Pazar, Kasım 30

Carrie



Stephen King'i hiç okumadım ama kaçıncı defa filme dönüşen bir hikayesini izlediğimi hatırlamıyorum.

Hemen hemen çoğunda gerildim, heyecanlandım ve filmin sonuna kadar merak duygusunu yaşadım. Üstelik hepsinde, az veya çok düşündürmeye iten bir felsefe barındığına inanırım.

Fakat sanırım benim için en zayıfı buydu. Carrie; güzel bir hikaye olabilir. Okuyunca -ki sanmıyorum- fikrim değişebilir. Ama Brian De Palma öyle bir hale getirmiş ki, 80'lerin gençlik filmlerine ışık tutmaktan başka bir artısı olmamış (Film 1976). Korku eksinde yola çıkıp komediye dönüşmek bir korku filminin yaşayacağı en büyük sıkıntı. Sanki burada öyle olmuş. Son sahnelerde korkmak, gerilmek bir yana, gülünç hallerle karşılaştım.

Öte yandan King, kendi eserlerinin sinemaya uyarlanmasından hoşlanmaz ve ortaya çıkan filmlerin çoğunu beğenmez. İlginç olan King'in bu filmi beğenmiş olması...

Herhalde bunun da gazına gelinerek 2013'te yeni bir versiyonu çekildi. Aslında bu da başka bir konu. Aradan geçen 40 senede yaşanan bir değişim söz konusu. Mesela toplumdaki güzellik algısı. Veya yaş grupları arasındaki değişim.

İkincisini izlemedim, izleyeceğimi de sanmıyorum. Hollywood'un kısırlaştığını görmek hem üzüyor hem de ince ince bir tebessüm oluşturuyor.

Perşembe, Kasım 27

Diren Diyarbakır



Diyarbakır'da futbol ikiye bölündü. Bir tarafta zamanın Süper Lig görmüş ama şimdi zor zamanlar geçiren, sehrin asıl takımı Diyarbakırspor, diğer yanda ise belediyenin takımı BB Spor.. Belediyenin takımı daha başarılı olmasına rağmen halkın ilk göz ağrısı, başına "Yeni" sıfatını almasına rağmen halen daha çok seviliyor.

Son oynanan Çankırıspor maçında (3.Lig), Diyarbakırspor rakibini 2-0 mağlup etti. 12 maç yaptıkları ligde hala yenilmediler, fakat çok fazla beraberlik yaşadıkları için bir diğer namağlup Eyüpspor'un 9 puan arkasında kaldılar ( Bu arada Eyüp'e de deplasmanda yenilmediler).

İşin matematiği bir kenara, maç sonu ortaya çıkan görüntü yukarıda... Diyarbakırspor tribünleri, zamanında Grup Roj tarafından bestelenen "Diren Diyarbekir" adlı şarkıyı söylüyor. Siyasi kısmına çok fazla dalmadan şunu söylemek lazım, Grup Roj da, söylenen tezahürat da yerel halk için önemli anlamlar ifade ediyor. Belki de Türkiye'nin geri kalanında söylendiği zaman büyük sıkıntılara yol açabilir.

Diyarbakır insanı çok da önemli değil. Fakat futbolcular da bu tezahürata eşlik ediyor. Üstelik baya içten bir şekilde. İlk bakışta, futbolcuların altyapından yetişen, şehrin çocukları olduğu düşünülebilir. Öyle bir sahiplenme var. Ben de ilk başta öyle sanmıştım. Fakat sonra kısa bir Maçkolik araştırması yaptım. Futbolcuların çok büyük kısmı Diyarbakır doğumlu değil. Türkiye'nin dört bir yanından gelmişler. Milliyetçi tavırlarıyla isim yapmış ve zaman zaman Diyarbakır ile sıkıntı yaşayan Trabzon ve Bursa'dan gelen futbolcular bile var. Hatta Çankırıspor maçının ilk 11'inde Diyarbakır doğumlu oyuncu bile yok. Oyuna sonradan giren Mustafa Kuru bu durumu bozmuş. İstanbul'dan, Ankara'dan, Adana'dan, hatta Almanya'dan ve Avusturya'dan gelenler var. 

Daha da ilginci bu futbolcuların çoğu takıma ya bu sene ya da bir önceki sezon dahil olmuş Yani en kıdemlileri bile iki yıllık. Fakat görüntüler her şeyi açıklıyor. İnanılmaz bir sahiplenme, önyargıları yıkma, bütünleşme...

Uzun zamandır Diyarbakır'ın futboluna bakınca 2. Lig'de zirve mücadelesi veren Diyarbakır BB Spor'a göz atıyordum, bu sene Yeni Diyarbakırspor'a daha dikkatli bakacağım. Güzel bir olay var sanki..

Roma'da 48



Sadece Salih Uçan yok...

Salı, Kasım 25

Blood Simple



Yıl 1984. Coen kardeşlerin ilk filmi. Öte yandan David Lynch henüz çok ünlü değil. Lynch ne alaka? Blood Simple, Lynch filmlerinin havasını barındırıyor. Görüntüler, kısa cümleler, sert bakışlar, gerilim.. Ama bir yerden sonra, film ilerleyince fark ortaya çıkıyor. Seyirci yorulmuyor. Senaryo, kurgu, hikaye, her ne denirse izleyeni (beni) bütün zayıflıklarına rağmen çekiyor.

