Pazartesi, Şubat 29

Bir Gün Lider Oldun


Napoli geçen hafta kendi sahasında Milan'ı yenseydi lider olacaktı. Olamadı. Uzun bir zamandır liderdi ama Juventus'un muhteşem formuna karşı koyamadı. Yine de Napoli, yıllardır yaşamadığı bir heyecanı yeniden hatırladı. Şampiyonluk yarışındalar ve şansları halen devam ediyor. 

Milan maçından önce tribünde dört tane pankart çıktı arka arkaya. Dördü bir şiir gibi sıralanmış. Başarıya tapan taraftarlara iyi bir gönderme var. Tarihi boyunca kısa bir dönem kupa kazanmış olan Napoli'de bile bunlardan varsa, kendimize çok fazla acımasız davranmamak lazım.

Doğduğum günden beri sana aşığım
Nerede olursa olsun seni savundum
Aniden bir gün sıralamada lider oldun
Birçok kişi seni sevdiğini hatırladı

Perşembe, Şubat 25

Karakter



"Vücudum artık eskisi gibi değil. Ama yaşlanmak beni rahatsız etmez. Saçlarım dökülmeye başladığında benim için bir sorun yoktu. Kendimi çok iyi biliyordum. Böyle komplekslerim hiç olmadı. Bunlar beni ben yapan şeyler. Nerede yetiştiğimi, büyüdüğüm yerleri ve köklerimi de unutmuyorum. O sokaklar beni güçlendirdi."

Zinedine Zidane

Salı, Şubat 23

Dünya Çok Büyük




Dünyanın tanımadığı bir ülkede dünyayı tanımaya çalışmak nasıl olurdu?

Tıks

Pazartesi, Şubat 22

Ekran Eğlencesi



Takım tutmuyorsanız veya tuttuğunuz takımın kazanması-başarılı olması sizin için o kadar önemli değilse, Süper Lig’den daha eğlenceli bir lig bulabileceğinizi sanmıyorum.

Dün yaşananları kendilerine bir haksızlık olarak hissedenler, kendilerine daha önce yapılmış olan haksızlığın yanında hiçbir şey olarak görenler, ‘Artık bu lig izlenmez’ diyenler, yaşananların bir milat olacağını zannedenler, çok fazla tantana koptuğunu iddia edip pozisyonları değerlendirenler gerçekten bu ligden keyif alamaz.

Gerçi zaten buralardan bir lig övgüsü de çıkmaz. Yani aslında Süper Lig’in artılarını  sıralamak istersek zorlanmayız da buradan yürümeye gerek yok. Fakat yine de uzaktan bakınca, bir takımın neferi olmaktan vazgeçince veya kültür birikimini koruma sorumluluğunu bir kenarda bırakınca çok keyifli akşamlar vaat ediyor.

Salih’in hakeme kart göstermesi başlı başına bir olay, üstelik 'çık' işareti yaparak. Şimdiden ikonik bir simgeye dönüştü. İleride birçok goygoyun merkezinde yer alacak, uzun yıllar unutulmayacak. Trabzonspor’un protesto kokan santrası, Yusuf Erdoğan’ın maçın son anlarında rakibe pres yapmasının ardından kendi arkadaşlarıyla kavga etmesi... Eskişehirsporlu yedek oyuncuların Kasımpaşa taraftarı ile kavga etmek için tribüne çıktığı günün ertesinde yaşandı bunlar. Robin van Persie – Vitor Pereira arasındaki gerginlik bile bir Brezilya dizisi kıvamında ilerliyor. Tutkunun ve duygusal hezeyanlarının bu kadar yükseklerde olduğu başka bir lig olduğunu sanmıyorum. En azından Avrupa’da yoktur. Belki Arjantin, Kolombiya falan da böyledir. Zaten orada buna benzer maçlar olsaydı insanların ‘’Ulan keşke orada bir maç izlesek’’ hezeyanları kabarırdı. Şimdi ise maçın adı Süper Lig’in altında yazında ‘Bu lig izlenmez’e dönüşüyor.  

İşin aslı gerçekten de izlenmiyor. Tribünler boş. Kimse maça gitmiyor. Kim inanmadığı bir şeyi izlemek ister ki? Bir maç dışında hayatında yakından bakacak bir şey bulamayanlar ve kendini bir takımın neferi olarak adlandıranlar dışında… Kimse maça gitmiyor. Fakat herkesin konu hakkında yorumu var. Çünkü insanlar yine de göz ucuyla da olsa her şeyi izliyor. İnanmıyor veya inanıyor. Hararetle ilgileniyor veya anında unutuyor. Fakat herkesin konu hakkında o anda bir bilgisi, ilgisi ve yorumu var. Oysa tüm bunlar yaşanırken, tüm cümleler birbirine karışmışken stada gelen yok. Çünkü bu çok iyi bir televizyon şovu. Bu çılgın eğlencenin ardından Roma –Palermo maçını veya öncesinde Malaga - Real Madrid karşılaşmasını kanepede yatarak izleme imkanı varken neden, pahalı biletleri cebine yükletip, uzun bir yolun ardından inanmadığın bir şeye izlemeye gidesin ki?

