Salı, Nisan 30

2008'in Tekrarı




Kadın basketboluna, başarısız geçen yıllardan sonra ilgimiz tamamen kaybolmuştu. Hatta 2005'te küme düşerken uzun bir süre zirveyi görmeyeceğimizi tahmin ediyorduk.. Öyle olmadı. Beklenenden çok çabuk bir şekilde toparlandı şube.

2008'de final oynadık. Buraya döneceğim. Önce biraz bu sene. Geçen senenin Euroleague hayal kırıklığı, Ceyhun Yıldızoğlu işkencesi, Taurasi transferi vs şubeden soğumama neden oldu. Kadın basketbolu zaten Türkiye'de çok garip, iki takımlı bir lig. Heyecanı çok çok az. Bir de böyle durumlar olunca bu sene tamamen koptum. Bazen güzel basketbolcular, sporcular takıma tutunmayı sağlar ama bu sefer Alba Torrens dışında çok fazla sevebileceğim kimse yoktu.

Tıpkı 2000'lerin ortasındaki gibi yine kadın basketbolundan koptum. Bu sefer geri dönüş olacağını da sanmıyorum. Yavaş yavaş çekiliyorum. Önce buradan başladım. Birkaç sene içinde futbolu da çıkartırım, erkek basketbolu ile yetinirim (Yüzde 90 ihtimalle böyle bir şey gerçekleşmeyecek).

Yani 2008'e geri dönmüş gibiydim. Sıfır ilgi. Ve aynı 2008 gibi oldu. Finale çıktık. Saha avantajını onlar aldı. Beklenmeyen bir şey oldu, ilk maçı kazandık. Tıpkı 2008'de Caferağa'da olduğu gibi. Ben o sıra askerdeydim, "nasıl olur" dediğimiz o günün aslında son Caferağa galibiyetini olduğunu bilmiyorduk. İkinci maçı onlar kazandı. Tıpkı bu sene olduğu gibi. 1-1.

3.maç içeride. İkisini de kaybediyoruz. İkisi de tek sayı farkla. Çok benziyor. O sene Fenerbahçe'nin şampiyon olduğunu hatırlatmama gerek yok aslında.

Senelerdir Fenerbahçe ile şampiyonluğa çekişiyoruz. Ve senelerdir onlar kazanıyor. Ve senelerdir serinin ortasında ben aynı cümleyi kullanıyorum; "Yenileceksek Caferağa'da yenilelim"

Pondexter ile Angel'in maç biter bitmez yaptığı çirkinliğe kızamıyorum, kızsam da iki satır yazmak istemiyorum. Bu rekabet çok yordu artık. Güzel şeyleri kayboldu. Mesela artık Caferağa yok, kadın basketboluna ilgim de yok. Sami Yen de yok, futbola da ilgim azalacak (Yüzde 90 ihtimalle böyle bir şey gerçekleşmeyecek)



Pazartesi, Nisan 29

Top Bütün Ağlarda



Van Persie çok beğendiğim bir forvet değil ama son vuruş ustası olduğunu, özellikle son 2-3 sezonda bunu zirveye çıkardığını söylemek lazım. Aston Villa'ya da 3 gol attı. 3 gol de birbirinden güzel. Gollerin kalitesi ve güzelliği ayrıca tartışılır ama bu golde topun gidişi o kadar güzel ki, vuruştan, ataktan, her şeyden rol çalıyor.

Her futbolcunun, hatta halı sahada oynayan küçük çocuğun bile hayalidir. Top bütün fileleri dolaşıyor, sol kenardan girip sağ kenardan çıkıyor. Harika... Direkten dönen top kadar haz verici.

Seven Psychopaths



Ekşiciler bu filmi de beğenmemiş. Neden her filmi izledikten sonra ekşi'ye bakıyorum onu da bilmiyorum. Bence güzel film. Güzel film, tekrar tekrar izlenecek filmdir. Bu film güzel film. Bugün olsa yine izlerim. Güle güle, kahkahalarla izlerim. 

İnsanlar In Bruges ile kıyaslamış. Hatayı sanırım orada yapıyorlar. Yönetmenlerinin aynı olduğunu filmden sonra öğrendim. Hiç öyle bir beklentim, kıyaslama hazırlığım yoktu. Haliyle filmden keyif almak daha kolay oldu.

Christopher Walken'den Harrelson'a, herkes müthiş. Ama Colin Farell inanılmaz bir yükselişte değil mi? Hangi ara bu kadar iyi bir oyuncu oldu? Tam bir Caner Erkin...

