Cuma, Haziran 28

U-20 Hayranlığı




FIFA U-20 Dünya Kupası'nı yakından takip ediyorum. Tartışılan birinci konu seyircinin azlığı. Şaşılacak bir durum yok. Ama buradan yola çıkarak yapılan çıkarımların çoğuna üzüldüm. Daha doğrusu bazı arkadaşların futbol konusundaki ukalalığının açıkça ortaya çıkışı sinirlendirdi. Şöyle ki;

Mesela üst düzey bir turnuva oynansaydı; bir Dünya Kupası veya Avrupa Şampiyonası, eminim ki oynanan futbol yerden yere vurulurdu. Dünyanın en gösterişli ve en kaliteli futbolcularının oynadığı maçlar "Futbol ölmüş" diyerek anlatılır, modern futbolun perişanlığı üzerine yazılar yazılırdı, "Maradona, Best" diye devam edilirdi. 2012, 2010, 2006; hemen hemen hepsinde böyle oldu. Fakat aynı analizciler bu sefer U-20 Dünya Kupası için "Gerçek bir futbol şöleni ama Türk futbolseverler ilgi göstermiyor" diyor.

O iş öyle değil abi. Sahadaki genç futbolcular, çok yetenekli, potansiyelli olabilir, hatta ileride çok büyük takımlarda da oynayabilir ama şu anda bir-iki takım dışında geçekten zevksiz maçlara imza atıyorlar. Hatta bazen toptan çok birbirlerine tekme atıyorlar. Yaz günü, güzel havada gidip izlenecek, daha doğrusu kaçırılmaması gereken bir organizasyon değil. 

Belki çok boş vaktim olsa gidip izlerdim ama onun dışında; sanmıyorum. Hele kendi yaşadığım şehir için konuşursam Arena'ya  gidip 20 yaşın altındaki çocukların maçını izlemem. Kadıköy olsa giderdim, yarım saatte eve dönerdim.

Tamam siz FM'ci olabilirsiniz, hepinizin ruhuna scout'luk eklenmiş olabilir ama göz var izan var. Arena'ya gidip 19 yaşındaki Ganalı çocukları izleyeceğime Caddebostan sahilinde kendim oynarım. Akşam halı saha maçı yapan mı daha çok seviyordur futbolu yoksa 19 yaşındaki Iraklı çocuklara bakıp sayfalarca takım analizini yapan mı?

FIFA'nın oyuncu simsarları için düzenlediği bir turnuvayı geleceğin yıldızları diye pazarlanmasından bahsediyoruz. U-17 olsa anlarım. U-20, arada kalmış bir turnuva. Ne U-23 gibi bir level altı havası var, ne U-17 gibi , "çocukların futbolu" sempatikliği...

Bakın daha Gezi olayları ve futbolda şikeyi katmadım. İnsanların ne kadar soğuduğunu falan eklemedim, onlar ayrı konular. Hele TFF'nin kendi düzenlediği turnuvaya ilgisiz kalışınız, devletin Akdeniz Oyunları'na daha çok önem vermesi falan apayrı konular...

Bu arada ilginç bir istatistik verelim. 1977 yılında Tunus'taki ilk turnuvayı saymazsak, düzenlenen 17 tane U-20 Dünya Kupası'nda seyirci ortalaması 10.000'in altına iki kere düşmüş. Biri Arjantin, diğeri Hollanda. Futbol ekolü olan ülkeler. Malezya, Katar, Suudi Arabistan gibi ülkelerin ilgisini saygıyla karşılamak lazım ama oradaki sporseverlerin de kıtalararası futbola açlıklarını da eklemek lazım.

Ben yine izliyorum turnuvayı televizyondan. O kadar da kötü değil. Güzel hikayeler çıkabilir. Keyifli maçlar olabilir, oluyor da. Ama U-20 için maça gitmek büyük bir erdem, gitmemek futbola ihanet değildir.


Perşembe, Haziran 27

Barrio




Filmi izledikten sonra, Barrio'nun ne anlama geldiğine baktık. Ben izlerken "tam bir mahalle filmi" demiştim. Barrio'nun da semt, mahalle anlamına geldiğini öğrendik. Tam bir Barrio filmi.

Şimdi aslında bakınca Barrio var Barrio var. Fark var. Varoş, şehirden uzak semtler daha semttir. Bizim yaşadığımız semtimiz orta-üst semt ama bu dokuyu biliriz. Eskiden gelen bir gelenek var. Fakat yine de "ötekiler"in boyutunun daha farklı olduğunu biliyorum, saygı sonsuz.  Bu film, biraz ötekilerin semtini anlatıyor.

Son günlerde yaşanan olaylarla paralellik kurmak bile mümkün. Zaten yaşananlar öyle bilinçaltına işledi ki, her şeyi onunla eşleştiriyorum.

Farklı semtlerden de olsa; semtlerden gelen, semt kültürüyle yetişen çocuklara dikkat edin. Sokağın havasını küçük yaşta koklamışlarsa, ekonomik, sınıf veya etnik farkların önemi kalmadan beraber mücadele edebilirler Onların ortak noktası sadakattir, aidiyettir. Eğer onları dışlarsan, ait olduğu yerlerden uzaklaştırırsan isyan etmekten çekinmezler. Onları şehrin dışına atmaya kalkarsan, onlar o şehre geri dönmek için mücadele edecektir. Üstelik ortak kaderleri onları dayanışma çatısı altında toplayacaktır.

Filmin sonu kötü bitiyor. Hatta polis kurşunuyla diyebiliriz. Ölüm gerçekten geri kalanlar için başa çıkılması daha zor bir durum. Zaten ölenin de başa çıkacak bir durumu kalmıyor. Fakat bir yandan da kurtulmuş olmanın çekiciliği yok mu? Arkada kalanın konuyla ilgili hiç bir artısı yok. Belki biraz daha öfkeleniyor, belki biraz daha isyana yaklaşıyor. Onun elde etiği tek avantaj da bu oluyor.

Bütün zorluklara rağmen hayattan keyif almaya çalışan ve üst sıralara tırmanmak isteyen 3 çocuğun hikayesi. Sonu trajik bile olsa güzel film. Keyifli film. Gerçek film. Has film. Semt filmi... Semt gerçektir, keyifildir, hastır..Denize gidemesen bile evinin önünde Jet-Ski olması kadar umut doludur.

Adama biri "böyle filmler çekmeye devam et" demiş, o da bunun ardından Los Lunes el Sol'u çekmiş. Konu farklı duygu aynı. Gerçek White Sea kültürü buralarda saklı.