Bu filmin de eksikleri var muhakkak. Sonuçta bir ilk film. Ama felsefeye sadık kalınca, kariyerin devamında kusursuza ulaşmışlar. Barton Fink'in, Fargo'nun ve diğerlerinin ayak sesleri...

Şu postta bile filmle alakası olmayan Lynch'e salladım. Adama kızıyorum. Yeteneğini harcayan yıldız futbolcu gibi geliyor bana.. Topla varyete yapmak yerine ara pasını salsa, biz de gol görsek..

Filme dönersek, Coenler gibi, Frances McDormand'ın da ilk filmi. 27 yaşında. Kadın gençken güzelmiş. Uğruna kan dökülürmüş...

Pazartesi, Kasım 24

Pazar, Kasım 23

Hangi Dizi



Herkes ismimi biliyor ama yüzümü unutmuş.. Ya da ben değiştim, bilmiyorum. Bir gün babamla simit yemeye gittik, kasadaki adam  "Hangi dizide oynuyorsunuz" diye sordu. Bir kere de taksicinin biri, "Sen bir futbolcuya çok benziyorsun" dedi. "Can Arat'a mı" diye sordum. "Allah onun belasını versin" dedi.

Can Arat / 4-4-2 Kasım / Hilal Gülyurt röportajı

Bilica'nın Kurtardığı Penaltı



Ben bunu hem yeni izliyorum, hem de yeni öğreniyorum.

Bilica İtalya'da Venezia forması giydiği yıllarda, Milan maçına çıkar. Maç içinde yaşananlardan sonra kendini kaleye geçmiş olarak bulur. Penaltı noktasının başında ise, dönemin en iyi golcülerinden biri olan Andrei Shevchenko vardır.

Sonuç şaşırtıcı. Bilica penaltıyı kurtarır. 

Seneler sonra Türkiye'de penaltı noktası kazan adamın yaptığına bak. Büyük anı. Belki de futbolculuk kariyerinin zirve noktası...

Cumartesi, Kasım 22

Ace Ventura


İnsan eskiden güldüğü şeylere bir dönemden sonra gülmüyor... Biz değiştik tabi Jim Carrey de değişti... İyi oldu, iyi ki değişti...

Cuma, Kasım 21

Yaşamayı Çok mu Seviyorsun Birader



Çok kötü şeyler yaptım, istemeden. Yalan söylüyorum gibi mi geliyor sana? Bana da. 

Aziz bey anlatmıştı. Hani bir idam mahkumu ölümünden biraz evvel şöyle düşünmüş: Yüksek ve sarp bir kayalıkta, yalnızca iki ayağımın sığabileceği dar bir basamakta, dört bir tarafım uçurumlar, okyanuslar, sonsuz bir gece, sonsuz yalnızlık ve hiç bitmeyecek bir fırtına ile sarılmış durumda olsam ve benim ömrümce hatta bin yıl boyunca ve hatta sonsuza kadar bu bir karış toprakta yaşamam gerekse... 

İşte bu durumum, biraz sonra yarım saat içinde ölecek olmamdan daha iyidir. 

Yaşamayı çok mu seviyorsun birader? Öyleyse bunun cezasına hazır olmalısın. Çünkü yaşamayı çok sevmek suçtur. 

Peki, suç dediğin ne? Birinin gerçekten suçlu olduğunu nasıl anlıyorsun? Suçu gördüğünde suçluya ceza kesme kudretini nereden buluyorsun? O cezayı keserken suçlu olmayı nasıl göze alıyorsun? Vicdanından dolayı mı? Peki, senin vicdanın var mı? 

Benim vardı. Çünkü doğru nedir, yanlış nedir karar vermeye çalışıyordum. Vicdanımı dinliyordum. Ama sonra kafam karıştı. Çünkü yaşadığım doğru hayatı korumak için o yanlışın doğru olduğuna kendini bir kere inandırdın mı artık vicdanın ile ilgili bir sorunun kalmaz. Çünkü dersin ki yaşıyorum işte; bundan iyi ne var. 

Bazen yaşamı başkalarının hayatına kast edecek kadar çok sevdiğini fark edersin. sana hiç oldu mu? Bana oldu. İşte o an, yani bir başkasının atan kalbine gözünü diktiğin an, aslında senin son nefesini verdiğin andır. Sen yaşadığın sürece bunu bilirsin. Yaşadığın her saniye o anı düşünmen, pişman olman, vicdan azabı çekmen gerekir...

Fakat çekemezsin çünkü artık bir vicdanın yoktur.

Perşembe, Kasım 20

The Ice Storm



Cast olarak bir altyapı filmi. 1997 yılında yapılmış; Tobey Maguire (22), Elijah Wood (16), Christina Ricci (17), Katie Holmes (19) oynuyor. Bu açıdan güzel ve keyif verici. Ergenliklerini görüyoruz.

Hikaye de sonuna kadar izlettiriyor. Araya serpiştirilen Nixon skandalı olmasa 1970'lerde geçtiğini anlamayacağız, gayet güncel bir mevzu var ortada. Zaten ABD bu konuyu işlemeyi seviyor. Mesele, niye bu kadar kurcalıyor.

