Cuma, Şubat 26

Sonra Gelin


An itibariyle Kewell ve Baros'a ihtiyaç kalmadı sanki. Tabi ki onlar büyük topçular, onlardan vazgeçmek mümkün değil. Sanki şöyle bir şey yapılsa daha iyi.

Bu sezonu kapasınlar, güçlensinler,kondisyonlarını arttırsınlar, canavar gibi olsunlar. Yeni sezonda aslan gibi geri dönsünler.

Galatasaray 1-2 Atletico Madrid


20 saat geçti. Bu kadar soğumak yeter herhalde. Hamburg maçıyla kıyaslamak mümkün değil dün geceyi. Onla kıyaslamak için önce oynanacak finalin Kadıköy'de olması gerekir. Hamburg maçından sonra 3 gün kendime gelemedim. Tam kendime gelecekken Eskişehirspor yendi. Şimdi öyle değil. Üzüntüden çok sinir var.

Çok fazla uzatmaya gerek yok. Herkes uzatacak zaten. Herkesin hatası, yanlışı var Onları da söylemeye gerek yok, herkes söyleyecek zaten. Sadece şu hikayeyi anlatmak istiyorum:

2002'de çok zayıf kadroyla çeyrek finalin eşiğinden dönmüştük Şampiyonlar Ligi'nde. Gruptaki son maçta yine bir İspanyol takımına, Barcelona'ya, ofsayttan bir golle yenilmiştik. Tek yenilgiyle elenmiştik. Sami Yen'de bilmemkaç maç sonra Avrupa Kupası maçı kaybetmiştik.

O maçtan sonra, çok değil yaklaşık 10 dakika sonra Bülent Korkmaz çıktı mikrofanlara. Geçen sene çok üzse, çok kızdırsa da bizi "Büyük Kaptan" işte. Hafiften ağlamış, hafiften sinirli şunlar söyledi: "Bu maçı kaybettik ama yeniden ayağa kalkacağız, Bu seneyi şampiyon bitireceğiz. 3.yıldızı takacagız. Taraftartarlarımıza kupa kazandıracağız."

Şampiyonlar olsunlar herşeyi unutalım demiyorum. Şu takımın tek eksiği kötü zamanda ayağa kalkmaktır. Bunun için takımı kötü zamanda ayağa kaldıracak futbolculara ihtiyaç vardır. Lider futbolcular. Gerektiğinde takımı tokatlayacak, uykudan uyandıracak. Saha içinde ve saha dışında. Herşeyi Rijkaard'dan beklemeyecek futbolcular.

Dün gece için ne desek boş. Kandil nedeniyle alkol az tüketildi, bu da tribüne olumlu yansıdı. Takım iyi başladı, sonu gelmedi. Yenilmeyi hakettik. Hatta tam hakettiğimiz bir senaryoya uygun olarak son dakikada gol yiyerek yenilmeyi hakettik ve yaşadık. Hayat ve futbol tecrübelerle dolu. Bunu da gördük.

Bu arada son yıllardaki elenmelerin çoğu Sami Yen'de yaşanıyor. Kupada Fenerbahçe, Gençlerbirliği, Antalyaspor, Avrupa'da yukarıda anlatılan Barcelona, Tromso, Hamburg ve dün. Demek ki ilk maçı deplasmanda oynamak avantaj değilmiş.

Hakemler hakkında birşey demeyeceğim ama şu saha içinde 5 hakem olması çok kötü. Eski usul olsa hakemler görmedi der geçeriz ama böyle olunca sinir katsayısı artıyor. Saha kenarındaki hakemler olmasa Caner bu kadar sinirlenmezdi mesela. Yani kısaca, 3 tanesine katlanamıyoruz, 5 tanesi sinir stresi iyice arttırıyor.

Dualarla izlediğimiz maçı verdik. Hayatımla ilgili radikal kararlar almam için bu maçın sonucu önemliydi. Yakın arkadaşlarımın çoğu bile bilmez. Şu maç hayatımın dönüm noktalarından biridir. Kararları uygulmak için önce martı sonra mayısı bekleyeceğiz ama.

Dün eve gelince Four Four Two'nun şubat sayısındaki Ali Ece imzalı Hollanda 1974 başlıklı yazıyı okudum. Orada şu cümle geçiyordu: "Başkasının yöntemiyle kazanmaktansa kendi yönetiminle kaybetmek en doğrusu.'' Sanırım dün için en acıklı olan da bu, başkasının yöntemiyle kaybetmek.

Perşembe, Şubat 25

Ne Yaparsın


"İngiltere Milli Takımı içindeki pozisyonumu uzun bir süre, geçen haftalardaki haberler ve olaylar ışığında düşündüm. İngiltere için oynamak her zaman bir onurdur. Takım içindeki pozisyonumun potansiyel ayrılık yarattığına inanıyorum''

Lisede saçma sapan senaryolar yaratıp birbirimize sorardık: Naaparsın?

Çoğu müstechen tabi, o nedenle buraya yazmıyorum ama mesela şu tarz bir şey diyelim: Yolda bir tane kadın görüyorsun, kadın gel benimle beraber ol diyor (tabi biz burada cümleyi böyle kurmuyoruz), ama tam o sırada kadına araba çarpıyor, ne yaparsın?

Ne yapıyım ulan işte, kadına araba çarpmış. Ama işte illa bir cevap veriyorsun. Kaçarım diyen oluyor, ambulans çağırırım diyen oluyor vs...

Bu da böyle bir şey işte. Bridge'in başına gelen bizim başımıza gelmesin.:

Solak futbolcu yetiştiremeyen bir ülkenin elle tutulan iki sol bekinden birisin. Diğeri sakat. Büyük ihtimalle banko oynayacaksın. Üstelik ülkenin 35 seneye yaklaşan bir hasreti var ve bu sene kazanma şansınız çok yüksek. Yani tarihe adını yazdıracaksın, milli kahraman olacaksın. Ama tam o esnada takım kaptanı senin hanıma halleniyor. Boynuzu yemişsin, tabloid basın seni yazıyor. Ne yaparsın?

Ben olsam yine de dünya kupası derdim.

Cambaz

Fotoğraf Kicker'ın yarışmasından.

Jariç'e Karşı Kasun


Efes Pilsen'in Real Madrid ile İstanbul'da oynayacağı maçı merakla bekliyoruz. Belki gideriz. Jariç'i severim, izlemek isterim.

Biz Euroleague, Jariç, Kaukenas, Garbajosa, Reyes beklerken, Adriana Lima'nın geleceğini uman hayalperstler de var. Dün anladık ki, kendi ülkemizdeki güzelliklerin farkında değiliz.

Dünkü Maccabi maçına Kasun'un eşi gelmiş bu arada. Yandan bakıyorum, Lima'dan farkı yok. Daha önceden farkında olsaydık, Efes Pilsen'in maçlarına daha sık giderdik.

Ruhr Derbisi


Hatırlatalım, yarın Almanya'da derbi var. Ruhr derbisi. Borussia Dortmund, Gelsenkirschen'e gidiyor, Schalke'ye konuk olacak. Almanya'nın tribün ortamı Akdeniz gibi değil ama kuzeyliler gibi de değil. Belki de en ideali.

Fotoğrafta Dortmund taraftarları kendi sahalarındaki Schalke 04 maçı için Westfallen'e yürüyor. Maçı TRT verir herhalde. Saat 21.30'da başlayacak. İlk yarıdaki maçı konuk Schalke 1-0 kazanmıştı.

Hazard'ın Kariyerindeki Kırılma Noktası


Fenerbahçe'nin transfer listesinde Lille'de oynayan Hazard varmış. Olabilir. Hazard yetenekli futbolcu. Peki Fanatik Gazetesi, bu haberde Hazard'ı tanıtmaya nasıl başlıyor?

"Fenerbahçe-Lille eşleşmesi, belki de onun açısından bir şans. Çünkü ne denli yetenekli olduğunu Türk spor kamuoyuna gösterdi."

Biz hakikaten ülke olarak bu kadar megaloman mıyız, kendimizi tepelerde görüyoruz. Sanki burası futbolun beşiği, Hazard'da kendimi Türkler'e nasıl gösteririm diye ölüyor adeta. Lille-Fenerbahçe eşleşmesi olsa da talibi artsın diye bekliyor.

İyimser açıdan yaklaşarak, bu cümlenin altında bir özeleştiri yattığını varsayıyorum. Yani diyorlar ki; "Hazard'ı biz bilmiyorduk, Lille Fenerbahçe maçında anca öğrenebildik, bu cahilliğimize rağmen her gün spor gazetesi çıkarıyoruz." Dürüstlükleri için tebrikler.

