Çarşamba, Ocak 30

Taraftar İstemedi Çıldırdı



Galatasaray - Beşiktaş maçının çıkışında mikrofonlar Ünal Aysal'a uzatılıyor. Aysal, maçla ilgili pek açıklama yapmıyor. Drogba sorularına ise "Galatasaray taraftarı ne isterse o olur" diyor.

Maçın hemen ardından yayınlanan Maraton programında, 10 saniyelik bir görüntü halinde sunuldu bu. Sonrasında stüdyoya dönüldü. Şansal Büyüka, başkanın dediklerini anamlı bir tonlamayla tekrarladı: "Galatasaray taraftarı ne ditiyorsa o olur". 

Özellikle yabancı futbolcuları küçümsemeyi tarz haline getirip, farklı konuşuyorum kasılmalarına gerekli desteği bulmak için tribüne, televizyon seyircisine oynamayı alışkanlık haline getiren Tümer Metin ise Büyüka'nın cümlesinden hemen sonra ciddi bir çıkış yaptı. Zeka parıltısı kokan cümlede şunu sordu:

- Galatasaray taraftarı Drogba'yı mı istemiş?

Evet istedi. Üstelik 14 Mayıs 2011'de göreve gelen başkana bu istediğini 30 Mayıs 2011 civarında sundu. Yani 2 hafta içinde. Belki de kongrelerde, divan kurullarına söz hakkı olmayan taraftarın Ünal Aysal'dan ilk somut isteği Drogba'ydı.

Ezeli rakipler arasında transfer olmayı başarmış birinden taraftar duygusunu anlamasını beklemek hayalcilik olur. Ama yayıncı kuruluşta konuşurken, isminin yanında yorumcu sıfatı varken daha dikkatli olmak lazım ki; komik duruma düşülmemeli.

Drogba iyi transfer-kötü transfer, ucuz-pahalı, genç-yaşlı; bunları değerlendir, konuş ama taraftar desteği almak için küçük oyunlara gerek yok.



Salı, Ocak 29

Dünya Karmasını Tutmak



Gündemi haftalar boyu meşgul eden Sneijder transferi hakkında bir şeyler yazmayı planlıyordum. Aslında daha çok transfer süreci hakkında yazmayı planlıyordum ama transferin sonuçlanmasını bekledim. Transfer sonuçlandı, kaşla göz arasında bu sefer de Drogba geldi. İşler değişti. Bildiğin yıldızlar topluluğuna döndü takım.

Galatasaray için Galata$aray yazan yabancı gazeteciler var. Belki de Ünal Aysal'ı, Arap Şeyh'i sanıyorlardır. Çok da umrumda değil. İnsanların seni nasıl tanımladığı önemli değil. Önemli olan senin nasıl hissettiğin.

Daha önce yazmıştım, sanırım Rijkaard yeni geldiğindeydi. Galatasaray ile kendi hayatım genelde parallelik gösterir. Özetle; Galatasaray iyiyse ben de iyiyim, kötüyse ben de kötüyüm, o arayışta ise ben de özel hayatımda arayışlara giriyorum. Nick Hornby de Arsenal'ini anlatırken buna benzer cümleler kurmuştu Fever Pitch'de.

Belki de ilk defa Galatasaray ile bu kada ayrışıyorum. Benim hayatımdaki kötü durumum bir yana, Galatasaray hiç olmadığı kadar iyi gözüküyor. Görkemli, şatafatlı, klas, parıldayıcı... Bunlar güzel sıfatlar. Ama bana, hatta bizim takıma çok yabancı.

Yazının sonu hedef küçültme isteğine gitmiyor. Ama büyük hedefleri kazanmak çok mu önemli, bunun için bu kadar yabancılaşmak mı gerekir bilmiyorum. Yabancılaşıyor muyuz onu da bilmiyorum.

Fakat şu var. Taraftarlığın en büyük hazzı, takımının kötü giden zamanında yanı olmaktan geçiyor. En güzel başarı hikayeleri, "en kötü zamanda oradaydım" hikayesi ile başlar. Kopenhag'daki Arsenal zaferi Chelsea hezimeti ile başlar, 1996-2000 arası 4-0'lık Fenerbahçe yenilgisinden bir hafta sonra oynanan Sarıyer maçıyla...

Veya maç içinde; rakip karşısında bocalayan beki, üst üste goller kaçıran forveti ayağa kaldrımak büyük haz. Böylece yaşanan başarılardan sonra gönül rahatlığıyla "az da olsa benim de payım var" diyebiliyorsun. Peki ya şimdi?

Drogbalı, Sneijderli takıma ne diyeceğim ben. Tabi futbol bu belli olmaz, ama kağıt üzerinde oldukları kadar iyi çıkarlarsa, kötü maçlar olmazsa ben ne yapacağım? Taraftarın görevi ne olacak? Rakiplerle aranda nu kadar fark oluşursa şampiyonluk ne kadar mutlu eder?

Zaten o yüzden 2006 şampiyonluğu çok değerli değil mi? Çok güçlü takımın şampiyonluğu ne kadar haz verebilir? Önemli olan benim keyif almam mı diye sorsan ona da cevap vermemem.

İşin maddi kısmına girmeyi çok istemiyorum. Kulüp para harcasa da harcayamasa da benim takımım. Çok önemsemiyorum. İsterse milyon dolarlar harcansın, paralar boca edilsin, bunun hesabını başkanlar verir zamanı gelince, veya veremez.

Omlet yapmak için yumurta kırmak gerekir diyen Faruk Süren, 2000'e rağmen hala "efsane başkan" statüsünde değilse biraz da bunda, ama zaten dedim ya mesele bu değil.

Drogba-Sneijder transferleri gelecek için çok büyük hamleler. Olur ya, belki 3-5 sene sonra çekler ödenmez, transfer yapılmaz, zorluklar yaşanır, işte o zaman kazanılacak başarılar büyük keyif verecek. O zaman çekilecek çileler kutsallaşacak. O yüzden sevindirici tarafı var. 



Sahiplenmek



Yukarıdaki yazıdan devam sayılabilir aslında...

7 yaşından beri takım tutuyorum. Belki daha eskisi de sayılır ama 7 yaşından beri aynı coşkuyla tutuyorum. 7 yaşından beri 10 şampiyonluk gördüm. Kupalar, başarılar, şampiyonluklar. Belki kötü günler de oldu ama inkar etmemek lazım genelde hep başarılıydık. İstanbul'un, Türkiye'nin büyük takımı. Stresi, baskısı da büyük ama yüzümüz çok güldü çok şükür. Hatta hayatımızda en çok yüzümüzü o takım güldürdü.

O başarıları kazandıranlar, isimler, kişiler, gelenler gidenler. Hepsi gitti. Yenileri geldi. Gidenlerin bazıları kızdırdı, bazılarına teşekkür ettik. Ama bu fotoğrafa bakınca; hiç kimsenin arkasından ağlamadık, kimseye "gitme" demedik. (Belki 2000'de "kal bu sene"

Bu fotoğrafın altına yazılacak çok bir şey yok aslında. Her şeyi anlatıyor. Ergenlik çağlarında bir çocuksun. Tuttuğun takımın teknik direktörü istifa ediyor. Hayatında en büyük sorun bu olabilir mi? Oluyor. Belki de hayatında ilk defa birinin arkasından ağlıyor, ilk defa birine gitme diyor.

Sözün özü; 20 yıldır takım tutuyorum, her duyguyu yaşadım, bunu yaşamadım. Kıskandım desem, kıskanılacak birşey değil. Ama çok da saf. Çok başka duygular da var. Fotoğrafa dikkatli bakınca 2010 mayısında görüyorsunuz, o zaman daha da karışıyor duygular. 

Ömür boyu yaşamadığın ve bundan sonra da yaşamanın zor olduğu bir şeyi bir kez olsun sana yaşatan insan, arkasından ağlanır tabi.

Uğurlama

Pazartesi, Ocak 28

Henüz Ölmedik


İyi haber henüz ölmedik, kötü haber hala yaşıyoruz.

http://www.henuzolmedik.com/

Onların Stadı



Arena'yı ben sevmiyorum ama bu kuşak sevecek. Burası onların stadı. Daha önce de böyle 1-2 fotoğraf koymuştum, onları görmek hoşuma gidiyor. Stadın güzel olan tek tarafı. 