Bu yazı ne ironi ne de eleştiri içeriyor. Yıllardır olan biten her şeyin ardından oluşan sahne, yaşanılması gereken bu. Şikayetçi olmak yersiz çünkü faydası yok. Futbol ailesi bu durumdan hoşnut. O zaman neden bizde bundan keyif almaya bakmayalım. Kendimizi yıpratmadan, kimsenin askeri olmadan, paramızı kaptırmadan. Benim şu an yaptığım bu. Tempo düşer de sıkılmaya başlarsam, kanal değiştirebilirim. Kumanda elimde, internet de var. En kötü Premier Lig’i izlerim. Veya sokağa çıkar kendi topumu oynarım. Bir şeyı körü körüne savunmak veya sonuna kadar karşısında olmak çok yorucu gelmiyor mu artık?

Sırası Yok Bu İşin



Adana'da öldürülen Türkan Sarıkaya için Adanaspor tribünün kadınları, Dişi Kaplanlar, pankart açtı. Platonik olarak kendisine aşık olan kişi tarafından öldürülmüş. Son dönemde buna benzer kadın cinayetleri giderek arttı ama pek fazla tribüne, erkeklerin çoğunlukta olduğu bir alana yansıması olmamıştı. Kadınlar sayesinde bir pankart girse de oldukça önemli bir adım. Adana gibi bir şehirde olması daha da önemli.

Bu işin artık 'istisna', 'münferit' gibi anlamları kalmadı. Giderek büyüyor. Cezalarla sona ermeyeceğini biliyoruz. Böyle toplumsal hareketler daha etkili olur.

Pazar, Şubat 21

Araf



Garip bir hafta oldu. Her şey üst üste geldi. Böyle olmasını beklemiyordum. Aslında üst üste gelen bir şey de yok. Gündelik yaşamın doğal akışıydı hepsi. Aslolan, üst üste gelen, hatıraların kısa aralıklarla çakışmasıydı.

Önce 2001'deki Lazio maçı televizyonda denk geldi. Şaka gibi. 15 sene öncesi. 15 sene... 15... Takım tutmaya başlayalı 10 sene olmamıştı daha. İlk kombinemi almama henüz iki sene vardı. Lise 1'deydim ve dünya tarihi o gün baştan yazılmıştı. Takım tutmak da, dünya siyaseti ile ilgili teoriler üretmek de çok heyecanlıydı. Konuşulacak bir şeyler oluyordu. Konuşacak birileri vardı yanımıza. Usame bin Ladin'in nerede saklandığını çözdükten sonra, Ümit Karan'ın yanında oynayacak santrforu belirliyorduk. Öyle yıllardı...

Sonra bir foto gördüm tesadüfen. Onu da buraya koydum. Alakasız bir şekilde denk geldi. Bir Avrupa maçı oynanacaktı ve buna rağmen ne kadar heyecansız, ilgisiz olduğumu fark ettim. Çok üzüldüm. Gerçekten üzüldüm. ''Ah dünya değişiyor, o saflık kalmadı, nerede eski günler'' üzüntüsü değildi. Bunu kabullendim sanırım. Veya bunun yalnızlaşmaya dair bir bahane olduğunu fark ettim. Sonuçta ''Ne kadar uzak kaldı o günler'' aydınlanması daha başka bir şey.

Başka bir evreye giriyor insan. Yıllar geçiyor, öncelikler değişiyor, bir akışa kapılıyor. Kıyıdan denize girersin, sonra kafanı suya dalıp yüzmeye başlarsın. Yüzersin. yüzersin, Yüzersin. Yüzdüğünün farkında olursun, bazen keyif alırsın bazen yorulursun. Hedefin kıyının tam karşısında belirlediğin noktaya gitmektir. Sonra bir ara verirsin, kafanı çıkarırsın rota şaşmıştır. Meğer, düz gitmemişsindir. Kaymışsın biraz. Artık farklı bir yoldasın ve üstelik kıyıdan uzaklaşmıssın. Tüm yorgunluğunu ve tüm yolculuğunu hissedersin... Baskın gelen senin ruh halini belirler.

Tesadüf bu ya; maç akşamı, beni Galatasaraylı yapan insanlardan birinin ölümünden bir yıl bir gün sonra, Gayrettepe tarafına geçtim. İnsanın içi acımıyor. Bir kırılma, gücenme de yok. Sadece geçen zaman aklına geliyor. Kalan zamanı zaten bilmiyorsun. Burası bu gece çok kalabalık olabilirdi. Belki ben daha heyecanlı olabilirdim. Belki de hiç bunlara bulaşmadan bir hayat yaşayabilirdim. Böylece bambaşka tecrübeler edinmiş olabilirdim. Bambaşka bir noktada olabilirdim. İyi veya kötü... 