Hazard, "gideceksem Lille'den daha büyük kulübe giderim o da ya Real ya Milan olur." demiş.

100.Maç


Bu iki fotoğraf da aynı maçtan. Aralık ayının sonlarında oynanan Türkiye Kupası maçı.

Galatasaray-Trabzonspor maçı. Bu maçın benim için bir önemi varmış, onu dün gece farkettim.

Gittiğim her maçı yazdığım bir defterim var. Delilik olarak kabul edilse de benim hoşuma gidiyor. İşte o defteri uzun süre açmıyordum. Dün son güncellemeleri yaptım. Ve bu maçın Ali Sami Yen'de gittiğim 100. maç olduğunu öğreniyorum. Maçtan önce öğrenseydim daha mutlu olurdum.

100 defa Ali Sami Yen'e girmek. Aslında çok az. ÖSS ile geçen 1 yıl, Olimpiyat'ta geçen 1 yıl, askerde geçen 5 ay, Bodrum'da geçen 1 yıl. Daha fazla olabilirdi. Ama 100'de iyidir. Artık 100'ler kulübünün üyesiyim.

Ali Sami Yen'den ayrılmak o nedenle koyuyor bana. Özellikle 2001'den beri sık sık gidiyorum. 2004'ten beri kombine alıyorum. Evimden farkı yok. Ve kısa bir süre sonra olmayacak. İnsan üzülüyor. Ama bunlar başka yazının konusu olsun.

Bu arada bu maç, yani GS-TS maçı 2009 yılının son maçıydı benim için. 2009 senesinde 41 maça gitmişim (Maşallah). Bu bir rekor. 2006 yılında 37 maça gitmiştim. Eski rekor da buydu.

2006 bu açıdan bereketli bir seneydi. 37 maçın 28 tanesi futbol, o futbolların 27 tanesi Galatasaray maçıydı. 2009'da 26 futbol, 23 tane de Galatasaray FC maçına gitmişim. Bu alanda rekor gelmedi yani.

2009 senesinde farkı yaratan basketbol oldu. 13 basketbol maçına gitmişim.

Bu arada bugünkü Atletico Madrid maçı benim Ali Sami Yen'de izleyeceğim 15. Avrupa Kupası maçı olacak. Çıtır takımları saymazsak 2001'deki Milan maçından sonra en ciddi maç. Milan maçı da ilk maçtır. Aradan 13 maç, 9 sene geçmiş. Hey gidi yıllar.

Çarşamba, Şubat 24

Kıtalararası Avrupa Kupası Rekabeti


Sezon 2000-2001. Futbola bakış açimin değiştiği sezon. Daha doğrusu futbolun hayatımdaki yerinin değiştiği sezon. Eskiden de çok seviyorum ama 2000-2001 önemlidir. Benim gibi insanların olduğunu anladığım ve taraftarlığın çok ulvi bir şey olduğunu hissetiğim sezon.

O sezon, iki önemli olayın sadece benim için değil, aslında tüm Türkiye için ne kadar önemli olduğunu anladım. Biri Galatasaray-Fenerbahçe rekabeti, diğeri Avrupa Kupaları.

Hayatımda ilk defa stadyum dışında, yani sokakta forma giyen bir kız görmüştüm. S.Graz ile maçımızın olduğu gün Bağdat Caddesi'nde sırtında Hagi yazan çubuklu Galatasaray forması giymiş bir kız. Hava ılık ama yağışlıydı. Karşıya geçen otobüslerde maça giden birçok insan vardı. Sokakta maçı konuşan insanlar vardı. Koca bir şehrin, bir Avrupa Kupası maçı öncesi nasıl değiştiğini, o maçı nasıl hissederek yaşadığını farkettim. Aynı sezon 6 Mayıs 2001'de oynanan Fenerbahçe-Galatasaray maçı da öncesiyle sonrasıyla böyleydi. O sezon bizi mayısa kadar oyalayan bir lig yarışı bir de BBG evi vardı.

En son ne zaman böyle birşey oldu acaba? Aynı gün, aynı Avrupa Kupası organizasyonunda, Galatasaray ve Fenerbahçe İstanbul'da kendi stadyumlarında maç yapacaklar. Hem ezeli rekabet, hem Avrupa Kupası.

Ligde bile aynı gün maç yapmıyorlar genelde. Veya yaptıklarında tıpkı bu hafta olacağı gibi biri deplasmanda, diğeri iç sahada oluyor. Sebep güvenlik aslında ve bunun için kimse de suçlanamaz.

İşte o nedenle yarın unutulmaz bir gün olabilir İstanbul için. Tek korkum metrobüs duraklarında yaşanacak sürtüşmeler. Umarım benim kuruntumdur, olmaz öyle şeyler.

Aynı anda 80.000 kişi stadyumda olacak. Tüm şehir hem Avrupa Kupası hem de ezeli rekabet yaşanacak. Nasıl ki ligi diğerinin üstünde bitirmek şampiyon olamamanın tesellisi oluyorsa, Avrupa Kupası'nda da diğerine tur bindirmek aynı hissi yaşatır. Rakip hem Lille/A.Madrid, hem Galatasaray/Fenerbahçe.

Hoşuma gidiyor bu rekabet. 6 Mayıs 2001'de Fenerbahçe benim için bir rakipten daha fazlasıydı artık. Sanırım hala da öyle. Ama yine de aradan geçen 10 yılda bir olgunlaşma var bende. Çünkü eskiden olsa yarın Fenerbahçe elensin isterdim. Şimdi ise bu rekabet devam etsin istiyorum. Bir tur daha beraber olalım, iki tur daha. Hatta mümkünse karşılaşalım bir yerde, bir ilk olsun. Onları eleyen elin Fransız'ı, İspanyol'u değil, biz olalım.

Bütün dünyada sadece Galatasaray ve Fenerbahçe kalsa bizim için çok fazla değişen şey olmayacak sanırım. Neyse yarın biz yenelim de Fenerbahçe ne yaparsa yapsın..) Yine kafam karıştı, ulan Lille elesin işte, yoksa mahallede yolumuzu keserler, laf atarlar yine..

Salı, Şubat 23

Guiza Üzerinden Hakan Şükür


Guiza olayı sadece Fenerbahçe tribünün olayı değildir diye yazdım yaklaşık 1 saat önce. Onların tek farkı, stadyumlarını bizden 10 sene önce yenilemeleri ve tribün kültürlerinin o 10 sene içinde değişmesi. O konuyu kapatıp buradan; Metin Oktay'ı göremeyen kuşağın gördüğü en iyi santrforuna gelelim.

Guiza büyük beklentiyle geldi Türkiye'ye. Beklenti büyük olunca, tribünün bu kadar taşmasının normal olduğu söylenebilir. Ama aslında Guiza'nın Hakan Şükür'den farkı pek yoktu.

Gol vuruşu aynı, hatta Guiza'nın aşırtmaları falan Hakan'ın atamayacağı türden. Burada Hakan hava topları hakimiyetiyle Guiza'nın önüne geçer. Ama çabalamalar, araya kaçmalar, defansı zorlamalar hemen hemen aynı sayılabilirdi Hakan ile. Futbol özelliklerini boşverelim yine de, ikisi de Türkiye'nin en büyük 2 kulübünde santrfordu. İki 9 numara; Guiza ve Hakan

Hangi Hakan? 1992'de Galatasararay'a Bursaspor'dan gelen 21 yaşındaki Hakan.

Hangi Guiza? Euro 2008 sonrası La Liga'dan Fenerbahçe'ye 14 milyona gelen Guiza.

Bu yazının sebebi Hakan'ın maç yazısının başlığıdır: Guiza Oyundan Çıkmamalıydı

Bu başlığı görünce ""acaba Hakan kendisini mi düşündü diye sormadan edemedim. Eski topçuların yazarlık yaparken, meslektaşlarını yorumlarken kendi futbolculuk günlerini akıllarına getirirler mi? Yoksa askerdeki devrecilik gibi midir? Ben çok eleştirildim, şimdi ben eleştireceğim herkesi. Biz de alt devreyken yaşadık bunları.

Hadi sözü yine Galatasaray'ın çok defa sokulduğu vefa sınavına bağlayalım. 2010 yılında Kadıköy'de Guiza'yı ağlatan kitle, 1992'de Sami Yen'de olsaydı Hakan Şükür şimdi nerede olurdu?

Yine de kabul edelim, dünkü olayda 2000lerde Kadıköy'de değişen tribün kültürüne pay çıkarsam da Fenerbahçe'nin genelde ruhunda yer alan bir sabırsızlık olduğu, en azından 1990larda, gerçektir. Yani 2010 model Fenerbahçe ile 1990 model Fenerbahçe arasındaki fark ,değişen somut koşulları düşünmezsek, en temel noktada fazla olmayabilir. Aradaki 20 sene farklıdır ama. Stad yenilenmiş, gruplar kalkmış vs... Ama herkesin içinde aynı duygular olabilir.