Salı, Haziran 25

Kimsenin Hatırlamadığı



1996 yılında 4-0 yenildiğimiz Fenerbahçe maçı sonrasında oynadığımız bir Sarıyer maçı da bizim için dönüm noktası olmuştu. O maçla birlikte silkelendik ve Galatasaray için UEFA Kupası'na kadar giden dönemin yolu açılmış oldu. Şimdi kimsenin hatırlamadığı o Sarıyer maçından sonra Galatasaray'ın önünde kimse duramadı.

Hakan Ünsal / 4-4-2 Haziran 2013

Pazartesi, Haziran 24

Meydan Okuma






Üzerinizde tuttuğunuz takımın formasıyla rakibinizin şehrine gidip, herkesin size bakması müthiş bir duygu! Onlara, "Buraya geldik ve sizin çöplüğünüzde içki içiyoruz. Bu konuda ne yapacaksınız? demek gibi bir şey.

Cumartesi, Haziran 22

Direniş Günlerinde İstanbul Anısı




Cumartesi akşamı. Galatasaray 23 sene sonra şampiyon olmuş, babam aylar sonra İstanbul'a gelmiş, polis günler sonra Taksim Gezi Parkı'na girmiş. 3 ayrı olay, aynı gün üçünün de tam ortasındayım. 

Şehir kaos içinde. Özellikle Avrupa yakası. Birkaç gün yaşananlar akıllarda. Bu sefer yorgunum. Çatışmaya girecek mecalim yok. Ve bu sefer daha sert olacaklarını biliyorum. Babamın "Aman oğlum dikkat et" nasihatleri eşliğinde metrobüse binerek eve dönüyorum.

Metrobüste Gezi Parkı'ndan çıkan birkaç kişi var. Onların muhabbetleri eşliğinde Uzunçayır'a kadar geliyoruz. Uzunçayır'da yolcuların çoğunluğu araçtan iniyor. Fikirtepe'ye doğru devam ediyoruz; giderken yolda polis durduruyor. Barikat kuruyorlar. Bütün E-5'i, boydan boya trafiğe kapatmışlar. Kadıköy'den yürüyerek gelen bir grup olduğunu söylüyorlar. Tıpkı 31 Mayıs'ı 1 Haziran'a bağlayan gece olduğu gibi. Polisin bizi salak yerine koyup "10 dakika bekleyin sonra yolu açacağız" söylemine inanmıyorum. Ama şoför de kapıları açmıyor. Ne Fikirtepe'deyiz, ne Uuznçayır'da. Arada kaldık. Metrobüste kaldık.

O sırada genç bir arkadaş şoföre yalvarıyor.

"Abi ne olursun aç kapıyı, benim adım Mahir Çayan, sadece GBT'ye bile girsem içeri alırlar. Burası karışırsa daha da kötü olur. Bırak evime gideyim"

Hikayenin sürreal kısmını oluşturmak için çocuğun beyanına inanmak zorundayız. Yani adı gerçekten Mahir Çayan olmalı. Belki soyadı başkadır, Mahir Çayan X gibi...

Metrobüsün şoförü dayanamıyor ve kapıyı açıyor. İniyor çocuk. Arkasından da ben atlıyorum. Geriye, Uzunçayır'a doğru yürüyoruz.

Sahne tamamen şöyle;

İstanbul'un her yerinde çatışma var. Halk sokakalarda. Polis E-5'te barikat olmuş, arka taraftan slogan atarak gelen bir grup. Bir yerlerden ses bombaları veya gaz bombalarının sesi geliyor. Ben E-5'in tam ortasından yürüyorum. Sol tarafımdaki yol araba dolu, trafiğe kapalı olduğu için gidemiyorlar. Sağ tarafımdaki yolda hiç araba yok. Trafiğe kapalı olduğu için gelemiyorlar. Saat 11 buçuk, belki de 12. Ben E-5'te yürüyorum, önümde Mahir Çayan. 

Hatırla Sevgili dedikleri dizi de böyle bir şeydi herhalde....


Cuma, Haziran 21

Perşembe, Haziran 20

The Outsiders



Türkçe'ye "Sokaktakiler" diye çevrilmiş...

Rumble Fish gibi efsane bir filme benzer diye düşünmüştüm, benzer noktaları var. Fakat daha farklı. Mesela James Dean'in Asi Gençlik'ine daha çok benziyor. Farketmez, gençlik filmi gençlik filmidir.

Yoksullarla zengin çocuklarının kavgası, bıçak kullanmanın pişmanlığı, dayanışma.. Kavgalar, atarlar, ufak çapkınlıklar.  Basit bir erkek filmi de olabilirdi. Ama sonra bir bakıyorsun, kitabı 16 yaşındaki bir kız yazmış. Dünyada gerçekten çok ilginç insanlar yaşamış.

Bu ilginç insanlardan biri de Copolla.... Tom Cruise'dan, Matt Dillon'a kadar filmdeki birçok kişinin ilk projeleri. Adam, büyük hoca...

Neyse, semtine ve semtinin çocuklarına sahip çıkan herkes için güzel bir film.

Halkın Sesini Duyanlar



"Pek çok kişi daha iyi bir ülke için mücadele verdi. Hükümetim, değişim isteyen sesleri dinliyor. Halka kulak verilmesi gerekiyor. Gösterilerin boyutunun, ülkenin demokratik gücünün kanıtı. "Pek çok genç insanı, yetişkini, torunu, babayı ve dedeyi, ellerinde Brezilya bayraklarıyla, milli marşımızı söylerken ve daha iyi bir ülke için mücadele verirken görmek güzel. Hükümet 40 milyon kişiyi orta sınıfa yükseltti ama ücretsiz sağlık ve eğitimin iyileştirilmesi için yapacak daha çok işimiz var."

 Brezilya Devlet Başkanı Dilma Rousseff

Pazartesi, Haziran 17

Eve Dönerken




Cumartesiyi pazara bağlayan gece, evde televizyon başında çok korktum. İstanbul'un her sokağında çatışma... Sakat veya cezalı futbolcu tribindeyim. Maçı kenarda izlemek, sahada oynamaktan çok daha zor. Gerildim, korktum, fena hallere geldim.

Defalarca tartıştık, yazdık, çizdik. Karşımızdaki gücün yaptıkları artık şaşırtmıyor. O nedenle biraz da kendimize bakalım diyeceğim ama 20 gün sonunda hala kimin "biz" olduğunu ve bizi temsil edecek mecranın ne olduğunu bilmiyorum.