Eskiden de babalarıyla maçlara giden çocuklar olurdu. Görürdük onları, izlerdik uzaktan. Yalan yok da kıskanırdık. Baba ile beraber birşey yapmak, baba ile aynı takımı tutmak, onunla beraber maça gelmek. Acaba 1 hafta boyunca nasıl bir heyecan yaşıyorlardı? Biz de maça girebilmek için harçlık koparmaya uğraşıyorduk.

Sonra seneler geçti.

Artık maça çocuklarıyla gelen adamları kıskanıyoruz. Eskiden Sami Yen'deyken hayal kurardık. Yeni Açık'tan Kapalı'ya geçtiğimizde biliyorduk ki bir sonraki durak Numaralı'ydı. Bir 10-15 sene sonra aynı tayfa Numaralı'ya geçecektik.,Numaralı'nın o ön tarafındaki sahtekar setinde çocuklar oturacaktı, biz koltuklarda maçı izleyip, rakip yedek kulübesine 2-3 küfür edecek bazen de hakem kararlarını ıslıklayacaktık.

Olmadı. Şimdi ne numaralının seti var ne de o tayfa maçlara gidiyor. Hayat savurmuş bir kenara. Haliyle babasının elinden tutarak stada gelen Galatasaray formalı küçük çocuğu görünce daha da farklı hisler çıkıyor ortaya.

Neyse ne, bu stad onların, dün de derbi galibiyeti gördüler. Ben onların yaşındayken derbi galibiyeti görmek için senelerce bekliyordum. Değerini bilsinler.

Kartalspor 0-0 Manisaspor




Pazar günü, soğuk hava, ocak ayı, yağmur yağıyor. Sıcak yatağımdan kalkıyorum. Bilete 10 lira veriyorum, açık tribündeyim. Kapalı'da olsam 30 lira vereceğim ama o kadar param yok. Var da Kartalspor için yok. Süper Lig fiyatına bilet satıyor Kartalspor yönetimi.

Neden pazar sabahı kalkıp bu sıkıcı geçmesi muhtemel maça geliyorum. Üstelik tek başıma. Çünkü kafayı dağıtmam lazım. Hayat berbat. Bundan sıyrılmam lazım. Size ilginç gelebilir, garip gelebilir. Üstelik futbolla az biraz ilgili olsanız bile garip ve anlamısz gelebilir. Ama bu da bir terapi biçimi.

Sonuç olarak bu sene ilk kez Kartal'dayız. Daha önce hem saatler uymamıştı hem de takım zevk vermiyordu. Gerçi hala zevk vermiyor ama ikinci yarının ilk maçı diye bir şans vermek gerekiyordu. Semtin tamamı da benim gibi düşünüyor sanırım. O eski heyecan kaybolmuş. Küme düşmekten son anda kurtulduğu sezonda bile daha çok heyecan vardı. Üstelik bu sezon yine küme düşme hattında takım. Ama herkes sıkılmış belli; sürekli değişen kadrolar, sıkıcı futbol, pahalı biletler hatta ve hatta her maç sonu önce rakip taraftarın çıkmasını beklemek için geçen yarım saat.

Bu maçı izlemek için ekstra bir neden bulamıyorsun. Manisaspor'un liderliği dışında, lider takımı izlemek dışında merak uyandıran bir konu yok. Hatta Manisaspor'da olabilecek en sıkıcı lider... Öyle bir takım olmuşları ki, heyecanlandıracak, sivrilen herhangi bir oyuncu yok. Biraz Kahe işte...

Maç başlayınca bütün bu negatif duygular yok oldu. Futbol böyle işte. En beklemediğiniz maç heyecanlandırır, bazen de dağ fare doğurur. Skora bakıyorsun 0-0, ama oynanan futbol öyle 0 değil.

Kartalspor beklenenden daha iyi oynadı. Manisaspor'un atağı yok. 60 ile 65 arasında çekilen 1-2 şut var, onda da kaleci Erşen güven verdi. Onun dışında top oynayan takım Kartalspor'du. İlginç gerçekten. Ama yine de iyi oyun gole yetmedi. Forvet konusunda sıkıntı büyük. Yaser takımın en kötüsüydü. Ferdi iyi ama son vuruş beceriksizliği bu ligin yıllardan bilinen özelliği. Bu maçta da bir pozisyon yakaladı ve topu Volkan'a nişanladı. Ali Zitouni de takıma tam oturamamış. 

Maçın yıldızı İlhan Şahin. Yaklaşık 3 senedir Kartalspor'u çok yakından takip ediyorum, böyle futbolcu görmedim. Belki Erhan Şentürk. Ama İlhan'ın henüz takıma yeni katıldığını düşünürsek, müthiş katkı verdiğini söylemek gerekir. Oynadığı top zaten muhteşemdi ama bir de oyunun durduğu anlarda takımı yönlendirmeleri vardı ki, yıllardır Kartalspor'da eksikliği hissedilen şey tam olarak buydu.

Bütün bu artılara rağmen gol gelmedi, galibiyet gelmedi. Bu sene hem sezon başında hem ara transferde takıma dahil edilen isimlere bakarsak, Kartalspor'un play-off kovalaması gerekirdi ama yine ligde kalmak için mücadele edecek. Liderden puan aldığı haftada bile çekiştiği 3 rakibi puan aldı. Küme düşme hattından kurtulması için seri galibiyetler alması lazım. Bunun için en önemli maç da haftaya oynanacak. Samsunspor deplasmanı çok kritik. 

Geçen seneki kötü zemin gitmiş, yeni çimler gelmiş. Bir de bilet fiyatları inip semt sakinleri stadyuma çekilirse yeniden bir sinerji yakalanır. Bunun için de Samsunspor maçını kazanmak lazım.


Pazar, Ocak 27

Hoca Değişimi




2005-06 sezonu ne unutulmaz bir sezondu... O sezonu unutulmaz kılan bir maç varsa o da son haftada oynanan Denizlispor - Fenerbahçe maçıydı. Sezona Giray Bulak ile kötü bir şekilde başlayan Denizlispor, küme düşme yarışında yer almıştı. Takımıo cadı kazanından çıkaran ise Nurullah Sağlam olmuştu. Bulak gitmiş, yerine gelen Sağlam sezonu kurtarmıştı.

Şimdi aynı değişikliğin tersi Mersin İdman Yurdu'nda yaşandı. Sezona Nurullah Sağlam ile başlayan Mersin İdman Yurdu, kötü gidişat sonrası çareyi Giray Bulak'ta buldu. Daha doğrusu "buldu" demeyelim, henüz arıyor.

Sonuç ne olur bilinmez. Zaten son haftada da Gaziantepspor (Nurullah Sağlam'ın memleketinin takımı) ile oynuyorlar, yani şampiyonluk yarışının kaderiyle oynayacakları bir durum olmayacak Hem zaten teknik direktör değişikliğinin bu kadar sık yaşandığı bir ligde buna benzer değişimler çok fazla olabilir. 2005-06 sezonu farklı olduğu için bu bağlantıyı kurmak kolay oldu, tek fark bu sadece.

Bir hatırlatma daha yapalım, Mersin İdman Yurdu'nun sol beki Mustafa Keçeli...

Galatasaray 85 - 65 Antalya BB




Sezon içindeki herhangi bir maçtan çok farklı değil. Süpriz bir sonuç yok. Rahat geçiyor. Rahat geçeceği zaten kağıt üzerinde de yazıyor. Ufak tefek rakibin dişleri gözüküyor ama o da çok uzun sürmüyor. Maçın özel bir öyküsü yok. Kazanıyoruz. Şampiyonluk hedefleyen, güçlü kadroya sahip
yüksek bütçeli bir takım için normal, standart bir maç, beklenen bir son.

Peki o zaman biz niye salondayız? Bu maçlarda olan biten şeyler sağa sola çok yansımaz. Bilinmez. Zaten maçı televizyondan izleyen çok yoktur. Salon da boş. Gazetelerde, sitelerde haber olmaz, forumlarda konuşulmaz. Ama Can Korkmaz turnikeye girerken salondan çıkan ses önemlidir. Veya takım hücum yaparken kenardaki Ersin Dağlı'nın ayaklanması. Cenk'in başarısız hücumundan sonra Engin'in onun kafasını okşaması. Furkan'ın aldığı her hücum ribaunda tribünün ayaklanması, hocanın Sertaç'ı sahaya sürmesi, hocanın oyuncuları farklı yerlerde denemesi, ve bunların hepsine şahit olmamız, zorlukların ve kolaylıkların neler olduğunu canlı canlı görmemiz...