Yozlaşan toplum ve aile üzerine eleştiriler; özellikle 2000'lerde yapılan filmlerle tavan yaptı. Çok başarılı olanları da var. Ama hepsini bir arada değerlendirince, ortak şekilde bir açmaza giriyorlar. Aslında bize göre açmaza giriyorlar, çünkü kendi düşüncülerini etkili bir biçimde sunabiliyorlar. Bu açıdan başarılılar.

Mesele, bu filmlerde, yozlaşmanın tüm sebebini (en azından çoğunu) cinselliğe bağlamaları... Komşusuyla yatan adam, erken yaşta bekaretini kaybeden kız, libidosu yüksek ergen, kocası tarafından tatmin edilemeyen anne.... Veya buna benzeyen karakterler. Sorunların kaynağı cinsellikte. Hatta "ahlaksız cinsellik"te...

Bütün sorun bu mu koca ülkede? Hatta o ülkenin sistemini yaydığı tüm dünyada..

American Beauty de böyleydi ama en azından orada sistem eleştirisi de vardı. Tüketim çılgınlığı da payını alıyordu. Fakat geri kalanlarında bu cesareti göremiyoruz. İşin sonunda, 20.yüzyıla özgü basit bir ahlak tartışması elde kalıyor.

Sanırım 1997'de çekilen bu filmin en cesur kısmı, hikayeyi 1970'lere dayandırıp alttan çok ufak bir  Nixon eleştirisi sunması. Umarım bir göndermedir. Yani bu yozlaşmanın simgelerinden biri bu  tarz adamlardır demek için bu ayrıntıyı kullanmış olabilirler. Umarım öyledir. Yoksa zaten pekala bu filmi 1997'ye göre uyarlayabilirledi.

Filmi izlediğim VCD'de Türkçe ismi "Kirli Yaşamlar" olarak geçiyordu. 9-10 tane ana karakter vardı, hangisinin yaşamı kirli hangisinin temiz emin olamadım. 

Çarşamba, Kasım 19

Ya Aynı Tarafta Değilsek




Volkan olayı başlı başına komik ve herkes bunu konuşuyor.

Sadece belli noktalarda bazı durumları netleştirmek lazım. Çünkü olay "Duygusal milli kahraman Volkan"a dönüşüyor. Oynadığı her derbi maçta ve hemen hemen diğer maçların çoğunda şovunu yapan, hatta yeri gelince kendi takımının tribününe sırt çevirip "Oraya gitmiyoruz" diyebilen erkten yana tavır alan düzen adamının bu sahne gösterisinden de güç kazanarak çıkması üzücü olur.

Olayın en başına dönelim. Yani Volkan'ın küfür yemesine. Bu arada ben Volkan'a edilen toplu küfürü duymadım. Zaten çok kısa bir görüntü var, onda da ıslıklar falan duyuluyor. Bu arada Vatan Gazetesi'nin iddiasına göre de ıslıklar, Kazak bayrağı açan Kazakistan tribünü için yapılmış, Volkan yanlış anlamış.  Neyse çok da önemli değil, sonuçta Volkan'ın küfür yemesi şaşılacak bir durum değil. Farklı olan hassas duyguların sahibi Volkan'ın dayanamayıp stadyumu terkediyor olması...

Soru şu; TT Arena'da oynanacak bir derbi maç öncesinde aynı küfürler (ne edildiyse) hatta daha da fazlası Volkan'a edilse, Volkan aynı duygusal travmayı yaşar mıydı? Büyük ihtimal yaşamazdı. Hatta milli takımın rakibi Hollanda falan olsaydı, kritik ve güçlü bir rakibe karşı oynasaydık Volkan yine sahada kalırdı diye tahmin ediyorum. Nasıl bir psikoloji ve nasıl bir hassaslık ki, rakip ve öneme göre şekil değiştiriyor.

Tam bu noktada bu sefer Volkan destekçileri (çoğu taraftar değil, futbol ailesinin üyeleri ve aile dostları) şunu söylüyor: "Evet ama Volkan rakip taraftarların küfürlerine alıştı, falat kendi taraftarı, milli takım için orada bulunan insanlar küfür edince üzülüyor, sinirleniyor."

O zaman ikinci soru geliyor. Ya o insanlar ile Volkan Demirel aynı tarafta değilse....

İğrenç futbol düzeninin samimiyetsiz ailesi. Bütün bireyleri. Birbirlerini kollayanlar. Birbirlerini güçlendirenler. Volkanlar, Emreler, Demirörenler, Terimler, Sinan Enginler...PFDK, TFF, A Milli Takım, passoligçiler...Adaleti sağlamak yerine herkesi ama en çok da kendi çevresinde olanları memnun etmeye çalışanlar... Ya siz karşı taraftaysanız ve o adamlar diğer taraftaysa...

Deniyor ki, milli takıma kulüpçülük karıştı... Tam tersi milli takımda kulüpçülük kalmadı. Artık renk ayırmadan, kimse milli takımı sevmiyor, hatta milli takımın temsil ettiği değerlerden de hoşlanmıyor. Milli takım, eskiden milliyetçilikten beslenirdi ve ne olursa olsun bir birlik teması yaratırdı. Şimdi ise, adaletsizliğin, adam kayırmanın, sınıf farkının, eyyamın, hamasetin, biatın yeri oldu. O nedenle kimse kulüpçülük yapmadan ortak hissiyatla bu milli takımdan uzaklaşıyor.