Bu Martin McDonagh'ın yeni filmini merakla bekliyorum ki aslında normalde bir yönetmenin yeni işini beklemek gibi bir huyum yoktur. 

FRAGMAN

IMDB

Cuma, Nisan 26

Bodrum-Selçuk Yolu



Bodrum-Selçuk yolu dünyanın en güzel yolu olabilir. Çok ciddiyim. Gerçi bana kalırsa Selçuk-Bodrum yolu daha güzel. 

Bu etabı bir Türk sporcunun kazanması da daha güzel oldu.

Etme Bulma Dünyası




Herkes ahkam kesmeyi seviyor. Biz de okuyan, araştıran adama olan saygımızdan dolayı yiyoruz. Meğerse çoğu gözünün önündeki görmemeyi tercih edip, gönlünden geçeni dile getiriyormuş.

Kuralar çekildiğinden beri başladı bir Benfica hayranlığı. Biz de izlemiyoruz ya yiyoruz. Gerçi ülkeden Portekiz Ligi'nin yayını da yok, kim nereden izliyor bilmiyorum. "Abi biz link bulup izliyoruz" diyen adama da itimat etmemek lazım. Normal zamanında (Fenerbahçe daha Benfica ile eşleşmemişken) durduk yere gidip Benfica maçına link arayan adamdan sağlıklı açıklamalar gelmez. Zaten kimseden de sağlıklı analiz gelmemiş.

Benfica şöyle iyi, böyle içiyor, ters top atıyor, sağdan uçuyor,soldan vuruyor, 9 aylık golü atıyor, 38 maçtır yenilmiyor... Oynadığı 38 maça bakıyorum, Belenenses, Beria Mar... 

Hadi Benfica'yı izlediniz, ezberlediniz. Süper Lig'i, Fenerbahçe'yi hiç mi izlemediniz. Bu kadar mı kolay lokma gördünüz. İnanılmaz bir şey. 

Bazı şeylere çok fazla önem veriyorum. O tarz şeylere ilahi adalet veya batıl inanç diyorlar. Etme bulma dünyası veya. Tam bilmiyorum, adını koyamıyorum. Futbolda karşılığı çok. Eğer bir rakip çok büyütülürse o takım kazanamaz, diğeri küçümsenirse illa sonunda kazanır.

Hadi Avrupa Ligi özetleri izleyerek sayfalarca analiz çıkaranları es geçelim, Galatasaray taraftarı nasıl bu kadar rahat hissedebildi bilmiyorum, anlayamıyorum. 

Dün çok daha fazla sinirliydim. Bugün sinirim gerginliğe dönüştüğü için çok fazla da yazmak istemiyorum. Gençlerbirliği maçı ile bir şey bitiyor, Benfica maçı ile diğeri başlıyor. Gerginlik, stres hiç bitmiyor. 

Özetle, saha sonuçlarından sonra rakiple dalga geçmek yine anlaşılır ama maç daha oynanmadan yapılan espriler, şakalar en kısa zamanda tersine döner. Hocaman dediniz adam Amsterdam'a gidecek, eşorfmanıyla...

İkinci olarak da Süper Lig'i küçümsemeyin. Süper Lig'deki lig ikinciliği, Beria Mar gibi takımlara karşı alınan 20 küsür galibiyetten daha önemlidir.

Umarım bu ruhsuz Benficalı topçular ikinci maçta daha aklı başında bir futbol sergiler de Türk futbolundaki rekabetin dibine dinamit koymazlar.



Perşembe, Nisan 25

Hamza Hocam



1993-94 sezonu... Taraftarlığımın ilk yılını şampiyonlukla noktalamış bir çocuk olarak ikinci şampiyonluğu bekliyorum. Radyo açık. Bursaspor ile oynuyoruz. Ama benim aklım Karabükspor - Zeytinburnu maçında. Sezon ortasında Karabükspor'un başına geçen İlyas Tüfekçi'nin eski Galatasaray futbolcusu olduğunu söylüyorlar. Bir anda adamı ve Karabükspor'u sevmeye başlıyorum. 

