da, biz denk geleceğiz de. Tarihi fırsat kaçtı. Bari internette bulduğumuzla idare edelim.
Evet, telefonum fotoğraf çekmiyor
Perşembe, Kasım 22
Yol
Bu film hakkında söz söylemek için yeterli birikimlere sahip olmak lazım. Öyle herkesi konuşturmamak lazım. O yüzden biraz çekiniyorum ahkam kesmeye ama yazacağız artık.
Filmin yasaklı olmasına şaşırmıyorum. Ben de devlet olsam ben de yasaklardım. Hatta bir film yasaklasam, o bu film olurdu. Bir kere filmde riya yok, yargılama yok, abartma yok, iyiyi kötüyü kendine göre yontma kaygısı yok. Bunu seziyorsun. Yani film aslında taraf değil gibi. Olan biteni koyuyor ortaya. Hal böyle olunca çıkıp "bir takım kesimlerin propogandası" bile diyemezsin, direkt yasaklaman lazım. Biraz acitasyona, biraz kışkırtmaya, biraz abarmaya sahip olsa, çıkıp "bu film yalan yanlış düşüncelerin esiri olmuştur" dersin. Ama hangisine karşı çıkacaksın? Darbe olmadığına mı, töre cinayetine mi, teröre mi, askere mi, mahkuma mı?
Aslında ilginç olan bu filmin Cannes'da ve yurtdışında bir çok ödül almış olması. Film , Türkiye'nin daha çok doğusunu anlatır ve Türkiye'nın batısına bile uzaktır. İstanbul bile bu filmi kolay anlayamaz, idrak edemez. Gördüklerinden sonra şaşkınlığa uğrar. Durum böyleyken, kilometrelerce ve yıllarca uzak olan Avrupa nasıl hakkını verir anlamak mümkün değil. İşin teknik kısmından anlamam ama bakıldığı zaman çok da başarılı bir tekniği yok gibidir. Yani görselliği falan bir sınıf alttadır. Zaten yönetmeni dışarıda, senaristi içeride, zor şartlarda çekilmiş bir film.
Benim için önemli olan görüntüsü falan da değil. Filmi yapanlar, anlatmak istediğini anlatabildiyse o film başarılıdır. Biz de seyirci olarak aynı değerleri savunuyorsak, o film bizim için iyi oluyor. Zaten bu yüzden ,anlatılmak istenen, yüzünden başarı senaristin, güzellik yönetmenin olur. Filmlerin senaristlerle anılması gerktiğine inanırım, bu film bunu başarmıştır. Ama yine de hakkını vermek lazım, bu film Yılmaz Güney filmi olduğu kadar Şerif Gören filmidir de...
Anlatılacak çok şey var aslında. Tarık Akan'ın sadece "yakışıklı adam" olmadığı belki de ilk film, Kürdistan'ın cümle içinde geçmesi, terör 84'te başladı diyenlere 82'den verilen mesaj, İmralı Cezaevi, Kenan Evren posterleri ve tabi ki herkesin beynine kazınan sigara içen çocuklar. Aslında bu film bugün bile çekilirdi. 1982 yerine 2012 film olsa yadırganmaz, gider yine ödülü alırdı.
Acaba, ödülü paylaşan diğer film (Missing - Costa Gavras) nasıl, Türk ve Yunan filmi Fransa'da zirveyi paylaşıyor, insan merak ediyor.
Ezeli Rekabette Tatlı Atışmalar
Derbilerin en güzel zamanlarından biri sonrasıdır. Deplasmandan yenilmeden dönen takımı iç sahada karşıladığın maç. Bursaspor, İstanbul'dan 1 puan kapınca, Bursaspor tribünü takıma sevgisini arttırmış. Maçın yıldızlarından biri olan Ferhat Kiraz için özel pankart hazırlamışlar. Zaten, Ferhat'ı 2009'dan beri severek takip ederim. Benim için yeni Burak Yılmaz. Mevki ve tarz olarak farklı olsalar da, Tuncay, Burak ve Ferhat, alt liglerden beri gözüme kestirdiğim çocuklar. İkisini tutturduk, Ferhat'ı da yakın zamanda İstanbul'da, (tabi ki en çok Galatasaray'da) görmek istiyorum.
Pankarttaki oh muhabbeti ise şu;
Bursaspor'un Mersin İdman Yurdu maçı için de bir not. Bu sene içinde arkadaşlarla çok tartıştık ve ben haksız çıktım. Bursa tribünü bu kadar boş kalıyorsa soruna çare bulmaları lazım. Pazar günü 7'de, güzel bir havada, Beşiktaş maçında güzel bir oyundan sonra o tribün full çekmeliydi, boş kaldı. 3 sene önce kazanılan "Beşinci şampiyon" sıfatı bir yana, çocukkluğumdan beri "en zor deplasman" olan Bursa'yı böyle görmek üzüntü verici.
Çarşamba, Kasım 21
Manchester Zaferi
Bu maçı es geçmek olmaz. Ama hem iş yoğunluğundan hem de asıl önemli maçın henüz oynanmamış olmasından üzerinde çok da durmak istemiyorum. Fakat kendi sahamızda Manchester United'ı yeniyorsak, en azından not düşelim, seneler sonra dönüp baktığımızda bulalım.