Hamit Brezilya maçından sonra diyor ya, "Bizim 20 yaşımızdaki yavrumuzu ıslıklıyorlar" diye. Aslında 20 yaşındaki yavruyu değil, komple ait olduğunuz düzeni ıslıklıyorlar.

Terim, bizim oyuncumuza neden yuh çekiyorlar diye soruyor ya, o yuhlar sadece oyuncular için geçerli değil, antrenörden TFF başkanına kadar herkes için geçerli...

Volkan ve diğerleri bir tarafta, onu ıslıklayanlar hatta küfredenler diğer tarafta... Şu noktada ise yeni bir soru gelebilir. O zaman bu kadar insan niye Kazakistan maçına geliyor?

Benim anlamadığım da bu... 27.000 kişi (yarısı sponsor biletiyle veya davetiyeyle gelmiştir zaten) pazar akşamı bu futbol ailesinin takımını izlemek için niye Seyranytepe'ye gider? 

Bu düzen böyle devam ettikçe, Kazakistan maçından bile bu kadar yaygara çıkardıkça, gece sonunda muhabirleri dövdükçe, hatta bunu kulübünün organizasyonuyla yaptıkça, halının altında pislik saklamaya devam ettikçe, eyyam sorunların çözümünde bir ezber halinde olmaya devam ettikçe bu sayı çok kısa sürede 7.000'e düşer zaten. 

7.000 de bu düzene göre çok ama sponsorlar sağolsun işte.. İşesevindirici tarafından bakın, o zaman gelince tribünde size küfür edecek kimse olmayacak...

Pazartesi, Kasım 17

The Straight Story



David Lynch filmi izleyeceğim için çok keyifsizdim. Sanki film izlerken kafama silah dayıyorlar. Madem istemiyorsun, izleme o zaman. Ama işte hangi filmin iyi çıkacağını da bilemiyorsun. İnatla karşıma çıkan her filmi izlemeye çalışıyorum ve ne olursa olsun yarıda bırakmıyorum.

Bu filmden de beklentim yoktu. Yine bir yerlerde olaylar karışacaktı, nesneler başka şeylere dönüşebilir, insanlar delirebilirdi... Olmadı. Basit bir şekilde aktı gitti. Lynch'in en ve belki de tek "Lynch tarzında" olmayan filmi. Ve sanırım Lynch'in en iyi filmi.

Hikaye çok orjinal olmayabilir. Bir yol hikayesi. Küçük ve bilindik mesajlar. Ama Lynch'in kareleriyle şahane bir hale geliyor. Başroldeki Richard Farnsworth Oscar'a aday olacak kadar iyi ama filmin çekimleri sonra erdikten kısa bir süre sonra intihar ediyor.

Müzikler muhteşem, altında Angelo Badalamenti'nin imzası var. Zaten iyi bir referans, filmde de şaşırtmıyor. Hatta film dışında da açıp izlenebilir. Filmin birçok sahnesinde ama en çok da son sahnesinde insanı huzura erdirten ama aynı anda da hüzün yayan Montage favorim.

Müthiş karakterler.. Çim biçme makinasıyla ülkeyi bir uçtan diğer uca geçen adamın hikayesinde yer alan karakterlerden ne beklenir... "Önemli olan varmak değil yolda olmak"tır felsefesine uygun bir şekilde; yolda Alvin'in karşısına çıkan her karakterin de ayrı bir tadı vardır. Fakat bu hikayede önemli olan varmaktı galiba...

Sanırım underrated bir film diyebilirim. Gerçi IMDB puanı 8.0, fena sayılmaz. Ama çok popüler değil. Lynch seven insanların "Çok sıradan" diye burun kıvırdıklarını düşünüyorum. Oysa çok başka bir adamın ismi geçse bayıla bayıla izlenirdi.

- Yaşlanmanın en kötü yanı ne?
+ Bir zamanlar genç olduğunu bilmek...


Pazar, Kasım 16

Kumda Futbol



2002 yazı... Hayatımın en güzel yazlarından biri. Bunun en büyük nedeni tabi ki hoş anılar bırakan Dünya Kupası. Grup maçlarını İstanbul'da izledikten sonra, haziran ortasında Bodrum'a gitmiştim. Turnuvanın geri kalan maçlarını, orada çocukluk arkadaşlarımla izlemiştim. 

O yazı diğer yazlardan ayıran en önemli ayrıntı Dünya Kupası'ydı, çünkü geri kalan her şey hemen hemen aynıydı. Yazdan yaza görüşen arkadaşlar, beraber geçen güzel ve eğlenceli günler. Hemen hemen, 10 senedir aynı grupla aynı şeyleri yapıyorduk.

Bunlardan biri de gündüzleri kumda top oynamaktı. Sahilimizin o zamanki halini kısa bir şekilde özetlemem lazım. Sahilin dörtte üçlük kesimi, içinde arkadaşlarımın evlerinin de bulunduğu siteye aitti. O geniş tarafta, site sakinleri için şenzlonglar konulduğu için hareket alanı kısıtlı. Sahilin diğer tarafında ise bir otel var. Otelin alanı daha küçük olmasına rağmen orada da benzer şekilde şenzlonglar ve şemsiyeler yer alıyor. 

