Pazar, Ağustos 31

The Imposter


İlginç hikaye, ilginç tarz.

Film seçerken "Çok fazla kafayı zorlamasın, basit bir şey olsun" dedik, karşımıza bu çıktı. Beğenmeyeni, ya da boşlukları nedeniyle "Bu da bir şey mi canım" diyeni çıkacaktır ama yaşanmış bir hikaye olması da durumu daha ilgi çekici hale getiriyor.

Konusunu veya karakterleri internetten araştırmanız mümkün ama o zaman filmin son yarım saatinde yaşayacağınız şaşkınlıktan feragat etmeniz gerekiyor. Önce filmi izlemek, hatta filmin ilk yarısına sabır göstermek tavsiye edilir.

Ne hayatlar var, ne hikayeler... Dünya çok garip bir yer...

Cumartesi, Ağustos 30

Emekli Forma



Yeni sezonda umarız, Yeni Türkiye'ye yakışan bir şekilde futbola siyaset karışmaz.. Tribünler ve kulüpler siyaset arenası olmasın. Eski Başbakanımız da kesin talimatı vardı bu konuda, futbol ailesinin başı TFF Başkanı da gerekli hassasiyetleri gösterecektir.

Cuma, Ağustos 29

Duble Monolog



Emmy almaması skandal...

Perşembe, Ağustos 28

Vizyon


Herkese iyi kuralar...

Salı, Ağustos 26

Out for Justice


Steven Seagel'ın ilk filmlerinden biriymiş. Televizyonda görsem kanal değiştiririm, oturup izledim. Bazen böyle filmler izlemek gerekiyor. Dinlendiriyor. Ruhumuz o kadar bozulmuş ki, arka mahallelerde geçen bir polisiye filmi izlerken dinleniyoruz, kafa boşalıyor...

Pazartesi, Ağustos 25

Tepkisiz Başbakan





Foto galeri burada

Video burada

Pirlo'nun tripler baya komik Projeye çok anlam veremesem de Pirlo'dan böyle bir şey beklemezdim.Topa dokunmadan asist yapan adam, hareket etmeden güldürüyor. Tam Wes Anderson filmlerindeki yetenekli, özgüven eksikliği olan, umutlu ama mutsuz karakterler gibi..

Ulan ne analiz çıktı bundan da... Gerek yoktu...

Pazar, Ağustos 24

Beşiktaş'ı Tutmak




Yaş büyüdü, olgunlaştık, içimdeki nefret tohumları kayboldu. Ekmek kavgasına giren adam artık maç kavgasına girmiyor herhalde. Fanatizmin dozu düştü, hevesim kaçtı, heyecanım kayboldu. Ve büyün bunların sonunda soldan ceza sahasına giren Olcay'ın vuruşunda top auta çıkına "At be oğlum onu" diye haykırdım. "Lefterlerle Metinlerle büyüdük biz" diyen 70 yaşındaki adamlara döndüm. Tamam onların 3-1'lik Macaristan galibiyeti biz de her önümüze gelene Leeds maçlarını anlatıyoruz ama bu kadar benzeyeceğim de hiç aklıma gelmezdi.

Olayı "ekmek kavgası ve olgunlaşma"ya atıyorum ama belki de Ali Sami Yen'ın yıkılması, passolig ve 17 Haziran duruşu bunun zemini hazırlamıştır. Hala düşünüyorum, Demba Ba'nın devre sonunda kaçırdığı gole üzülmeme tam olarak ne neden oldu?? Nedenini bulunca yazarım. Ya da zaten artık yazmam. Çok da önemli değilmiş. Direkten dönen topu Ersan uzaklaştırınca "Oh" çekmek gibi.. Bulunca rahatlarım, sonra da üzerine konuşmam.

Bir de Beşiktaş'a pas atmak lazım tabi. Bu duyguların oluşmasında sahadaki oyuncuların da payı var. Olcay'ı ne kadar sevdiğimi herkes biliyor. Veli, Pekto, Demba Ba, Tolga Zengin... Sempatik oyuncular var sahada. Onlar kazansın istiyorum. Sanırım takım değil adam tutuyorum artık. İyi oynayan kazansın, bir de elin İngiliz'i kazanacağına "bizim çocuklar" kazansın.

Evet tam 65 yaş...

Koca Çınar





Turgan Ece'yi hiç tanımadım. Hiç görmedim. 1930 yılında doğmuş. Bizden çok farklı dönemlerin adamı... Ama onu Galatasaray ile bağdaştırmıştım. Bu normal. Fakat popüler kulütürle bezenmiş biri olarak göz önünde olmayan birini bu kadar el üstünde tutabiliyor olmam ilginçti.

Sanırım kulüp içinde en çok değer verdiğim, hatta belki de en çok hayran olduğum isimlerden biriydi.

Dönem dönem ortaya çıkan röportajları, eski gazete küpürleri ve bir iki demeci dışında ise onun hakkında çok fazla bilgim yoktu. Fakata bütün o kısıtlı kaynaklara rağmen, onun Galatasaray ile özdeşleşebilen nadir insanlardan biri olduğunu hissediyordum.

Bu bir başsağlığı veya "Seni unutmayacağız" yazısı değil. Dediğim gibi, daha önce hiç görmediğim, hayatıma hiç dahil olmamış birinden bahsediyoruz. Ölüm de Allah'ın emri... 84 senelik ömrün sonu geliyor.

Ama ölüm haberini duyunca hem şaşırdım hem üzüldüm. Farkında değilmişim, haberi duyunca dank etti. Ben onunla tanışıp, Galatasaray'ı konuşmak istemişim hep. Mektepten çok arkadaşım var, basından çok ağabeyim var, illa bir gün denk geliriz diye düşündüm herhalde. O anlatsın biz dinleyelim.. Güzel olurdu, olmadı...

Galatasaray'ın güzel zamanlarının, zor zamanlarının adamı... Toprağı bol olsun..