Hakan Şükür idmanlarını Florya yerine Derağzı'nda, maçlarını Sami Yen yerine Kadıköy'de oynasaydı, Hakan Şükür şimdi nerede olurdu?

Hayat tarzları çok farklı. Guiza, geceleri İstiklal'de midye dolma yiyor. Hakan ise muhafazakar bir kesime örnek olma çabasındaydı. Ama özlerinde ikisi de aynı duygusallığa sahipler. En azından bizim maçlarda gördüğümüz buydu.

Haftalar boyunca gol atamayan Hakan Şükür'ün gol orucu haberlerini hatırlarım hala. Ve inadına, Terim her zaman oynatırdı. Sene 1997-98 yani. Artık 21 değil, 27 yaşında Hakan. Ama hala ağlamaya meyilli. Hala küsmeye meyilli. En ufak tepkiden sonra "kırgınım" diyeceğini hissediyorduk. O yıllarda tribünde olmadığım için çok da kesin konuşamıyorum ama ara sıra tepki olduğu da söylenir abiler tarafından (sor abilerine anlatsın). Sanırım o tepkiler Tanju'nun bitiriciliğini görmüş kuşak tarafından geliyordu. Nasıl ki bizim kuşak da şimdi Hakan'ın hareketliliğini gösteremeyen Nonda'yı ıslıklıyorsa.

Konu Guiza, Daum veya Fenerbahçe tribünü değil. " Guiza'nın oyundaki duygusal hali, çıktıktan sonraki gözyaşlarıyla birleşince, yaşamış olduğu duygular bizleri de açıkçası çok etkiledi." yazan eski Kral, Hakan Şükür'dür konu.

Eski değil hatta, yeni Kral Hakan Şükür. Çünkü, şimdi Galatasaraylılar Guiza için nasıl Emrah diyorsa, eskinden de Fenerbahçeliler Hakan'a "Şaban" derdi. Galatasaray'a 3.defa döndüğünde yani 32 yaşındayken anca Kral olarak kabul edilmişti Hakan.

İşte o Hakan, bu duygusal buhranları yaşayan Hakan, rüştünü anca 32 yaşında ispat edebilen Hakan, gol kaçırdığında stadyumdan yükselen her uğultuda kafasını öne eğen Hakan, ama her maç oynayan Hakan, her maç tribünlerin ona "Hakan gol gol gol" diye bağırdığı Hakan, en kötü zamanında bile Galatasaray'a dönebilen Hakan ve bunca şeye rağmen yine de formasını giydiği camiaya "kırgınım" diyen Hakan, acaba dün Guiza'ya yapılanları görünce o süreçleri hatırlamış mıdır?

Şu anda kırgın olduğu camia yerine, babasının tuttuğu takım Fenerbahçe'ye transfer olsaydı ve aynı golleri orada kaçırsaydı (tıpkı Guiza gibi) futbolu nerede bırakabileceğini hiç düşündü mü? Hayatı boyunca hiç aklına gelmediyse, en azından dün düşünmüş müdür?

Guiza'ya üzülen Hakan, kendisini onun yerine koymuş mudur? Yoksa "Guiza yabancı o kadar para alıyor ama ağlıyor, biz Türkler paramızı alamazdık, ama yine de ağlamazdık" mı demiştir?

Guiza Üzerinden Taraftarcılık Oynamak


Aslında çok uzun bir konu. Bir kitaplık yazı çıkar. Türkiye'de tribün kültürü ve endüstriyelleşme diye başar gideriz. Taraftar nerede tepki verecek kime tepki verecek? Ve hatta taraftar kim?

Hepsini geçiyorum o nedenle, ileride bir kitap yazarsam oraya yazarım. Zaten bu blogu okuyan az sayıda insan var ve onların büyük çoğunluğu Fenerbahçeli-Galatasaraylı farketmez hepsi hemen hemen aynı düşüncededir. Uzun uzun yazmaya gerek yok.

Yine de bir iki not düşelim.

Taraftar kulübün sahibidir, futbolcuların sahibi değildir.

Taraftar tepki gösterme hakkına sahiptir ama bunu öncelikle mücadele etmeyen topçuya yapması gerekmektedir. Yani istekli ama sakar ve yeteneksiz olana değil.

Hedefi olan bir takımın taraftarınin en önemli görevi oyuncusunu sezon içinde küstürmemektir. Gerekirse onu bozan her türlü etkiyi ortadan kaldırmalıdır. Sezon bitince istersen idman bas ama 3 gün sonra Lille maçı varken bunu yapma.

İyi oynamayan topçuya Ankaragücü tribünü gibi "oyna, oyna, oynasan lan" gibi bireysel bir tepki verebilirsin ama oyuncular arasında bir husumet yokken Semih-Guiza ikilemi yaratmak sadece tepki gösterdiğin adamı değil övdüğün adamı da bitirir.

Bu Fenerbahçe özelinden yazdıklarım aslında tüm İstanbul'u ilgilendiren bir konudur.(Anadolu daha farklı) Fenerbahçeli arkadaşlarına sataşan Galatasaraylılar dikkat etsinler, Seyrantepe yapılınca aynı kitle orada da olacaktır. Nonda ile Guiza'nın tek farkı, birinin Sami Yen'de oynaması, diğerinin eskiden adı Fenerbahçe Stadı olan Saraçoğlu Stadı'nda oynamasıdır.

Bu kitleyi yaratan yönetimlerin ise şikayet hakkı yoktur;

14 milyon euro verdiğim futbolcuyu yuhalamazsın mantığı bir kenara bırakılmalı. Çünkü taraftarı müşteri yerine koyan sizsiniz. Eğer taraftar müşteri ise, müşteri her zaman haklıdır. Taraftar her zaman destek olmalı diyorsan, onun taraftar olduğunu hatırlamalısın.

Ezeli rakiplerinle fazla uğraşırsan, rekabeti gereksiz yere abartırsan, en ufak puan kaybında da tribün futbolcuya tepki gösterir.

Kısır döngü: Kadıköy'de Galatasaray maçında rakibi aşağılarsan, basitleşirsen, rakip taraftarı sinirlendirirsen, rakip taraftar sana sataşmak için yer ve zaman arar. En ufak puan kaybında kendisine sataşılaşacağını bilen taraftarın ise zorda kalınca kendi takımına tepki gösterir.

Olay aslında çok basit. İnsan basittir çünkü. Şöyle anlatalım:

Adnan Galatasaraylı, Aziz Fenerbahçeli iki kombine sahibi, iki futbolla aşırı ilgili okul arkadaşı. Adnan Kadıköy'e gelip Galatasaray tribününde yer alıyor. Fenerbahçe kazandığı zaman, ışıklar tutuluyor, şarkılarla dalga geçiliyor, hindiler geliyor. Bir gün sonra Aziz, kulübün yayın organından öğrendiği espirileri Adnan'a söylüyor. Adnan sinirleniyor. Aziz' e küfrediyor. En sonunda sene sonunda görüşecez diyor. İkili arasındaki ilişki geriliyor. Aziz, Fenerbahçe 2-0'dan 3-2'ye maç verince, bir gün sonra Adnan'ın ona hareket yapacağını biliyor. Sinirini, futbolcudan çıkarıyor. En ufak bir ıslığa o da katılıyor.

Ya da kısaca şöyle söyleyelim: Kaybetmeyi aşağılama gerekçesi olarak gösterirsen, insanları kaybetmekten korkar hale getirirsin. Kaybetmekten korkan insan da, en pahalı tribünden biletini alsa da sağa sola tepkisini göstermekten sakınmaz.

Peki futbolcunun hiç mi kabahati yok? Var tabi. Ama hangi insan işini yaparken yanlış yapmamıştır ki?

Bu sorun Fenerbahçe'nin sorunudur. En azından şimdilik. Birkaç sene sonra aynı şeylerle yüzde 90 biz de karşılaşağız.

Pazartesi, Şubat 22

Şampiyonluk Nağmeleri


Kicker'ın futbol fotoğraflarını ara ara buraya getirmek lazım.

Bu abiler şampiyonluk kutlayan Wolfsburg taraftarları. Akdenizli havaları var. Saha içine girmeler, kale direğine çıkmalar. Bizim 2006 şampiyonluğumuzda da böyle şeyler yaşanmıştı. Almanlar'dan beklemezdim böyle bir coşkuyu ama Wolfsburg'un şampiyonluk hasreti bu coşkuyu olağan hale getiriyor. Anlaşılır hareketler.