İkiinin arasında ise biraz daha ufak ama aslında çok geniş bir boşluk var. Bizim gibi lise öğrencileri ve bizden biraz daha büyük gençler orada oturuyor, havlusunu seriyor. Senelerdir olduğu gibi. Şenzlong yok. Gençlik var. Voleybol filesi var. Mesela, akşam saatlerine doğru güneş etkisini kaybedince ve sahil biraz daha boşalınca voleybol maçları dönerdi. Biz ise gündüz sıcağında futbol oynardık. Senelerdir öyleydi. Fakat o sene öyle olmadı.

Hem otel yönetimi hem de site çalışanları, top kendi taraflarına kaçıyor ve müşterileri rahatsız gerekçesiyle top oynamamızı yasakladı. Yasak dinleme meraklısı değildik ama en sonunda voleybol filesinin kaldırılması tehdit edilince vazgeçmek zorunda kaldık. Çünkü voleybolu oynayanlar daha fazlaydı, onların eğlencesinin kalkmasını istemedik. 

Yetkili abilerle, son tartışma anını hatırlıyorum, yarı final maçının bir gün öncesine denk gelmişti. Otel idresinden abiler, bizim top oynamamızı istemiyordu. O zamanlar 16-17 yaşında olan ben de onlara şöyle demiştim:

"Sen yarın bizim takımın Brezilya'yı yenmesini bekliyorsun değil mi? Yenemeyiz. Çünkü onlar kumda top oynarken kimse karışmıyor. Burada karışıyor. Adamalar bizi yener"

Çok geçerli bir kıyas olmayabilirdi ama böyle bir tepki adamı şok etmişti. Bizim çocukların da baya hoşuna gitmişti. Senelerce bunun muhabbetini yaptıkları için hem hikayeyi unutmadım hem de dönem dönem gururlandım. Fakat sonuç almamıza yeterli olmadı. Bir daha o sahilde futbol maçı oynanmadı.

Aradan seneler geçti. Sanırım 2012 yazında, artık voleybol filesi de yoktu orada. Üstelik senelerce öğrencilerin oturabildiği, bir araya geldiği o geniş boşluk da şenzlong istilasına yenik düşmüştü.

2 gün önce, 4-0 biten Brezilya maçından sonra cumhurbaşkanı maçı değerlendirdi. 2002'de Bodrum'un bir köyünde yaşanan olaydan 5 ay sonra seçim kazananan ve 12 sene boyunca ülkeye başbakanlık yapan adam şunu dedi:

"Brezilya'da deniz kenarında kumda top oynuyorlar. Kum kasları güçlendirir. Kumda koştukları için atak ve güçlü oluyorlar. Bizim gençler halı sahada, sentetik yerde maç yapıyor."

Doğru. Ama bunun sorumlusu kim? Bizi halı sahalara mahkum eden kim? Hangi zihniyet, hangi güç, hangi idare mekanizması? Bunun nedenini düşünen oldu mu? Bu sahillerde niye top oynanmıyor? Bu sahillerde neler var? 3 tarafı denizlerle çevrili ülkede hemen hemen bütün sahilleri peşkeş çeken, bunlara göz yuman kim?  

Gençler sadece kendi zevkleri için mi halı sahada top oynuyor? Sınırsız saha imkanına sahip olmalarına rağmen, isteyerek ve keyif alarak para verip halı sahada top mu oynuyorlar?

Soruları cevaplamaya bile gerek yok aslında ama...

Bu açıklama, bu kıyas Türkiye'nin Brezilya'dan 4 gol yemesinin birinci sebebi olamaz. Ama madem bunlar konuşuluyor, detaylandıralım konuyu. Sorunun özüne inelim. Ortada bir maç var evet, üstelik skor 4-0 gibi ağır ve farklı. Peki bu maçın kazanan, Türkiye'yi yenen Brezilya mı; yoksa sporu yenen rant mı?


Perşembe, Kasım 13

Türkiye 0-4 Brezilya



Doğup büyüdüğüm ilçenin stadyumunda Brezilya hazırlık maçı oynayacak. Seneler sonra bile anlatılacak bir maç, bir anı. Stadyum eve yürüyerek yarım saat. Fakat ben, 7 yaşından beri futbolu seven, hayatını bu sevgiyle şekillendiren insan, maça sıfır ilgiyle günü yaşıyorum.

Akşam 17.00 gibi telefon geliyor. Fazla bilet çıkıyor bir yerlerden. Bu sayede maça gitme imkanı oluşuyor. Aslında maça gidip gitmeme konusunda kararsızım, çünkü akşam halı saha maçı da var. Brezilya maçını es geçecektim ama son anda halı sahada 1 kişinin fazla olduğu ortaya çıkıyor. Feragat ediyorum, stadyumun yolunu tutuyorum. Yoksa aslında önceliğim yine de halı sahaydı. Bu ülkede futbolu yönetenlerin karışmadığı tek yer halı sahalar ve parklar, sokaklar. Orası daha güzel...