Pazar gecesi eve döndüğümde facebook ve twitter'da bireysel olarak herkes "Hadi eve dönelim" tarzı iletiler yazmaya başladı. Çoğunluk cumartesi sabahı daha farklı düşünüyordu. İki gece sonunda yaşananlar fikirlerini değiştirmişti. Yerinde oldu. Yerinde oldu da, cumartesi günü 3-5 tane daha ölü çıksaydı (Ağır yaralılar var, Allah şifa versin), Ethem Sarısülük'ün annesini izlerken düştüğümüz dehşeti bir kez daha yaşamak zorunda kalsaydık daha mı iyi olacaktı? Olmayacaktı tabi. Ucuz atlattığımızı düşünüyorum. Polis gaz veya TOMA kullanmasaydı bile, parktaki çukurlardan herhangi biri terslik yaşatsaydı vebali sadece üniformalılara mı kalacaktı? Eve dönmek güzel bir adım. Eve dönmenin de dört duvar arasına tıkılı kalmak olmadığını biliyorum. Sokaklar yine bizim. Ama devletle çatışma bizim gücümüzü açıyor. 

Orantısız güce karşı, orantısız zeka kullanıyoruz dedik. Onlar orantısız gücü sonuna kadar kullanırken, biz orantısız zekayı sadece duvarlara yazı yazarak harcadık. Üstelik o kadar zekiyiz ki, insanları, kalabalıkları, devletin karşısına sürdük. "Sokaklardan, parktan çekilmeyelim" diyenlerin çoğunun ilk defa sokağa çıktığını, diğer görüşü savunanların senelerdir bu işlerin cefasını çekmiş, acı tecrübeler edinmiş sol gruplar ile kaybedecek bir şeyi olmayan yoksul çocuklar olduğunu görünce daha da içim acıdı. Yine birileri , nerede olursa olsun, yoksul çocukları ön saflara yolluyormuş gibi hissettim.

Neyse, eve döndük herhalde. 20 gün boyunca "Ağabey olacak şey değil, polis biber gazı sıktı" diyen arkadaşlar için bulunmaz bir fırsat. Yorulmuşlardı, biraz dinlensinler. Dinlenirken, kitap okusunlar, belgesel izlesinler.  1995 Gazi'yi, 2006 Diyarbakır'ı, 1980 dönemini bir daha gözden geçirin. Yaşayan akrabalarınıza sorun... Sonra TOMA su sıkınca  bile şaşırıyorsunuz. Silahsız insanları, 20 gün boyunca devletin sınırsız gücü karşısına taşımak doğru liderlik değildi. Bunu yaşayarak tecrübe etmediğimiz için (ki buna rağmen çok sayıda yaralı ve ölü var) şanslı olduğumuzu düşünüyorum.

Bu hafta sonu tarihe "İstanbul'da kanlı pazar" olarak geçseydi,  kimse kusura bakmasın, son 3 günde insanları Tomaların karşısına sürükleyenlerin de payı olacaktı. Bu arada zaten bu ülkede (hem de Taksim'de)  bir "kanlı pazar" yaşanmıştı. Senaryo neredeyse hemen hemen aynıydı. Eli sopalılar bile vardı. Üstelik yakından bakınca aktörlerin bile aynı olduğunu görebilirsiniz. Aynı filmi tekrar çekmenin gereği yok. Farklı bir kuşak olduğumuza inanıyorsak, o farkı yaratalım.


Galatasaray 76 - 58 Banvit




23 yıl beklenen şampiyonluğun 40 yılda bir olacak bir toplumsal patlama ile aynı güne denk gelmesi büyük tesadüf. Bütün bir sezon beklediğim şampiyonluğun mutluluğunu 45 dakika yaşadım. 45 dakika sonra Taksim'e müdahale haberini aldık. Maçla ilgili her şey uçtu gitti. Hatta Cenk Akyol'un maç sonu röportajındaki hareketi maçın önüne geçti. Hatta Cenk Akyol'un 23 sayısından bile daha değerliydi belki de...

Maç zaten derin analizler gerektirecek bir karşılaşma değildi. İkinci dakikada şampiyon olacağımızı anladık. Muhteşem bir tribün vardı. Bir ara tribün "Ölüm varmış korku varmış"a başlayınca 6/7-0'lık bir seri yakalandı. Şakayla karışık "Ulan bu tezahürat nedeniyle maçı vermeyelim" diye şakalaşırken, sorun kısa sürede çözüldü. Yani tribünde gerginlik yaşamak 10 saniye falan sürdü.

Kısacası şampiyonluk geldi. Bu sezon lig biraz fare doğurdu. Güçlü kadrolar vardı, ama çoğu bekleneni veremedi, başta da Fenerbahçe ve Efes. Bu da işimize yaradı. Açıkçası Beşiktaş şampiyon olduktan sonra bu kupayı almak zorunluluk gibi bir şeydi. Fakat kupayı aldığımız günlerde yaşananlar, zorunluluk kavramının bizim için tanımını çok değiştirdi.

Aslında maçla ilgili konuşulacak, tartışılacak şeyler var. Tribünün Ünal Aysal'a tezahürat yapmaması veya Yalçın Dümer'in şampiyonluk kutlamalarının coşkusunu bozması mesela. Ama zamanı değil. Zaten ne olursa olsun bu maç, bir "şampiyonlara saygı maçıydı". Son maçını oynayan N'Dong'dan, sakatlıktan çıkıp dönen Göksenin'e kadar, hepsine tek teke teşekkürler.

Bu daha başlangıç, mücadeleye devam....



Perşembe, Haziran 13

Referandum (Yetmez Ama Evet)





Son 10 gün çok fena yordu. Fiziksel yorgunluk belki çok önemli değil ama zihinsel yorgunluk bildiğim her şeyi unutmama yetti. Herkes açıklama yapıyor. Twitter, Facebook'tan cümleler, iletiler... Analizler, yorumlar, komplolar. Ve inanılmaz bir saldırganlık. Sadece polisten de değil üstelik.  Ergenliğimizde bize vicdanı, ahlakı öğreten adamların bize müsvedde dediğini gördük. Üzüldük. Son 10 günde belki de çoğu direnişçiden daha az gaz yedim ama hançerlerimin sayısı herkesle eşit, belki daha da fazla. Bu direniş turnasol kağıdı oldu, iyi oldu. 

Dün akşam saat 4-5 gibi ağlama noktasına geldim. Erkekler ağlamaz modunda bir adam değilim ama nedense ağlamayı beceremem. O noktaya gelmiş bile olmam çok büyük başarı. 12 sene sonra, ilk kez ağlayacaktım. Hayatımda ilk kez ülkeyi terk etmeyi düşündüm. Çok kötüydüm. İşten çıkınca eve gittim. Gece 12'de tekrar Gezi'ye gittim. Günün sonunda huzurlu uyudum. Kafam bu kadar karışık işte.

Dün akşam referandum kararının alınabileceğinin sinyali verildi. Direnişçi grubunda memnuniyetsizlik hakim. Nasıl olmasın, en az 10 gündür sokakta olan, polisle çatışmak zorunda bırakılan, kanı dökülen insanlara yeniden sandık sunuluyor ve sandıkta sorulacak soru "Gezi Parkı kalsın mı Kışla mı olsun" 

3 kişi ölmüş isterse o park yerin dibine girsin artık şu saatten sonra. Parkın akıbeti çok da önemli değil. Şehir müzesi mi? Çoktan oldu bile. Hayatımın boyunca oradan geçtiğim her an, bu günlerin anıları tazelenecek.Bundan daha iyi bir müze işlevi olur mu?