Ben de şampiyonluk kutlamayı özledim. Askerde geçen 2008 nedeniyle, 4 senelik bir hasretim var, bitsin artık bu sene..

Deplasman Adamı Mehmet Topal


Son iki maçımızı televizyondan izledim. İki maçtaki kadrolarda çok fark yoktu. Dün Servet yerine Emre, Sarp yerine Barış vardı. Emre son zamanlarda zaten oynayan bir adamdı, Barış da sık sık görev alıyor. Mustafa'nın vazgeçilmez olduğunu düşündüğümüz anlarda formdan düşmesi ve yedeğe çekilmesi duygusal olarak beni üzse de, gereken bir tercihti.

Orta üçlüdeki bu değişiklik değil konumuz. Bu yazıda Mehmet Topal'a dikkat çekmek istiyorum. Çünkü, son iki maçta dikkatimi çeken isim Mehmet Topal oldu.

Sene başından beri beklenen veremeyen ilk isim kim diye sorulsa, benim cevabım, Servet ve Topal'dan biri olurdu. Servet, ligde yine yapması gerekeni yapmıştır çoğu zaman, ama beklenen fazla olduğu için bazı maçlarda gözden düştü. Gökhan Zan'ın (evet hala bizim futbolcumuz) sakatlanmadan önce en iyi stoperimiz olduğu gerçeğini unutmamak lazım. Fakat şu an Gökhan Zan dönse bile, Emre-Neill ikilisini kesecek durumda değil. Belki de Servet ve Gökhan'ın kadroya girmeleri için Uğur'un bu formunu sürdürmesi gerekir, ki Emre-Neill ikilisinden biri sağ beke geçsin.

Dallanıp budaklanmadan Topal'a dönelim. Bu sezon orta sahada ömür törpüsü bir Topal izledik. 7 ay boyunca topu her ayağına aldığında, nefesimi tuttum. Kafasını kaldırıp, topu ayağından çıkardığında nefesimi verebildim. Üstelik genelde o toplar rakibe gitti. Orta üçlüde hem Barış'ın hem Sarp'ın hatta zaman zaman Ayhan'ın gölgesinde kaldı. Barış ve Sarp'tan ayrılan özelliği olan top kullanma yeteneğini sergileyemedi ve o ikilinin mücadele gücünün yüksekliği onların Topal'ın önüne geçmelerine yetti.

Ayhan ise çok oynamadı. Çok da üzülmedim zaten. Ama 33 yaşında Ayhan ile 24 yasındaki Topal arasında çok fark yoktu, hatta bazen Ayhan daha dinamik oluyordu.

Bütün bunları bir kenara bırakırsak, son 2 maçta iyi bir Mehmet Topal izledik. Ben öyle sanıyorum en azından. Calderon ve İnönü gibi iki zorlu deplasmanda, rakibi oynatmamanın da en az oynamak kadar önemli olduğu, savunmanın da hücum kadar önemli olduğu maçlarda Topal geri dönüşünü yaptı.

Elano'yu bir kenara bırakırsak, Topal iki maçta da iki farklı arkadaşıyla oynadı, Sarp ve Barış. Biri Anadolu'da oynadığı yıllardan sonra 28 yaşında İstanbul'a gelmiş, formayı kapmış, milli takıma yükselmiş. Ama Vicento Calderon'a çıkınca, Anadolu'dan gelen çocuğun bu maçı kaldıramadığını gördük. Zamanında Erciyesspor'un Calderon'a çıkmasını sağlayan Mustafa, kendisi o sahaya çıktığı zaman bekleneni veremedi.

Barış ise 22 yaşında Almanya'dan geldi. Feldkamp, Skibbe gibi hocalarla çalıştı. Farklı bir oyuncu. Şampiyonluk gördü, derbiler oynadı, Avrupa'da oynadı. Ama hala sarı kartı olmasına rağmen elle oynamaya devam ediyor. Ama hala topu ayağına alıp sürmeye başladığında sağa çekiyor. Faydası çoktur ama ilginç bir şekilde bazen aklını bırakıyor, Alman altyapılı güçlü çocuktan, çılgın Türk'e dönüyor.

Bu iki maçta da iyi bir Mehmet Topal izlemeye buradan bakmak lazım sanırım. Büyük maçlarda ortaya çıkan futbolcu olabilir Topal. Diğer ikisinden de daha farklı bir hikayesi var çünkü.

Çanakkale'de top oynarken bir anda kendini Anfield'da bulan, Anfield'da Gerets'in sadece 45 dakika dayanabildiği, uzun bir süre günah keçisi ilan edilen, aynı dönemde transfer edilen İnomoto'dan daha fazla maliyeti olan bir Anadolu topçusu.

Geliyor, atılımını yapamıyor, İsveçli'ye formayı kaptırıyor. Ama o sırada şans ona gülüyor. Linderoth'u Galatasaraya'dan ayıracak sakatlık; ona parçalıyı giyme nedeni oluyor. Şampiyonluk yaşıyor, fiyatını katlıyor, Euro 2008'e gidiyor, fiyatını katlıyor, en önemli maçta bir de stoper oynuyor, fiyatını biraz daha arttırıyor.

Geçen sene ise rakibe faul yapıp sarı kart gördüğü pozisyonda sakatlanıyor. Geri dönüşü sezon başını, tam anlamıyla geri dönüşü perşembeyi buldu sanırım. Dün 2-3 pozisyonda yaptığı hamlelerde onu Emre Güngör sandığım oldu. O kadar hareketli ve rakibi rahatsız eden bir haldeydi. Her yerdeydi. Mücadelesi dün geceki Barış'tan daha akıllı, Calderon'daki Sarp'tan daha sakindi.

Tabi bunlar televizyonda görülenler. Bu hafta sezonun en önemli maçlarında bu sefer canlı canlı izlyeceğiz Mehmet Topal'ı. Bakalım yalancı bahar mı, yoksa 2008'e geri dönüş mü? Belki de takımın özellikle Calderon'da çok telaşlı olması onun daha parlak gözükmesine neden oldu. Ali Sami Yen'de perşembe günü sergiyeceği futbol bu nedenle önemlidir.

Anfield'da oyundan çıkan Topal'ın gelişimi (daha sonra dursa da) ile dün gece kesik yiyen Sarp'ın gelişimi aynı olsun.

Şehirden Derbi Geçti

Ne kadar aklım A.Madrid maçında desem de, bu maça ilgim olmadığını söylesem de Fırat Aydınus'un düdüğü çalınca herşey değişiyor. Muhakkak bizim için bir Fenerbahçe maçı değil ama aynı şehirde 3 kardeşiz işte. Bazıları bir şehri iki kişi paylaşamıyorken, biz burada 3lü bir rekabet yaşıyoruz.

Beşiktaş'a gidince farklı davranıyorsun, Kadıköy'e gidince farklı konuşuyorsun. Derbiyi kazanırsan Beşiktaşlılar'a farklı bakıyorsun, kaybedersen evden çıkarken çekiniyorsun. Ne olursa olsun A.Madrid'i elesek de, onlara elensek de bunun sokakta yanısması olmayacak. Türkiye'deki derbiler aslında sosyal bir olgudur. Sokak'ın damarlarından biridir ama şimdi konumuz o değil.

Keyfili oldu, güzel oldu. Oyun aktı. Beraberlik maçın hakkıydı, berabere bitti. Biz kötü bir gol yedik ama, daha anlaşılır bir gol yeseydik en azından.

Gol sevinçleri bile derbiye yakıştı. Çocuklar anlamış derbinin önemi. Beşiktaşlı futbolcuların attıkları golden sonra Kapalı'ya koşmasını kıskanıyorum. Başka takımda kiralık oynayan bile Beşiktaş'a gol atınca Kapalı'ya koşuyor.

Hareket eden herşeye vuran Emre ile Yugoslav orta sahamız Elano göze giren isimlerdi. Beşiktaş'ta İbrahim'in gençlik iksiri derbilerde. Derbilerde oynadığı futbolla kariyerini uzatıyor. Çilingir Yusuf, bu sefer sessiz kaldı. Nobre 2 senedir bizi boş geçiyor. Bize de gol atamıyorsa Nobre bitmiş demektir. İlk yarıda kaçırdığı golü, üzerinde FB forması veya kalede Mondragon olsaydı atardı.

Lucas Neill'in Ergün Penbe çalımları henüz aksamadı ama sağolsun ömrümüzden seneler çaldı. Beşiktaş'ın son atakta, son dakikada duran topta ofsayta düşmesi ise gecenin tek ofsaytıydı.