Karabükspor ligin ilk yarısını son sırada tamamlamıştı. Ondan sonra inanılmaz bir çıkış yakalayıp umutlarını sürpriz bir şekilde son haftaya kadar taşımıştı. Son haftaya giriliken ilk kez küme düşme hattından kurtulmuştu. Son haftadaki rakip Zeytinburnu'ydu. Beraberlik bile ligde kalmak için yetiyordu. Fakat son dakikada yenilen gol, o takımı küme düşürdü. O gün Galatasaray'ın şampiyonuluğunu bir kenara koyup Karabükspor'a üzülüyordum. İlginç bir ruh hali ama çocukluk işte.

O gün şampiyon olan takımın oyuncularından biriydi Hamza Hamzaoğlu. Futbol hayatı sona erince hocalığa başladı. Malatyaspor'da kısa bir dönem çalıştı, gözle görülür bir fark yarattı ama yeterli olmadı. Eyüpspor'da kulüp tarihinin efsane hocaları arasına girdi. Denizlispor'da ise sabırsız taraftarın kurbanı oldu. Benzer bir kitleyi Akhisar'da da buldu aslında. Ama sanırım bu sefer dirayetli bir yönetim, ona destek veren ekibin arasında yer aldı.

İlk sene inanılmaz bir şekilde ligde kaldılar. Az daha Kartalspor düşüyordu. Kartalspor'un her galibiyetine sevinirken hemen ardından Akhisar'ın kazandığı puanın haberi geliyordu. "Adamlar bir pes etmedi gitti" diyorduk. Onlar da kazanıyordu biz de kazanıyorduk, derken sürpriz bir şekilde Altay düştü. Akhisar ile Kartal'ın inatçılığı Altay'ı 2.Lig'e gönderdi.

Bir sonraki sene Akhisar için "bu sefer düşerler" dendi. Olmadı. Sezonun son haftasında Rize'de final maçına çıktılar. Kazanan Süper Lig'e çıkacaktı, Hamza hocamın takımı son dakikalarda atılan golle 2-1 kazandı. İki tane ilginç noktası var o maçın. Sezon boyunca ilk 2'nin civarında gezinen takım son haftada 1.sıraya yerleşti ve şampiyon sıfatıyla Süper Lig'e yükseldi. Diğer nokta ise bu seneye de bir gönderme içeriyor. Rize gibi güçlü bir camiayı deplasmanda yenen Akhisar, yola Hamza Hamzaoğlu ile bu sene de devam etti. Şu an en azından 1-2 tane takımı geride bıraktılar. Biri Hector Cuper gibi kariyerli bir teknik adamın Orduspor'u. Diğeri ise 3 hoca değiştiren Mersin İdman Yurdu. Mersin, sezonun ortasında ilk değişikliğe gittiğinde takımın başına Giray Bulak'ı getirdi. İşte o Giray Bulak, geçen sene kendi evinde Akhisar'ı yenemeyip lige çıkamayan Rizespor'un da teknik direktörüydü.

Bu sene başlarken de aynı şeyler oldu. Hamza Hamzaoğlu seviliyordu ama hep "bir yere kadar" deniliyordu. Akhisar küçümseniyordu. Oynanan futbol, takım oyunu, sahaya yansıyan bir sürü artı görülmüyordu. Son sıradayken bile, daha Gekas gelmeden bile, "Akhisar ligde kalır" diyenlerden biri olduğum için mutluyum. Aslında zor bir tahmin değildi. Rakiplerinden daha iyi oynuyordu, ama gol atamıyordu. Bir forvetle işi bitireceklerdi, Gekas gibi üst düzey bir adam geldi, ondan sonrası bu günler.

Şimdi başladı Hamzaoğlu güzellemeleri. 25 hafta boyunca es geçilen takım ve hoca için yazılar yazılıyor. İnşallah nazar değdirmez. İnşallah 1993-94 sezonunun son haftası gibi olmaz ki rakip de bu sefer Orduspor. Yani yine son haftada bir ölüm kalım maçı olabilir. 

Herşeye rağmen, değil PTT 1.Lig'den, 2.Lig'den kalan topçularla Süper Lig'de tutunma mücadelesi veren Hamza Hamzaoğlu büyük hoca. Güzel adam. Tanıyanların anlattığı gibi yüksek karakterli olduğuna inandığım için, dünyanın en kötü futbolunu da oynatsa ligde kalsın isterim. Umarım başaracak. 

İyiler, ne olur kazansın...


Sezonun Takımı


Son 13 maçında 3 kere yenilen bir takım düşünün. 18 takımlı bir ligde kaçıncı sırada olması gerekir?