Ama siyaset böyle yürümüyor. Memnuniyetsiz olanı anlıyorum ama ne bekliyorduk? 3 haftada, 1 isyanda ne değişebilirdi? Önemli olan; apolitik iddia edilen, birbirinden kopuk yaşayan gençliğin sokağa adım atması, birlik olması, kendisini ve birbirini tanıması değil miydi? Hem devletin soğuk vahşetini, hem de insanları berbat düzene rağmen ayakta tutabilen sıcak dayanışmayı aynı anda görmek önemli değil mi? Bence bunlar ilerisi için çok önemli kazanımlar. Ve bir annenin daha evladının tabutuna sarıldığını görmek, bütün bunları alır götürür. "Bu ülke için ölmek" onların dayattığı, yarattığı sloganlar, bu ülke için yaşamak daha önemli. Ve devlet öldürmekten çekinmez.

Direniş sözcüleri, direnişin kanaat önderleri neler hayal ediyor bilmiyorum. Kitle sokağa çıktı, haftaya devrim   olacak mı? Karşınızdaki gücün tarihi katliamlarla dolu. Ve asıl başarısı, büyük kısmının üzerini örtebilmiş olmasında. Sizin, bizim kuşağın, 2 gün önceki sabah baskını esnasında Taksim'de izlediği oyun, aslında bu ülkenin 90 yıllık geleneği. Bizim tarafın halet-i ruhiyesini Karşıyaka tribünün o meşhur tezahüratına benzetiyorum. 2011 yılında bile 2012'de Şampiyonlar Ligi'nde koyacağız Real Madrid'e diyorlardı, 2012'de 1.ligde küme düşmekten son maçta kurtuldular. Tezahüratın goygoyu daha farklı tabi. Biz küçük düşünemeyiz, küçük olamayız. Ama hedeflere adım adım ulaşabilirsiniz. O zaman bütün hayalleriniz gerçek olabilir.

Bu işler yavaş yavaş oluyor. Dünyanın her yerinde böyledir. Dünyayı bir kenara bırak, bu ülkede de böyledir. Kürtler, bizim beğenmediğimiz özgürlüklere kavuşabilmek için 30 yıldır (silahlı-silahsız/doğru-yanlış fark etmez) mücadele ediyor. Bu ülkeden bir şey talep ederseniz karşılığında kanınız dökülür. Açıkçası bir çocuğun daha kılının zarar gelmesine yol açılmasını istemem. Vali'yi gördük, devleti gördük, polisi çok yakından tanıdık. Ethem'in nasıl katledilidiği bütün haber sitelerinde yer alıyor. Bunların hesabını bugün veren çıkmayacak belki ama ben bile o çocukların ölümü yüzünden içimde suçluluk hissedeceğim. Bugün hala "Hadi sokağa çıkalım" diyecek olanlar, herhangi bir ölüm haberini, ölen çocuğun ailesine, annesine kendisinin verdiğini düşünsün. Veya bir cumartesi günü, Gezi Parkı yerine, Galatasaray Lisesi'nin önüne gitsin. TOMA'ların sıktığı sudan daha acı şeyler var orada.

Dün çıkan düşünce, referandum. Dışarıdan bakınca; saçmalık. Hem de mahkemeye gitmiş bir proje için. Olay Gezi Parkı ile sınırlı kaldı. Oysa sokağa çıkma nedeni, polis şiddetine duyulan tepkiydi. En azından ilk kıvılcım oydu. Devamında yaşananlar, Anadolu'ya sıçrayan ateş, Gezi için yapılacak referandum ile sönecek değil. Ama hemen çözülecek durum da değil. Gözü dönmüş bürokratlara karşı bu savaşı, oturarak, halay çekerek, gaz maskesi takarak kazanmak mümkün değil. . 

31 Mayıs'tan önce, yani sadece 2 hafta önce, AKP'yi, hükümeti bir şekilde sandığa götürmeyi düşünebilir miydiniz? Bence mümkün değildi. Birine söyleseniz gülüp geçerdi. Siz başardınız. Siz kimsiniz. Halk. Sivil halk. Mecliste koltuk dolduran muhalefet partilerinin önerileri bile reddedilirken, siz hükümeti sandığa taşıdınız. Hiç bir şey kazanmadık demek, kendinize haksızlık etmek olur.

31 Mayıs'ta sokağa çıkarken diyorduk ki "İnşallah bu hava dağılmaz". 

Gezi'ye müdahale olmadığı günlerde ne kadar boş konular yüzünden tartıştık. Az kalsın kendi içimizde yine bölünüyorduk. Şimdi sandığa gidilecekse eğer, bu hava o seçim gününe kadar korunacak demektir. O omuz omuza duygusunu 1-2 ay daha taşıyabilmek ve sonrasında devamını getirebilmek çok önemli. Hem bu esnada platformlar kurulur, toplantılar yapılır, internetten iletişime devam edilir. Olayı saha dışına taşıyalım. Boykot yapalım, belgesel yapalım, onu yapalım, bunu yapalım. Her gün insanları parka getirip polisle yüzleştirmek doğru bir liderlik anlayışı değil. Parktan çıkmak, parktan vazgeçmek anlamına gelmiyor. Üstelik mücadele artık park olayı da değil. Mesela şu referandum yapılsın ve kazanalım, isterlerse o parkın üzerine gökdelen diksinler. Düşünsenize; 7 seçimde 7 zafer kazanan AKP, ilk yenilgisini yaşasa mesela, bu nasıl özgüven getirir bu sivil direnişe.... Karşı tarafa nasıl bir darbe olur? 24 maç Kadıköy'de yenilmeyen Fenerbahçe'yi yenen Beşiktaş gibi. Arkasından 4-3'lük maç da gelir, diğerleri de... Yeter ki Japon bayrağı açılsın önce. Japon bayrağı demişken, olimpiyatları Tokyo kazansa mesela, bugün ihale peşinde koşan küçük kalantorlar nasıl sırt çevirecek mesela bu düzene. TOMA yok, gaz yok... Para musluğu kesilirse tepeden bakma sona erer.

Referandum doğru çözüm değil. Uygun değil. Şu veya bu... Ama hayat böyle. Engelleri ve zorlukları sen seçmiyorsun. Karşına çıkıyor ve sen onun üstünden gelmek için uğraşıyorsun. Bir kişi daha canını vereceğine, gidelim sandığa verelim cevabı, bu arada boykotumuzu yapalım, birbirimizi tanıyalım, liderlerimiz olsun, başbakanın karşısına Hülya Avşar gitmesin mesela, hem soluklanalım, hem yeni stratejiler belirleyelim.