Aslında çok da iyi oynamadık. Hatta bence hiç iyi oynamadık. United'ı sildik demek mümkün değil, tek başına Wellbeck bile fena dağıttı. Yedek denilen kadro fena oynamadı. İlk yarıda direkten dönen top, arkasından gelişen pozisyon, Semih'in 1-2 kritik müdahelesi işimize geldi. Biz ise uzaktan şutlar denedik ama çoğu kaleye gelmeden savunma oyuncuları tarafından kesildi. Ama bazen kötü oynayıp da kazanıyorsunuz ve her şey bir yana atılabiliyor. En azından golden sonra yememek, hatta hiç gol yememek güzel şeyler.
Amrabat ve Riera'yı beğendim ama en çok Muslera'ya dua ettim. Bir tane hatalı çıkış bile yapmadı, top sektirmedi. Burak'ın 5.maçındaki 5.golüne diyecek birşeyim yok. Başka zaman olsa, o golü buraya yazardım ama artık Burak'ı sevenlerin sayısı milyonlara ulaştı. Böyle şeyler yazmaya gerek yok. "Manchester United zaferinin tek golünü atan adam" sıfatını kazanacağını bundan 3 sene önce kendisi bile inanmazdı ama ben "başaracağını biliyordum".
Tribün olağanüstü değildi. Ama 3 Şampiyonlar Ligi maçın arasından en iyisiydi. Geçen sene normal sezondaki maçların seviyesine ulaşmadık hala. Fakat gürültü dönem dönem muazzamdı ve bu rakibin konsantrasyonunu ve iletişimini bozmuş olabilir. Takım da eskisi gibi değil gerçi. Hatta gol sevinçlerinde bile coşku eksikliği var. Geçen senenin heyecanı daha başkaydı. Belki bu maç yeniden heyecan duymak için bir neden olacak.
Cluj ile İddaa'nın yeni oyunu Düello'yu oynayacağız. Aynı saatte başlayan iki maç, daha fazla puan alan gruptan çıkacak. İnşallah Braga da yedek takımla çıkar ve Manchester United Rooney - Van Persie ile oynar. Artık stresli maçlar istemiyorum. Aynı saatte başlayan iki maçtan birini izleyip diğerini takip etmek zorunda kalmak zevkli değil. Üstelik elenirsek Fenerbahçe ile aynı organizasyonda olmak daha da stresli olacak. 2.tura çıkıp elensek bile, Fenerbahçe yarı final oynamadıkça başımız ağrımaz. O yüzden "devam" diyelim.
Manchester'ın da her İstanbul takımı ile eşleşmeside puan kaybetmesi geleneği devam etti. Adamların kabusu olduk ülke olarak.
Salı, Kasım 20
You Will Meet a Tall Dark Stranger
Geçen Woody Allen hakkında yazdıklarımı tekrarlamıyorum. Açın oradan okuyun. Hani film iyi güzel de bu kadroyu bu film için buluşturdun. Kadın-erkek ilişkiler, şehir yaşamı falan. Ally McBeal tarzı.
Yine de Hindistan'dan güzel kadınlar çıkıyormuş, bu film onu gösterdi.
Cehennem
Küpürün üzerinde duran tarihi bilerek tuttum ki kanıt olarak gözüksün. 3 Kasım 1993, Galatasaray - Manchester United maçının olduğu gün. O gün bile, yani daha Galatasaray, Manchester'ı elemeden, Barcelona'yı yenmeden, Uefa'yı almadan, Sami Yen'de 20 küsür maçlık seriyi yaşamamışken, Real'i 2-0 geriden gelip yenmemişken bile istatistikler bizim lehimize. Türk takımlarının bir tur atlamasının bile sevinç yarattığı yıllarda dahi iç sahada sadece 5 maç kaybetmişiz. Muhteşem başarı.
Şimdi gelelim Ali Sami Yen'in neden cehennem olduğuna. Ryan Giggs internette paylaşım rekorları kıran belgeselde anlatıyor, bu belgesel defalarca izlendi ama herkes "Ne cehennem yaratmışız" deyip kendine pay çıkardı. O günün tribün emekçilerine saygımız sonsuzun üzerinde, şimdiki nesil ile aynı cümlede bile kullanılmaz ama o başarıda saha dışı, insan-tribün dışı faktörlerin de payı büyük. Ryan Giggs şöyle diyor:
"Gelişmekte olan ülkelerde böyle düşmanca ortamlarla karşı karşıya kalabiliyorsunuz. Eski stil stadyumlar bunaltıcı olabiliyor. Etrafı kaplayan değişik sigaraların kokusu, duman ve bunun gibi küçük şeyler. Stada yemek zamanı gelmişlerdi ve sanırım taraftarlar 6-7 saattir ordalardı. Şehre Manchester United geliyordu ve bu büyük bir maçtı. Soyunma odasına gitmek için polis tünelinin içinden geçip yer altına inmeniz gerekiyordu"
Böyle bir stadyum ürpertici oluyor. Bilinmeyen bir ülke korku yaratıyor.
