Salı, Mayıs 12

Maç Günü # 4


Galatasaraylı bir çocuk ilk hangi lig maçına gider? Benimki Fenerbahçe - Beşiktaş maçıydı. Her derbi unutulmazdır ama ben o kadar şanslıyım ki üzerinden 13 sene geçmesine rağmen hala bu maç futbol muhabbetlerinde konuşulur.

Dostlar, sene 1996. Aylardan Eylül. Günlerden cumartesi. Pazartesi günü okul açılacak. İlkokulu bitirdiğim yaz sona eriyor. Yeni haftayla beraber artık bir ortaokul öğrencisi olacağım. O yazın en güzel anlarından biri gittiğim TSYD Kupası maçıydı. Gittiğim ilk futbol maçıydı. Ama Türkiye Ligi'ne duyduğum sevgi bir lig maçına gitmemi gerektiriyordu. Türk erkeğin, erkekliğe ilk adımını atışı sünnet olması ise, ikinci adım da bir futbol maçını hatta mümkünse bir derbiyi tribünden izlemesidir. Ortaokula iki gün kala bu gerçekleşecekti.

Çocukları anneler büyütür. Galatasaraylı bir annenin oğlu olarak Galatasaraylı olmam kaçınılmazdı. Babamın elini geç tutmasından mı, yoksa Metin-Ali-Feyyazlı dönemde hep Beşiktaş şampiyon oluyor diye ayar oluşumdan mı bilmiyorum. Ama artık dönülmez bir hayatın ufkundaydık. İlkokula Galatasaraylı olarak giden biri, mahallede Galatasaray - Fenerbahçe maçları yapan bir çocuk, 11 yaşında takım değiştiremezdi. Yazılı olmayan mahalle kuralları bunu affetmezdi. Ama babam ve çok yakın bir arkadaşı beni Beşiktaşlı yapmak için son kozlarını oynuyorlardı o yaz. TSYD Kupası maçından sonra sıra lig maçındaydı sıra. Ve stadyum da iyi seçilmişti. Galatasaraylı olmamdan faydalanmışlardı. İlk lig maçımda deplasmandaydım. Kadıköy'de.

Güneşli güzel bir gündü. Televizyon izliyordum. Saat 5'e doğru top oynamaya çıkacaktım. Artık mahallenin son zamanları. Malum okul başlıyor ve sezon kapanmak üzere. En değerli günler. O gün beni maç yapmaktan alıkoyabilecek tek bir şey olabilirdi. Maça gitmek. Babam hiç ısrar cümlesi içermeden sadece şunu söyledi:

''Maça gitmek istiyorsan 10 dakika içinde hazır ol.''

Anneme baktım. Maça gitmeyi istiyordum ama maç bizim değildi. Gidersem yeni yeni öğrendiğim takım tutma ahlakına ters bir şey yapmış olmaktan korkuyordum. TSYD maçı bir eğlenceydi. Ama bir ay içinde ikinci defa hem de ligde aynı maça aynı tribüne gitmek. Üstelik ezeli rakibinden bir hafta evvel 4 yemiş olmak. Belki de beni bu maçta Beşiktaş tarafında olmak için hırslandıran bu olmuştu, bilemem. Annem bana güvenmiş olacak ki ses çıkarmadı. 5 dakika içinde hazırdım. 3 kişi arabaya bindik ve yola koyulduk.
Tribün ritüellerini öğrenmeden deplasman ritüellerini öğreniyordum. Araba stadyumdan uzağa, ama ön tarafı yoldan hemen çıkabilecek şekilde parkedilecek. Arabanın bütün siyah-beyaz aksesuarları koltuğun altına veya bagaja atılacaktı. Atkıların nerede olacağını söylemeye gerek yok. Yarı yarıya dönemin sona ermesi daha tazeliğini koruyordu. Ama ben yarı yarıyayı bilmediğim için bu değişikliği tam anlamamıştım. Lise açık komple Beşiktaş tarafındı. Girdiğimizde tıklım tıklım doluydu stadyum. Ve sahada oynanan bir maç vardı. Geç mi kalmıştık? 10 yaşındaydım ama salak değildim. Sahadakinin Paf maçı olduğunu biliyordum. Sizi denemek istedim. Neyse, şimdi kadrolara bakınca gördüm. O gün izlediğim Paf Takım futbolcuları, şimdi Kartalspor'da beraber top koşturan Fenerbahçeli Oğuz Dağlaroğlu ve Beşiktaşlı Mesut Kumcuoğlu, Sakaryasporlu Serkan Özsoy, Toshack keşifleri Nihat Kahveci ve Yasin Sülün. O gün binlerce kişinin gözünün önünde gol atıp Beşiktaş'a 1-0'la maç kazandıran Emrah Eroğlu ise son profesyonel maçını 2003 senesinde oynamış. Son golünü ise 1999 yılında Ayazağaspor formasını giyerken Tekirdağspor'a atmış. Üzüldüm şimdi ama biz 1996'ya geri dönelim.