Büyük ihtimalle, korkaklık ve cahillikle suçlanacağım ama olsun. Ben içimden geleni yazayım da. Kararı zaten yine başkaları verecek.


Cumartesi, Haziran 8

Nemeçek




Geçen hafta bugün, bu saatlerde şehrin sokaklarında biber gazı kokusu ve helikopter sesleri eşliğinde koştururken, şimdikinden daha umutluydum. Aradan geçen sürede İstanbul'da ve Anadolu'da defalarca çatışmalar yaşandı, birçok kişi yaralandı, ne yazık ki ölenler oldu. Şu an çatışmalar azalmış gibi. Ama benim içim hiç rahat değil. Sanki fırtına öncesi sessizlik.

Beraber sokağa çıktığım arkadaşlarımla konuşurken, bu çıkmazdan çıkmak mümkün olmuyor. Çünkü çoğumuz olan biteni ilk defa yaşıyoruz. 

Daha da kötüsü, arkadaşım olmasa da, daha önce hiç tanımasam da; beraber sokağa çıktığım arkadaşların özellikle Anadolu'da olanların tepkisi artıyor. Bir çok kişinin gözünde Park'takiler, kutlama yapan, İstanbul'un ortasını festivale çeviren, dans eden, halay çeken mutlu insanlar. Oysa, emin olun, oradaki herkesin, nasıl oluyorsa belli etmediği ama içinde yaşadığı bir gerginlik var. İnsanlar çatışma anını bekliyor ve hepsi bir stres içinde.

O kadar direniş gazlamasından sonra bu yazı ne? Şaşırtabilir.

Plansız, ani, lidersiz, örgütsüz (veya çok fazla sayıda örgütle) çıkılan bir durumdu. Kusursuz olmasını beklemek mümkün değildi ama kusursuz olduğunu düşünenlerin sayıca çok olduğunu görmek, benim gibi yalnız kaldığında karamsarlığın dibine vuran biri için çok kötü durum. Belki şu an parkta olsaydım daha umutlu bakabilirdim geleceğe, belki sadece dört duvar arasında kalmış olmanın stresi ve heyecanı bunları yazdırıyor.

Biz, yani her hangi bir örgüt-oluşum geleneğinden gelmeyen, fakir ama basit hayalleri olan gençler, aslında son 3 günde ülkede oluşan duyarlılık havasının sahiplerinin sandığı Çiçek Çocuklar değiliz. Biz olsa olsa Pal Sokağı Çocuklarıyız. Arsaları için zenginlerin karşısına dikilen çocuklar. Karşımızdakilerin bizi anlamasını beklemiyordum. Onlara göre kimse bu kadar basit düşünemez.

O efsane kitapta, o arsa bir ülkeyi temsil eder ya aslında, şu an Gezi'de de bir ülke var. Yepyeni bir ülke. Aslında herkesin görmesi gereken bir ülke. Kuruluyor. Kuruluş aşamasında. Şimdi birlik zamanı. Herkes taşın altına elini koyuyor, o eller ve taşlar üst üste konuyor. Ama diğer yandan da bazı şeyler halının altına atılıyor. Savaş döneminde ülke birleşiyor, direniyor, uzun süreli barış döneminde ise kendi içinde çatışmaya başlıyor. Her gün yeni sorunlarını çıkarıyor. Size tanıdık geldi mi bu ülke? 

Underground'un son sahnesinde Kusturica'nın yarattığı metafordan daha gerçek ve daha acı.

O ülke, yaratılan ülke, şu an gerçek hayatta var olan asıl ülkenin polisinin yarattığı şiddet sayesinde bir araya geldi. Oyun sahasını korumak isteyen Pal Sokağı Çocukları'na sıkılan biber gazları ve kullanılan şiddet, ülkenin her yerinde, vicdan sahibi insanların sokağa çıkmasına, sokağa çıkmasa bile bir şekilde tepki göstermesine neden oldu. Oysa daha fazlası gerekiyordu. Hayatında bir kez olsun polis şiddetini tatmış insanların hepsi, bir kez olsun aynı anda bu sesin duyulmasına yardımcı olabilirdi. Karşı durmayı tercih edenler çoktu. Ve durum, basit bir görevini kötüye kullananları ayıklama projesinden, karşı karşıya gelen iki gruba döndü. Oyun arsası için kavga eden iki grup. Kitapta, Nemeçek ölünce o iki grup barışıyordu ama gerçekler romanlardan daha acı.

Olayların az çok nasıl geliştiğini, nereden başladığını biliyorsunuz. Belki başbakan da biliyordur. O hala olayın temelini 3 tane ağaca ve kendisine karşı bir harekete yontsa da aslında durum 100 yıla yaklaşan ülkenin kronik sorunuydu. Koca başbakan bunu göremez. Bence görüyor, anlıyor ama ilgilenmiyor, umursamıyor. Onun ve diğerlerinin başka hesapları var. Ne olduğunu bilmiyorum. Onun işine yarar mı yaramaz mı onu da bilmiyorum.  Ama olanı böyle değerlendirmek onun kendi planı sanki.

Haksızlık etmeyelim, "susturmak, ezmek, kullanmak, yok etmek" sadece bu hükümetin-bir dönemin sorunu olmadı bu ülkede. Bunun için 1 hafta içinde kurulan küçük ülkede gezmek yeterli olur. Pınar Selek Ağacı, Hrant Dink Caddesi, Deniz Gezmiş posteri, Ahmet Kaya şarkısı.... Bitmiyor, bitmiyor,bitmiyor. Büyük ülkenin halısının altından çıkanlar, o minyatür ülkenin her tarafında yer buluyor.

Beni bu direnişten vazgeçirebilecek iki kişi var, biri kardeşim biri babam. İkisinin de pek haberi yok, o yüzden böyle devam ediyorum. Arada babamla konuşuyorum, "olaylara karışma" diyen Nejat Uygur'dan tek farkı "Biz bu filmi gördük" cümlesi. Aynı film mi bilmiyorum, benzerlikleri çok olmasa da, sonu hep aynı bu filmlerin. Bu ülkede böyle bir gelenek var. Her türlü acı yaşatılır. Ve daha sonra unutturulur. İşte korkum da tam bu noktada başlıyor. Her ne kadar şu an "Abi, bütün televizyonlar buradan yayın yapıyor, Avrupa burada, kolay mı öyle" diyenler olsa da, pişkinlik (belki doğru kelime değil) bu ülkeyi yöneten zihniyetin, kişiler değişse de vazgeçemediği bir özellik.

Ve işte ondan sonra, bu güzel küçük ülkeyi kuran insanların adı, bundan bir kaç sene sonra kurulacak bir diğer küçük sembol ülkenin herhangi bir duvarında yer alacak. Hatta Abdullah Cömert adı şimdiden yerini aldı. Ve büyük ihtimal, o da halının altında yer alacak.