Ankaragücü son sırada. Kesinlikle orayı hak etmiyor. İlk yarıda topladığı puanların azlığının sıkıntısını yaşıyor ama zaten ilk yarıda da oynadığı futbolun hakkı olan puanları alamamıştı. Birçok maçı öne geçtikten sonra kaybetmişti. İkinci yarıda tecrübe kazandılar, yenilmemeyi, hatta son dakika golüyle kazanmayı öğrendiler.

Geçen sezonun başına bu kadro başlasaydı, 34 hafta sonunda madem sonuncu olacaklardı, bu çocuklarla Süper Lig'de 1 sezon geçirselerdi belki de bu sene düşmeyeceklerdi. 

Ve evet hala cümleyi "bu sene düşmeyeceklerdi" diyerek kuruyoruz. Hala bir yandan "dayan" derken, diğer yandan "düştüler" diyoruz. Rize'den puan almaları imkansız gibi, geriye kalan iki maçta 6 puan alsalar bile yeterli olmayabilir. Lige büyük renk kattılar, bir çok takıma çelme taktılar. Önceki senelerin Diyarbakırspor'u, Kocaelispor'u ,Mardinspor'u gibi figüran olmadılar. Belki 2009'daki gibi Sakaryaspor gibi olacaklar. Unutulmayacaklar, yılın takımı olarak ligi noktalayacaklar.



Çarşamba, Nisan 24

Bazı Hayatlar Güzel



Yoğun bir iş gününde, başını kaşıyacak vaktin bile yokken, karşına böyle bir foto çıkıyor işte.

Olayın aslı bu





Deniz'in Oğlu


Kim bu çocuk? Çoğunuz tanımıyorsunuz. Ben de suratına bakarak tanıyacak durumda değilim. Belli ki bir futbolcunun oğlu. Antrenmana gelmiş. Doğru, kendisi Deniz Barış'ın oğlu.

Ne var bunda diyebilirsiniz. Her futbolcunun oğlu, hatta yeğenleri, akrabaları bazen antrenmana gelip neşe saçar. Ama Deniz Barış'ın oğlu farklı. Deniz Barış'ın hikayesi farklı.

O malum trajediyi herkes hatırlar. Tekrar yazmak istemeyeceğimiz türden şeyler. Özellikler Fenerbahçeliler iyi bilir. Deniz'e o dönemde çok destek olmuştu. Bir de Kadıköy civarında yaşayıp futbolla haşır neşir olan insanlar biliyordur. O günlerde hepimiz Deniz Barış'ı sokakta görüyorduk.

Bizim oralarda oturuyordu. O sıralarda bu çocuk ve Deniz'in diğer evladı olan küçük kızı ufacıktı. Emekleme döneminden yeni çıkmışlardı. O dönem iki tane Deniz Barış vardı. Bir tanesi sokakta yürürken ve maçta gördüğümüz Deniz. Bitik demesek bile çökmüş, hüzünlü, isteksiz... Bir de çocuklarıyla sahilde top oynayan Deniz Barış vardı. İnanılmaz mutluydu o zaman. Kadıköy'de sahaya çıktığında, belki gol attığında bu kadar mutlu olmuyordu.

Bilmiyorum belki de benim de rakibe, rakip oyuncuya bakışımı değiştiren anlardan biridir onlar. Üstünden 6-7 sene geçmiş hala unutmamışım. Seneler sonra o çocuğun büyümüş haliyle babasının yanında görmek sevindirdi, mutlu etti.

Çok badireler atlattılar. İki tane ufak çocuk ve genç bir babanın hayata tutunma çabası. Bu açıdan kendime de yakın hissettim belki. Bu çocuk olmasa -tabi bir de kızı- belki de Deniz bu sefer çok farklı hayatı yaşıyordur. Bugün hala Süper Lig'de top oynuyorsa, normal hayatında devam edebiliyorsa, -bilmiyorum ama tahmin ediyorum- mutluysa, çocukları sayesinde olduğuna inanıyorum. Çocuklarıyla çimlerde top oynadığı günlerden, Antalya gibi güzel bir şehirde rahat , yumuşak bir yaşama...

Umarım keyfi yerindedir.


Salı, Nisan 23

Ramazan'ın Derdine Düşmek



Sahadaki oyunun gerçekliğine inanmayan adamın tercihine büyük saygı duyuyorum: Fakat sahadaki oyuna inanmayıp, oyunu bu kadar sahiplenenlere, içine girenlere de ayar oluyorum. Madem olan biten size bu kadar güvensiz ve sahte geliyor, izlemeyin. Süper Lig'i izlemeyin, futbolu izlemeyin. Alternatifler çok... Kafada oluşan bütün soru işaretlerine yanıt bulmak için her hafta birilerini zan altında bırakmak vicdana sığmaz. Ayrıca her şeyin altında bir şey aramak sağlıklı zihinlerde bile büyük yaralar açar.