Maça dair hiçbir beklentim yok. İki şey beni stadyuma götürüyor. Yalana gerek yok, birincisi, günümüzün ortak düşüncesi; "Oradaydım" diyebilmek için. Belki check-in yapmıyorum ama olsun. Tarihi bir an yaşanırsa hazır olmak lazım. İkincisi ise passolig nedeniyle uzak kaldığım "maça gitme"  duygusuyla hasret giderebilmek. Bundan sonra bir daha ne zaman turnikelerden geçeriz belli olmaz. Belki alt ligler ama bu seviye için çok ümitli değilim.

Futbolu seven, bu uğurda hayatını şekillendiren, sevgisini mesleğe dönüştürmeye çalışan ama iğrenç ülke düzeni ve futbol ortamı sayesinde kaygılarla ve korkularla yaşayan, belki de bu nedenle hobisinden nefret etmeye başlayan 5 Türk, Brezilyalılara ayrılan tribününde maç izliyor. 

Milli takımlar aslında bir aynadır. Bir ülke sporunda sistem, yetenek, birlik, huzur ve diğer iyi kelimeler yoksa, milli takım başarılı olamaz. Milli takım sporcuları tek başlarına bir çıkış yaratamaz. Bir şeyler üretilir, bir emek verilir, bir çaba gösterilir, bir kültür yaratılır ve en sonunda da bunların sonucu milli takıma yansır. Milli maçlarda görülenler, o karşılaşmalarda alınan skorlar bu üründür. Hatta belki de sadece ülke sporu ile daraltmak da eksik kalabilir. Futbol gibi kitleleri sürükleyen bir spordan bahsediyorsak, ülkenin genel yapısı da bu duruma etki edebilir.

En büyük eğlencesi futboldan bile uzaklaşamaya başlayan insanların ülkesi Türkiye... Rakip ise eğlenmek için bahane üretmekte zorlanmayan ve futbolla yaşayan insanların ülkesi Brezilya. 4-0 gayet normal sonuç. Maça bakmaya bile gerek yoktu. Sadece tribüne göz ucuyla bakmak bile yeterliydi. Her takımın bayrağı ile maça gelen güzel ve eğlenceli Brezilyalılar... Neden Türkiye'de yaşıyorlar bilmiyorum. Bizim kulağımızın dibinde 10 dakika arayla "Bir başkadır benim memleketim'' çalıyor, aklıma Ahmet Kaya geliyor. Ülkenin yaşadığı bütün sıkıntılar, bütün ayrımcılıklar, bize dayatılan bütün çileler ve o şarkı... Bu insanlar ise gelip burada yaşıyor. Şarkının tadını da onlar çıkarıyor. Sözlerini anlasalar ne derlerdi acaba?

Brezilya tribününde oturan az sayıdaki Türkler, henüz 2. dakikada yapılan yan pasa "Gerizekalı bu adam" derken, adamlar kaçan gole seviniyor. Böyle anlayışa böyle milli takımlar. 

Aslında normal şartlar altında bile Brezilya'ya 4-0 yenilmek sorun değil. Fakat baştan aşağıya iflas etmişken de var olanı normalleştirmeye gerek yok. Islıklar mı? Kaçarı yoktu. En ucuz bileti 60 lira yaptıktan sonra insanların önüne etkisiz ve yetersiz bir milli takım çıkarırsanız, karşındaki rakibin de pek önemi kalmaz. Üstelik grubunda 1 puanı dahi zor almışken.

Brezilya'ya, Türkiye'de maç yapması için milyon eurolar verilmesi normal... Fakat zamanı şimdi mi olmalıydı? Neyi göstermeye çalıştılar? Biz buraya Brezilya'yı getiriyoruz, parayı neyse veriyoruz algısını yaratmak mı? Neyi görmemiz isteniyor, muhteşem ekonomimiz, sarsılmaz gücümüz mü? Stadyum dolu, insanlar futbola aşık imajı mı? O zaman bu pr çalışmaları iflas edip, insanlar "yeter" diye bağırdıklarında şikayet etmeyeceksiniz. Çünkü kimse yemiyor artık.

Brezilya'nın Türkiye'yi yeneceği az çok belliydi. Normali oldu. Peki ne oldu şimdi? Sizin muhteşem imaj yaratma çabanız, Kazakistan maçı öncesi futbolcuların da taraftarın da moralinin bozulmasına neden oldu. Harika iş...

 "Kimse gücümüzü test etmeye kalkmasın" ezberiyle yönetilen ülkenin, kukla olmuş bir kurumu, gücünü test etmeye kalkınca ezildi. 

Keşke bu teste girmeseydi. Fakat iyi de oldu. İnsanlar biraz olsun güzel futbol izledi. Adamların ısınmada oynadığı ortada sıçan bile büyük kaliteydi. Isınma hareketlerini bile topu ortaya koyarak yaptılar. Tek pasları, çalımları, golleri... İyi ki sağa sola sponsor biletleri dağıtıldı da 55.000 kişi bu şöleni izledi. Aksi durumda, el altından dağıtılan o biletler olmasa, ya da büyük icat passolig bu maçta da uygulansa, Brezilya'nın kalitesini çok az kişi izleyebilecekti.