Korktuğumu belli ettim mi? Hiç saklamadım ki? Ama bu vazgeçtiğim anlamına gelmiyor. Bu dünyadan güzelliğe dair herhangi bir beklentim olmadı. Son 5 senede kırıntıları da kayboldu. Hiç bir zaman da yeşermeyecek herhalde. O yüzden acılar yaşamak çok umurumda değil. Kaybedecek bir şeyi olmayan, daha doğrusu kazanması sürekli engellenen insan daha hırslı olur. Ama bizde vicdan o kadar garip bir şekilde çalışıyor ki.... Başkalarının tahammülsüzlüğünün ve vurdumduymazlığının başkalarında yol açacağı yaralara yine biz üzüleceğiz, yine biz ağlayacağız. Yine biz kendimizi sorumlu hissedeceğiz.

Birileri bir şeyler planlıyor. Ona göre oynuyor. Seneler geçiyor. İsimler, aktörler değişiyor. Amacı sadece parklarda oyun oynamak olan çocuklar oyundan çıkan ilk grup oluyor. Parkın çimenlerinden geçen filler... 

Gece gece böyle düşünüyorum nedense. Tam sabah olacak diye düşünürken... Niye böyle anne

Babam haklı. Ama şu da var. Şu an İstanbul'un göbeğinde, bütün çatırtılarına rağmen bambaşka bir dünya var.  Başka bir dünya mümkün ve buna bu dünyada izin vermeyecekler. Ama öbür dünyada böyle bir dünya var herhalde. Tek umudum orası. İnsanlar dünyada cennetten parça ararken, o parça ayağımıza geldi. Üstelik biz oluşturduk. Bu cennetten kopup gelmiş gibi duran; ama aslında o büyük ülkenin parçası olan Gezi Parkı,  şimdilik, çok güzel. Emin olun onlar şu an sadece, dans edip, eğlenmiyor. Sadece dans edip, eğlenebilecekleri bir dünya için mücadele etmeyi bekliyorlar.

Bu kırgınlığıma, dargınlığıma ve sıkıntıma rağmen, çok da uzakta olmayan İstanbul'un ortasında çok güzel bir yer var. Bunun ömrünü olabildiğince uzatmak lazım.







Cuma, Haziran 7

Bam Bam Bam Bam





Polisin olduğu yer, polisin olduğu her yer bizim için pozisyon. Direnmemizin en önemli sebebi polisin olduğu yer.

İki; Gümüşsuyu kaygan olduğuna göre, bize atılan gazları defans, orta saha iyi takip… Kaygan saha çünkü. Ve geri atmaktan çekinmeyin, tam tersi atmalarına da müsaade etmeyin, mesafe tanımaksızın. Zaten, düşüncemiz, size aktardıklarımız, buraya geçtikten itibaren, İnönü'den parka kadar hiçbir boş alan ve boş adam bırakmamak. 

Bugün kaç dakika direnirseniz direnin ama birinci dakikadan itibaren beraber direnmemiz, hastalar ve yaşlılar hariç, hep beraber direnmemiz çok önemli.

Parkta yatmak yok. Tehlikeli bölgede Çarşı'nın adamı belli. Ve direneceğiz.

Size bir daha söylüyorum; en iyi defans yapmak, direnmektir.

Gaz maskelerinizi unutmayın. Ara sokaklara koşan sivilleri, hiç düşünmeksizin Suat, geri dörtlü ile beraber desteğimiz düşünmeksizin, hemen… Ümit... Burada tek şey kaldı, sizin direnmeniz… Bir dünyanın seyredeceği, sizin direnmeniz.

 Başlarken çok iyi başlıyoruz, hiç riziko yok… Yumuşama diye bir şey yok… Kadememiz tamam…  İleri gittiğimiz zaman da hep beraber vurur, bam bam bam bam gideceğiz ve direneceğiz… Direneceğiz…


Direniş disiplinini bozmak yok, şartlar ne olursa olsun, atarız yeriz… Ve de bazı arkadaşlarınıza burada bir şeyler söyledim. Çevik, çok konuşur, gaz atar, vuruşur, muhattap olmak yok.

Eveeet, Evet, evet, evet, evet…

Bir ağaç ile başladık, size hep bir şeyler söyledik… Dedik ki; arkadaş, biz bu işin sonuna kadar gideriz, gidersiniz. Allah’a şükürler olsun ki aslan gibi bir periyot çizdiniz, aslan gibi direndiniz, bugün 10 mu 11 mi? 11.direniş günümüze çıkıyoruz ve bunun adı da final*

 Yine söylüyorum, Kazanacaksınız, Kazanmak için uğraşacaksınız. Ama netice ne olursa olsun siz benim gönlümde hep kazandınız, hep şampiyonsunuz. Ve öyle kalacaksınız.


ALLAH YARDIMCINIZ OLSUN!


* 11.gün final değil, "şu gün final" diyebileceğimiz gün yok, ama artık her gün final



Çarşamba, Haziran 5

Kitlelerin Afyonu





“Futbol sadece basit bir oyun değildir, futbol devrimin silahıdır.”


Laf aramızda söz güzel ama benim her zaman kafamı karıştırır.

Salı, Haziran 4

Gezi Parkı'nın Son İşgalcileri


Gezi Parkı'na 15 sene sonra ilk kez girdim. Bu kadar kalabalık hiç olmadı. En son ne zaman kalabalık olmuştur diye düşündüm. Herhalde Liverpool taraftarı geldiğindeydi. Süper Lig şampiyonları genelde Taksim'de meydan tarafına yönelir. 2005'te Liverpool taraftarı Gezi'yi fark etmişti.

Adamlar farkında mı lan acaba? İstanbul'u sürekli mitleştiriyorlar senelerdir, Gezi olaylarını bilseler herhalde limandan bir gemi adam yollarlar...

Barikat Direniş Biz



Bu yazacaklarım, ki şu an bile ne yazacağımdan emin olmadan yazıya başlıyorum, bir kaç saat içinde geçerliliğini yitirecek herhalde. Hep böyle oldu. 4-5 gündür olan biten bir yana, sürekli bir değişim halindeyiz. Devamlı değişen bir durum...Başlığa aldanmayın, aklıma gelen ilk 3 kelimeyi yazdım sadece.

Kafam karıştı, çok yoruldum. Normal. Yorulmaya da razıyım. Ama kafam karışınca şaşırıyorum. Neyse.

Taksim'deyiz. İstanbul'un ortasındayız. Beşiktaş'tan İstanbul'a arabayla çıkış yok. Barikatlar var.   Normalde bir isyan filmin son sahnesidir herhalde, binlerce insanın şehrin ortasını işgal etmesi. Biz daha ilk sahnede bile değiliz.