Aradan 19 sene geçmiş. United, daha sonra defalarca buraya geldi. Hem onlar buraya alıştı, hem de burası çok değişti. Onların alışık olmadığı ortam yerine, onların alışık olduğu ortam "Bakın İngiltere'de aslında böyle" ifadesiyle İngiltere örnek alınarak kuruldu. Zaten bakın o belgeselde "Türkiye'den çıktığım için mutluyum, asla geri dönmem" diyen Ferguson dün geceki karşılaşama ve İstanbul atmosferi için ne diyor:
''1993 yılı bizim için inanılmazdı ve oldukça dehşet vericiydi ama buraya birkaç kere geldik ve Türk atmosferine alıştık, fanatik bir durum ancak bizim için sorun değil. 1993 yılında Ali Sami Yen Stadyumu'ndaki maçta 0-0'lık sonuçtan sonra Eric Cantona ve Bryan Robson oyuncu tünelinde çevik kuvvetin saldırısına uğramıştı''
İngilizleri, Türk tarzı atmosferle yenebildik ama İngilizleri İngiliz tarzıyla yenmek zor oluyor. Bugün belki yeneriz, bu da saha içindeki kalitenin dengeli olmasından kaynaklanır.Ama bundan sonra bir daha o atmosferi kuramayız. Bunun için birçok şeyin oluşması gerekiyor. Sadece havalimanında karşılamak yetmiyor; onları konfordan uzak tutmak gerekiyor. Soyunma odasına inerken, stadyuma gelirken sıkıntı yaşayacaklar. Taraftar 6-7 saat önce stadyumda olacak ve maçı izlemek için stadyuma gelmediğini aslında nerdeyse orada yaşadığını, orasının evi olduğunu misafire hissettirecek. Gerekirse çevik kuvvet bile küçük uyuzluklar yaratacak. Bunların çoğu yeni futbol dünyasında olacak şeyler değil. O nedenle havalimanı baskını, Hababam Sınıfı'nın yeniden çekilmiş hali gibi bir şey oluyor. Komik, güzel, hoş ama asla efsane değil.
Pazartesi, Kasım 19
Avrupa Öncesi Lig Maçı
Karabükspor yenilgisinden sonra Hamit Altıntop Lig Tv'de Pınar Argun'un sorularını (gerçi pek soramıyor ama olsun) yanıtladı. Hamit bu yenilginin United maçı için ölçü olmayacağını belirtirken Lig ve Avrupa maçlarının konsantrasyonlarının farklı olduğunu ifade etti.
O esnada stüdyoda bulunan Okay Karacan, olaya, demece müthiş bir açıklama getirdi. Diyor ki "Fatih Terim takımları, eskiden gördüğümüz gibi, her maça aynı konsantrasyonla asılırdı, maç ayırt etmezdi. Eğer Hamit böyle birşey diyorsa takımda bir sorun var demektir" dedi. 1992'den beri Galatasaray'ı yaşamasak inanacağız.
Müthiş bir teori gerçekten. Futbolcular, Karabükspor maçına asılmıyorsa, kendini veremiyorsa, takımda sorun var demektir. Hadi bu doğru diyelim, görüştür, fikirdir; ama acaba ilk denilen önerme doğru mu? Yani, Fatih Terim'in takımları Avrupa maçları öncesi oynanan lig maçlarında aynı ciddiyeti takınıyor muydu? Ciddiyet demeyelim de en azından konsantrasyonu yüksek miydi?
Sadece 1 maçı düşünsek Arsenal maçını dikkate almak lazım mesela. Avrupa kadar ligi de önemseyen takım (!), çarşamba günkü Arsenal maçı öncesi cuma günü Altay'a yenilmişti, şampiyonluk sakata geliyordu. Neyse ki Alpay'ın her anlamda şov yaptığı maçta Fenerbahçe, Beşiktaş'ı 3-1 yendi de takım Kopenhag'a şampiyon sıfatıyla geldi.
Sonu 4 kupayla biten o sezonu açalım. Okay Karacan ezberden konuşuyor ama biz aynı hatay düşmeyelim Maçkolik'ten yürüyelim. O senenin kritik virajı Hertha Berlin deplasmanıydı. 4-1 kazanmıştık. Bu maçtan önceki lig maçı ise meşhur Bursaspor deplasmanıydı. Chelsea'dan 5 yiyen takım revizyona uğramıştı. Terim, Bursa deplasmanına yedek ağırlıklı bir kadroyla gitmişti. Hagi-Hakan-Popescu-Okan gibi isimler yoktu. Sonuç, 0-0, kaybedilen iki puan. Ama tabi Bursa'dan Berlin'e geçince iş değişmiş, 4-1'lik skorla dönülmüştü. Chelsea hezimeti sonrası Hertha maçı öncesi takımın tokat yemesi gerekiyordu, onun için Bursa maçındaki 2 puan, hatta 3 puan gözden çıkarıldı.
Teker teker bakmaya devam.
Milan maçından önce ise o sezon küme düşecek olan Göztepe'yi Ali Sami Yen'de 2-0 yendik.
Asıl olay bundan sonrası. Uefa yürüyüşü.
Bologna ile oynanan ilk maç öncesi ligde maç oynamadı. Ertelendi. Okay Karacan o kadar ezberden konumuş ki, uzun yıllardır halkın,sokaktaki adamın haklı-haksız konuştuğu-tartıştığı, federasyonların ipini çektiren "maç ertelemeleri" konusunu unutmuş. Bu arada ertelenen maçın Fenerbahçe - Galatasaray maçı olduğunu hatırlatalım.
Galatasaray o sene kasım ayında sadece 1 lig maçı oynadı. Bir de İrlanda ile oynanan play-off maçları vardı, milli oyuncular için yorucu bir dönemdi.
Bologna rövanşı öncesi oynanan lig maçı -ki bu da perşembe günü oynanacak Bologna maçından 6 gün öncesine cumaya denk geldi, 1-1 sona erdi. Kaybedilen iki puan. Rakip Gençlerbirliği.