Muhteşem geleneklerin yaşandığı, sona ermediği zamanlar. Bir kale arkası komple deplasman takımının. A Takım maçı öncesinde Paf Takım maçı. Ve maçın başlamasına saatler kala dolan tribünler. Bu dolu tribünler ne yapacak? Tabi ki sürekli birbiriyle atışma halinde. Bir Fener tezahüratı, bir Beşiktaş tezahüratı. Hatta öyle bir ahlaka sahip ki, Fener tezahüratını Beşiktaşlılar, Beşiktaz tezahüratını Fenerliler kesmiyor. Boşluk olduğu anda son tezahürat yapan takım ''sıra sende Fener/Beşiktaş sıra sende'' diyor. Böyle bir atmosferde yaratıcılık son noktada.

O maçtan sonra hafta içinde Avrupa Kupası maçları oynanacaktı. Mesela bu aklımda kaldı her zaman. Türk takımı desteklenirdi her zaman diyenlere 96'dan cevap. Beşiktaş tribünü maç öncesinde şöyle bağırıyordu:
''Beşiktaş, (Alkış), Cimbombom (Alkış), Trabzon (Alkış), Juventsu (Alkış)!

Fenerbahçe o sezon Sampiyonlar Ligi'ndeydi ve hafta içi rakibi Juventus olacaktı. Hatta Beşiktaş taraftarı, Juventusla olan renktaşlık sebebiyle şöyle de bağırıyordu:

"Juve , Juve, siyah beyaz Juve."

O sıralar çok moda olan Candan Erçetin parçasına da bir cover yapmıştı Beşiktaş tribünü. Hatırlayan varsa buraya yazarsa sevinirim, küfürlü yerleri hafiften sansürleyerek. Evet tezahürat küfürlüydü. 1996'da küfür edilmiyordu diyen olursa suratına çarpın bu yazıyı. Şarkıda "ağlanma, sızlanma" geçiyordu, oradan hatırlayan olabilir.

Neyse artık bu kadar maç öncesi yeter. Maraton o zaman Show Tv'deydi. Maraton'da cumartesi gecesi. "Kadıköy'deki maçın öncesi, sonrası ve tüm yaşananları Maraton Cumartesi'nde." derlerdi. Güzel zamandı. Maçı Cine 5 veriyordu. Ercan Taner anlatıyordu, Erman Toroğlu yorumluyordu. Bunları tabi ben maçtan sonra farkettim, şenzlong yazarlığı yapmadık hiçbir zaman, 10 yaşımızda bile paramızı verip maça gittik.

Maçı anlatmak istiyorum ama o kadar sıkıcı bir maçtı ki anlatacak hiçbir şey yok o maça dair. Beşiktaş'ın başında Rasim Kara vardı. Kalesinde Mrmiç, gerisinde bir kaç ay önce Trabzonspor'u yıkan Erkan Avseven, birkaç ay sonra Beşiktaşı, Valencia maçında yıkan Ali Günçar, beden eğitimi öğretmeni Rahim Zafer vardı. Orta saha hep bir umut beklenen ama sonra Anadolu turuna çıkan Sinan Demircioğlu, Bulgar ön libero Zlatko Yankov, solak Serdar Topraktepe, ve yanyana oynarlar mı diye her hafta 20 kere sorulan Ali Rıza - Şifo ikilisinden oluşuyordu. Kara Kartal'ın gol ümitleri ise Samsunspor'dan 70 milyara gelen Ertuğrul Sağlam ve Acun Ilıcalı'nın kankası modundaki Daniel Amokachi idi.