Hem taktiksel, hem mental, hem duygusal olarak sezonu sanıldığından daha çok etkiler bu maçlar. "Bu tip maçlar önemlidir" diyemeyeceğim, o kadar da saçmalamıyorum. Ama sezon sonu TBL'de final oynarsak, hatta şampiyon olursak bu maçların büyük anlamı olacak. Salona gelenler, bu maçları daha farklı anacak. Zaten gelenler hep aynı. Aynı tipler. Birbirini tanımayan insanlar bile aslında birbirlerini biliyor.Takımın nereden ne şekilde geldiğini de biliyorlar. Haziran ayında bunu anlatması çokzevkli olacak. Şampiyonluğu, başarının ufak bir payı varsa bize düşen, o haz ömür boyu unutulmayacak.



Cumartesi, Ocak 26

Los amantes del Círculo Polar




Geceler boyu güneşi izleyip seni bekleyeceğim

Cuma, Ocak 25

Bas Pedala


Yenge de bisikletçi çıktı. Caddebostan'da pedala basarken görmek isteriz.

Foto'yu bisiklet gurusu Ata yolladı; 2010 Giro'dan...

Perşembe, Ocak 24

Dünyanın En İyi İkinci Topçusu


Bir ara Wesley Sneijder için "overrated" demiştim. O zaman Inter'de oynuyordu. Artık Galatasaray'da oynuyor, oynayacak. Sözleşmeyi imzaladı, idmana çıktı. Artık Galatasaray futbolcusu, o zaman dünyanın en iyi ikinci futbolcusu. Ne de olsa dünyanın en iyi teknik direktörü ile çalışacak.

Bu arada dünyanın en iyi futbolcusu, tabi ki  Burak Yılmaz

Olaylar Olaylar


Bu sene Real Madrid'i izlemek büyük zevk. Saha içinde değil belki ama saha dışında olan biteni izlemek çok heyecanlı. Kapışmalar, çekişmeler... Olayların baş aktörlerinden  biri olan papaz Casillas tam formasını geri almıştı ki; hiç olmayacak bir şey oldu , elini kırdı.

Casillas yaklaşık 1 ay yok. Mourinho için sakat bir Casillas, yedek kalan Casillas'tan daha iyidir diye tahmin ediyorum. 

Casillas'ın doktoru durum ile ilgili olarak, "Dramatik bir şey değil" demiş. Tartışılır.



Top Toplayıcıya Tokat



Az önce Eden Hazard'ın Swensea maçında top toplayıcı çocuğa yaptığını gördüm. Pozisyonu görüp aklına direkt olarak Çağdaş Atan'ı getiren bizdendir, Süper Lig dilosudur.

2002-2003 sezonu. Ligde kalma yarışı her zamanki gibi heyecan içinde. Üst tarafta şampiyonluk yarışı devam ederken Şansal Büyüka programı her pazar "Şampiyonluk yarışı tüm hızıyla devam ediyor ama alt taraf alev alev" diyerek açıyordu.

Göztepe ve Kocaelispor'un erken havlu atmasından sonra geriye kalan tek bileti almamak için 4-5 takım mücadele ediyordu. Tehlikeyi en çok hisseden iki takım ise Altay ve Bursaspor'du. Bu iki takım ligin bitmesine 3 hafta kala Bursa'da karşılaştı.

Bursa kral Okan ile gergin ve stres yüklü maçta 1-0 öne geçti. 4 dakika sonra ise olanlar oldu. Bir taş atışı kazandı Altay. Sol bek Çağdaş Atan topu almaya gitti, ama top toplayıcı çocuk topu vermedi. Daha doğrusu hızlı şekilde vermedi. Bunun üzerine Çağdaş, çocuğa tokat attı. Hakem Orhan Erdemir'in kararı kırmızı kart oldu. Kritik maçta 10 kişi kalan Altay, önce Mustafa Er ile ikinci golü kalesinde gördü. Sonra Effa'nın golüyle umutlansa da karşılaşmadan puansız ayrıldı.

Sezon sonunda Altay, Bursaspor'un 1 puan gerisinde kalarak küme düştü. O maçı 11 kişi tamamlasalardı belki de 1 puan alacaklardı ve ligde kalan takım olacaklardı. O sezon küme düşen Altay bir daha Süper Lig göremedi, Çağdaş Atan ise önce Denizlispor'a sonra da Beşiktaş'a transfer oldu.

Peki o top toplayıcı çocuk kim? Onu hala bilmiyoruz. Bursaspor'un altyapısında yer alan çocukların top toplayıcılık yaptığını düşünürsek, 1990 doğumlu Sercan Yıldırım bile olabilir.

Çarşamba, Ocak 23

Mercimek



Memlekete gittiğimde kimlerdensin diye sorduklarında ''Baklagillerdenim" diyorum.

Baki Mercimek

Dünyanın en komik espirileri Top 5'te yer alır

Okul




Okul dört tarafı kapalı üstünde damı olan yer değildir. Okul her yerdir. Önemli olan öğrenmek, öğretmek, beraber olmak ve bir gaye için savaşmaktır.



Galatasaray 82 - 66 Ulm




Kazan maçına gidememenin ezikliğini, üzüntüsünü çıkarmak için bu maça gitmek şarttı.

Güzel de oldu. Mahalleden arkadaşımız gelmiş yurt dışından, hep beraber gittik. İçeride de arkadaşlarımız gördük, takım da kazandı, keyifle gittik keyifle döndük.

Salonda, hatta daha salona gelmeden ilk gündem maddesi Hawkins'ti. Kendisi şu anda " yapmadım" dese bile, en iyi ihtimalle 1 ay falan oynamayacak. Takımı üzerine kurduğun adam hem de lider olarak seçtiğin adam bunu yapınca, etkisi 2 kat daha olumsuz oluyor.

Bu maçta sazı Gordon ve Arroyo eline aldı. Her maç böyle olmalarını beklemek hayalcilik olsa da sezona yayarlarsa kurtarırız. Yoksa önce Domercant, sonra Göksenin ve şimdi Hawkins'in kayıpları psikolojik olarak da etkileyeceğinden karamsar bir tablo çizmemize neden oluyor.

Dün 2.periyotun bir kısmı dışında iyi oynadık. Ulm garip bir takım. Kazan'ı deplasman yeniyor, Kızılyıldız'a kendi sahasında yeniliyor. İstikrarsız takımların sağı solu belli olmaz. Değişik tarzları olan oyunculara sahipler. Çok temiz şut atıyorlar ama başka da bir numaraları yok gibi. Doğru adama serbest atış attırmaktan bile acizler diyebiliriz ki, 16 sayı farkla  biten maçın kırılma anı olarak o dakikaları gösterebiliriz.

Gordon geldiğinden beri belki de en iyi oyununu ortaya koydu. Demek ki Hawkins ile Gordon yan yana oynayamazmış. Şaka bir yana Arroyo'nun varlığı takımdaki herkesi olumlu anlamda etkiliyor gibi. Gerçi Cenk Akyol kardeşimiz durgundu ama onu da nazar boncuğu olarak adlandıralım.

Galatasaray tribünü az olunca güzel oluyor. Dün sayı azdı ama katkısı çok güzeldi. "Ergin hocayla, süper taraftarınla" tezahüratı, "teker teker geçiyoruz turları" ile hedefin adı yüksek sesle konuldu. Bana kalırsa hala lig daha önemli ama Avrupa kupasını isteme heyecanının adı da konulamıyor.

Bu arada Ulm'un "Kobe" Bryant'i nedir abi? Tipleri basketbola hiç uygun olmayan adamların oluşturduğu bir Alman takımı. Deplasmandaki maç bu kadar kolay geçmez.