Mart ayında oynanan Dortmund ve Mallorca maçları öncesi oynanan dört lig maçını da kazandık. Ama Leeds United maçı öncesi oynanan iki lig maçı da beraberlikle sonuçlandı. Erzurum deplasmanından takım 0-0'lık sonuçla dönerken takımın başında Müfüt Erkasap vardı. Avrupa öncesi lig maçlarında konsantrasyonu yüksek olan Fatih Terim, Leeds United'ın maçını izlemek için İngiltere'ye gitimiş, takımı yardımcısına bırakmıştı. İkinc Leeds maçı öncesi (6 gün önce) Beşiktaş'a 1-0 yenilirken imdada Halilagiç yetişti, İnönü'den güç bela 1 puan çıktı. Arsenal maçı öncesi kaybedilen Altay maçını eklersek, 3 maç öncesi kaybedilen 7 puan. Hatta Beşiktaş maçında tarihe geçen o kaleci hatası olmasa ligin şekli daha da değişecekti.
Bir önceki sezona da bakalım. Ne de olsa kağıt üzerinde "başarısız" olsak da kazanılan 8 puanla biten bir CL grubu var.
Hagi'nin son dakika golüyle Bilbao'yu yendiğimiz maçtan 3 gün önce Sami Yen'de Gençlerbirliği'ne 2-0 yenimiştik. Rosenborg deplasmanı öncesi Adanaspor ile 2-2 berabere kalırken, Juventus ile Bilbao ile oynadığımız son iki maçtan önce maç dahi oynamadık. Hatta 2 Aralık'taki Juventus maçından önce oynadığımız son lig maçında (21 Kasım - 11 gün öncesi) Sakaryaspor ile 0-0 berabere kaldık. Avrupa öncesi o kadar konsantrasyon sahibi bir takımmışız ki her maçta puan kaybediyorduk nerdeyse.
Buradan, "Karabükspor'a yenildik, United'ı yeneriz" çıkarımı yapmıyorum. Belki United'a da yenileceğiz. Ama Karabükspor maçındaki yenilgiye "takımdaki bir sorun" üzerinden bakmak çok akıl işi değil. Sokaktaki adam dese güler geçeriz ama yayıncı kuruluşta, bize futbolu sevdiren adamlardan biri olarak tanıtılan Okay Karacan dediği zaman üzülüyoruz. Eskiden böyle değildi sanki, bu kadar iddialı laflar etmiyordu. Şimdi çok fazla ezberden konuşunca, yanılıyor. Biz de üzülüyoruz.
Cumartesi, Kasım 17
Interliler Atıp Tutuyor
Dün Galatasaray TV'de şu görüntüleri izleyince Milan tribünü Fatih Terim'e beste yapmış sandık ama gerçek öyle değilmiş, düzeltelim.
Bayadır söylenen ama muhattap alınan Interliler olduğu tezahürat; Sözlerini de yazalım tam olsun:
Come sempre a inizio stagione
(Sezon hep aynı başlıyor)
Interista fai lo scappone
(Interliler atıp tutuyor)
(Interliler atıp tutuyor)
La scudetto coppa campioni
(Şampiyonluk, Şampiyonlar Ligi)
(Şampiyonluk, Şampiyonlar Ligi)
Sono sogni per voi coglioni
(Götoğlanları rüya görüyor)
(Götoğlanları rüya görüyor)
Interista diventi pazzo
(Interliler deliye dönüyor)
(Interliler deliye dönüyor)
Son 10 anni che non vinci un cazzo
(10 yıl hiç bir sik kazanamadılar)
(10 yıl hiç bir sik kazanamadılar)
In trasferta e troppo lontano
(Deplasmanda, çok uzakta)
(Deplasmanda, çok uzakta)
non ti muovi mai da milano
(Milano'da asla kıpırdayamazsın)
(Milano'da asla kıpırdayamazsın)
non cantate non caricate
(Şarkı ve marş söyleyemezsin)
(Şarkı ve marş söyleyemezsin)
ma allo stadio che cazzo fate
(Ama stadın içinde ne sik yersen ye)
(Ama stadın içinde ne sik yersen ye)
puoi gridarlo finche vuoi
(Pardon, biz gelene kadar bağırabilirsin)
(Pardon, biz gelene kadar bağırabilirsin)
ma Milano siamı noi
(Çünkü Milan bizimdir)
(Çünkü Milan bizimdir)
Cuma, Kasım 16
Galatasaray 72-68 Donetsk
Yazacak hiç bir şeyim yok. Ne kafamda bir şey var, ne de içimde istek. Hem şu maçı yazıp, bloga geçirmek istiyorum, bir taraftan ise üşeniyorum.
Zaten saha içine dair yazacak hiç bir şeyim yok. Olan bitenden kopuktum. Göksenin oynamadı, Domercant oynamadı, Lakoviç oynadı, Hawkins en kötü gününde 20 küsür sayı attı, Gordon iyi savunma yaptı, Ender üçlü çektirdi, Engin kritik üçlük attı, Cenk ilk yarı bitmeden faul problemine girdi, Ndong'un serbest atışları....
Maç bu kadar. Maç, zerre kadar umrumda değildi. Orada olmak istiyordum. Salonda. Bu duygusallıkları çok bahsettim. Yine yazmak istemiyorum. Ama çok hoşuma gitti. Efes maçı, üzerine bu maç. Salonda olmak.
CSKA maçında 12.000 kişi vardı. Kalabalıktan hareket edemiyorduk. O tarz maçların da havası farklıdır, öyle maçlar da olmalıdır. Ama salon içinde gezmek, sürekli tanıdığın, ismini bilmesen simalarını tanıdığın kişileri görebilmek çok güzel. Şimdi yeni stadyumda, komplekste, arenada, koltuğundan başka yere hareket edemezken bu ne büyük bir lüks.
Ali Sami Yen yıllarında, aynı insaları görüp, kimle maç yaptığımızı fark etmeden, skoru bilmeden gelip gitmek gitmek gibi.