Dünyanın ufak bir noktası Şükrü Saracoğlu Stadı. Ama güzel bir buluşma oldu. Bu sayede Brezilya ile Türkiye aynı mekanda bir araya geldi. Aralarından, 10.000 km fark olan iki ülkenin tüm özellikleri bir ufak stadyumda, bir 90 dakikaya sığdı. İki farklı zihniyet. İki farklı anlayış. İnsan Brezilya tribününe otururken  "Bir başkadır benim memleketim"i duyunca gülmeden duramıyor. Sinirleri bozuluyor çünkü...

Salı, Kasım 11

Jackie Brown



Tarantino henüz Kill Bill'i veya Inglourious Basterds'ı çekmemişken, Pulp Fiction ve Rezervuar Köpekleri de televizyonda yayınlanmak için fazla sertken (gerçi diğerleri de öyle), televizyonda sık sık Jacikie Brown dönerdi. Hatta Kanal D çok defa yayınlardı. O günlerde benim için; ''Tarantino'nun daha sakin olduğu bir suç filmi" sıfatındaydı. Daha ötesi değildi. İçten içe hoşlanmazdım ama ara ara bakmaktan da kendimi alamazdım.

Seneler sonra izleyince, asıl olayı gördüm. 

Aynı kaygıları yaşamaya başlayınca dikkat kesilmek daha kolay oluyor. Yaşlanmak, sona yaklaşmak, son bir şans yakalamak gibi kavramlar... Suç, silah satmak, kefalet, hapis, plan, silah... Bunlar sadece araç..

Kesnlikle Tarantino külliyatında, diğerlerinden ayrı yeri olması gereken bir film. Sadece az kan olmasından veya hızlı olmamasından kaynaklanmıyor, Diğerlerine haksızlık olmasın ama biraz olgun bir tarafı var(mış). Buna rağmen kıyıda köşede kaldığını, hak ettiği değeri görmediğini düşünüyorum.  Belki de herkes yaşlanma korkusuna kapıldığında bu filme geri dönecek.

Tarantino'nun kan ve vahşetle beslenen tarzını beğenmeyenler olabilir. Ama bu adamın müzik konusunda büyük bir yeteneği var. En basit bir konuyu bile, uygun müzikler eşliğinde heyecanlı ve keyifli hale getirebiliyor. Bu sayede, önemli olan duygu aktarımını, kusursuzlaştırıyor. Bir diğer hoşuma giden özelliği de eskiye duyduğu saygı. Bizim gibi 1 gün öncesine bile özlem duyanlar için önemli bir durum. Popüler kültüre sırt çevirmemesi de bunu süslemesine yarıyor.

Eskiden Tarantino'ya ayar olurdum, ama filmlerini severdim. Sanırım artık anlamsız çatışmalara girmenin gereksiz olduğunu kavradım. 

Cumartesi, Kasım 8

İbo ile Orhan




- Karikatürist Oğuz Aral, sizin sesiniz için “İbrahim Tatlıses’e beş basar” diyor…

Yok abi, olur mu? İbrahim Tatlıses o.

- Sever misiniz İbrahim Tatlıses’i?

Ben onu beğenmesem, oğlumun adını koymazdım İbo.

- Bir oğlunuz daha olsa ne koyardınız adını?

Orhan (Gencebay) olur

Cuma, Kasım 7

Altyapıda Başarı Yetmiyor



Dünya Kupası'nın üzerinden neredeyse yarım sene geçti. Belki de bu tarz bir analiz çoktan yapılmıştır. Fakat kafama takılınca ben de bir göz gezdirmek istedim. Geçen sene Türkiye'de U-20 Dünya Kupası düzenlenince turnuva geçmişi hakkında biraz bilgilenmeştim. Oradan yola çıkınca ilginç bir durumla karşılaşıyoruz.

Bu sene dünya futbolunun zirvesinde Almanya ile Arjantin yer aldı. Almanya, finalde Arjantin'i mağlup edince şampiyon oldu. Ortak kanaat Almanya'nın bunu hakettiği şeklindeydi. Kimse karşı çıkamaz. Şampiyonluk sonrasında Almanya'nın başarısında altyapının önemi vurgulandı. Bu da doğru bir tespit olarak görülebilirdi.

Fakat ilginç olan bir durum var. Almanya 2000 sonrası başlattığı altyapı devrimi sonrasında U-20 Dünya Kupası'nda hiç bir zaman ilk 4'e giremedi. Son 7 turnuvada bir kez bile olmadı.... Hatta öncesinde de sıkıntı var ama bu şampiyonluğun mimarları olan Lahm, Schweini, Götze, Neuer, Mesut, Hummels gibi isimler U-20 Dünya Kupası'nda zirveye oynayamadı.

Günü kurtardığı iddia edilen ve bunun için Messi, Agüero, Di Maria gibi ayaklara muhtaç olduğu söylenen Arjantin'de ise durum daha farklı...

2007 Kanada'da Agüero, Di Maria, Zarate, Ever Banega'nın yer aldığı kadro şampiyon oldu.

2005 Hollanda'da şampiyon olan takımda ise Messi, daha genç bir Agüero, Zabaleta, Garay, Gago, Lucas Biglia görev yaptı.

Arjantin, 2005'te Nijerya'yı, 2007'de ise Çek Cumhuriyeti'ni finalde yendi. İkisi de Dünya Kupası'na katılamadığı gibi, üst seviyeye Obi Mikel dışında çok başarılı oyuncular -şimdilik- çıkaramadı. 