Fırat Aydınus bize penaltıyı, Keita'ya kırmızıyı vermedi. Ama kimse onu konuşmuyor. İyi niyet bazen böyle şeylere yarıyor. Yine de iyi niyetle bir yere kadar. 2005-2007 arasındaki Fırat Aydınus geri dönmeli. Yoksa derbilerde polis hakemlerle, artniyetlilerle uğraşacağız.

Maçın öncesine ve sonrasına çok adapte olamadım. Sadece maç. Bunlar da sadece maçla, 90 dakikayla ilgili satırlar. Öyle veya böyle, dün bizim şehirde bir derbi yaşandı. Dün oynandı, dün bitti. Artık sadece Atletico'ya yönelebiliriz.

Cumartesi, Şubat 20

Manchester vs Liverpool


İki komşu şehir, iki rakip şehir. İngiltere futbolunun iki lokomotifi. 2 şehrin 4 takımı bu hafta birbiriyle karşılaşıyor. İlk maç az önce sona erdi. Everton, United'ı 3-1 yendi. Yarın Liverpool ile City karşılaşacak.

İngiltere'nin 100 küsür yıllık ligindeki 47 şampiyonluk bu iki şehre gelmiş. Müzik grupları, biri liman şehri, diğeri sanayi şehri. Kulüplerin sahipleri Arap veya Amerikalı olsa da bu maçlar İngilizler için önemli.

İlk maçı mavi formalılar ve Liverpool şehri kazandı. Bakalım ikinci maç ne olacak? Yarın saat 17.00'de.

15 Sene Önce İnönü



Beşiktaşlı arkadaşlar yanlış anlamasın ama yarınki maçı önemsemekte zorlanıyorum. Aynı konumda kendileri de olsaydı sanırım aynı şeyi hissederlerdi o nedenle perşembe heyecanımızı anlayabilirler. Ama yine de yavaştan derbi havasına girmek lazım. Sonuçta klasik tabirle gazonuza bile olsa Fenerbahçe ve Beşiktaş maçları önemlidir, derbidir, rekabettir, prestijdir. Biliriz ki bu maçlar nesilden nesile aktarılacak maçlardır.

O nedenle 15 sene önce İnönü'de oynanan bir maçı koyalım buraya. Bu hafta Lig Tv derbinin son 10 yılını yayınladı sık sık. Arşivciliği zayıf bir milletiz. Yayıncı kuruluş ihaleyi aldığı 2001 yılından beri oynanan tüm maçları her seferinde gösteriyor. Oysa eskisi yok. Bu maç onlardan biri. Açık kanaldan yayınlanıyor. Show Tv'de bir lig maçı.

Anlatan İlker Yasin (3 gün önce Madrid'de maç anlattı). Aylardan mart, sene 1995. Sene sonu Beşiktaş şampiyon olacak. Başlarında Daum var. ( 3 gün önce FB ile Lille deplasmanındaydı). Bizim başımızda ise Saftig var. Adnan Polat'ın (3 hafta sonra seçime girecek başkan) futbol şube sorumlusu olduğu zaman. Mapezalar'ın, Saffet Sancaklılar'ın, Kuzmanovskiler'in takıma dolduğu sene. Fakat Beşiktaş bu kadar iyiken, biz de o kadar kötüyken iki maçta da Beşiktaş'ı yeniyoruz. İlk maçta Mapeza'nın 2 golü ve Sancaklı ile 3-1 yeniyoruz. Bu maçı ise izleyeceksiniz zaten. ( O sezon FB ile oynadığımız 4 maçı ise normal sürelerde kazanamıyoruz)

Bu maç öncesi Beşiktaş bizim 5 puan önümüzde lider olarak yer alıyordu. Sene sonu 10 puan önümüde şampiyon olacaktı.

Maçın hakemi Ahmet Çakar. Kadrolar numara sırasına göre (yani 1'den 11'e kadar) şöyle;

Beşiktaş: Aumann, Recep, Mutlu, Gökhan, Alpay, Ertuğrul, Sverisson, Rıza, Mehmet, Sergen, Metin Tekin

Galatasaray: Stauce, Mapeza, Bülent, Mert, Feti, Tugay, Uğur, Saffet, Hakan, Suat, Hamza

Video hakkında üzerinde durulması gereken en önemli şey ise, Galatasaraylı futbolcuların İnönü koridorlarında öpücük yağmuruna tutulmasıdır. Bu arada maç sonu röportajlarında mikrofonu tutan, Acun Ilıcalı.

Cuma, Şubat 19

Bakkal Taktiği / Anne Sözü


"Trabzon şehrinde herkes futbolu çok iyi biliyor. Trabzon şehrinde öyle bir özellik var. Futbolcuyla beraber bütün şehir kenetleniyor maçlara. Taraftarın desteğini hissediyoruz arkamızda, insanların desteğini hissediyoruz, dışarıya çıktığımızda gerçekten maça motive oluyoruz. Bir bakkala gittiğiniz zaman bakkal 'bu maçı alın' diyor, 'şöyle yapın, böyle yapın' resmen taktik veriyor. O derece futbolla alakalı bir şehirde yaşıyoruz ki bu da bize gelişme acısından başarı acısından çok büyük katkı sağlıyor."
Giray Kaçar

“Maçtan önce annem bana, ‘Oğlum arka direğe koş. Top hep oraya gidiyor’ dedi. Aslında teknik heyet de bunu istiyordu. Ben de bu karşılaşmada onu yaptım ve golü attım. Egemen’in hakkını yemezsek, golün asisti annemden geldi. Daha önce de Sivasspor maçında annem beni bu şekilde uyarmıştı ve golü atmıştım. Bundan sonra da onun sözünü dinlemeye devam edeceğim."
Umut Bulut

Zor Gece


Fenerbahçe'yi bilmiyorum ama bizim için çok önemli bir geceydi. Aslında bizi de bilmiyorum. En azından benim için önemli bir maçtı. Önemli bir sezonun, önemli bir haftasının, önemli bir maçı.

Maç hakkında bir yazı değil. Maç oynandı ve bitti. Sağlıklı bir şekilde maç izlemedim ki sağlıklı bir şekilde analiz yapalım. 35.dakikada oyundan Mehmet Güven çıkıyor zanneden, A.Madrid ne zaman Rijkaard'ı getirdi diye düşünen ( bir arkadaş: bazen bakıyorum bu adam gerçekten biz de mi diye soruyorum) bir topluluk. Ne Keita'yı anladım ne Elano'yu. Ama bu akşamdan bahsetmek lazım.

Gece 10'a kadar beklemek yeteri kadar zorluyken, o süreyi bir de Fenerbahçe maçıyla doldurmak stresi daha da arttı. Belki de en az önemsediğim Fenerbahçe maçı bu. Fenerbahçe turu geçsin veya geçmesin önemli değil biz geçelim yeter, acaba olgunlaşıyor muyuz?

Fakat televizyonda bizim maçın dışında başka bir maç olması, zaman geçmesini engelledi sanki. Sanki halı saha maçı yapıyoruz daFenerbahçe maçı bizden önceki maç. Sahayı boşaltsınlar diye bekliyoruz.

Guiza'nın kaçırdıklarını acaba bizimkiler de kaçırır mı, Deniz Barış'ın yaptığını bizimkiler de yapar mı, Daum'un yaptığını Rijkaard'da yapar mı? Fenerbahçe bu maçta puan kaybederse biz de her zamanki gibi puan kaybeder miyiz?

En sonunda başladı bizim maç. Gol bekledik. Gol yedik. Gol attık. Samsunsporlu olduğunu iddia eden bir arkadaşımız skor 1-0 devam ederken (Fenerbahçeli olan ağabeyi, onun hala Fenerbahçeli olduğunu iddia ediyor) bu maç 1-1 biter dedi. Sanırım bunu bir totem olarak kaydetmeliyiz. Aynı adamın Selim Soydan havasıyla "Aguero'yu beğendim, iyi topçu" demesi apayrı bir olay.

Elano'nun Brezilyalı oyun kurucu değil de, Sırp ön libero gibi oynaması, Mustafa Sarp'ın Bursaspor'dan gelen ön libero değil de Guiza gibi gol kaçırma yarışına giren bir forvet gibi olması, Caner Erkin'in Mehmet Güven'e selamı, Rijkaard'ın Gerets'e selamı, Leo Franco'nun Hayrettin'den Mondragon'a kadar herkese selamı, Lucas Neill'in Ergün Penbe çalımları, Keita'nın 2002 Şampiyonlar Ligi'ndeki Hasan Şaş gibi top oynadıktan sonra, 2002 Dünya Kupası Brezilya maçı golünü atması maç hakkında yazabilceğim 3-5 şey.