Salı, Ocak 22

Wesley vs Felipe



İstanbul'da güneşli bir yaz günü. Yaşanan maddi kriz nedeniyle ofise tıkılıp kalmışız. Bu durumu avantaja çevirip kendimi Dünya Kupası'na adıyorum. Çeyrek finalde müthiş bir maç; Brezilya - Hollanda.

Ömrüm boyunca sempati ile bakamadığım ama Türkiye'de çok sevilen iki futbol ülkesi. Fakat bu sefer ikisi de çok farklı. İkisi de kendi ekollerinden farklı oynuyor. Bu yüzden "ihanet" ile eleştiriliyor iki teknik adam Dunga ve Maarwick. 

Fakat her şeye rağmen ben Brezilya'yı, o Brezilya'yı, çok sevmiştim. Dunga muazzam bir şey başarmıştı bence. Avrupalı bir Brezilya. Hem teknik kapasitesi standart üstü bir takım, hem de çat çat oynayan, takım oyununa yatkın bir 11. Yıldızlar kadroda yoktu. Ronaldinholar yerine Felipe Melolar vardı. Belki de Brezilya denilince akla gelen oyun anlayışına uygun tek isim Robinho'ydu. Dunga kendisi gibi, takımı öne çıkaran futbolculardan kurulu bir kadroyla gelmişti Afrika'ya. Biz de Elano'dan dolayı Brezilya'ya ayrı bir gözle bakıyorduk fakat kendisi turnuvayı erken kapamak zorunda kalmıştı.

Brezilya turnuva başladıktan sonra kafalardaki soru işaretlerini kaldırmaya başlamıştı. Kimsenin beklemediği şekilde finale yürüyordu. Finale yürümesi değil, oynanan futbol turnuva öncesinde beklenmiyordu. Çeyrek finalde ise rakip Hollanda'ydı.

Maça da iyi başladı Brezilya. Hemen maçın başında, 10.dakikada Robinho attı golü. Pas, muazzam, Felipe Melo'dan. Maça damga vuran iki isimden biri Melo. İlk yarı Hollanda dağılıyor. Brezilya eziyor adeta. Sanki Brezilya değil 80'lerın 90'ların Almanya'sı. Panzer gibi. Ama o tempodan sadece 1 gol çıkıyor.

İkinci yarıda ise bambaşka şeyler oluyor. Bugün bile hala bilinmezliğini koruyor. Ne oldu da Brezilya bu kadar şekil değiştirdi. Önce kalelerinde gol görüyorlar. Melo, bu sene İnönü'de attığı gibi, ters bir kafayla kendi kalesine atıyor. Brezilya'nın dünya kupası tarihinde kendi kalesine attığı ilk gol olarak kayıtlara geçecekken, FIFA sihirli bir dokunuşlka golü Sniejder'e yazıyor. Böyle olunca hem bir efsaneyi korumuş oluyor, hem de bir efsaneyi yaratıyor. Yaratıyor çünkü, gole adı verilen Sneijder 15 dakika sonra bir gol daha atıyor. Bu sefer kendi atıyor. 2-1 oluyor maç. Bir anda Hollanda lehine dönüyor her şey. Başrolde Wesley Sneijder.

Tam bir sinir harbi şeklinde geçen, sertliğin dozunun tavan yaptığı maçta son sözü yine Melo söylüyor. Robben'in bileğine basarak kırmızıyı yiyor. Son 15 dakikayı Brezilya bir kişi eksik oynuyor ve maçı çeviremiyor. Oysa Hollanda'dan daha çok şut çekmişti, daha çok pozisyona girmişti.

Brezilya eleniyor. Dunga, zaten kredisi az olduğu ülkesinde eleştiri yağmuruna tutuluyor ve görevinden alınıyor. Melo ise vatan haini konumunda. Aynı bizdeki Alpay Özalan.

Hollanda tur atlıyor. Yarı finalde Sneijder bu sefer Muslera'yı avlıyor ve finale çıkıyorlar. Finalde İspanya'ya yeniliyorlar. 1 ay önce Şampiyonlar Ligi'ni kazanan Wesley, 2010 yılını 4 kupa ile tamamlasa da Dünya Kupası hayaline maçın bitimine 4 dakika kala yediği golle son veriyor.

Sneijder ile Melo şimdi Galatasaray'da. Büyük ihtimal Dunga'nın dünya üzerinde en sevmediği iki futbolcu. Biri verdi, diğeri aldı. Dunga yerinde olsam Galatasaray'ı her hafta kötü gözlerle izlerdim. Ama izlerdim.



Cloud Atlas


Kışın vizyonda güzel film bulmak eskiden daha kolaydı sanki. Uzun bir aradan sonra festival dışında sinemaya gittim. Gidilecek film bulmak zordu, bunu seçtik. Aldığı övgüler bir yana kadrosu da yıldızlar topluluğydu. Ama olmadı. Hoş film, farklı şeyler var ama bir yere kadar.

Bazı filmler vardır, tarzı sana hoş gelmez, beğenmezsin belki de sadece filme girmemişsindir. Filmi beğenmemek mümkündür. Ama böyle filmler hakkında olumsuz yorumlarda bulunca "Nasıl sevmezsin ya, anlamadın sen o zaman, sen zaten saşma şeyleri beğeniyorsun" tarzı geri dönüşler alabilirsin. Ben kendi çevremden bunu çok duymam ama mesela sözlüklerde falan çok yaygındır. Senle aynı kanaatte olmayanı aşağaılamak, kendi seviyesini de bu sayede üstün görmek. Hal böyle olunca filmden daha çok nefret ediyorsunuz. Filmin o kadar günahı yok oysa.

Güzel hikayeleri var filmin. Güzel bağlanılar var. Oyuncuların farklı hikayelerde farklı rollerde hatta farklı cinsiyetlerde olması çok güzel. 1970'lerdeki Halle Berry çok güzeldi. Bütçesine göre karşılık veremeyen bir film olarak adlandırıyorum. Aynı parayla zihinleri değiştiren senaryolar üretilip seyirciye sunulabilir. Efektler, görsellik bir yere kadar, aslolan hikayedir diyorum.

Pazartesi, Ocak 21

14



Bakalım bu forma, seneler sonra çok büyük anlamlar ifade edecek mi?

Adam gerçek anlamıyla hoş geldi, illa bir gün gidecek ama bakalım nasıl gidecek....

Novak Sarp


Djokoviç, efsane bir maç oynamış. Wawrinka'yi yendiği maçın maç puanı bile büyük çekişmeye sahne olmuş. Sonradan izledim. Tabi maça asıl damga vuran Djokoviç'in maç sonu sevinci oldu. Sırp sporcu bu sefer tam bir Sırp gibi, balkan çocuğu gibi davranmış, üstünü aşını yırtmış. Ama o yırtma coşkusuna gelene kadar rakibi tebrik etmeye gitmesi de şık bir hareket oldu. 

Bu arada üstünü yırtmasına sponsor forma kızar mı? 

Yazının başlığı



Pazar, Ocak 20

Efsane Sporcu



Vacated, Fransa Bisiklet Turu'nu üst üste 7 defa kazanarak tarihe geçmişti.  Saygıyla anıyoruz.

Muhteşem kaybeden Eric Zabel acaba şu an ne hissediyordur.

Özsoy



Neden bilmiyorum, ne demek isteyeceğim onu da anlamıyorum ama; Neriman > Işıl...

Bana öyle geliyor bu sezon. Seviyorum kendisini

Cumartesi, Ocak 19

Kasımpaşa 2-1 Galatasaray




Özlemişiz... Özlüyoruz

En son deplasman tribününde olduğumda sene 2011'di. İnönü''deydik. Neredeyse 2 sene geçti. Yine İstanbul içi. Ofisten çıktıktan sonra metroyla 3 durak.


Kasımpaşa'nın stadında bu sene çok gittik ama deplasman tribününü hiç görmemiştim. Girişi ve çıkışı oldukça düzenli olmasına rağmen gidişi harbi deplasmandı. Yokuşlar, çamurlar... Akustik ise muhteşem. İyi tribün yapma potansiyelimizi alakasız tezahüratlar yüzünden değerlendiremediğimizi düşünüyorum. Bunun yanında maçın sonucundan bağımsız olarak devamlılık sağlamak artı puan oldu bence.