 "Galatasaray koca bir çınardır. Tüm dünyaya yayılan dalları ile koca bir çınardır."

Cuma, Ağustos 22

The Hurricane



Bir pazartesi günüydü... 18 yaşındaydım. Başım çok ağrıyordu. Haftanın ilk günü olması sebebiyle olsa gerek zor bir gün geçmişti benim için. Yemek yedikten hemen sonra yattım. Hikaye böyle başladı.

O zamanlar hayatım bir ritüeller bütünüydü. Bütün o ritüeller tek tek gerçekleştikten sonra, günün sonunda, yatağın yanına radyoyu koyar, uyuyana kadar açık bırakırdım.

O gün de öyle oldu. O kadar yorgun ve güçsüzdüm ki, kısa sürede uyuyacağıma emindim. 3 şarkı dinleyip radyoyu kapatmayı düşünüyordum.

 İlk iki şarkı neydi, hatırlamıyorum. Üçüncü şarkı çıktı. Bob Dylan olduğunu onun kendine özgü sesinden hemen anladım. Ama şarkıyı ilk defa dinliyordum. Zaten Dylan külliyatına da çok hakim değildim o zamanlar.

Bir yandan sızma aşamasına doğru adım adım gidiyorum, bir yandan şarkıya kulak kabartıyorum. İlginç de bir şarkı, her mısrada dikkatimi biraz daha çekti. "Champion of the world" falan diyor. Garip bir hikaye var. O zamanlar İngilizcem çok iyi değildi, gerçi şimdi de çok iyi değil, şarkıda anlatılan hikayeyi tam kavramam mümkün değildi. 

Bu arada şarkı da bitmiyor. Bitse kapatacağım ve uyuyacağım. Devam ediyor sürekli. Fakat her bitme beklentisini boşa çıkardığında benim uykum biraz daha kaçıyor ve heyecanlanıyorum. Sürekli bir "ayağa kaldırma" gücü veriyor.  Aynı zamanda gözüm kapalı olduğu için kendimce bir senaryo üretiyordum şarkıyla alakalı.

Müthiş hazlarla dolu bir sekiz dakika sonra başımın ağrısı geçmişti. Uykum hala vardı ama yorgunluğum alınmıştı.

Ertesi akşam eve gelince direkt şarkıyı öğrenmeye çalıştım. O zamanlar internetim de yok, bilenlere sordum. En sonunda öğrendim; Hurricane. Hikayesini de öğrendim. Ve dediler ki, "Onun filmi de var"

Çok ilgimi çekti. İzlemem lazımdı, öyle düşünmüştüm, çok heveslenmiştim. Şarkı bu kadar güzel, hikaye ilgi çekici, film güzele benziyor. İzlenmeli... 

Ama bir türlü fırsat olmadı. Nasıl bir fırsat yaratma yeteneği ise nerdeyse 11 yıl sonra denk geldi. 11 yıl. Üniversite 1'de şarkıyı dinledim, heyecanlandım, filme heveslendim, mezun oldum, askere gittim, işe girdim ve filmi izledim.

Film de çok iyiymiş. Sağlam bir yapım. İzlenir, hiç sıkmaz vs... Ama be aga, sen bu 11 senede ne yaptın ya???

Hayatın; unutamadığın sıradan, olaysız pazartesi akşamlarıyla dolu ve 11 seneyi "Fırsat bulunca yaparız"la geçirdin. 

Kaybettiğin zamanı kimse geri vermeyecek.


Pazar, Ağustos 17

Sekiz Saniye




Topu kazandıktan sonra  sekiz saniye içinde golü atamazsanız, topu rakibe verseniz de olur çünkü gol atma şansınız çok azalmıştır.

Ralf Rangnick

En iyi oyuncu karşı prestir.

Jurgen Klopp


Futbol negatif yönde değişti diyenler çok fazla, haklılık payları var. Yetenekler, incelikler azaldı. Fakat elde ettiği hızı izlemek de ayrıca zevkli. O hıza karşı koyan savunmayı görmek de güzel. Her zaman böyle goller olmuyor tabi, Ronaldo, Di Maria, Bale gibi adamlara ihtiyacın var ama olsun.

Cumartesi, Ağustos 16

Kumarbaz



Kumar hakkında bazı görüşlerim vardı. Çok da radikal bir düşünce değildi, benim gibi düşünen çok vardır bu kitabı okuyunca görüşümün temeli biraz daha güçlendi.

Siz fikrimi - en azından şu an - anlatmayacağım. Ama Dostoyevski'nin keşke rulet gibi bireysel şansa bağlı bir oyun yerine poker veya diğer kağıt oyunlarını koymasını tercih ederdim.

25 gün içinde bitirilmesi gereken bir kitapta rulet gibi basit ve hızlı bir oyunun yer bulması da oldukça doğal.

Kuka'yı İsteriz






Tribün Dergi'nin en iyi yazarlarından biri olan Refet, Süleyman Seba'nın vefatının ardından yine muhteşem yazmış. Bu vesileyle biz de Seba'yı ihmal etmemiş oluruz. Ona ve onun temsil ettiği değerlere veda olsun, ama yazıda da hissteireceği gibi, biz o vedayı çoktan yapmışız bile...


Sezon açılışları vardı eskiden , boyunda çelenklerle çıkılan , kurbanlar kesilen , pek popüler olmayan sanatçıların playback yaptıkları , bütün şubelerin resmi geçit yaptığı , yeni formaların görücüye çıktığı , konuşmaların yapıldığı , yeni yabancı transfere ritüellerin öğretildiği , yeni transferlerle ilgili yorumların yapıldığı (oğlum hayvan gibi adam baldırlara bak , çok kırmızı görür bu tam psikopat) mini krizlerin çıktığı açılışlar.

Ki bu sanatçılar hep gönülden takımını tutan sanatçılardan seçilirdi. Evet pek ünlü değillerdi belki , star değillerdi ama gönüllerin şampiyonuydular.