Valla rakibi yenmişiz, çocuklar öyle diyor. 10.maçta 10.galibiyet. Yavaş yavaş kalabalık olacağız yine. Salonun en güzel zamanları bunlar, değerlendirmek lazım.
Pazartesi, Kasım 12
Aziz
Yunanistan'ın Meis Adası Belediye Başkanı Pavlos Panigiris, Meis Adası sakinlerinin önemli ihtiyaçlarının yıllardır Türkiye tarafından karşılandığını belirterek, bu nedenle "Ada'nın Türkiye'ye bağımlı olduğunu" söyledi.
Panigiris, eski başbakanlardan Georgios Papandreu'nun (PASOK'un eski lideri Yorgo Papandreu'nun büyük babası), Kıbrıs'ta bir şeyler karşılığında Meis Adası'nı vermeyi kabul ettiğini, bu konunun ABD Dışişleri Bakanlığı arşivlerinde yer aldığını iddia etti.
Meis Adası sakinlerinin, karşı taraftaki Kaşlılarla olan ilişkilerine değinen Panigiris, 1995 yılında ilk kez belediye başkanı seçildiğinde Kaş belediye başkanı ile irtibata geçerek, kendisine ilişkileri daha da iyileştirme teklifinde bulunduğunu söyledi.
Panigiris, Meis Adası'nın yıllardır Atina hükümetleri tarafından tecrit edildiğini ve bu nedenle Türkiye'ye bağımlı duruma geldiğini ifade etti ve "Kaşlılarla uzun yıllardır ticari ilişkilerimiz var. Ben ilişkileri daha insani, daha dostça bir duruma getirmek istedim. Karşıdakilerle hiçbir sorunumuz yok. Yıllarca sağlık konusu dahil bizim sorunlarımıza çare oldular. Bunu söylemek ayıp değil. Unutmayalım ki hala onlara bağımlıyız" diye konuştu.
Türkiye'den sadece 1300 metre uzaklıkta bulunan Meis Adası belediye başkanı Panigiris, daha önce yaptığı açıklamada, Atina hükümetlerinin ilgisizliği nedeniyle Meis'in bağımsızlığını ilan ederek, eski para birimi Drahmi'ye dönme tehdidinde bulunmuştu.
Kaş, Fethiye, Antalya, Meis > Mussolini, Hitler
Pazar, Kasım 11
Radio Days
Woody Allen'ın Vizontele'si.
1987 yapımlı bir filmi 2000'lerde çekilmiş bir Türk filmine benzetmek de bize mahsus. Bu tarz senaryoya sahip filmler severim. Zamanın önemli olaylarını gündelik hayata yansımış halde sunulması çok keyiflidir. Mesela "Oğlum Adam Olacak" vardı bizde. Güzeldi.
Fakat Woody Allen... Yani söylemeye korkuyorum ama sevemiyorum. Isınamıyorum. Yoruluyorum. Sıkılıyorum. Uyuyorum. Woody Allen, Oscar'a aday oluyor ama. Diyecek laf yok haliyle.
Belki, 1930'ların sonunu 40'ları, o dönemin Amerikası'nı daha iyi bilseydim, o toplumdan olsaydım daha çok içime sinerdi. Şimdi New York'lu Woody Allen'a Vizontele'yi izlettirsen, "vay aleykümselam... şey, yani var olsun yoldaşlar" lafını duyunca suratında tebessüm bile oluşmaz.
Cumartesi, Kasım 10
Perşembe, Kasım 8
Kupa Efsanesi Pendik
Pendikspor, son 13 senede oynadığı Türkiye Kupası maçlarında sadece 1 kere yenildi.
Bu istatistik böyle okununca ilgi çekici oluyor. Son 13 senede sadece 2 kere Türkiye Kupası'na katılmış olmaları, bu durumun başlıca nedeni. TFF'nin belli bir derecenin altında kalan takımlara üvey evlat muamelesi göstermesi nedeniyle, Pendikspor, efsanelere konu olan Fenerbahçe galibiyetini yaşadığı 1999-2000 sezonundan sonra ilk kez bu sezon Türkiye Kupası'nda mücadele etti. Ve bugün yine bir Süper Lig takımını evine yolladı.
İlginçtir, Fenerbahçe'nin tarihindeki en büyük hezimetlerden biridir bu Pendikspor maçı. Ve bu maçtan sonra direkt ortaya çıkmış mıdır hatırlamıyorum ama her Fenrbahçe yenilgisinden sonra "bu takımı 3 sene üst üste şampiyon yaparım" diyen Yılmaz Vural, bugün aynı stadyumda Fenerbahçe'nin akıbetine uğradı.
Pendikspor, Elazığspor'u 3-2 yenerken, elenen takımın başında Yılmaz Vural vardı. Pendikspor, aralık 1999'da aynı stadyumda Fenerbahçe'yi elediğinde ise bu Zeman'ın Türkiye'deki son maçı oluyordu. Zeman şu an Roma'nın başında. Belki Yılmaz Vural'ın da yolu bundan sonra Roma'ya çıkmasa da Fenerbahçe'ye çıkar. En azından ikisi de ortak acıların kurbanları olarak bir paralellik kurabilirler.
Bu arada, Pendiskpor'un, iki maçı da ilk yarısını 1-0 geride kapatıp kazandığını ve Fenerbahçe'yi elediği sezon ligde küme düştüğünü hatırlatalım.