Sık sık bombaların patladığı, adi suçların yükseldiği, doğal afetlerin sıradanlaştığı bir ülkede ne kadar zamanın kaldığını hiç bilemiyorsun. O nedenle panik daha yoğun başlıyor. O nedenle geçmişle hesaplaşmalar daha sık oluyor.

Haftanın sonu; bir koreografi. Yapılan tüm koreografiler heyecanlandırırdı eskiden. Günlerce beklenirdi, acaba ne çıkacak diyerek. Bazen karşıdan bakardın, bazen altına girerdin. Bu heyecan dalgasına kapılınca en yakınında olan biteni unutur, görmezden gelirdin.

Bütün bunları şimdi şimdi fark ediyorsun. Galatasaray, Lazio ile oynarken evde oturduğun ve MTV izlediğin bir akşamda... 15 sene önce, Lazio'ya atılan gole evde bağırarak sevindiğin için kızan babaya inat kafana ''Bundan sonra hayatımın sonuna kadar her sezon kombine olacağım, ve her maçı stadyumda izleyeceğim'' isteğini yüklediğini hatırladığın bir akşamda... O Lazio maçındaki koreografiyi ilk yarının bitmesine dakikalar kala telefonuna gelen bir mesajla görüyorsun. Mesajı yollayan, Yeni Açık'ın baca tarafında maçı izlerken bir anda ''Baba olduğumuzda kombineleri Numaralı'dan alırız, çocukları da öndeki sete koyarız'' diyenlerden. 

Bir koreografiye ne kadar kısa bakılırsa o kadar kısa baktım. Ne oradaki çocuk kadar küçüksün, ne oradaki amca kadar yaşlısın. Arada kalmışsın, yolunu bilmiyorsun. Üstelik onlar da yolunu bilmiyor!. Stadyum sağda onlar sola gidiyor. Eğrisi doğrusuna denk geliyor.

Perşembe, Şubat 18

The Kid


Sanırım IMDB Top 250'deki en eski film. 1921. Sessiz sinema.

Chaplin muhteşem bir adammış. Bize onu, "sakarlıklarla güldüren komedyen" olarak gösterenler utansın. Bu film de en dramatik ve en dolu filmlerinden. Kemal Sunal'ın Garip filmi, buradan yola çıkmış. Biz tabi Garip'i 30 senede 70 kere izledik, Sunal külliyatında ayrı yere koyduk ama o da orjinal değilmiş. Gerçeği burada.

Bir yerde bu film hakkında ilginç bir analiz okumuştum. Unuttum şimdi. İlginç metaforlardan bahsediyordu. Ne kadar doğrudur, Chaplin nasıl düşünmüştür bilmiyorum ama sene 1921 işte...

Pazar, Şubat 7

Türk Baggio



Sene 1992... Ali Nail (Durmuş) o zamanlar, 22 yaşındaydı. İki sene sonra Fenerbahçe'ye transfer oldu. Real Betis maçında mutlak golü kaçırdı, dönen topta Fenerbahçe golü yedi.

Salı, Şubat 2

Incendies



Bu filmi izlemek isteyenlerin karşılaşacakları acılara hazır olması gerekiyor. Zor film. Güç film. Daha da kötüsü gerçek bir film. İnsanı insanlığından utandıracak bir film. Savaş görmemiş bir yerden bakınca iyice zor ve korkutucu geliyor. Sanki bu ve buna benzer acılar, herkesin başına gelecekmiş gibi. Ve üstelik bu sıralı bir şeyse,  her topluma uğrayacaksa, Ortadaoğu'nun çıkışında yer alanlar olarak, biz daha sıramızı da savmadık.

Böyle bir gerçekliği gözler önüne serme cesaretini göstermiş bir film hakkında da insan olumsuz görüş bildiremiyor. Oysa eksik yönleri çok fazla. Oscar'a aday olmasını (2011) da bu açıdan biraz yadırgadım. Gerçi eksiklik biraz da bizden kaynaklı. Lübnan iç savaşına dair bilgilerimiz yüzeysel. O nedenle filmin tarihsel olaylara üstü kapalı girmesi, teğet geçmesi, beni tatmin edemedi. O dönemler anlatılırken kafamız biraz karışıyor. Gerçi, belki üstüne daha vurucu bassaydı bu da rahatsız edebilirdi. Onun dışında; başroldeki Lubna Azabal dışında kalan oyuncular biraz yetersiz kalmış. Bunlar filmde ve hikayeye zarar veriyor mu? Çok fazla değil. Ama Oscar adaylığı için sanki biraz duygusal davranılmış gibi geliyor. Gerçi bu da ayrı bir çelişki, çünkü siyasal tavır sözkonusu oldu mu 'Batı' tarafına daha imtiyazlı davranırlar. Bu sefer, eğer iteleme olduysa, oldukça şaşırtıcı bir tavır olur.

Sonuç olarak; zor film. Bu acılar; az veya çok, bir gün bize de uğrayacak. Kaçarı zor. Dünyanın içinde yangın var, bu alev bizi de saracak.