Yine bir kan değişiklikleri olmuş , bi transferler yapılmış . Fotomaç "Çek Forvet Beşiktaş yolunda " diye gaz verip Sellami ile uyanır olmuşuz. O gün stada girer girmez tuhaf bir elektrik vardı. Pavel Kuka kimdi sahi? Euro 96'da sevip saymıştık galiba. Almanya Ligi'ni bu kadar takip etmiyorduk sanki.

Kurban kanlarının alınlara sürülüp , Süleyman Seba'nın konuşmasına kadar hep aynı şey bağırıldı "Kuka'yı isteriz büyük başkan" "Kuka'yı isteriz büyük başkan"

Başkan hiç istifini bozmamıştı , teşekkürlerini etti , başarılar diledi..

Böyle bir açılıştı. Açılış başlamış, Zeynep, Aykut Hakan Ayşe , Ufuk Yıldırım ve Mustafa Keser..

Susmuyordu ses , Hatta Keser, saha ortasına bağdaş kurup "Kur bakalım çilingir soframızı , dinsin artık şu kalp ağrısı" derken bile dinmiyordu ..Kuka'yı isteriz büyük başkan..

Şenlik dağıldı ve evin yolu tutuldu. O zamanlar tabi metrobüs ve metrolar yok. Şu an Başbakanlık Ofisi'nin olduğu yerden 123'ler kalkardı. Beşiktaş-Kartal arabaları. Ne güzel lokasyonmuş , ne güzel bir hat ismiymiş. Otobüsün içi tamamen siyah-beyaz. Basamaklara oturduk ve bizim stadyum tadında muhabbetlere başlandı. Tabi biz dinleyiciyiz.

"Ona teşekkür etti , buna teşekkür etti , takımdan gram bahsetmedi" diye serzenişler. "Cenk Koray bizim dükkana geliyor Suadiye'ye ,ona sordum Kuka'yı alacağım demiş"

Galiba o gün başlamıştı ayaklarım geri geri gitmeye. Sonra hep ters gitti işler.

Kabuk değişti , bizi bu renklere bağlanmamızı sağlayan kişiler gitti , Cenk Koray'ın oğlu intihar etti , kendi gitti , benzetmelerine hayran olduğum Vedat Okyar , soyismin önemini kavratan Bay Kanat , Başbakanlık Ofisi'nin oradaki sosis satan büfe yıkıldı , 123 yerine Marmaray..Hayat değişti..Biz değiştik.

O zamanlar her şampiyonluktan sonra , bir gece olurdu . Assolistler çıkardı ve hepsi aynı şarkıyı söyler ve mikrofonu Seba'ya tutarlardı , "Unutulmuş birer birer " diye başlar "eski dostlar , eski dostlar" diye Seba'ya ve masadakilere söyletirdi.

Pek anlamazdım o zaman , "Bir insan niye severdi bu şarkıyı"

Sonra yıllar geçti , Beşiktaş'ta okul kazandım , Seba'nın lisesi hem de , aynı okuldan mezunduk . Saçma nedenlerle küstüm okuluma , eski dostları arayıp sormaz oldum uzaklaştım . Böyle ölümler olunca insanın anıları da ölüyor sanki . Bir sayfa kapanıyor , yeni bir fasıl başlıyor sanki.

"Al getir ilk sevgiliyi Beşiktaş'tan , Beşiktaş'tan, yaşamak istiyorum gençliğimi yeni baştan"

"Kuka'yı isteriz büyük Başkan"

Kukalı saklambaçları isteriz..Çocukluğumuzu, siyahın daha siyah , beyazın daha beyaz olduğu yılları..





Cuma, Ağustos 15

Bedel Ödemek




Sanırım yakın zamanda bedelli askerlik çıkacak. Bütün gelişmeler ve devlet kademesindekilerin söylemleri bunu gösteriyor. 6 sene önce teskereyi aldığım için çok umrumda değil. Zaten işin açıkçası, benim dönemimde bu dedikodular çıksaydı yine heveslenemezdim. Ben üstüne para versinler diye 12 ay yedek subay olmayı tercih etmiştim (olmadı), üstüne bir de para vermek benim yapabileceğim bir şey değildi.

Milliyetçi değilim. Vatanseverlikle ilgili düşüncem genel kalıplardan daha farklı. Vatansever olmayı askerlik yapmaya bağlayan birisi değilim. Askerlik herkesin namus borcu değil. Kızım olsa yapmayana veririm. Fakat yine de bizim çevremizdekilerin sandığı kadar da korkulacak bir yer yok ortada. Sivil hayattan daha zor değil. 

İnkar etmemem lazım, üniversiteden mezun olduktan hemen sonra gittiğim için orada bazı zorluklar yaşadım. Avare geçen yılların ardından sudan çıkmış balık gibi olmuştum. Fakat özellikle büyükşehirde yaşayan, bir müddet iş hayatına girerek yaşamını sürdürmüş olan birinin çok da zorlanacağı br durum yok. Bu düşünceleri savunurken, tabi hayatın pamuk ipliğine bağlı olduğu çatışma bölgelerini es geçiyorum. Oralarda askerlik yapmadım. Nasıl olduğunu da tahmin ediyorum. 

Fakat yüzde olarak o bölgeye düşmeniz yüzde 5 ihtimal. Bu yazının hedef kitlesi, normal şartlar altında askerlik yapmamak için cebinden para çıkarmayı, hatta bankadan kredi çekmeyi göze alan yakın çevrem.

Bir kere kredi alacağınız banka, TSK'dan daha insaflı değil. Öyle gittiğiniz her kışlada albaylar falan gezmiyor, bölük komutanı da en fazla 20 şınav çektiriyor veya çarşı kitliyor. Banka ise en ufak gecikmede donuna kadar almak için bekliyor. 