Totemlerle geçen birkaç günden sonra, radikal bir karar alarak İnönü deplasmanını es geçiyoruz. Sebep çok. Birincisi bu maçın benim için sade bir taraftar olarak önemi kalmaması. Gol yemekten öte sakat vermemeyi düşüneceğim. İkincisi bilet fiyatlarının pahalılığı. İnönü'ye gidip 75 lira para verip, ''Arda koşma olm yorulacaksın", "Topal sakatlanma aman dikkat et" diye bağıracaksak, oraya gitmenin bir anlamı kalmayacak.

Sonuçta, avantajlı bir skorla dönüyoruz. Maç başladığı gibi biterse tur atlıyoruz, 1 gol atarsak tur atlıyoruz, yenersek tur atlıyoruz. Bu avantajı iyi değerlendirmek lazım.

Hamburg ile oynanan ilk maçı aynı semtte ama farklı bir mekanda, hemen hemen aynı arkadaş grubuyla izlemiştik. O gün stoper yoktu, dün santrfor yoktu. 1-1 ile döndük ikisinden de. Biz toteme uyduk mekanı değiştirdik, yine avantajlı bir skorla döndük. Rövanşta ise sıra futbolcularda. Galatasaray takımı 1 sene içinde hatalarından ders alıp almadığını göstermiş olacak.

Lille 2-1 Fenerbahçe

Maçın ilk 35 dakikasını izleyemedim. İşten dönüşte, ilk yarının son 10 dakikası için kendimi berbere attığımda Guiza'nın yanlış tercihiyle topa vurması gereken yerde Alex'e attığı pası gördüm. Soluna denk geldiği için vurmadığını düşünüyorum, ha gerçi Guiza'nın sağı çok mu iyi, o da tartışılır ama bundan daha dar açılardan vurdu iki pozisyonda. Biri ilk yarıdaydı.
***
İkinci yarı oldukça tempolu geçti, Fenerbahçe Avrupa kupalarındaki hiçbir maçı rakibinden kötü oynamama geleneğini aradaki Aragones'li dönemden sonra da sürdürüyor, bu güzel birşey. Ancak alınan mağlubiyeti sindirmek de kolay değil. İki tane bireysel hatadan geldi iki gol de, Lille'in yapısının bize ters olduğunu biliyordum, ters de geldi, ama bu kadar pas hatası yapmamız ne Lille'in ters gelmesiyle, ne de bozuk zeminle açıklanabilir. Organize olamadı Fenerbahçe, pas trafiğini bir gömlek üst seviyede tutmalıydı, beceremedik.
***
Kadıköy'de de bozuk zeminin oluşu işimize gelmeyen birşey aslında. 2-1'lik mağlubiyet, iki ayaklı bir maç için deplasmanda alınan kötü olmayan bir skordur. Ama bu Lille - Fenerbahçe eşleşmesi için geçerli değil bence. Çünkü Lille takımının Kadıköy'de başımıza daha büyük belalar açabileceğini düşünüyorum. Biraz daha becerikli top dağıtan bir orta sahaları olsa, çok daha fazla pozisyona girerler, çünkü iki takım oyuncuları arasında korkunç bir sürat farkı var. Aman golü bulayım, yükleneyim, gibi bir düşünce yakar bizi.
***
Ve Deniz Barış. Fenerbahçe'nin demirbaşı olduğu için Selçuk'la beraber, sorgulamıyorum. Guiza'ya kızmıyorum kimse kusura bakmasın, senin forvetin deplasmanda 1-2 pozisyonu değerlendirememiş, "bulunca atacaksın" geyiğiyle geçiştirirsin. Ama stoperin böyle bir hata yapma lüksü yok. Üstelik skor 1-1'e gelmişken. Üstelik oyunda hakimiyet sana geçmişken... Deniz Barış Daum'un joker oyuncusu, ona göre Deniz önlibero da oynar, stoper de oynar, sol bek de oynar, sağ bek de oynar... Bana göre de hepsinde oynar ama hiçbirinde de iyi oynayamaz. Deniz'in Fenerbahçe'deki 6 yılında iyi oynadığı tek periyod, 2007-2008 sezonunun ilk haftalarıydı. Kasım ayına kadar olan dönemdi. Kayseri deplasmanında sakatlanıp çıktı ve bitti.
***
Pierra-Alain Frau golünü attı yine. Deniz Barış yine kritik adamdı. Kadıköy'de 1-3 biten maçta, Deniz pasif olarak etki etmişti mağlubiyete. Oyundan alınması orta sahayı boşaltmıştı ve Juninho tabir-i caizse at koşturmuştu. Bu kez aktif oldu, ve maalesef yaptığı hata çok pahalıya patlayacak.

Perşembe, Şubat 18

Herkes Gider Onlar Kalır


Biz burada Dünya Kupası'na gidemeyeceğiz, oradaki atmosferi koklayamayacağız diye üzülüyoruz. Gerçi mekan Güney Afrika, hem çok hevesle gidilecek bir yer değil, hem de çok masrafli .Mesela 2006 Almanya gibi kaçan bir fırsat değil. Ama olsun. Yine de "milli takım gitseydi, biz de Güney Afrika görürdük" diyen elit arkadaşlar vardır.

Onlar burada üzülürken, Kuzey Koreliler daha da sıkıntılı. Ben yeni haberdar oldum ama daha önce kesinleşmiş. Kuzey Kore, seneler sonra dünya kupasına gidecek. Ama taraftarı ülkede kalacak. FIFA'nın verdiği 17.000 bileti, ülkenin başındaki Kim Jang Il kullanmayacaklarını açıkladı. Kuzey Kore'yı Güney Afrika'da sadece 200 önemli (tahminen elit) arkadaş takip edecek.

Çarşamba, Şubat 17

Gol Sevinci


Rooney kafa ile gol atıyor, Evra onun ayakkabasını siliyor. Kafa ile atılan gole böyle bir sevinç mi olur? Kaç tane kardeşin var, biri söylemedi mi sana? Şu sevinci iki Türk futbolcu yapsa, sağlam dalga geçerlerdi burada.

İspanya'daki Son Maç


2003-04 sezonunun şubat ayı. Tam 6 sene sonra yine İspanya. Rakip o zaman Villareal, şimdi A.Madrid. İki takımın kadrosu:

Villarreal: josé manuel reina; juliano haus belletti, quique [enrique] álvarez, fabricio coloccini, rodolfo martín arruabarrena (javi venta [javier rodríguez venta] 45+); josico [josé joaquín moreno], sebastián alejandro battaglia, roger garcía (josé mari [josé maría romero] 65’), juan román riquelme; víctor manuel fernández (pedro martí 75’), "sonny" anderson [anderson da silva]
teknik direktör: paquito [francisco garcía]

Galatasaray: faryd aly mondragón; césar luis prates, orhan ak, ömer erdoğan, ergün penbe (hasan gökhan şaş 75’); suat usta, murat erdoğan (sabri sarıoğlu 46’), ovidiu petre, joão batista casemiro; ümit karan (necati ateş 75’), hakan şükür
teknik direktör: fatih terim

Kasaba takımına(!) 3-0 yenildik. Orhan Ak-Ömer Erdoğan tandemi, Suat Usta var mesela, Murat Erdoğan, Petre, Batista orta sahası. Ve tabi ki Sarbi. Yarın için aradığımız sağlam bir Sabri.

Atletico Madrid Öncesi

Basının takımı "Galatasaray fark yer" diyerek yolladığı deplasmanın son dakikaları.. Şampiyonlar Ligi şampiyonu takım son dakikalarda kornerde zaman geçiriyor.

Birkaç gündür Galatasaray hakkında yazmıyorum . Tamamen yarınki maçın totemi. Şu an yazacağım yazı da zaten sık yazdığım bir şey değil. Yani maç önceleri yazmayı çok sevmem. Maç öncesi "böyle olur şöyle olur" diyenlerden değilim. Çünkü genelde hiç öyle olmuyor. Muhakkak herkesin tahmini, gözlemleri ve öngörüleri vardır. Fakat sahaya çıkınca hepsi boş. Hagi 40 metrden çakınca bütün o laflar boşta kalıyor.

İşte o konuşmalardan biri Fox Tv'de yaşandı. Oktay Derelioğlu, "Galatasaray'ın şansı yüzde 2" dedi. Oktay'ı dikkate alacak değilim. Desin. Serkan Korkmaz ise daha acı bir şey söyledi: "10 senedir ilk defa bu kadar umutsuzum." Bunu Serkan Korkmaz'ın demesi çok üzüntü verici. Tabi bu lafı sadece Serkan Korkmaz demiyor, herkesin dilinde.

Kesin yeneriz, eleriz gibi cümleler kullanmıyorum. Ama son 10 sene. Bize son 10 demeyin abiler. 2007'de Liverpool deplasmanına nasıl gittiğimizi hatırlıyorum. 2004'te Juventus maçı için Torino'ya nasıl gittiğimizi hatırlıyorum.