Bu maçın tribün hakkında konuşulacak birinci konusu 6222 olmalı. Sanırım 2013 ile birlikte bu kanun daha sert uygulanacak. Dün iki rakip tribün arasında olabilecek en olaysız maçlardan biri oynadı. Karşılıklı küfürleşme bile çok azdı. Gerginlik yoktu. Ama sürekli gözaltı haberi geliyordu. Galatasaray formasıyla Kasımpaşa tribününe girenler gözaltına alındı. Üstelik bunda bile standartsızlık vardı. Kasımpaşa tribününde olan Galatasaraylı formalı-atkılılarından; iki kız ; Galatasaray tribününe gönderildi, oradan dışarı çıkartıldı sanırım; bazıları direkt gözaltına alındı, bazılarının polarına atkısına el konularak Galatasaray tribününe gönderildi... İlginç durumlar yani. Gerginlik seviyesi biraz yüksek olacak maçlarda 1000 kişi falan gözaltına alır sanırım. 3-5 ay sonra, "maça gitmek" 6222'den yargılanmak için geçerli biri durum haline gelecek.

Maç hakkında yazacak bir şeyim yok. Maçı çok izlemedim. Çok da umrumda değildi. Orada olmak yetiyor. Yanımızda Çanakkaleli olunca fazla tad alamadık haliyle. "Islandım, sıkıldım, oturamıyor muyuz" tarzı yakarışları bıktırdı. Neyse ki topu bilen bir kardeşimiz olduğu için futbol muhabbeti yaparak günü kurtardık.

Zaten sıkıcı bir futbol vardı. Maçın hakkı Kasımpaşa'nın diyebiliriz, ama onu dememize neden olan da 2-1'den sonra oynadıkları oyundu. Hem kaçırdıkları goller, hem de savunmada başarıları 3 puan için yeterli oldu. Şota'ya ligin en kötü hocası dedik, adam geldi bizi yendi. 

Takımda kötü giden bir şeyler var. Daha önce önemsemiyorduk. "Grande halleder" diyorduk. Kafamız rahattı. Dün akşam anladık ki, Grande o kadar rahat değilmiş. 

Takımda kötü giden bir şeyler var. Yine önemsemiyoruz. Daha ciddi meseleler var. Kriz, Galatasaray'ın üçüncü rengidir. 






Cuma, Ocak 18

Meydan Okuma



Smacı basan Kobe, maçı kazanan Lebron...

Buraya da NBA fotosu koyduk ya, başlasın artık Süper Lig...

Devlet Takımı





"Açıkça söyleyeyim takımı valilik destekliyordu. Bu durum, 'hazır para peşinde koşma' alışkanlığı oluşturdu. Tabi bu para belli bir çevrenin hoşuna gitti. Kulübü rant kapısı olarak gördüler. Bir dönem, düzenli gelir getirsin diye kulübe dolmuş hatları verildi. Bu dolmuşlardan her ay 500 milyar para gelirdi. Ancak o hatları satarak para kazandılar. Kulüp düzenli gelirini kaybetti. 

Diyarbakırspor'a 2001'den 2009'a kadar 103 milyon TL aktarıldı. Bunun yüzde 90'ı valilikten geldi.
Tabi kimse denetim yapmayınca orada bir çark oluştu. Kulübü bir rant çetesi sardı. Valilik paranın takibini yapmadı. Doğru kullanılıyor mu kullanılmıyor mu, denetlenmedi. O paranın sorumluluğu hissedilmedi. Şimdi para musluğu kesilince herkes elini ayağını kesti. Kimse takıma talip olmadı. Kimse kulübün yanında değil."


Diyarbakırspor'a neler oldu? Son 3 yılda böyle paraşütsüz düşmenin nedeni neydi? Sürekli bir şeyler duyuyorduk ama en resmi ağızdan yapılan açıklama bu oldu. Kulübün eski basın sözcüsü Suat Önen diyor bunu. 2001-2009 arası Valilik üzerinden yani devlet kanalından aktarılan paradan bahsediyor. 

Neden 2001. Çünkü 24 Ocak 2001'de Gaffar Okkan öldürüldü.

Neden 2009. Çünkü Bursaspor ile olaylı maç oynandı. Daha oynanmadı. 

Kısacası Diyarbakırspor, diğer birçok Anadolu takımı gibi, birilerine hizmet etti. Birileri, kulübün üzerinden rantını döndürdü. Diyarbakırspor'u diğerlerinden ayıran özellik, daha siyasi meselelerle bezenmiş olmasıydı. Bu sefer aktörlerden birinin Devlet olması. Devletin Diyarbakırspor üzerinden siyasi oyunları yeni bir şey değil. Ama kanıtlanmış oldu. En azından ben ilk defa bu kadar kesin bir ifade ile karşılaşıyorum.

Sonuç olarak, takım bugün amatör kümeye düşme aşamasında. Kulüp yok, yönetim yok, galibiyet yok, borç var, umut yok...

Çıkış yolu da bulamıyorum. Bir kulüp, nasıl bu kadar çaresiz bırakılır. Bu takımın taraftarı dışında güveneceği kimsesi olamaz mı? Devlete güvenmiş, işi boşaltılmış; yöneticiler zaten tekin değil, TFF bu tarz işlerle uğraşmıyor. 

Bir kulübün kaderi; borçlandırılıp, terk edilmesi ve sonrasında taraftar ile başbaşa bırakılması. Diyarbakırspor, Kocaelispor, Sakaryaspor olması fark etmiyor.


Perşembe, Ocak 17

Ne İçin Sneijder?



Sneijder transferini veya olmayan transferi, uzun uzun değerlendirmeyi düşünüyorum. Ama daha sonra. En azından sonucu belli olsun. Geliyor mu gelmiyor mu? Zaten transferden, transferin kendisinden daha vahim bir durum var ortada, bunları yazmak lazım ufak ufak. İçimizde kalmasın.

Transfer süreci devam ederken, günler de geçiyor haliyle. Yarın da Kasımpaşa ile önemli bir maça çıkacağız. Bazı arkadaşlar, "Yarın maç var adam ortada yok, gelmeyecekse gelmesin artık" diyor. Bu düşünceye anlam vermek mümkün değil.

Sneijder fayda sağlar mı sağlamaz mı ayrı bir konu. Ama kalitesi ve kalibresi ortada olan bir futbolcu. İyi takımlarda, iyi liglerde, büyük organizasyonlarda top oynadı. Futbolundan öte, ismi daha çok büyük katkı sağlayacaktır. Sneijder'i transfer etmek aslında vizyon meselesidir. Gerçi Rijkaard için veya başka transferler için de aynı kelimeler kullanılmış ama vizyon, hüsrana dönüşmüştü. Fakat bu "Inter'den Sneijder'i transfer etmek" kavramının içini boşaltmaz.

Eğer Türkiye'deki takımınıza Sneijder'i alıyorsanız, amacınız artık Kasımpaşa'yı yenmek olmamalı. Muhakkak ki lig önemlidir, lig olmazsa olmazdır ama daha önce 18 kere kazandığın kupayı 19.kere kazanmak için Inter'den futbolcu almaya gerek yoktur. Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu kazanmış bir futbolcuyu, bir dünya yıldızını takımına katıyorsan hedefin daha farklı olmalı. 

"Sneijder muhakkak gelsin" diyen biri değilim ama gelecekse, "isterse martta gelsin ama gelsin" diyorum. Karışık oldu değil mi? Sneijder ve benzerleri, adı çilek olarak geçen hepsi, Kaka vs..., bunların hepsi bir projedir. 

Peki yukarıdaki foto ne alaka? Sneijder'den bahsedip Hagi küpürü koymak?

Hagi'nin Vanspor maçına son anda yetiştiği, goller attığı, akabinde Trabzonspor'u da devirdiğini herkes hatırlıyor. UEFA Kupası da hala akılda. Arada 4 senelik bir süreç var.

Kasımpaşa maçı var adam hala ortada yok diyenler bir de buradan baksın. Bu zihniyetin telaşına göre,  1996 yılında Hagi, Vanspor maçında oynamasaydı UEFA'yı alamazdık. Gerçekten öyle mi? 