Bu arada yeri gelmişken belirtmek gerek; gerçekten kenarda iyi parası olan, işinde iyi kazanan, 20.000 lirayı iki-üç ayda harcayabilen insanlara bir lafım, önerim yok. Servet avcısı ve zengin düşmanı değilim. "Yine zenginlere yaradı" da demiyorum. Kendi hayat standartlarına göre bu parayı çok rahat veriyorlarsa, "Nasıl verirsin" demek komik. Ama hayatı boyunca 20.000 lirayı bir arada görmemiş, ayda 1500 liradan fazla maaş kazanamamış, oturduğu mekanda ikinci birayı söylemeden önce çaktırmadan cüzdanına bakan arkadaşlar çok iyi düşünsün...

Genellemennin normal şartlar altında olduğunu tekrar belirterek, yazmaya devam...

Evet askerde ızdırap astsubaylar var. Yerlerde süründürüyorlar. Genel kültür yoksunu üstlerin olacak. Aynı ranzada yattığın herif geceleri horlayacaksa sıkıntı yok alışıyorsun, asıl mesele cayır cayır osurmasında... Gece kalkıp nöbete gidiyorsun. Televizyonda CNBC-E dizileri yok, Kral TV'den bile müzik dinlemiyorlar, Çay Tv falan açıyorlar. Kantinde Arka Sokaklar kaçmaz. Her sabah traş oluyorsun, alaturka tuvalete sıçıyorsun, yemeğin standart veya standart üstü olma ihtimali yüzde 30, haftada bir sıcak su bulursan iyi bir yerdesin demektir. En acısı anneni, babanı, sevgilini özlüyorsun..

Fakat bütün bunlara rağmen, ölmüyorsun..

"Ulan askerde nasıl ölmüyorsun" diyenler çıkacaktır. Doğru, çatışma bölgesi olmasa da, silahın olduğu bir yer. Eğitim kazaları da oluyor, başka şeyler de.. Var bunlar. Ama İstanbul'da yaşayan birinin şehirde normal bir şekilde yaşarken ölme ihtimali askerdekinden çok daha yüksek olabilir.

İşin aslı, ülkedeki kısa dönemlerin yüzde 90'ının yaptığı askerlik sadece standart bir izci kampından ibaret. Bu arada eğer 12 ay askerlik yapacaksanız, kısa dönem yapma imkanınız yoksa değil 20.000, 70.000 bile vermelisiniz. Ne yapın edin bulun o parayı. Onların yaptığı aynı askerlik değil. Devrecilik ve sıracılık (bence ikisi de aynı) Türk ordusunun en büyük yarasıdır. O çarka dahil olmak istemeyen herkesi destekliyorum.

Fakat ben yine de askerliği ömrünüzde geçireceğiniz en faydalı dönemden biri olarak görüyorum. 22 yaşımda gitmeme rağmen, çok geç kaldığımı fark ettim. Döndükten sonra keşke üniversiteye başlamadan önce gitseydim demişimdir. En azından ayakları yere sağlam basan, sahip olduğu imkanlarının değerini anlayan ve her çeşit insanla anlaşabilen biri olarak geçirirdim üniversite dönemini.

Askerde zaman duruyor.  O dönem okuduğum kitap sayısına hayatımın hiçbir 6 ayında ulaşamadım. Düzenli yaşıyorsun. Şartlar kötü gözüküyor ama bedenin bir dengeye ulaşıyor, kas gücü olarak olmasa da bağışıklığın güçleniyor. Zihnin dinleniyor ki bunu o dönemde anlamam mümkün değildi. Bölükteki 30 yaş civarı abilerimizin "Burada kafayı dinliyorum" dediklerinde ne demek istediklerini anlamamış, "Bunlar kafayı yemiş" diye düşünmüştüm.

Askerden döndüğümden beri çalışıyorum. Para kazanıyorum. Değil 5 ayda, yılda 20.000 TL kazanmak bile oldukça zor benim için. Aslında diyorum ki, devlete 20.000 lira vereceğinize o parayı bana berin 5 ay askere gideyim. Hem siz askerlik yapmamış olursunuz, hem devlet asker ihtiyacını karşılamış olur, hem de ben para kafayı resetleyerek para kazanmış olurum.

Tabi böyle bir durum tamamen gerçek dışı.

Kendi çevremden yola çıkarak; Yaşadığımız yer ve hayat, ülke gerçeklerinin çok uzağında. Sadece şehrin diğer mahalleleriyle temas edince bile bunu farkediyoruz. Anadolu'da çok farklı, çok başka insanlar, hayatlar, tarzlar var. "Bana ne onlardan, benim sorunum değil" diyenler muhakkak çıkacaktır. Zaten ben de "Bu sayede onları görmüş olursunuz" demiyorum. Fakat sizden farklı olan insanlarla iletişim kurmak, sizi de zenginleştirecektir. Hayatın en anında, her yerinde bu böyle... Yani aslında hayata karşı bencilce yaklaşan bir tavra sahip birini bile geliştirecek bir ders var ortada. 

Onlar için değil senin için faydalı olan bir etkileşimden bahsediyoruz. Güç bel

Can Mutlu'nun dediği gibi,

"İstanbul'dan dışarı çıktığınız yok bari askere gidin. Kitaplardan öğrendiklerinizi satmaktan biraz vazgeçersiniz, iyi pratiktir askerlik."

Güç bela denkleştireceğiniz 20.000 TL ile bu pratikten mahrum kalmayın derim. Emin olun, "Ben yaptım siz de yapın" kıskançlığı da içermiyor. Bu hayatta genelde bir şeyleri kazanmak, elde edebilmek için bedel ödemek gerekiyor. Bu bedelin de illa maddi bir şey olması gerekmiyor. Hayatınızdan 5 ayı gözden çıkarıp, bedel olarak 5 ayı verip, çok önemli kazanımlar elde edebilirsiniz, paranız da cebinizde kalır... 

Tercih sizin... Bu da bir tavsiye değil zaten. 