Pendiskpor'un son 13 senedeki Türkiye Kupası Maçları
Ekim 1999: Gaziosmanpaşa - Pendikspor: 2-4
Kasım 1999: Sariyer - Pendikspor: 1-2
Aralık 1999: Pendikspor - Fenerbahçe: 2-1
Ocak 2000: Dardanelspor - Pendikspor: 2-0
Eylül 2012: Anadolu Selçukluspor - Pendikspor: 1-2
Kasım2012: Pendikspor - Elazığspor: 3-2
Çarşamba, Kasım 7
Bizim Olayımız
Fotoğrafı Yiğit gösterdi, bloguna koydu. Güzel pankart, hislere tercüman. Endeks kelimesi çok endüstriyel hissetirse de düşünce güzel, sopalı olması güzel, Beşiktaş tribününde de artık sopalı görmek daha güzel.
Bu pankart; tribün kovalayan, takım kovalayan herkesin hayat tarzına ışık tutuyor. Ama ekmeğini toptan kazanan bizler için daha da önemli. Hayatımızı TFF belirliyor, UEFA şekillendiriyor. Fotoğrafta BJK armaları,formaları olmasaydı Facebook'ta cover fotoğrafı olurdu.
AyBABA
''Oğuzhan iyi futbolcu ama bugüne kadar hep rezerv liglerde oynadı, ilk kez normal ligde oynuyor. Siz övgüler yazıyorsunuz ama biz burada her gün onu lafla dövüyoruz. Durun bir sezon geçirsin, daha ilk ligi. İyi yolda, çalışırsa çok daha iyi olacak.''
Samet Aybaba'ya güvendiğimi (bana ne oluyorsa) daha resmi maç oynamadan yazmıştım. Açıklamalarıyla ayrı, maç zamanı hareketleriyle ayrı, oynattığı futbolla ayrı övgüyü hak ediyor. Aybaba'nın tek sıkıntısı kriz yönetiminde başarısız olmasıydı. Şu ana kadar onu da idare etti.
Samet Aybaba'nın en azından her futbolcudan maksimum verim alabilme yeteneği alkışlasın. Takımın hocası sever de döver de...
Salı, Kasım 6
Kalli'nin İlk İstanbul Teması
Kasım ayının ilk haftası. Sene 1985. Galatasaray, Kupa Galipleri Kupası'nda Bayern Uerdingen ile eşleşiyor. Alman temsilcisinin başında Alman Karl Heinz Feldkamp var. Galatasaray'da ise Alman Jupp Derwall. Alman basınının bu maça ilgisi Derwall'den dolayı oldukça yüksek. Türkiye'de ise standart bir Avrupa Kupası maçı havasında. Hatta asıl ilgi Şampiyon Kulüpler Kupası'nda Göteborg ile eşleşen Fenerbahçe üzerinde.
İlk maçı Galatasaray deplasmanda 2-0 kaybediyor. Henüz Xamax maçı oynanmadığı için, 3-0 alırız inancı pek yok. Kalli, yani o sıralar Feldkamp, 2-1 tahmini yapıyor rövanş için. Derwall ise "yaralı aslandan korkulur" diyor. Kalli'nin takımı İstanbul'daki son maç öncesi idmanını İnönü Stadı'nda yapıyor. İnönü Stadı'nın zeminleri gerçekten felaket. 80lerde ilk kez tribüne gidip "yeşil çimleri gördüğüm an futbol aşkım tavan yaptı" diyeni bir daha bulup konuşmak lazım.
Maç 1-1 sona eriyor, Almanlar tur atlıyor. Kalli, ülkesine dönüyor. Bir daha Türkiye'ye ne zaman geleceği belli değildi. Belki de hiç gelmeyecekti. Gitmeden önce son sözleri bu oldu. Cehennem lakabının United maçı zamanına denk geldiğini düşünenler yanılıyor. En azından 80'lerde bir cehennem sorusu sorulmuş Kalli de, cehennem değil demiş.
İstanbul'un cehennem olmasını sağlayan, Kalli'nin kurduğu takımdı.
One Day in Europe
Uzun zamandır izlemek istediğim bir filmdi. Nedeni de malum. İçinden sadece futbol değil, Galatasaray geçiyor. Bir futbol filmi olduğunu biliyordum. Ama isminde afişinde futbolu bu kadar kullanıp, futbolu sadece arka dekor olarak kullanmak biraz hayal kırıklığına uğrattı.
Bir Avrupa filmi olduğu kesin. Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde, suç ve polis tavırları... Efsanevi Galatasaray - Deportivo finali sadece filmin içindeki güzel bir anektod. Sanırım filmde 7 farklı dil vardı. Rusça, İngilizce, Türkçe, Almanca, Macarca, İspanyolca, Fransızca... "Futbol Avrupa'nın ortak dili" diyerek buradan selam çakabiliriz. Ama onun dışında çok fazla şey bulamıyoruz.
Yine de İstanbul'da geçen bölüm hoştu. Almanya'da Kreuzberg'e uğralamaları ve oradaki Türkler iyidi. Macar turistin durumuna ise gerçekten üzüldüm. En güzel replik de; maç hakkında konuşan iki İspanyol'dan birine ait;
Galatasaray kazanmış, Deportivo kazanmış ne farkeder. Sonuçta Türk Türktür!
Gerçi, o dialog komple iyidi. Bu arada futbola beklediğimiz kadar girilmemiş dedik ama gerek taraftar kullanımı gerekse maçla ilgili konuşmalar-anlatımlar oldukça doğaldı. En azından yapay sahneler, tezahüratlar yoktu.
Bazı yerlerde, maçı Galatasaray'ın kazandığı yazıyor, öyle bir durum da yok. Bunu diyenler bariz şekilde filmi izlemeden Galatasaray romantizmine tutulmuşlar.