Taleplerimiz var. Taleplere karşılık yok, dikkate aldıklarını bile sanmıyorum. Çeşit çeşit insanız. Bazı çocuklar dün Gümüşsuyu'nda çarpıştı. Mesela dün akşam çok kızdım, bugün hak verir gibi oldum, akşam yine tavrım değişir herhalde. Ama anlıyorum. O barikatlar kalkarsa polis yukarı çıkar diye düşünüyorlar. Polis yukarı çıkarsa, 4 gündür uğramadığı yerin huzurunu bozar diye tedirginler. Dün çarpışan çocukların çoğu sol taraftandı. Onlar senelerdir mücadele ettikleri için polise daha çok güvenmiyor. Açıkçası biz değiliz. Ben değilim. Çünkü tribün dışında polisle kaç kez karşı karşıya geldik ki? Düne kadar sokakta değildik. Gelip de "Ağabeyler yapmayın" diyemiyorum. Öte yandan üniversitedeki solculara da çok kızıyorum. Ukala tavırlarıyla bizi çok çabuk soğuttular. Okula girer girmez. Oysa biz lisede daha istekliydik hak arama konusunda. 

Bak daha paragraf bitmeden valilik açıklama yaptı. Özetle "Barikatları kaldıracağız" diyorlar. Biliyorum ki o çocuklar inat eder kaldırmaya engel olur. Polis sınırı yok. Daha dün 22 yaşında bir can öldü. Bu sabah pişkinlikle sorumluluğu üzerlerinden attılar. Yine atarlar. Katliam yapılsa sorumlusu çıkmaz. Babam anlatmıştı, 1977'de öyle olmuş, oradan biliyorum. 

Bu sabah demişken, 4 gündür tüm boş vaktimde sokaktayım, ofis Taksim'e daha yakın diye 2 gündür ofiste uyuyorum. Bu sabah korna seslerine uyandım. PC'yi açana kadar aklım çıktı. Ulan dedim acaba biz uyurken bir şey mi oldu. Değişen bir şey yokmuş. Halk işine giderken korna çalıyormuş. Oğlum bu kadar idmansızız lan. Bizden biri farklı veya ani tepki gösterince bile şaşırıyoruz hala.

Neyse. Saat 15.12. Bak unutuyordum Çarşı var daha. Tamam Çarşı değil, Beşiktaş tribünü. Konuştuğum Beşiktaşlılar sırf grup adını kullanmamak için Çarşı olarak gelmedik diyor. Ne derlerse desinler. Daha önce neler yazdım onlar için, hepsini unutuyorum. Zaten şu an, kırgın olduğum tüm arkadaşlarımla barışıyorum. Bayramlarda olan şey. Bu da bir bayram işte. Bayramı zehir etmeyin, sesimize kulak verin. 

Saat 15.13. Birazdan ofisten çıkacağım. Gezi'ye gideceğim. Yorgunluktan ölüyorum. Hepiniz zaten aynı şeyleri hissediyorsunuz. Hiç kimsenin diğerinden farkı yok. Duvara yazılan yazı, parktaki goygoy vs, hepsi yorgunluğu alıyor. Ve aslında bugün görülen, bu iş daha uzun sürecek, daha çok yorulacağız. Ve kanlı olması da muhtemel. Korkuyor muyum? Çok fazla. Ama geri adım atmam mümkün değil. Seneler sonra çocuğuma cevap vermemekten daha çok korkuyorum. 


Pazar, Haziran 2

Türkiye Güzelini Seçti







Bugün gazetelerde böyle bir başlık göreceksiniz. Ama haberin altında bu fotoğrafları göremeyebilirsiniz.

Çok Yakında Güneşli Günler



Herkes birleşiyor. Herkes rengini, tarafını bırakıyor. Şimdi tezahüratlar da ortak.

Haydi sen de, gel katıl bize

Ne Oldu




Bodrum'da yaşayan babamla konuştum. 80 öncesini bilenlerden, yaşayanlardan. Boş adam değildir ama işinde gücündedir artık. Internet kullanmaz. Çok fazla televizyon da izlemez. "İstanbul yanıyor" dedim, "Ne oldu" diye sordu. Bilmiyor, haberi yok.

Bu blogu takip edenler ne olduğunu biliyor zaten. Hatta yaşıyor. Şu an ben bunları yazarken, meydanlarda, sokaklarda olanlar var. Onların bu yazıyı okumasına bile gerek yok aslında. Ama; bu harekete katılan herkesin içinde birazcık da olsa "Acaba ilerleyen günlerde unutulacak mı" korkusu var. Sırf unutulmasın diye, çarptırmasınlar diye yazalım.

Evet her şey Gezi Parkı ile başladı. Topçu Kışlası, AVM... Buradan türetmek serbest, "Şuradaki ağaç kesilirken neredeydiniz, şu AMV'den alışveriş yaparken iyiydi". Tamam hiçbirine ses edilmedi diyelim. "Ulan yapılmasa iyiydi" dedik ama, bunun da hakkını ver. "Demek ki 21.yüzyıl böyle ilerliyor, ütopik davranmaya gerek yok" dedik. AMV yaptılar gittik, ağaçları yıktılar ses etmedik. İyi niyet aradık. Es geçtik. 

Ama artık Gezi Parkı'na dokunmayın istedik. Kadıköy'de Kuşdili'ne de dokunmayın. Bu şehrin insanlara nefes alabileceği boş alanlar bırakın. Yeşil alan bırakın istedik. Bugün Taksim'e yapacağınız şeyin sonu gelmeyecek gibi duruyordu. O yaşlı teyzenin dediği gibi, artık toprağı göremeyecek olmaktan korkuyoruz. Binlerce mağazanın olduğu Taksim'e bir AVM daha yapmayın, gerek yok denildi. Ve o para hırsına sahip gücün, gözünü rant bürünmüş haline de karşı durmak istenildi. Artık bu kadar rant yeter. Bunun için karşı çıkıldı. Tamamen bu maksatla. 

Şu semtte ağaçlar kesilirken neredeydiniz diyenlere hatırlatalım; bu şehrin bazı noktaları vardır. O noktalarda ortak hafızalar yaşar. Taksim böyle bir yerdir. Buna şaşırmayın. Şehirdeki insanların yarısı her hafta Taksim'den geçiyor. Her gün binlerce kişi metronun Gezi Parkı çıkışını kullanıyor. Neden her boka kıyas yapıyorsunuz? Evet Taksim, şehrin diğer yerlerine göre, insanlar için daha özel bir yer... Problem?