Perşembe, Ağustos 14

Filler ve Çimen



İlk izlediğimde herhalde sene 2004 falandı ve çok sevmemiştim. Daha doğrusu hayal kırıklığına uğramıştım. Tabutta Rövaşeta gibi durağan bir film beklerken (durağan da denemez "duran" ve durmaya saygı duyan) karman çorman olduğunu hissettiğim, hızlı akan bir film izlemiştim. Yine de ilginç bir filmdi, ben de 18-19 yaşındaydım. AKP'nin iktidarının ilk yılı belki yeni bitmişti...

Şimdi tekrar izleyince insan bir vay be diyor. Filmin anafikri aslında hala aynı. Ülkede hala filler çimenleri eziyor. Bu kişilerden ve kurumlardan bağımsız bir durum, hiçbir şekilde değişmeyecek. Buna inancım tam.

Fakat sadece yüzeysel olarak filme bakan ve o günleri yaşayan biri, bugüne bakıp "Şükürler olsun" diyebilir. Patlayan mayınlar, intihar saldırıları, Susurluk, ajanlar, kasvetli hava... Ben AKP yerinde olsam, ayda bir defa ulusal kanallardan birinde bunu yayınlardım. Gerçi halkın geneli bu film karşısına çıkınca sıkılacak ve tamamanı izlemeden kanal değiştirecektir.

Zaten işte tam bu noktada karşımıza Kurtlar Vadisi çıkıyor. Kurtlar Vadisi'nin son yıllarda para kazanma ihtirasıyla hazırlanan zorlama senaryolarını bir kenara bırakın. Osman Sınav zamanı ve ondan sonra kısa bir süre daha; çok ilginç bir projeydi. Tam AKP dizisiydi aslında. İzleyen kitle de düşünülünce güzel bir propoganda aracı yaratıldı. Derviş Zaim'in "devrim" göndermeleri ve anlaşılması zor metaforlarının yerine milliyetçilik damarından beslenen kolay anlaşılır ve her hafta evine konuk olan bir dizi.

Şimdi bu noktada AKP övgüsü yaptığımı düşünen olabilir, belki de yapmışımdır, otururuz tartışırız, karşı tarafı anlarım, o beni anlar, yeni fikir, yeni düşünce, yeni bir bakış açısı çıkar vs.. Ama bu ülkede anlamadığım tek kitle, sabah akşam 90'lara övgü yapanlar olacak.

Tamam bugünleri de çok iyi anmak zorunda değiliz ama 90'ların Türkiye'sini iki tane Mustafa Sandal şarkısıyla temellendirip ne güzel yıllardı diye sunan ya fildişi kulelerde yaşamıştır ya da cahilin önde gidenidir. 

90'ların ortasında kalabalık yerlerde gezmeye çekinip, 2001 krizinde işini kaybeden adamlar, toplanıp bu kitleyi dövmeli..

Şiddet çağrısı yaptım, işte tam günümüz siyasetinden etkilenmiş genç!

Öte yandan Ali Sürmeli; sen çok büyük oyuncusun...

Salı, Ağustos 12

İdol



"İki tane idolüm var; çocukken Pele’ydi. Artık Maradona." 

Onur Ünlü

Pazartesi, Ağustos 11

Rezaletin Reklamı



Passolig'in ne kadar rahatsız edici bir şey olduğu bu yapılan reklamla ortaya çıkıyor.

Bir grubu dışlamak için yapıldığı, reklamın alt metninin ve vurgularından bile belli.

"Bitti o günler"
"Her gün çaya kahveye veriyorsun o parayı" 
''Senin gibiler yüzünden ceza yiyip maça giremiyoruz"
"TC kimlik numaramı her yere veriyorum"

Defalarca yazılık çizildi. Tavır koyup almayan herkese bir kez daha teşekkürler. Alanların canı sağolsun, bu yolu, bundan sonra görecekleri tavrı kendileri seçti... 

İnşallah bu sistem en yakın zamanda gözlerimizin önünde iflas eder...

Sen Oy Verme Koy Ver




Yerel seçimlerden sonra bir yazı yazmıştım, blog tarihinin en çok okunan yazısı oldu. Oysa ben bu blogu bunun için açmamıştım. Ne güzel maçlara gidip anlamsız hayatlarımıza heyecan katarak yaşamaya devam ediyorduk. Yılların apolitik kuşağının bir sene içinde bu kadar politize olması beni de bozdu...

Her seçim akşamında olduğu gibi dün akşam da saçma sapan yorumlar okuyunca dayanamadım, iki cümle de ben yazayım. Bunları Facebook'ta yazsam linç edilirim, o nedenle buraya yazıyorum, en azından içim rahatlasın. Bu üstten bakan kitleyle nasıl kaynaşmışım, ya da bu insanlar nasıl kendinden olmayana bu kadar uzak kalmış hayret...

Günün bir numaralı konusu oy kullanmayan insanlardı. Allah hepsinden razı olsun, onlar bu kadar fazla olmasaydı şu an bütün tepkiler  3 milyon 800 bin civarı seçmende olacaktı. Neyse ki yırttık... Vicdanını oy atarak rahatlatmaya çalışan kitlenin, oy atmayanlara duyduğu amansız öfke aslında şundan kaynaklanıyor; "Neden gelip benim istediğimi yapmadınız"

Oy vermiş biri olarak bunları çok rahat yazabiliyorum, böylece bu sefer o kitle tarafından  eleştirilme sırası bana gelmeyecek. Oy kullandım, çünkü gerçekten güvenerek, isteyerek sandığa gitmeme neden olan bir aday vardı. Fakat gitmeyenleri de anlayabiliyorum. Gitmeyenlere öfke kusanların anlayamadığı ise aslında kendilerinin çoğulcu anlayışa hizmet ettikleri. 