2005'te üçüncü olan Brezilya'nın başarılı olup olmadığı tartışılır ama aradan geçen 10 senenin ardından kendi ülkelerindeki turnuvaya o takımdan bir tane oyunu verememiş olmaları ilginç. Bobo'nun da yer aldığı takımda milli formaya en çok yaklaşan Filipe Luis ise, Scolari'nin tercihi nedeniyle kadroya giremedi.

İlginç bir durum.. Fakat Almanya'nın gençler kıta içinde daha başarılı olduğunu da inkar edemeyiz. 2009'da UEFA U-21 şampiyonasında İngiltere'yi yenerek kupa kaldıran Almanya'dan Neuer, Höwedes, Hummels, Mesut kaptan Khedira gibi isimler sadece 5 sene sonra dünya şampiyonu olmayı başardı.

Buradan bir sonuca bağlamak gerekiyor ama daha kapsamlı bir araştırmak lazım. Altyapının önemi inkar edilemez ama alt yapından daha önemli bir şey varsa o da oradan üst seviyeye oyuncu çıkarmaktır. Alt tarafta başarılı olmak geleceğin teminatı olarak sunulmamalı. Daha önemli ve daha zor olan, yaşıtları arasında fark yaratan yetenekleri üst yapıya taşıyabilmek, entegre edebilmek.

Perşembe, Kasım 6

A bout de souffle



Sinema tarihinin en kült filmlerinen birini izleyip buraya "Çok da keyif alamadım" yazarak şov yapacaktım ki, görüşlerim bir anda değişti. Ben filmin, IMDB'de ilk 100'e girdiğini (veya oralara yakın) sanıyordum. Bize bu kadar bahsedilen, neredeyse her filmde-şarkıda göndermesi bulunan, bir çağa ışık saçan bir filmin seviyesi oralar olmalıydı, Ben de oradan çıkıp ufak ufak filme sallayacaktım.

Ama film IMDB'de top 250'ye bile girememiş. Rezalet.O kadar da değil...

Haliyle filmle ilgili negatif düşüncelerim kayboldu. Mazlumun yanından olma psikolojisi herhalde, filme verdiğim not bir anda arttı. Gerçi bu film nasıl "mazlum" olarakak görülebilirse...

Filmle ilgili birçok şeyi zaten biliyorsunuzdur. Üstelik her yerde sadece sinemacıların değil, birçok sosyal bilimcinin analizleri bile mevcut. Ekstra bir şey demeyeceksek, konuşmaya da çok gerek yok!

Biraz gereksiz olarak şunu söyleyebilirim ama... A bout de souffle ve Breathless filmin Fransızca ve İngilizce isimleri. İkisi de güzel. Fakat Türkçe'ye çevrilmiş hali daha şahane; Serseri Aşıklar. Belki de filme en çok uyan isim. Kimin aklına geldi de Türkçe'ye böyle çevirdi acaba? Godard duysa kıskanırdı... Çoğu zaman, Türkçe'ye çevrilen film isimleri eleştirilir ama 50 küsür sene önce bu konuda baya başarılı olmuşuz.

İyi ki bu filmi 17-23 yaş arasında izlememişim. Yoksa o dönem çevremde Jean Seberg'i görmeye çalışırdım. Gerçekten bilinçaltını olumsuz etkileyecek bir güzellik.

Godard demiş ki; "Do you want to make a film? All you need is a girl and a gun" 

O da , sinema tarihi de buradan yürümüş...

Aradan 55 sene geçmiş, hala izlenebilir, defalarca izlenebilir...

Çarşamba, Kasım 5

Trabzon'da Futbol



Rostov maçından sonra bizim bakkal,"Ha bu Rostov bizim Akçaabat Sebat gibi takım. Kazandınız diye hava atmayın ha!'' dedi. Ev sahibim eskiden bir amatör kulübün başkanlığını yapmış, her gün kapımı çalıp akıl veriyor. Komşularım börek getirdiğinde iki taneden fazla yememem için tembihliyor.

Yusuf Erdoğan / 4-4-2 Ekim Sayısı-Hilal Gülyurt röportajı

Hiroshima Mon Amour



Bak seni nasıl unutuyorum Hiroşima!!!

Pazartesi, Kasım 3

Umut Etmek




"Umut etmek bir insanın başına gelebilecek en kötü şeydir, çünkü acıyı arttırır" diyenler yanlış söylemişler. Umut acıyı arttımaz. Çünkü umut etmek son noktadır. Zaten o kadar çok acı çekiyorsundur ki, yaşamak için elinde kalan tek şey umut etmektir. Ondan sonrası yoktur.

Her şeye yeniden başlamak... Bu ihtimal insanı hayatta tutar. Umut etmeyi aşağılayanlar yeniden başlayamaz. Onlar yeniden başlamaya cesaret edemeyen korkaklardır. Onlar dünyada iyliğin bittiğini zannederler. Yanılırlar. onlar umut etmeyi bırakanlardır.

Beklediğinin gelmeme ihtimalini göze alma pahasına umut etmeye devam etmek... İşte bu yüzden hem bıçaktır hem yaradır umut etmek. Bıçağınla kendi yaranı deşersin, eğer cesaretin varsa. 

Peki yarana bakmaya cesaretin var mı?