Ve insanlar oraya gitti. Kitap okudu, çadır kurdu, gitar çaldı. İki gün üst üste sabahın ilk ışıkları ile orası dağıtıldı. Çadırlar yakıldı. Biber gazı atıldı. Sessiz duranlara karşı görülen reva buydu. Her zamanki gibi. Yine, bir kez daha... Ve işte olaylar tam da bu yüzden evrildi ve en güzel anına ulaştı. Bugüne kadar polisten zulüm görmüş her kesim Taksim'e çıkmaya karar verdi. Öğrenci, tribüncü, işçi, sağcı, solcu, o, bu... Sıfatlara gerek yok; halk sokaktaydı artık.

Galatasaray, Beşiktaş, Fenerbahçe taraftarı beraber oradaydı demek bile küçültüyor aslında bu muhteşem oluşumu. İlla böyle bir olayda GS-BJK-FB taraftarı insanlar da olacaktı. Bunda şaşılacak bir şey yok ki. Ama asıl şaşılan ve sevindirici olan, tribün gruplarının bile destek vermesi.  Hepimiz biliyoruz; o tribün gruplarının kafa tayfasında AKP'ye oy veren, hükümeti destekleyen insan sayısı daha fazla. Onların beraber olması değil, onların gelmesi bile çok özel bir durumdu. O gün herkes gibi onlar da vardı. Çünkü artık herkes polis zulmünden, polis devletinden, devletin kibirinden sıkıldı. 

Dün, 31 Mayıs, muhteşem bir gündü. Seneler sonra nasıl hatırlayacağız bilmiyorum. Belki fısıltı gazetesinin yaratacağı bir çok efsane ile tadı kaçacak. Ama dün sokaklarda olanlar, çok iyi biliyor olan biteni. Bu bir ortak hareket eylemiydi. Halkın kendi iradesiyle. "Ansızın, açıklanamaz bir şekilde, üzerine kafa yormadan, getireceği acı ve kafa karışıklığını bir nebze düşünmeden....."

Bu sabah aynı coşku devam etti. Hayatımda hiçbir zaman ülkücü gençleri alkışlayacağımı düşünmezdim, bugün oldu. 12 Numara bile RT ettik ulan, ötesi yok. Nihayet en sonunda Gezi Parkı açıldı. Açmak zorunda kaldılar. Ve olaylar ondan sonra bir kez daha başka bir boyuta evrildi. Bu harekete sahip çıkmak isteyenler oldu. Nemalanmak isteyenler oldu. Hiçbir kanal olan biteni yayınlamayınca, ortalık yalan haberlerle doldu taştı. Halk Tv gibi bir kanala bağlı kalmak zorunda kaldık. Onlar da olayı AKP karşıtlığına çekmekten, ulusalcılık kisvesi katmaktan başka işe yaramadılar. 

Aslında bu iktidara karşı bir protesto değildi, muhalefete (Sadece CHP düşünülmesin, siyaset yapan her oluşum) karşıydı. Kızım sana söylüyorum gelinim sen anla. Bu insanları, bu çoğunluğu yalnız bıraktınız. İktidara karşı diklenmekten kaçındınız.Ya da yalandan diklendiniz. Onu yaparken bile başka menfaatelerinizi düşündünüz, 3-5 oy fazlasını kapmanın planını yaptınız. Ama bakın biz bugün çıktık onların karşısına. Biz çıktık, bir adım attık, siz arkamızdan geldiniz. 

Olsun. Ne olduysa oldu. Olacaktı. Örgütlü değildik. Planlı değildik. Lider, önder yoktu. Bazılarımız ilk defa sokağa çıktı neredeyse. Amına koyayım, bu iş deplasmana gitmek gibi değilmiş. Hıyar ağası gibi evden çıktık. Zorlandık. Keşke şu geçmiş ömrümüzde biraz daha eylem tecrübesi edinseydik. Olan oldu. Öğrendik biz de. Ama asıl öğrendiğimiz şey çok başka. Şu birliği, şu beraberliği 2-3 günde kurabileceğimizi öğrendik.  Her şeyden daha önemli, daha güzel.

Yarın pazar, yarın da geçsin. Şehrin üzerindeki toz bulutu (biber gazı bulutu) kalksın, cuma gününden pazartesi sabahına kadar geçen sürede nelerin değiştiğini görelim. Cuma akşamı iş yerinizden nasıl ayrıldınız, pazartesi sabahı nasıl döneceksiniz. Hepsini görelim, ondan sonra da ne olacak diye yazarız.

31 Mayıs'ı, 1 Haziran'ı, ömrüm boyunca unutmam. Bu güzellikleri de unutmayacağım, bu zalimliği de. Unutturmaya çalışanları da unutmayacağız.


Cumartesi, Haziran 1

Gelin




Şu an ofisteyim. Çalışmam lazım. İçim içimi yiyor bir taraftan da. Sokakta olmalıydım. Mesai bitince çıkacağım yine. Ama o zamana kadar belki buradan 1-2 cümle yazmanın bile faydası olur. Şu an tanıdığım herkes bu boyutta çünkü. "Biz de bir şey yapalım" diye çıldırıyorlar.

Çoğu kişinin büyük korkuları var. Mesela benim sağlıkla ilgili problemim var. Biber gazından çok korkuyorum. Allah biliyor ya,  çok korkuyorum, hele aklıma babam geldikçe korkum 2'ye 3'e katlanıyor, ama "Marş söylemeden ölmek bize yakışmaz" diyerek geri adım atmıyorum. 

Başka bir arkadaşım; devlet memuru. Ceza almaktan korkuyor. Bir gözaltına bakar. Bütün geleceği, emeği, alın teri kaybolur. O da çok korkuyor ama geri adım yok. 

Berbat bir hayatım var ve bu hayatım doğrultusunda büyük bir ihtimalle evlenmem mümkün olmayacak. Haliyle çocuğumun olacağına da ihtimal vermiyorum. Ama bugun, dün ve her zaman, yaptığım her şeyi belki de hiç doğmayacak çocuğumu düşünerek yaptım.

Olayın boyutu değişti. Bu artık 1 Mayıs tarzı bir büyük eylem değil, geniş çaplı bir isyan oldu. Halk sokakta. Korkuyor olabilirsiniz, bundan dolayı kimseyi ayıplayacak durumda değilim ben de sizden daha çok korkuyorum. Ama savaşların, isyanların geri hizmeti de vardır. Hepinizin en önde saf tutmanıza gerek yok, herkes bu tuğlanın üzerine taş koyabilir. 

Kısacası; gelin. 2 gündür dışarıdayım ve diyeceğim tek şey bu. Bugün gece 2'ye kadar çalışıyorum, gece 2'ye kadar bir şeylere yazarım. O geçmeyen zamanı öyle geçiririm. Yapacak çok şey var. Şu an Gezi Parkı açılmış olabilir. 2-3 gün sonra ortalık sütliman olabilir. Ama şu günleri unutmamak, unutturmamak da en büyük görevdir.