Fenerbahçe ise Parreira'dan boşalan teknik adamlık koltuğuna başka bir Brezilyalı Lazoroni'yi getirmişti. Sahadaki 11 ise şu şekildeydi: Kalede şimdinin Beşiktaşlısı Rüştü Rençber, sağbekte her zaman Hollanda maçındaki ortayla hatırlanan İlker Yağcıoğlu, sol bekte Körfez çocuğu Halil İbrahim Kara, tandemde Türkiye'nin gelmiş geçmiş en iyi ikililerinden Uche ve Högh, ortasahada Fenerbahçe'de nasıl oynadığını hiç bir zaman anlayamadığım Tuncay Akgün, İşçi Partisi'nin başarılı ön liberosu Kemalettin Şentürk, Muhammet Yavuz kod adlı Jay Jay Okocha ve o zamanın gol kralı şimdinin antipati kralı Bülent Uygun. Forvette ise Galatasaray'a "yeni Saviseviç" diye gelen Elvir Boliç ve Galatasaray'a "eski Hakan Şükür" olarak gelen Saffet Sancaklı yer alıyordu.

Maç hakkında, hele ilk yarı hakkında anlatılacak hiç bir şey yoktu. Bütün hevesim kursağımda kalıyordu. Bir maç bu kadar mı zevksiz olurdu? Belki de şu anda en sıkıcı maçı bile beğeniyor olmam, bilinçaltına bu maçı kaydetmem nedeniyledir. Biz daha sıkıcısını yapana kadar en sıkcısı bu diye düşünen iki takım. İlk yarının sonunda ilgim Fenerbahçe tribünlerinin ışıklandırmasına kayıyordu. Keza çok sakat duruyordu kendisi. Sallanıyordu da. Çamlıca'dan esen rüzgar, şimdi ki Fenerbahçe Stadı'nın kalın duvarlarıyla karşılaşmadığı için üzerimize üzerimize geliyordu. Haliyle Dereağzı'nın Kadıköy'ü Kadıköy yapan kokusu da o yaz gününde iyice hissetiriyordu kendini.

İkinci yarıda oyuna Oktay Derelioğlu girince maç biraz hareketlenir oldu. Solda Serdar, sağda Oktay. Geçmiş zaman işte. Bu hareketlilik Amokachi ile kaçan bir iki gol dışında Beşiktaş'a bir şey kazandırmadı. Bir de Sergen'in sağ taraftan kullandığı serbest atış vardı. Yan ağlarda kalan topu gol sanmış ve tüm tribün gol diye bağırmıştı. O zamanlar Fenerbahçe taraftarının ota boka "salak-salak" diye bağırma huyu yoktu. Ama yine de alay edildi sevinen tarafla. Sevincini ve hüznünü aynı dakika içinde yaşadı Beşiktaş taraftarı.

Maçın son dakikasında Beşiktaşlı taraftarlar stadı terk etmeye çalısıyordu. Ama sanırsam kapılar açılmıyordu. "Önce ev sahibi çıkacak" geyiğine alışık değildi herhalde o gün orada olanlar. Tam bu esnada 10 dakika öncekine benzer bir yerden kazanılan serbest vuruşta topun başına yine Ali Rıza geçti. Aynı yerden aynı şekilde bir kez daha vurdu. Bu sefer sazanlık yapıp sevinen olmadı. Ta ki Sergen tribüne doğru koşmaya başlayınca kadar. O an bunun bir gol olduğunu anladık. O anda lise açık benim için kapalı oldu. Keza gökyüzü gözükmüyordu. Aynı esnada çıkışa doğru hareketlenen grup geri dönmüştü. Golü bir kez daha görmek nasip olmadı tabi. 1 ay önce son dakika penaltısıyla TSYD kupası kazanan Beşiktaş, bu sefer Sergen için penaltı atmak kadar kolay olan bir noktadan son dakika frikiğiyle güldü.

Maç çıkışı için uzun süre bekledik. Ama keyifler yerindeydi. Baya makara yapıldı ama ben yaş haddinden pek çoğunu anlamadım. Okuldaki ilk günüme bir derbiyi izlemenin gururuyla gittim. Öyle olduğu için herhalde lise ve üniversite hayatı stadyumlarda ve salonlarda geçti.

2 yorum:

  1. benim de hayatımda gittiğim ilk maç buydu. o golü göremeyen taraftarlar sadece beşiktaşlı değildi inan, benim gibi bir sürü fenerbahçeli de maç bitti diye dışarı çıkmaya çalışıyorlardı. frikik kazanılınca herkes bi durdu ama o zaman ufacıktım golü görememiştim. beni çok eski günlere götürdün valla kutaycım, eline sağlık

    YanıtlaSil
  2. teşekkür ederim ceyhun..
    tribünler baya güzeldi ama çok kötü maçtı, erken çıkmak gayet doğru bir davranıştı aslında...
    senin için de kötü anıları hatrılatmış oldum gerçi ama olsun, telafi ederiz...)
    katkın için sağol...

    YanıtlaSil