Geçen sene Hamburg deplasmanına bile "aman Emre Aşık'a bir şey olmasın, Allah Nonda'ya depar gücü versin" dualarıyla gitmiştik. Bu saydığım maçların hiçbirinde fark yemedik. Üstelik Liverpool maçına korkmadan gitseydik, Gerets takımdaki futbolcuların hangi sahalarda oynadığını hatırlayıp "Anfield çimlerine çıkmak bile büyük onurdur" demeseydi belki o maçı daha rahat oynardık ve kazanırdık.

Böyle günleri yaşadıktan sonra, Madrid maçı öncesi umutsuz olmak için sadece 2 neden olabilir. Birincisi hafızanız zayıf, geçmişi bilmiyorsunuz veya geçmişi, yaşarken bile kavrayamadınız, ikincisi bizimle dalga geçiyorsunuz.

Asıl konuya gelelim. 2 ay boyunca bu maça nasıl hazırlandık? 2 ay önce kuralar çekildiği anda bile insanlar "Madrid ezer geçer" diyordu. 2 ay sonraki maçı nasıl tahmin ediyorlar anlamadım. Gerçi şu anda Euro 2012 eleme maçlarını oynayıp kimlerin turnuvaya katılacağını bilenler var, 2 ay ne ki?

Madrid maçı için kadromuzu güçlendirmemiz gerekiyordu. Bunun için 1 ayağı top yapan stoper, 1 kayış gibi siyahi orta saha, 1 tane de topa vurmasını bilen fırsatçı bir forvet lazımdı. Hatta bizde daha önce oynamış Gabriel Tamas- Srephan Appiah (Florya görmüş) ve Hasan Kabze işimizi görebilecek adamlar olabilirdi. Bunların hepsini almak mümkün olmayabilirdi. O nedenle önce defans, sonra forvet, sonra orta saha benim tercihim olurdu.

Lucas Neill gayet iyi bir transfer oldu. En fazla ihtiyacımız olan bölgeye en çok yakışacak adamı aldık. Forvete Jo'yu aldık ki, sakat olmasaydı bile bu maçta olmayacaktı. Orta sahayı ise es geçip, açık oyuncusu Gio'yu aldık.

Bu esnada A.Madrid'in mümkünse 3-5 futbolcusunu (biri Aguero) yollamasını tercih ederdik. Maxi ve Pongolle gitti. Tabi sakatlık olsa da olurdu.

İçimiz fesat oldu, sakatlıklar bize nasip oldu. Kewell yok Baros yok Sabri yok. 2 ay önceki duruma göre değerlendirirsek; (hala maç tahmini bekleyenler varsa okumaktan vazgeçebilir).

Gol atmakta zorlanan bir takımdık. Şimdi o kadar sıkıntılı değiliz. Üstelik santrforumuz yok.
Fakat daha telaşlıyız. A. Madrid ise bizim mahallede "menejer (FM-CM) takımı" olarak anılıyor.

İki tane ne yapacağı belli olmayan takımın maçı. 2 ay önce şanslar eşitti. Ve bana kalırsa iki takımda da değişen fazla birşey olmadı. Şanslar yine eşit. Dengeyi kimin deplasmanda daha iyi oynadığına, daha iyi sonuç aldığı bozar.

Umarım son 2 ayı iyi hazırlanmış olarak geçiren biz olmuşuzdur. Madrid'e akan taraftarlara bakınca camiada 2 ay boyunca çok iyi hazırlanan bir kesimin varlığından emin oluyoruz. İspanya'da gol atarsak, turu geçebiliriz. Yeter ki sahaya çıkarken bacaklar titremesin. Klasikleşmiş bir Kadıköy başlangıcını Calderon'a taşımazsak avantajlı skoru elde edebiliriz. Yazı bitti, totemlere devam.

Debinin Hakemi Fırat Aydınus


Pazar günü oynanacak Beşiktaş-Galatasaray maçının hakemi açıklandı. Türkiye'de en çok güvendiğim, hata yapsa da art nyetli olmadığına inandığım hakemlerden biri, hatta ilki. O nedenle şimdiden (olağanüstü bir durum olmazsa) maçtan sonra hakem hakkında bir şey yazmayacağımın garantisini verebilirim.

Fırat Aydınus'un Galatasaray ile son maçı; Türkiye Kupası'nda Trabzonspor'u 2-1 yendiğimiz maç.
Fırat Aydınus'un Galatasaray ile son lig maçı; Geçen sezon 0-0 berabere biten Fenerbahçe maçı
Fırat Aydınus'un Beşiktaş ile son maçı; İnönü'de 3-0 yendikleri Fenerbahçe maçı
Fırat Aydınus'un son Beşiktaş-Galatasaray maçı; Mart 2007'de İnönü'de 2-1 yenildiğimiz maç.

Fotoğraf o maçtan. Literatüre "Mehmet Güven penaltısı" tanımını kazandıran saçma bir penaltı nedeniyle yenilmiştik. Fotoğraftaki 4 Galatasaraylı da şu an takımda yer almıyor.

Salı, Şubat 16

Deplasman

United futbolcuları, bana göre Avrupa'nın en güzel stadı olan San Siro'da maça hazırlanıyor. Şimdi sessiz ama yavaş tavaş dolacak. Milan tribünü ve San Siro stadı güzel bir atmosfer. Yerinde görmek gerek aslında.

Altın Samba


2009 Altın Samba ödülü ve Luis Fabiano.

Papatya


Milan - Manchester United maçı, saat 21.45'te.

Looking For Eric



Sinemayı futboldan daha çok sevenler bu filmi çok sevmeyebilir. Daha doğrusu Ken Loach seven bir adam bu filmden çok büyük haz almayabilir. Hatta belki de Ken Loach abinin en zayıf filmi de diyebiliriz. Ama...

Burada araya ama giriyor işte. Yukarıdaki paragraf bizim gibiler için çok gereksiz bir film eleştirisi yazısı olur. Eric Cantona'nın varlığı zaten bizim için yetiyor. Bir de filmde hikayesi anlatılan Eric karakterine çok benzememiz. Çok benzeyecek olmamız. Bu biraz da bizim filmimiz.

-En son ne zaman mutlu oldun?
-Bir United maçında,Cantona'nın dönüş maçında

Boşluktaki bir hayatın, dibe vurmuş bir bünyenin, çıkış noktasını futbolda, tuttuğu takımda bulması. Kahraman olarak kendine Superman veya Tyler Durden gibi film ve roman karakterlerini değil, canlı kanlı Eric Cantona'yı, Gheorghe Hagi'yi, Pascal Nouma'yı, Aykut Kocaman'ı seçenlerin filmi.

- I am not a man, i'm Cantona

Filmi övmeye gerek yok. Seven sever, beğenmeyen beğenmez. Bunu bir film olarak da göremiyorum zaten. Filmde bazı güzel dialoglar, monologlar var onları yazayım, yeter. Çoğu Eric "King" Cantona özdeyişleri:

Cantona'nın postacı Eric'e verdiği tavsiyeler:

-En asil intikam affetmektir.
-Tehlike olmadan tehlikeyi aşamayız.
-Önce kendime sürpriz yapmalıydım. Risk alarak. Sağlam oynarsan risk yoktur.

*Postacı Eric, yıllar önce ayrıldığı karısıyla konuşur. Kızlarından bahsederler. Kızları gayet iyi bir şekilde okumuş ve başaran biri olmuştur. O esnada karısına şöyle der:

-"Her bokla sen uğraştın değil mi? Ev işleri. Dertler. Ben sadece onu Cantona'yı görmeye götürdüm."

Filmin en güzel sahnelerinden biri. Postacı Eric ile King Eric konuşurlar. Şuradan izleyebilirsiniz. Postacı Eric sorar:

-En güzel an?
-Bir gol değildi
-Bir gol olmalı, Eric
-Hayır.
-Haydi ama. Son dakika, Liverpool'la FA Cup finali..... (Postacı golü öyle bir anlatmaya başlar ki.. Her anıyla tasvir eder. Uzun uzun anlatır. King Eric'in cevabı kısadır).
-Hayır
Bu sefer Postacı Eric bir gol daha anlatır.
-Wimbledon. Wimbledon olmalı. Dünyanın gelmiş geçmiş en iyi volesi.....
Bir gol olmalı Eric?
-Bir pastı.
-Pas mı?
-Tanrım, Irwin'e Spurs maçında.
Bu sefer King başar anlatmaya uzun uzun...
-Peki ya kaçırsaydı?
-Takım arkadaşlarına güvenmelisin. Her zaman Eğer güvenmezsen kaybedersin.