Erdoğan'ın ezber haline getirdiği çoğulcu anlayışı ve bir sürü motto oluşturmasına neden olan "sandık" kavramı, onun en güvendiği araçlardan biri. "Siyaset yapacaksan sandığa gel" "Sandık bizi seçti" gibi söylemler onun politikalarını meşru kılmaya yarıyor. Daha doğrusu o savunma yolunu oluşturmasına neden oluyor. Kazandığı her seçim onun at koşturmasına yetiyor. Herhangi bir muhalefet , herhangi bir haykırış "O zaman sandığa gel" diyerek kesiliyor. Eğer karşı taraf bu düello çağrısına kulak verirse (ki her seferinde bu tuzağa düşüyor) hem yeniliyor hem de yenildiği için sesini çıkarma hakkını kaybettiğini sanıyor, bir sonraki seçime kadar umutsuzca oturmaya devam ediyor.

Yani aslında; "oy vermeyin" demiyorum, ama oy vermemenin bir tercih olduğunu, bunun da bir politika olduğunu, bunun da bir meydan okuma anlamına geldiğini düşünüyorum ve saygı duyuyorum. Eğer umutlarımızı yeşerten bir adayımız olmasaydı ben de oy vermeye gitmezdim. Sadece üç aday arasında sıkışan insanlara tercih yapma zorunluluğu diktatörlülüğün bir tık altı... Oy kullanmamayı tercih edenler, boykot edenler şunu işaret etmiş olabilir mesela

1) Ey çatı... Beni MHP - CHP ittifakına sürükleme, kendin ol. Erdoğan'a karşı olmak için her seçimde Erdoğan'a biraz daha benzeyen (Sarıgül-Yavaş-İhsanoğlu) bir aday çıkarma. AKP hayat tarzından rahatsız olup, bana o hayat tarzından adaylar sunma, kendini sağa değil sola çevir (son cümle CHP için)

2) Ey Erdoğan... 12 senedir sana bu ülke destek verdi ama raydan çıkıyorsun. Eskiden bir kesim için "umut"tun artık kibirinden yanına yaklaşılmıyor. Cumhurbaşkanı olabilirsin ama eski destek yok artık bilesin...

3) Ey Demirtaş... Güzel konuşuyorsun, hoş konuşuyorsun ama hala beni ikna edemiyorsun. Bazı tabularını yık, ben sana gelirim ama şimdi zamanı değil...

Adamlar, bir oy vermeyerek üç mesaj birden yolluyor. Sen bir oy atarak arada kayboluyorsun haberin yok.

İşin ilginç kısmı da bu... Oy verme çağrısı yapanların, herhangi bir kuram ve ilkeden beslenmeden sadece önlerine sunulan bir adayı desteklemleri oldukça talihsiz bir tesdüf. Yani Ekmeleddin Bey yerine abartı bir örnek olsa da Abdullah Gül ve Haşim Kılıç aday gösterilseydi ona da destek olacaklardı. "Benim bedenim benim kararım" paylaşımıyla "oy ver" iletisi arasında 3 aylık süre olan kızların "Verilen canı insanın alma hakkı var mıdır" diyen İhsanoğlu'na oy atmış olması çok tartışılacak bir konu değil, kendi kararları, ama aynı kızların, insanlara neden oy vermediniz diye yüklenmiş olması üzüntücü verici.

Gelelim bu oy vermeyen kitlenin analizine... Yaklaşık 15 milyon gibi ciddi, üzerinde düşünülmesi gereken bir rakam var. Sosyal medyanın cengaver gençleri bu kitleyi affedersiniz keyif pezevengi olarak değerlendiriyor. Zannediyorlar ki hepsi tatildeler ve o yüzden oy vermediler. Velev ki tatildeler, o zaman gerçekten Erdoğan ve AKP muhteşem bir ekonomik kalkınmaya imza atmış olsa gerek ki, 15 milyon kişi (bunlara 18 yaş altı da eklenir) tatile çıkmış. Nerdeyse ülkenin üçte biri. Üstelik tatilini yarıda kesip gelen demokrasi savaşçılarını da eklersek ülkenin neredeyse yarısı aynı anda tatile çıkabilecek bir refaha kavuşmuş durumda. Muhteşem bir ülkede yaşıyoruz!

Öyle olmadığını biliyoruz. Öyle olmadığını bilmek için sokağa çıkmak yeterli. Facebook'ta zaman geçirince, her yerden tatil fotoğrafları görünce algılarınız değişiyor, normaldir...

Plaza ve gökdelenlerle dolanmış büyükşehirlere sıkışmış bu genç kuşağın, mesela mevsimlik işçilerden haberi yoktur. İstanbul'da inşaatlarda, Anadolu'da tarlalarda, tatil yörelerinde otellerde çalışan hatırı sayılır bir emekçi kitle var. Sayıları çok fazla. Siz görmüyorsunuz ama buradalar, bizimle beraber yaşıyorlar. Onlar büyük ihtimalle otobüs biletinden daha az olan günlük kazançlarını bırakıp memlekete dönmeyi tercih etmemişlerdir. Ama sizin kadar idealist davransalardı büyük ihtimalle ya Kürtlük damarıyla ya da muhafazakar eğilimleriyle sizin istediğiniz adaya da oy vermeyecekti. Yani oy vermeyenlerin atabileceği oylar sizin istediğiniz adaya gelmeyecekti.

Daha önce de dediğimiz gibi, belli ve kalabalık bir zümreye sıkışmış partilerin, diğer kesimlere açılım yapmasına ihtiyacı yok. Zaten onlara koşulsuz destek veren ve bunu ulvi bir görevmiş gibi benimseyenler mevcut, her seçimde koşulsuz destek verenler var. Bu da o partilere emeksiz bir şekilde "ana muhalefeet partisi" olma şansını veriyor. Güzel bir kısır döngü. Oylar ne artıyor ne azalıyor. Mustafa Sarıgül de Mansur Yavaş da Ekmel Bey'de benzer oy sayılarına ulaşıyor. Eğer ulaşamazsa bu da onların suçu değil, oyları bölenlerin veya "kıçını kaldırmayanların" suçu oluyor. Herkesin kazandığı güzel bir dünya...