Çarşamba, Ocak 16

Elmander > Ibrahimovic




Oh güzeldi! Gerçekten çok güzeldi!Danimarka karşılaşma öncesindeki akşam yemeği için oteldeydik. "Johan" dediler, "dışarıda seni bekleyenler var." Şaşırmıştım. "Ne? Kim olabilir ki?" Daha önce Kopenhag'daa iki sene kalmıştım, belki birkaç eski arkadaş olabilir diye düşündüm. Ama daha sonra güvenlik görevlisi geldi. 'Hey Johan! Dışarıda çok sayıda taraftar var, seni bekliyorlar, onları görmelisin" dedi. Ama daha sonra hep birlikte takımla birlikte dışarı çıkacağımız söylendiğinden otelde kaldım. İnanılmazdı! Taraftarların gösterdiği sevgi çok özeldi. İlk önce Ibrahimoviç dışarı çıktı. Ve kimse ona bakmıyordu. Sanırım bu onun için de yeni bir şeydi.

Johan Elmander-Galatasaray Dergisi Aralık Sayısı

Bu efsane olayın en güzel yanı Ibrahimoviç'in o kalabalıkta bir kişi tarafından bile umursanmamasıydı. Biz, kendi arkadaş grubumuzda konuşurken bile bu kısma takılmıştık. Elmander de o günü hatırlarken  bu durumu es geçemiyor. Kendisine gösterilen sevgi onu yeteri kadar mutlu etmiş ama yine de aylar sona anarken hala Ibrahimoviç akıllarda.


Salı, Ocak 15

Havalimanı Baskını



Hava limanına karşılamaya gideni anlıyorum. Ben de gittim. Çok da eğlendim. Gelen oyuncunun isminde bağımsız olarak, çok zevkli birşey.

Eskiden, 2-3 sene öncesine kadar bir gelenekti. Ama bazı ritüelleri vardı. Kulüp önceden duyuru yapar, UA organize eder, kalabalık yığılırdı. Artık bu tarz şeyler yok. Twitter'a, "Yunanistan'dan dönen basket takımını karşılıyoruz" yazıyorsun 20 kişi zor geliyor.

Hal böyle olunca, ROK ve Ertem Şener tarzı adamların yaptığı programların çığırtkanlığıyla insanların havalimanına gideceğini tahmin etmiyorum. Üstelik programda o kadar belli ki, adamlar ağır makara yapıyordu. Buna inanmak için gözü dönecek kadar fanatik olmak, basit tabirle apaçi olmak gerekiyor. 

Oysa bakıyoruz, hava limanına gidenler, birkaç tane genç, yaşlı bir teyze, genç bir karı koca. Yaşlı teyze, "ölen oğlum için geldim" diyor. Karı-koca, "Sneijder gelmezse boşanıyoruz" diyor. Karşılama töreni değil, reailty show. Esra Erol tarzı. Her telden insan var, deplasman kovalayan, meşale yakan hafif giderli semt çocukları ortada yok.

Biraz şeytanın avukatlığı olacak, komplo teorisi olacak ama bana inandırıcı gelmedi. Belki de ben yanılıyorum. Ama güzel haber oldu, her kanal-site-gazete kullandı bunu.  

Sometimes


Gayrettepe Metro ile Zincirlikuyu Metrobüs arasındaki üst geçitte, merdiven parmaklıkları....



Pazartesi, Ocak 14

Mahalle Kahvesi



Ortaokulda Çalıkuşu'nu okuttular zorla, üniversiteye kadar kendi isteğimle kitap okumadım.

Lisede Sait Faik hikayelerinden ufak pasajlar okuturlardı, ondan sonra Sait Faik okumadım. Ta ki Can Mutlu tavsiye edene kadar. Mahalle Kahvesi'ni aldık. Okudum, doymadım. Muhteşem bir şey.

Yazıldığı yıllar 1940'lar, anlatılan konular 2010'da da geçerli. İnsanı en iyi anlatan yazarlardan biriymiş Sait Faik. Ada'da yaşayan adamın bilgeliği işte. Dışarıdan, uzaktan insanı görüyor, kendisiyle de daha çok hesaplaşıyor. Sene de 1940'lar olunca....

İster istemez dönemin İstanbul'a özeniyorsun. İstanbul yine aynı, zengini, yoksulu, aşığı, serserisi, kaybedeni, kalantoru.. Ama nüfusu az. Herkesin yaşama alanı var. Semt kahveleri var, plajlar var... Özenmemek mümkün değil.

Hepsi birbirinden güzel hikayeler, benim favorilerim İzmir'e, Baba-Oğul... Ulan aslında bir daha okumak lazım harbiden...


Mahalle Kahvesi
Plajdaki Ayna
Uyuz Hastalığı Arkasından Hayal
Dört Zait
Hallaç
Baba-Oğul
Karanfiller ve Domates Suyu
Bilmem Neden Böyle Yapıyorum?
Bir Sarhoşluk
Kınalıada'da Bir Ev
Süt
Gramofon ve Yazı Makinesi
Barometre
İzmir'e
Kış Akşamı, Maşa ve Sandalye
Bir Bahçe
Bir İlkbahar Hikayesi
Sakarya Balıkçısı
Kestaneci Dostum
Söylendim Durdum
Ermeni Balıkçı ile Topal Martı
Sinağrit Baba


Pirlo Kurtaramadı




Pirlo iki senedir Juventus'ta. Daha doğrusu 1.5 sezon oldu. Bir İtalya Kupası finali, bir de namağlup şampiyonluk sığdırdı. Dünya Kupası finalini saymıyorum. Takımını özellikle geçen sene inanılmaz yönetti. Fakat skora çok fazla katkıda bulunmamıştı. Sadece 3 gol atmıştı ligde. Catania (3-1), Fiorentina (5-0), Roma (4-0)...

Bu sene daha golcü. Parma'yı, 2-0, Roma'yı 4-1, Siena'yı 2-1 ve Atalanta'yı 3-0 yendikleri maçlarda golünü yazdı. Geçen seneki gol sayısını çoktan geçti. Ama dün ilk defa gol attığı bir maçta takımı puan kaybetti.

Parma maçnda attığı golle takımını deplasmanda öne geçirdi, ama karşılaşma 1-1 sona erdi. O transfer olduktan sonra ilk kez onun gol attığı bir maçta puan kaybı yaşadı Juventus. İşler bu istatistikten daha da karışık. Geçen sene güle oynaya şampiyon olan, bu seneye de fırtına gibi başlayan Torinolular, 2013 yılında bir anda puan kayıpları yaşadı.

Son iki maçtaki 5 puan kaybından sonra, Lazio ile aralarındaki puan farkı 3'e düştü. Napoli ve Inter arkadan geliyor. Pirlo totemi de bozuldu. Sezon sonuna doğru, bahar ayları güzel olacak.

Pirlo'nun golü



Pazar, Ocak 13

Affet Baba





Müslüm Gürses yıllarını, müzik geçmişini, arabeske vermiş bir adam. Bizim toplum, ne kadar birbiriyle iç içe girmiş olsa da, her zaman garip bir algı vardı. "Arabesk alt sınıfların, varoşların müziği hatta isyanıydı"...  

Üst sınıf, kendini jiletlemekten zevk duyan bu toplum dışı yaratıklardan ve onlara bu gazı veren müzisyenlerden hoşlanmazdı. Dönem dönem bazı isimler çıkardılar; daha efendi daha light bir arabesk sundular. Sosyeteye, İstanbul'un varoşlar dışında kalan yerlerine onları dinlettirdiler. Ve mesela bu beyaz Türkler bu isimleri dinlerken "İbrahim Tatlıses'in sesine lafım yok ama müziği ve değerleri..." diye başlayan cümleler kurdular.

2000'lerde bu çatışma nispeten sona erdi. Artık herkes arabeske saygı duymaya başladı. Arabesk müzikle uğraşanlar da ilginç çalışmalar yaptı. Onlar için deneyseldi, bizim gibi büyük şehrin elit kısmının bulunduğu semtlerde yaşayıp arabesk dinlemeyi sevenler için sevindiriciydi.  Ne de olsa artık herkes Müslüm Gürses dinliyordu. Böylece Müslüm Gürses ve diğerlerine sempatiyle bakmak cehalet göstergesi olarak sayılmayacaktı. Müslüm Gürses de buna katkılar sağlıyordu; Bülent Ortaçgil ile, Murathan Mungan ile Teoman ile projelere imza atıyordu.