Pazartesi, Kasım 5
Pozisyona Girmese Daha İyi
Beşiktaş - Mersin İdman Yurdu maçında konuk takımın en çok umut bağladığı, hatta belki de tek güvendiği adam Mert Nobre'ydi. Sadece Mersinliler için değil, Romanya ve Macaristan maçlarından sonra milli takım için bile adı düşünülür hale gelmişti. Mert Nobre iki sezon önce İnönü'de Beşiktaş forması giyiyordu ve her maç yuhalanacak hale geliyordu. Facebook'ta ve forumlarda geçilen dalgaların haddi hesabı yoktu.
Nobre gitti, Almeida geldi.
Almeida çok beğendiğim bir forvet değil. Daha iyileri bulunur. Ama kötü bir forvet de değil. Bazı takımlarda bazı işleri yapabilecek adamlara ihtiyaç vardır. 2012-13 sezonu Beşiktaş'ı için en uygun forvetlerden biri Almeida'dır. Oyun karakteri buna çok uygun.
Beşiktaş'ta sadece saha içinde değil kulübün her kademesinde herkesin hemen hemen her şeyi yapması gerekiyor. Yani sadece 1 işi çok iyi yapan adama değil, her işi yeterli seviyede yapacak adamlara ihtiyaç var. Saha içine vuracaksak, Hilbert sadece bek(arka) olmayacak, sürekli bindirecek, Fernandes 10 numara olmayacak adam da kovalayacak, Olcay gerekirse savunmadaki son adam olacak, Uğur Boral asist yapacak dönüşte adamı karşılayacak, Sivok duran topta çıkıp gol atacak. Almeida'da da bu tarz bir karaktarde bir isim zaten. Stoperlerle kavga ediyor, orta sahadan top alıyor, geriden gelenlere koşu yolu açıyor, hava toplarını indiriyor, e gol de atıyor. Karşı karşıya da kaçırsın.
Bu kadar yazdık, nedeni dün son dakikada yaşanan pozisyon. Bütün maç müthiş işler yapan, gol hanesine 1 rakam daha ekleyen Hugo, son dakikada, 90 dakika deli gibi mücadele ettiği maçın son anında attığı deparın sonunda topu yine kaleciye vurdu. Neyse ki maçta olan az sayıdaki taraftar, kemik tribüncüydü. Pozisyon kaçar kaçmaz moral tezahüratları yapıldı. Tıpkı 90'larda gol orucuna giren Hakan Şükür'ün kaçırdığı her golden sonra Sami Yen'de yaşananlar gibi.
Fakat pozisyonun internete yanısması aynı olmadı. Bunu yazan, buna gülen adamdan ne hayır beklersin? Almeida'nın kazmalığı, işe yaramazlığı neredeyse TT olacaktı. Almeida, o pozisyona girmese bunların hiç biri yaşanmayacaktı. 'Feda" sezonunu yaşayan Beşiktaşlılar, Almeida'yı kaçrdıığı goller nedeniyle sevmiyor, beğenmiyor.
Şimdi son paragrafı yazmak gerekiyor. Üşendim. Siz ilk paragrafı bir daha okuyun.
Pazar, Kasım 4
Kırıldım
- Trabzon'a giderken aklında neler vardı?
- Trabzon'a giderken bu seviyeler özelinde son şansım olduğunu biliyordum. Herkes benim potansiyelimin farkına varmıştı aslında, sadece "hadi" deniliyordu, "çık göster kendini".
(Galatasaray Dergisi Ekim 2012 Sayısı)
Burak Yılmaz, bu herkes'i açıklasın. Kırgın kere kırgınım
Burak'ın kılına zarar gelse panter kesiliyoruz, o bizi burada harcadı.
10 Items or Less
Bir gün televizyonda kanalları değiştirirken karşıma bir film çıktı. Paz Vega, bir benzincinin tuvaletinde üstünü değiştiriyor. Takılmamız gereken yer burası olmalıydı ama arka fonda çalan şarkı daha çok kilitledi.
Kemo The Blaxican adlı grubun La Recata isimli şarkısıymış. Mesele bu değil. Şarkıdan dolayı film dikkat çekti ama o anda izlemedim. Filmin ortasındaydım. Daha sonra defalarca televizyonda yakalasam da başından başlayamadığım için izlemedim. Merakım arttı. Filmin adını, yılını herşeyini biliyordum ama filmi izlemek uzun süre mümkün olmadı.
Normalde böyle durumlarda filmle ilgili beklentim artmaya başlar ve daha sonra filmi izleyince hayal kırıklığına uğrarım. Bu film de aynı şey olabilirdi. Sonuçta Morgan Freeman ve Paz Vega gibi hakkında kötü düşüneni olmayan iki insanın filmi olmasına rağmen çok bilinen bir film değildi. Herhalde beğenilmedi ve çok vurgusu yapılmadı. O yüzden filmi izlerken çok büyük beklentilerim olmadı.
İlk paragrafta anlattığım olaydan 2 sene sonra filmi izleyebildim. Hayal kırıklığı bir yana film inanılmaz sardı. Aksiyonu yok, iki tane ana karakter var, 80 küsür dakika sürüyor, ne kadar ilgi çekebilir, ne kadar sarabilir? Oluyor işte. Çünkü standart hayatın, spontan anlarından biri var. Bilmemkaç senelik hayatın bir günü.
Bu filmde herhangi başarı hikayesi yok, zaten herhangi bir hikaye de yok, büyük aşklar, efsane olaylar, süper kahramanlar yok. Filmi anlatmak istemiyorum ama içinde geçen bir dialog filmin ne olduğunu, ne hisettirdiğini verebilir.