Seçim bittikten sonra sosyal medya paylaşımlarıyla kinini kusup, "Bu ülkede yaşanmaz" demek de rahatlatıcı... Bak belki bu 15 milyonun yarısı senin gazına gelip Uruguay'a gitti, oy kullanmadı. Bu da bir ihtimal...

Bundan sonra ne olur kısmını ise çok fazla düşümeyeceğim. İstediğimiz adaya, hatta onun dediği gibi, savunduğumuz ilkelere oy verdik. Bunun huzuru şimdilik yeter. Her ne kadar bizim gibi düşünenlerin sayısının 4 milyonu bulmadığını görmek bende üzüntüsü yaratsa da sayıyı olumlu değerlendirenler de var. Haziran seçimlerine kadar "Aziz Yıldırım'ın Yanal'ı göndermesi" gibi şok bir gelişme yaşanmazsa kafamız rahat olacak. Bu süreçte de belki de AKP'nin yeni başkanını, yeni başbakanını ve belki de merkez sağda yaşanacak değişimleri görebiliriz.

Belki de "Bölücübaşı Apo" rolünü bu sefer başka biri oynar, neden olmasın...

Pazar, Ağustos 10

Kalbinin Peşinde



Fethiyesporlu taraftarların çabasıyla hazırlanmış bir belgesel. Küme düştükleri sezona denk gelmesi kötü olmuş ama profesyonel liglerdeki 30. yıla da tekabül ediyor. Bence ufak tefek yetersizliklier olsa da önemli bir belgesel. Anadolu takımlarının, o takımların taraftarlarının böyle çalışmalara girmesi gerekiyor. Arşivin yetersiz kaldığı bir ülkede arkaya bir şey bırakmak lazım.


İnceden Deplasa Keyifler havası aldık. Belgeselin yönetmeni bir Fethiyeli değil, Samsunlu, üstelik 22 yaşında çok genç biri. Güzel iş çıkarmış, umarım benzer projelerle devamını getirir Burak Doğan

Cumartesi, Ağustos 9

Sizde Yanlış Olmaz



Fenerbahçe'nin resmi ağızlarının her olayda başka birilerini suçlamasından gına geldi. Soma için yapılan turnuvada tribünler dolmadı. Maçtan önce basın toplantısında Aziz Yıldırım, FB TV'de yorumcular Saffet Akbaş, Kemalettin Şentürk ve Müjdat Yetkiner sürekli basını suçladı. Basın turnuvaya gerektiği kadar yer vermemiş de insanlar bilgisiz kalmış, o nedenle tribünler boş kalmış.

Basınla arasına mesafe koymayı büyüklüğün göstergesi olarak değerlendiren ve kendi medyasını (kanal,resmi site, sosyal medya) oluşturan İstanbul kulüpleri bu tip konularda "Ama basın..." diyerek iyiyce komik duruma düşüyor. Fenerbahçeli taraftarlar takımlarını akıllı telefonlarından takip edebiliyor. Özellikle İstanbul'da yaşayan taraftarların Soma Turnuvası'ndan haberi olmaması mümkün değil. Bu palavrayı geçin.

En ucuz bileti 50 lira yapanların Soma üzerinden maça gelmeyenlere sallama hakkı da yok. Üke gerçeklerini bilmeyenler, ülkenin insanlarını eleştirmek için "ahlak"a başvurmasın.

Cuma gününe TFF maç koysa isyan edecek olanlar, anlamlı bir turnuvayı cuma gününe koyuyor. Başka zaman "cuma günü taraftarımız nasıl maça gelecek" diyenler, bu sefer "taraftarımız basın yüzünden maça gelmedi" diyor. İnanıp inanmamak sizin elinizde. Ama artık gına geldi. Bir kere de hata yaptığınızı kabul edin. Çıkıp "hata yapmışız" demenizi de beklemiyorum, en azından kendi içinizde kabullenin, bundan sonra ona göre tavır alın. Ama mümkün değil galiba...


Salı, Ağustos 5

Stealing Beauty



Bu Bertolucci garip adam.. Ya efsane filmler yapıyor ya da anlamsız, boş ilerleyen filmler. Arası yok. Ama filmin afişinde veya künyesinde Bertolucci yazınca, insan da o filmden birşey çıkarmak için uğraşıyor. "Acaba ben neyi görmedim" telaşına düşüyor.

En azından 19 yaşındaki Liv Tyler'ın ortaya çıkmasını sağlamış. Hikaye de benzer bir konuyu işliyor. 19 yaşındaki Lucy ortaya çıkıyor. Bohem bir grubun içine düşen Lucy'nin annesinin ölümünden sonra yaşadığı içsel yolculuk zımbırtısı benim hiç ilgimi çekmedi ki bu da filmin neredeyse yarısı oluyor. Yaşla alakalı herhalde.... 20'li yaşların başında izleseydim ben de bu gençlik ateşine kapılabilirdim. 20'lerin sonuna gelince Jeremy Irons'un oynadığı Alex karakteri, onun hüznü ve çaresizliği daha bir ilgimi çekti. Genç bir kızın gelişiyle ateşlenen bohem bir ortamda, erken yaşta ölümünü bekleyen adamın içsel yolculuğu. Keşke Bertolucci, Tyler'ın bacaklarından çok oraya yönelseymiş. Zaten popüler kültür bize Tyler'ın bacaklarını çok defa gösterdi.

Aradan nerdeyse 20 sene geçmiş, olan olmuş artık.

Sadece film için değil, biz de yavaş yavaş kullanalım bu cümleyi... Aradan nerdeyse...

O değil de filmdeki sevişme sahnesi çok başarılıydı. Sapıkça bir söylen olarak anlaşılmasın. Arkadan çalan Rhymes of an Hour etkisi herhalde...