Bunlardan biriydi işte Aşk Tesadüfleri Sever. Yabancı toprakların çok beğenilen efsane rock şarkılarına Türkçe sözler yerleştirip Baba'ya okutmuşlardı. Baba yine süperdi ama iki tarza da yakınlık duyan benim için hayal kırıklığıydı. Özellikle şarkı sözleri... Ne orjinal şarkılar kadar güzeldi, ne Müslüm Gürses'in eski şarkılarındaki kadar vurucuydu, ne de Murathan Mungan şiirleri kadar derindi. Ama yine de güzeldi. Hayat Berbatı açtığında, Müslüm Gürses söze girene kadar vakit geçmiyordu sanki. Ama yine de o albüm çok beğeniliyordu. En azından herkes öyle söylüyordu.

Müslüm Gürses'e övgüler yağdı. Muhteşem iş, başarılı proje, müzikte devrim diyenler bile oldu. Zamanında arabesk dinleyenleri küçümseyip müzik konusunda ahkam keserken ağdalı cümleler kullananlar artık Baba'ya hakkını veriyordu. Artık herkes seviyordu.

Aradan yıllar geçti. Dağ filmi çıktı. Dağ filminde çalan Affet çok kısa sürede popüler oldu. Herkes dinlemeye başladı. Bunda yanlış bir şey yok. Olay budur zaten. Toplum, aynı filmden etkilenip aynı şarkıya heyecan duyuyorsa bundan güzel bir şey olamaz. Bundan daha birleştirici bir durum olamaz. Fakat yorumlar...

Youtube'da, ekşi sözlük'te... Şarkıyı beğenenler var, Baba yine yapmış diyorlar. Bu şarkı Rainbow'u andırıyor diyorlar, biraz da buradan yola çıkıp küçümsüyorlar.. Şarkının ilk ne zaman söylendiğini, ne için yapıldığını bilmiyorlar. Olabilir. Herkes müzik tarihçisi değil. Ama abiler ve ablalar; hani siz bu albümü çok sevmiştiniz. Hani bu albüm Müslüm Baba'nın zirvesiydi, şuydu, buydu. Hiçbiriniz dinlememiş ki.

Size göstermişler,yorumları dayatmışlar ve siz hiç emek göstermeden "beğendik" demişsiniz. Kendinizi yine halkın arasında göstermek için ufak bir oyun oynamışsınız. İtiraf edelim ki yedik. Artık siz de Müslüm Baba dinliyorsunuz, bizimle ortak bir nokta aradınız ve yakaladınız diye sevinmiştik. Fakat işin aslı, siz yine kendi zümreniz içinde eksik kalmamak için bunu kullanmışsınız. Müslüm Gürses'e yaz aylarında sahillerde okudugunuz Da Vinci Şifresi kitabı muamelesi yapmışsınız.

Bizim için çok önemli değil ama acabaMüslüm Gürses için üzücü müdür? Belki onun için de önemli  değil. Ama o tekrar bir albüm yaparken, ona Affet demeniz boynunuz borcudur.

Pazar Keyfi


Siz Liverpool-United maçı izlerken, aynı saatlerde ben futbola doydum.

Aslında yalan olmasın, önce ofisteki dilo kardeşlerimizin hatrına İngiltere'ye takıldık. İlk yarı sıkıntıdan patlayınca, devre sonunda Sivas'a döndük. Tam bir futbol şöleni. Sakatlık olmaması da sevindirici (Eneramo son anda nazar boncuğu oldu).



Yapımda emeği geçen futbol emekçilerine teşekkürler....

Kısır Döngü



Aralık 2011 - Culio / 4-4-2 Dergisi

Eğer Orduspor sezon sonunda ligde kalırsa, otomatikman 3 yıl daha burada oynayacağım. Sözleşmemde bu yönde bir madde var. Bunu da başkanımızla konuşup öyle koymuştuk.


Mart 2012 - Culio / Lig Tv

Galatasaray'a dönmek istiyorum. Bana kalsa haftaya Galatasaray'a karşı oynamak istemezdim ama Orduspor için forma giyiyorum, oynamak zorundayım.

http://www.morbeyaz.net/haber/4210-culio-galatasaray39a-donmek-istiyorum-.html?haber=4210&puan=2&puan_submit=Puan+Ver


Mart 2012 - Nedim Türkmen / 


Biz Culio'yu el üstünde tuttuk. Villalarda oturttuk. Hiç görmediği şeyleri gördü. Ben zaten kendisine sezon sonunda izin verecektim. Kalmak istemeyeni zorla tutacak halimiz yok.





Nisan 2012 - TFF

Culio, Etik Kurulu'na sevk edildi.

http://live.sporx.com/futbol/superlig/galatasaray/culio-etik-kuruluna-sevk-edildiSXHBQ275545SXQ



Aralık 2012 - TFF

Etik Kurulu, Fatih Terim ve Culio hakkında kararını açıkladı....

http://www.tff.org/default.aspx?pageID=285&ftxtID=16953




Aralık 2012 - Culio / 4-4-2 Dergisi

Kontratımda bir madde var. Eğer Mersin İdman Yurdu bu sezon ligde kalırsa sözleşmem otomatik olarak 3 yıl daha uzayacak.

Cumartesi, Ocak 12

Giray'ın Ailesi



Giray'a hem üzüldüm hem sevindim. Ediz olayı daha tazeyken.. En azından erken teşhis önemlidir. Gidecek, ara verecek ve geri dönecek. Daha sağlıklı olarak geri dönecek. 

Giray'ın yeniden futbola döneceği gün, yeniden sahaya çıkacağı o ilk gün... Merakla, hevesle besliyoruz. 

Kulüpler birliği, yayın ihalesi, TFF genel kurulu, Tahkim Kurulu, şike soruşturması.... Bu konular gündeme gelince, kıyamet kopunca birden ortaya kravatlı abiler çıkıyor, "futbol ailesi"diyor. O aile başka aile işte. 

Asıl futbol ailesi, Giray'dır, Ediz'dir, 2.ligdeki futbolcudur, 3.lig'deki hocadır... Bugün kendini Giray'ın yerine koyan, Giray'ı gündem maddesinde ilk sıraya koyan, Giray'ın yanında olan gerçek futbol ailesinin gerçek bireyleridir.


Cuma, Ocak 11

Aslanlar



Hayatı öğrendiğimiz, mucizelere inandığımız 2005-06 sezonu....

Takım iyi giderken bağ kuramıyorum, sıkıntılı zamanlar yaşayan Galatasaray, en iyisi. 

Şu an, isimleri hiç lazım değil, çevremdeki bazı insanlar için bu pankartı açabilirim. Bunu bilmek beni rahatlatıyor.  

Bu sezonun kendisi kadar sonu da çok güzeldi, o sezonu anlatan tek cümle "İyiler mutlaka kazanır". Üzerinden 6 sene geçse de hala daha buna güveniyorum.

Gosford Park



İzlemesi çok zor film. Full konsantrasyon gerekiyor. Bunu filmin başından beri hissediyorsun. Bir sürü karakter. Ve bu karakterlerden hiçbiri diğerinden daha az önemli değil. Hepsi kilit karakter. Ve bir sürü, hızlı akan diyaloglar. Takibi zor.

O kadar kasınca, ekrana kilitlenince ister istemez filmin sonunda flaş bir aksiyon bekliyorsun. Hele işin içine cinayet girince, böyle Olağan Şüpheliler tadında bir sürpriz bekliyorsun. Sırf bu yüzden her gelişmeden sonra bir hinlik aramaktan asıl anlatılana odaklanamıyoruz. Bu bizim hatamız mı yoksa filmi yapanların oyunu mu ya da onların da istemeyeceği bir şey mi....

Tekrar oturup izler miyim onu da bilmiyorum. İlginç bir yapım olması saygı uyandırıyor. İzleyende bu kadar konsantrasyon yaratınca beklenti film içinde sürekli artıyor.  Ben en çok müziklerini beğendim.

İyi ki bir kaç yüzyıl önce Avrupa'da yaşamamışız. Ne sıkıcı hayatlar var, üstelik kurallar aşırı, sınırlar belli. Sırf protokol. 20.yüzyıla kadar Doğu, panayır gibiydi herhalde.