Aktör Morgan Freeman (kendisini oynuyor), hayatından memnun olmayan kasiyer kız (Paz Vega) ile konuşmaktadır. Kız hayatından, hayatının sıkıcılığından ümitsizce bahseder. Freeman ona şöyle der;
"Sen 25 yaşında hayata küsmüşsün...Ben ilk filmimi figüran olarak 32 yaşında çektim"
Morgan Freeman'ın filmdeki ufak şeylerden mutlu olma, sokaktaki insanı mutlu edebilme halleri bir yerden sonra gıcık etse de (biz niye böyle değiliz amk), bu tarz filmleri daha çok izlesek kafamız daha rahat olabilirdi.
Bir şarkı sayesinde keşfettiğimiz filmin sonunda da başka bir şarkı çıktı, onu da keşfettik. Zaten filmlerin müzikleri de oldukça iyiydi.
IMDB puanı da 6 küsürmüş. Muhteşem.
Cumartesi, Kasım 3
Kötü Değişiklik
Hocayı eleştirecek değiliz ama bazen de içimizdekileri söylememiz lazım. Dünkü maçın ilk yarısıyla ikinci yarısı arasında fark vardı.
Yukarıdaki fotoğraf ikinci yarıdan. Hocam, oyuna son haftaların formsuz ismi Melo'yu sokuyor. Ona bir şeyler anlatıyor.
Bu fotoğraf ise ilk yarıda. Hocamın üzerindeki sweat müthiş. Adamın her yeri Galatasaray ama onun üzerinde Galatasaray yazısı, arması, logosu, harfi görünce daha bir coşuyoruz. İkinci yarıda sweat'i çıkardı, daha düz ve sade bir tişörtle kaldı.
Maçı izlediğim arkadaşlar benimle farklı düşündü gerçi. İmparator'a öyle kapşonlu şeyler yakışmıyor dediler. Onlar da haklı kendilerine göre. Ama bir maç başladığı gibi devam etseydi daha iyidi sanki.
Jose
Real Madrid'in yeni genci. 34 numaralı formayı giyiyor. Jose Mourunho'nun Alcoyano maçında şans verdiği Jose Rodriguez. Aralık 1994 doğumlu, 17 yaşında.
17 sene önce, 1994 yılında, yine bir ekim ayında Raul Gonzales ilk maçına çıkmıştı Real formasıyla. Real Madridli taraftarların refleksi biraz Galatasaray taraftarına benziyorsa şimdiden tapınmaya başlamışlardır. Rodriguez ilk maçında golle tanıştı. Üstelik oyuna devre arasında girdi, golü 68'de attı. 22 dakika yetti.
Real Madrid, en az Barcelona kadar altyapıya önem veren bir kulüp. Fakat onların özelliği çıkan oyuncuları Anadolu(!)ya pazarlamak. Madrid dışına çıkıp başarılı olan çok oyuncu var. Mesela Real Madrid formasıyla çıktığı ilk maçta Olympiakos'a gol atıp maç kazandıran ama şu an Valencia'da oynayan Soldado gibi...
Yani kısaca, Jose iyi başladı. Ya Raul ya Soldado olabilir. Biz de tanımış olduk kendisini. Bakalım kariyeri nereye evrilecek?
Cuma, Kasım 2
Londra'da Meşale
İngiltere'de meşale yakılmıyor diyorlar ya, aslında haklılar. Ama işte bazen onlar da yakıyor. Hem de Londra'nın göbeğinde, dünyanın gözü önünde, Chelsea-United maçında.
Perşembe, Kasım 1
Tek Eksik Yağmur
Böyle maçları seviyorum. Bunu daha önce çok yazdım belki ama tekrar tekrar hatırlatmak lazım. Türkiye Kupası'nın gereksiz maçlarından biri. Elersen başarı değil, elenirsen fiyasko. Sanıldığından daha stresli. Hava genelde soğuk olur, tribün boştur, gelenler kemik tayfadır, daha iyidir, takım gençtir, yedektir, maç hafta içidir, iş yorgunluğu vardır, maça konsantre olmak zor olur.
Sonra o 2.lig takımının golü gelir. İş sıkıntıya girer. Heyecanlı ve keyiflidir. Bir de hava soğuk ve yağmurlu olsa müthiş maç olur. Seneler sonra unutulur, konuşmaz, sadece maçta olan hatırlar.
Beşiktaş kazandı. Zor kazandı. Yedekte bekleyen Fernandes ile Almeida girince kazandılar. Sıkıntılı maçtı. Erkan Kaş iyidi, Batuhan kötüydü, ıslıklandı. Ofspor tribünü dediğiniz Trabzonspor sanırım. Atışmalar oldu, gerginlik oldu. Samet Aybaba maçtan sonra takıma kızdı, maç için "kabus gibiydi" dedi. Ama yine de her şeye rağmen taraftar keyif almıştır.
Gerçi Beşiktaş taraftarını (tribünde olmayan) anlamak mümkün değil. Sosyal medyada takıma saçma sapan şeyler yazmışlar. Okurken ben utandım. Ben bile neredeyse takımı izlerken "ulan afferin çocuklara" diyeceğim ama Beşiktaşlı memnuniyetsiz. Tabi onlar da haklı, alışmışlar 5 senede en az 3 şampiyonluk kazanmaya.
Bir takım için en iyi şey kötü duruma düşmesi. Takıma dair kim ne hissediyor ortaya çıkıyor işte.