Böyle bir film. Bir güzel sahnesi daha vardır. Pub'ta United'ın Şampiyonlar Ligi maçını beklerler. Aralarında Glazer'e tepki olarak kurulan FC United taraftarları da vardır. Çok güzel bir şekilde atışırlar. Endüstriyel futbola tepki gibi gözükse de sahnenin sonunda şunu anlarız: Ne yaparsan yap, ilk aşkını kalbinden söküp atamazsın.

O sahneyi bulamadım. Bulsam onu koyardım yukarıya. Onun yerine fragmanı koydum. Fragmanda çalan şarkı The Coral, Pass It On. O şarkı olmasaydı fragmanı koymazdım, afiş koyardım. Dinleyin, izleyin.

Pazartesi, Şubat 15

Geniş Aile


"Kız arkadaşım Julia ona aşık. Ona göre; C.Ronaldo hem yakışıklı hem de yetenekli. Maç sonrasında forma değiştirmekten nefret etmeme rağmen C.Ronaldo'nun formasını onun için istemiştim. Ama başaramadım, çünkü Ronaldo istemedi."

Andrei Arshavin anlatıyor bunları. Tam da Bridge-Terry olayı gündemdeyken. Akla kötü şeyler getirmeyelim. Sempatik bir çift bunlar. Bu arada yazının üstüne Ronaldo fotosu koymak gerekirdi ama elim gitmedi. Ben de bu aile saadetini koydum. Herhalde internetten Ronaldo golleri izliyorlardır diyerek espirimi de yapayım.

Kim Haklı



Olayı anlatalım karar sizin. Samsunspor, dün Kocaelispor'u deplasmanda 4-0 gibi farklı bir skorla yendi. Samsunspor çok önemli bir 3 puan elde ederken, Kocaelispor ligde kalma şansını mucizelere bıraktı. "Resmen küme düştü" demek için çok beklemeyeceğiz sanıyorum.

Böyle bir ortamda Samsunsporlu futbolcular soyunma odasında seviniyorlar. Kaleci Ahmet omuzlara alınıyor. İyi mi oynadı bilmiyoruz, belki de takım içinde, aralarındaki bir sevgiden. Önemli değil.

O esnada Samsunspor'un savunma oyuncusu Ersin Veli odaya giriyor ve arkadaşlarına "beyler biraz yavaş, adamlar küme düştü ağlıyorlar içeride" diyorlar. Kaleci Ahmet bu lafın üzerine agresifleşerek, "ne yapalım amına koyım, yendik sevinmeyelim mi, biz de küme düştük" diyor. O sırada biri, kim olduğunu bilmiyoruz, biri "Ahmet haklı" diyor ve sevinç devam ediyor.

Sizce Ahmet mi haklı? Ben kararsız kaldım. Normal koşulda sevinmek hakları, kimse karışamaz. Ama öyle deplasmanlar olur ki, orada odanı basarlar kimsenin ruhu duymaz. Bu boşluğu fırsat bilip bunu yapmak saygısızlık, hatta daha da ötesi samimiyetsizlik. Odanın başında 3-5 tane güvenlik kılığındaki taraftar olsa, kapıya 2 yumruk atsalar en önce Ahmet mi susar acaba? Veya Ersin'in korkusu da bu mu? Rakibini düşünmekten öte, biraz da kendini mi düşünüyor.

Ama en önemlisi, Ahmet Şahin yıllar önce sanırım 2-3 sezon Kocaelispor forması giymişti. Ersin Veli'nin Kocaelispor ile alakası hiç yok.

Guarin 2005


FM'yi çok oynamadım. Zaten bilgisayarın hayatıma, daha doğrusu bizim eve girişi çok geç oldu. Üniveriste 2.sınıftaydım.

Ahmet Cömert'te oynanan bir Galatasaray-Fenerbahçe erkek basketbol maçı vardı. Rasim Başak'ın hareket çekmesiyle olaylar çıkmış, polis bizi salondan atmış, baya olaylı geçmişti. Fenerbahçe tribününün biletleri 50 liraydı. İşte o maçtan çıkıp eve geldiğimde babam "bak bilgisayar aldık" demişti. İçimdeki serserilik ile modernlik arasındaki ince çizginin, çizildiği günlerden biriydi. Biraz geç çizlidi gerçi.

Çizgi geç çizilince FM, hayatıma tam anlamıyla dahil olamadı. Aslında o nesneyi, PC'yi hayatıma bir şekilde sokmam gerekiyordu. Şu anki duruma aldanmamak lazım, beni bu kadar kapsaması son 1 yıldan ibarettir.

İşte o geçiş dönemindeki araçlarımdan biri FM 2005'ti. Ama sadece 2005'ti. 20 yaşındaki bir adamı oyun bağımlısı yapamıyorsunuz. Ne olursa olsun alışkanlıklar ve hayat tarzı var. Evde oturup oyun oynamak bana çok uzak bir şey. O nedenle sadece bir sene sürdü. FM günleri. Ve bu girizgahın nedeni, o oyunun en önemli adamlarından biri içindir: Kolombiyalı Freddy Guarin.

Kendisi 1986 doğumludur, Porto'da oynuyor. Orta sahada. 7 kere de milli olmuş. O yıllarda Güney Amerika'da oynuyordu. Koy Galatasaray'a sırıtmaz. Fotoğraftan da anlaşılacağı gibi, kendisine ün katan oyuna da oldukça sadık. Nereden geldiğini unutmuyor.

FM hakkında hiç yazı yazmadım demeyim diye yazdım bunu da.

Bu arada 3.5 senedir FM oynamıyorum. En son oynadığımda Partizan'ı almıştım. Sasa İliç'in takımı diye. Güzel günler yaşadık. Kızılyıldız'ı yenemesek de kupalara ambargo koyduk. Gerets gibiydim FM'de.

Lider Geliyor


2005-2006 sezonunu unutmak mümkün değil. Özellikle biz Galatasaraylılar için. O sezonu sürekli geride götürüp, son haftayı önde bitirmiştik. Geriden gelmemize rağmen iki kez liderlik koltuğuna oturmuştuk.

İşin ilginç kısmı, o iki liderliğe de 2 derbi deplasmanından önce oturmuştuk. 2006 yılında Kadıköy'e iki kez gittik. Biri ligde biri kupada. Kupadaki maçtan 3 gün önce biz Sami Yen'de Samsunspor'u mağlup etmiştik. Fenerbahçe ise Kayseri deplasmanında son dakika golüyle yenildi. Bir rsatlantı; o gün Fenerbahçe'nin 2 puanına engelolan Gökhan Ünal, dün Manisa'da Fenerbahçe'ye 1 puan getiren isim oldu.

3 gün sonra kupa maçında takımı "lider geliyor lider" tezahüratıyla karşılamıştık.

Kupada yenildikten sonra ligde de Trabzonspor ile berabere kalınca liderlik sadece bir hafta sürmüştü.

Bir sonraki liderlik yine bir Fenerbahçe maçı öncesi gelmişti. Kadıköy'de oynanacak (ve 4-0 yenileceğimiz) maçtan önce, biz Rizespor'u 4-2 yenerken, Fenerbahçe tıpkı dün olduğu gibi Manisa deplasmanına çıkmıştı. Fenerbahçe maçını bizden 1 gün önce oynamıştı. Tarihi maçta Fenerbahçe, Caner Erkinli, Arda Turanlı, Hakan Baltalı, Zafer Şakarlı takıma 5-3 yenilmişti. Bir gün sonraki Rizespor maçı stresin tavan yaptığı maçlardan biriydi. Son 2 sezondaki gibi olsa kesin o maçta yenilirdik ama 2006'da fırsatları değerlendirmeyi beceriyorduk.

Bir hafta sonra Türkiye'de kalpler durdu. Galatasaray tribünü Kadıköy'ü balonlarla süslemişti. Kazanırsak puan farkı sanırım 5'e çıkıyordu. Şampiyonluk maçıydı. Biz öyle biliyorduk. Takım sahaya yine "lider geliyor" ile çıkmıştı. Liderlik o gün el değiştirdi. Yüzde 85'imiz (ben hariç) şampiyonluk hayali kurmaktan o gün vazgeçti.

Bu sene Fenerbahçe puan kaybediyor ve biz lider oluyoruz. Ayağımıza 2-3 kere gelen fırsatı anca maç oynamadığımız haftada değerlenirebildik. Önemli değil. Şimdi 2 deplasman var. "Lider geliyor" diye bağırılacak maçlar mı bunlar bilmiyorum. Biri Calderon, biri İnönü. Bağırmasak daha iyi sanki ama 2006'da o sinerjiyle şampiyon olmuştuk, hem de bana göre bu hafta gideceğimiz İnönü'de almıştık sinyali.