Tarihi Maç



Tarihte ilk kez; Babam Galatasaray'a üstünlük kurdu. 27 senede , hadi 20 sene olsun, ilk kez.

Tarihi bir maç oldu... Üstelik, kazananın taraf kazandığının farkında değil. Bu da ilginç nokta.

Salı, Ocak 8

Hedef Tekel



Bucaspor'da ligden düştüğümüzde takıma transfer yasağı geldi. O sezon çok zor geçti. PAF takımdaki bütün oyuncular A takıma çıktı. Çok küçüklerdi, tecrübesizlerdi. Bir tanesinin tek hayali para biriktirip Tekel bayii açmaktı. Bu adamlarla ilk altıya girdiğimize hala inanamıyorum.

Şu an Mersin İdman Yurdu'nda oynayan Serkan Yanık'ın yanıldığı bir nokta var, o takım ligi ilk 6'nın dışında bitirdi. Ama olsun, ligde kalmaları bile başarı sayılabilirdi. Üstelik Tekel açma hayali kuran oyuncularla kurulu bir kadroyla, bu başarı daha da önem kazanıyor.

Salih Uçan, Ömer Kahveci, Efe Halil, Civar Çetin, Aykut Çeviker, Melih Vardar, Zekeriya, Kamil Ahmet, Emre Güral... Serkan Yanık mesela 24 yaşında takımın abisi konumundaydı. İlginç bir sezondu. Aslında lige yükselmeye hak kazandıkları 2009-2010 sezonu daha ilginçti ama olsun.

Soru


Cevap: Yok

8 Ocak 2013, yaz kenara...

Galatasaray 83-52 Hacettepe




Yine cumartesi öğleden sonra... Olsun, kazandık ya gerisi önemli değil.

Daha önce oynadığımız Gaziantep, Tofaş, Mersin maçlarından pek de farkı olmayan bir maçtı. Tek fark, heyecanlandıran tek olay Arroyo'nın formayı giyip sahaya çıkması oldu. Önce yedekte başladı. Daha sonra Arroyo transferini etkileyen unsurlardan biri olan sakatlık krizi baş gösterdi ve Ender oyundan çıkmak zorunda kaldı. Böylece, belki de planlanan ve tahmin edilenden daha erken bir sürede Arroyo oyuna girdi.

Carlos, kondisyon konusunda sıkıntılı olduğunu, takıma da daha adapte olmadığını gösterse de attığı 13 sayıyla takımın en skorer iki isimden biri oldu. Diğeri de ilginç bir şekilde Jamont Gordon. Eğer ilk maçında, en durgun maçında 13 sayı atıyorsa, korkularımızın gerçekleşmeyeceğini düşünebiliriz.

Fakat kara bulut şeklinde takımın üzerinde dolaşan sakatlık belası bu maçta da yakamızı bırakmadı. Macvan zaten idmanda burnunu kırmıştı, bu sefer de önce Ender, sonra N'Dong sakatlandı. Özellikle N'Dong'un açılan kaşının dakikalarca kapatılamaması endişe vericiydi. Sanırım ikisi de Kazan maçında sahada olacak.

Başa baş giden bir ilk yarıdan sonra çok rahat bir üçüncü çeyrek oynadık. Hacettepe bu periyotta sadece 9 sayı üretirken, 7 sayıyı son 2 dakikada bulabildi. Oysa ilk yarıda üçlük yüzdesi bizi zorlayacaklarının göstergesi gibi duruyordu.

Erken açılan fark sayesine Can, Doğukan, Sertaç süre aldı. Can yapmaması gerekenleri yapıyor. Bunu kendini göstermek için yapıyor. Ama yine de zarar veren şeyler, Ergin Hocam onu oyundan alırken uyardı. Bakalım bir dahaki maçta neler yapacak.

Maçın en güzel hareketi Cenk'in Hawkins'e yaptığı ve 3 kişiyi çarşıya yolladığı asistti. En kötü hareket ise ilk yarıda Arroyo'nun her sayısında sonra çalan telefon melodisiydi. Bunu biz kendi aramızda yaparız, espirilerini Beşiktaşlıları kızdırmak için kullanırız veya kullanmayız ama kulübün resmiyete dökmesi, salonda kullanması basitlikten daha fazlası değil. Neyse ki tepkiler sonuç vermiş olsa gerek, ikinci yarıda bu rezillik yaşanmadı.

Çarşamba günü Kazan maçı inşallah kazanırız, inşallah orada oluruz....




Cumartesi, Ocak 5

Sınav


Boynunda Adanaspor atkısı olan bu arkadaş, Adanaspor-Konyaspor maçına test kitabıyla gelmiş. Sanıyorum, yaz aylarının başında sınava girecek. Maçın devre arasında test çözerek hem sınava hem Süper Lig'e hazırlanıyor.

Bu durumları iyi biliriz. Gerçi ben ÖSS senesi herşeye ara vermiştim; maça gitmeye de... Ama bilirim yani.

Bir bu arkadaş, bir de kasım ayında güneşli havayı görünce Caddebostan'a inip test çözen kız; ikisi de istediği bölümleri kazanır inşallah. Neyin peşinden gideceklerini biliyorlar...

Cuma, Ocak 4

Bornova Bornova





Film Kenan Evren'in, “Yarının teminatı olan evlatlarımızın Atatürk ilkeleri yerine yabancı ideolojilere yetişerek sonunda birer anarşist olmasını önleyecek tedbirler alınacaktır” ve Demet Akalın'ın “Saygıyla, korku eşdeğer yürüyor. Ben boşanalım dediğimde kocam bana iki tokat atsaydı, ben dururdum'' sözleri ile başlıyor.

İlk başta sırf bu yüzden filmde soğuk ve mesafeli başladım, mesaj kaygısı taşıdığını düşündüm. Öyle değilmiş. Derdi olan, derdini anlatan filmleri beğeniyorum. Bunu yaparken, bir tipi yerin dibine sokup başka bir zümreyi el üstünde tutan filmlerden soğuyorum. Bu film öyle değil. Herkes herkes kadar kötü, herkes herkes kadar iyi. 

Bu filmden önce Başka Semtin Çocukları'nı izledim. Mesela orada farklı bir şeyler vardı. "Başka semt" derken, bir belirsizlik havası yaratılıyordu, herhangi bir semt, başka semt olabilir izlenimi doğuyordu. Belirsiz bir ismi olmasına rağmen Gazi'ye özel hissiyatlarla yaratılan bir film olarak sayılabilirdi. 

Bornova Bornova ise çok rahatlıkla "Kartal Kartal" olabilirdi. Veya "Üsküdar Üsküdar" veya başkası. Sadece yönetmenin Bornovalı olmasından dolayı tercih Bornova olmuş. Konuşulan duvarda yazan Altay yazısı, çocuğun Atay'da top oynaması veya geliyoz, gidiyoz- çiğdem vs... Bunlar da Bornova olmasının getirileri.

Bu baya Türkiye'nin filmi. Daha da iyi olabilirdi, daha cesur olabilirdi. Ama derdini anlatmış mı, anlatmış. O zaman sorun yok. Ama mesela 30 dakikalık kısa film olsa çok daha vurucu olabilirmiş.

Tam emin değilim, işin tekniğinden anlamam, İzmir-Bornova değil Türkiye filmi dedik ama teknik olarak da çok Akdeniz tarzydı sanki, bunda da aslan payı Enrique Santiago Silguero'nun olabilir. Tanımıyorum, bilmiyorum... 

Film ödüller olmaya başladığında çok eleştiriyordu. Bu film nasıl ödül alır falan deniyordu. Ben de izlemediğim için soğumuştum biraz. Ödül alacak film miydi bilmiyorum, rakiplerine de bağlı biraz. Ama tekrar izlenebilecek film etkisi yarattı bende. En iyi ödül de bu hissi yaratmasıdır.

Bu arada film Evren ve Akalın'ın sözleri ile başlıyor, son sahne de gerektiği  kadar vurucu oluyor ama asıl son İnan Temelkuran'ın SİYAD ödül törenindeki sözüyle çıkıyor:

"12 Eylül bu ülkenin üzerine bir asfalt çekti, biz o asfaltı çatlatan otlardan biri olmak istedik. Zaten Türkler iyi asfalt yapamaz."