Pazartesi, Ağustos 4

Bu Şehirde Yaşamak Mucize




İngiltere'de kansere yakalanan bir kadın kendine bir liste hazırlıyor. Hastalığı yendiği takdirde, hayatının geri kalanında yapacağı, yapmak istediği şeylerin listesi... Kadın, bu illet hastalığı yeniyor ve hemen ardından listedeki hayallerini gerçekleştirmeye başlıyor.  Onlarca şeyden biri de ata binmekmiş. Ama ecelin listesi daha güçlü... Kadın attan düşerek vefat ediyor.

Six Feet Under'da bölüm başında yaşanan hadiseler gibi, tek farkı gerçek olması..

Bu olay İngiltere'de yaşanmış... Ve gerçek anlamda bir kaza. Türkiye'de ise durum çığrından çıkmış durumda. Ben evde oturan halimle katlanamıyorum, korkudan kendimi yiyorum. Her gün yeni bir havadis ile karşılaşıyoruz.

Kabataş'ta vapur bekleyen insanlara otobüs çarpıyor. İlkokul çocuklarının birbirlerine anlattığı komik olmayan basit fıkralar gibi, tek farkı gerçek olması..

Fotomuhabir, tesis kapısına sıkışıp can veriyor... Anlatsan inandırıcılığı yok, Tom ve Jerry bölümü gibi, ama gerçek. Yüzde yüz gerçek. Bu ülkenin, bu şehrin gerçeği...

İstanbul'da bir günde kaç kişi ölüyordur acaba? Hiçbir veriye dayanmayan gözlemimi yapayım, ölenlerin yarısından çoğu bir gece öncesinde hasta değildir. Çoğu sabah evden çıkarken akşam evde yemekte olabileceğini tahmin ediyordu. 

Yaşadığın bir şehirde bu hikayeleri dinlemek o kadar sinir bozucu ki... Bu hikayelerin bizim başımıza gelmemesi tamamen şans ve tesadüf. Bugüne kadar hep doğru zamanda doğru yerde olduğumuz için Allah'a şükrediyorum.  "En azından hayattayız, bu da bir şey be abi..."

Bir insan için dilenecek tek şey "Sağlıklı ve uzun ömür" herhalde. Gerisi çok da mühim değil, işin angaryası. 60'a 70'e gelirsek bir masa kurup o angaryaları hatırlayıp, konuşup, tartışırız. Bende bu var, sende ne var deriz, ama önce herkes bir gelsin o masaya...

Bunu demek kolay da bu şehirde olmuyor. Yarın trafiğe çıkacağız, sokakta yürüyeceğiz, hatta sağlamlığı süpheli evlerimizde oturacağız. Oysa Avrupalı gibi ata da binmiyoruz, adrenalin salgılayan extreme aksiyonlar da yapmıyoruz. Sadece rutin hayatamıza olabilecek en basit şekilde devam ediyoruz ama bu bile tehlikeli. Bu kadar tehlikeyle başetmek kolay değil. 

Bu şehirde akşam sağ salim evine dönebilen büyük iş başarıyor...

Cumartesi, Ağustos 2

Bilemezsin



Yağmur: İnsan değilsiniz siz.
Duble: Sen ne kadar insansın acaba…
Deli: Çok iyi söyledin kardeşim.
Yağmur: Sizden daha çok insanım!
Duble: Onu bilemezsin. Kim daha insan bilemezsin…

Quills





Sadizm gibi sert bir ekolün isim babasının hayatından bir kesiti izlemek hafif korkutucu olabilirdi. Filmin afişi de erotik-gerilim filmlerini andırıyordu. Fakat tam tersi, daha eğlenceli ve renkli bir filmle karşı karşıya kaldık.

İzlenmesi oldukça kolaydı, film içine çekti. Bunda oyuncuların büyük başarısı var. Geoffrey Rush ve Joaquin Phoenix iki farklı kuşağın underrated isimleri olarak kalacak. Michael Caine'i çok sevmezdim ama burada iyiydi. Titanic'ten çıkan Kate Winslet bu filmde 25 yaşında..

Tabi filmin anlatmaya çalıştığı ve Sade gibi bir ismin dünyaya bıraktığı miras çok başka ama bana buradan kalan yazma tutkusu  oldu. O da bir şeydir, çok da aykırı bir düşünce değil, filmden çıkabilecek sonuçlardan biri. 

Bu arada bu kadar başarılı oyunculuğun ardında da, "keşke daha çok sahnesi olsaydı" dediğimiz tek kişi Amelia Warner oldu. Muhteşem bir güzellik. Kariyerinde devamını pek getirmemiş, daha çok müziğe girmiş galiba. Hayırlısı olsun...

Cuma, Ağustos 1

Yalı > Hayyam


Türk tribünlerinin en efsane pankartlarından biridir. Senelerdir hafızalarda, herkesin hatırladığı, kiminin dini sebepler nedeniyle hoş görmediği kiminin unutamadığı pankart...

Bu büyük gider benim tarafımdan her daim saygıyla karşılaşnmıştır. Bloga da çok defa taşımışımdır. "Adamlar ne yazmış be" demişimdir.

Fakat bugün öğrendim ki, aslında bunun aslı Ömer Hayyam'a aitmiş... Orjinali de şu şekil;

Gökleri yarıp darmadağın ettiğin gün,
Pırıl pırıl yıldızları kararttığın gün,
Sen sorguya çekmeden ben soracağım sana:
Ey Tanrı, 

Hangi günahım için beni öldürdün?

Bilenler vardır kesin, bizim cahillimiz, öğrenmiş olduk. Fakat işin aslı, pankart daha sahici duruyor. Üstelik çok büyük fark olmamasına rağmen...

Bunun iki nedeni olabilir, birincisi ilk olarak pankartı görmüş olmam, ona alışkın olduğumdan. İkinci neden; pankarttaki "biz" vurgusu, orjinaldeki "ben"in önüne geçiyor.

İsyanın kollektif olanı lazım... Yalı, Hayyam'ı sollamış.