Bu hafta piyango Elazığspor ve Gençlerbirliği'ne çıktı. "Bilica ile Ivesa maç sattı" söylentilerini çıkaranlar umarım  diğer tarafa kalmadan cezalarını çeker. Gençlerbirliği - Fenerbahçe maçı öncesi de benzer şeyler söylendi. Gençlerbirliği maçı satacak vs... 

Maçın başında Aykut gol atınca, bir de üzerine ilk yarı 2-0 sona erince bütün senaryolar erkenden rafa kalktı. Ama yine de tedirgin oldum. En çok da Ramazan için. Türkiye Ligi'nin belki de en kötü kalecisi. Ama kesin olan bir şey var ki; en kötü golleri yiyen kaleci Ramazan'dır. Süleymanou ekolünden.

Skor 1-0 olduktan sonra neredeyse maçı bıraktım Ramazan'ın derdine düştüm. Hatalı gol yemesin de ne olursa olsun demeye başladım. Ki bir ara bacak arasından kaçırdı, çizgide zor tuttu. Mesela o pozisyon gol olsa futbol hayatı biterdi. Futbol hayatını siktir et, belki de boş yere ismine leke atmaya çalışacaklardı.

Futbol bu kadar da önemli mi diye soruyorum bazen. Ben de 20'li yaşların başında, üniversitede falan çok tutuluyordum bazı şeylere.  Ama yine de insanları zan altında bırakmak bu kadar kolay olmamalı. 

Maçtan önce Ramazan'ın dakikalarca dua edişini, maçtan sonra açıklamalarında da rahatlamasını, huzurunu gördükten sonra sanki benim takım arkadaşımmış gibi sevindim.

Düşündüğümüz Bu Değildi




Lig hala bitmedi. Bence şampiyonluk yarışı hala devam ediyor. Her şey olabilir. Mantıklı düşününce Galatasaray buradan şampiyonluğu vermez. Hele başında Fatih Terim gibi bir hoca varken. Grande buna izin vermez. Fenerbahçe'nin hocası da  dün havlu atmış gibi açıklamalar da bulundu. Belki o da son kozunu oynuyordur. Fakat biz akıllı düşünecek adamlar değiliz, biz taraftarız. Hangi takımı tutarsak tutalım, dünya üzerindeki en büyük hayal kırıklıklarını yaşayan biziz. Gerçekte biz olmasak bile buna inanırız. Ve aslında defalarca kanıtlanan bir şey var ki; futbolda her an her şey olabilir. O yüzden son düdüğü duymadan stadı terk etmeyenler henüz şampiyonluk kutlamasına başlamadı. Otobüse yetişecek olanlar inceden başladılar kutlamaya. 

Ama şu var; 7 puanlık fark, büyük bir fark ve olayın yüzde 70'i bitmiş demektir.

Eğer bundan sonra, geriye kalan haftalar 3 aşağı 5 yukarı böyle devam edecekse; yazıklar olsun bize, hepimize... Gerçekten yazıklar olsun. 

31 haftadır geriliyoruz. Özellikle Arena'da Galatasaray, Gençlerbirliği'ne yenildikten sonra geçen 5 hafta, geçen sezonun Süper Final'ini aratmadı. Rulet oynar gibi. Puan kaybı olur mu, o ne yapar, bu ne yapar. Sırayla herkes sahaya çıktı Bir de ligin gerginliği yetmezmiş gibi Avrupa'da kapıştık sayılır. Yok sol kanatta Di Maria, yok Benfica kartalları... Tam, "ulan ne olacaksa olsun, inceldiği yerden kopsun hazırız ulan" derken, bu sezonun Süper Final'ini beklerken Fenerbahçe, hiç ummadığı bir yerde, çoğu kimsenin tahmin etmediği bir maçta puan kaybetti. Ordu deplasmanını, Ersun Yanal'ın Eskişehirspor'unu geçen takım, Ankara'da takıldı. Lig bir anda bitti gibi oldu.

Bu mu yani? Haftalarca her iki takım taraftarının çektiği o stres o gerginlik, 30.haftada oynanan Gençlerbirliği maçıyla mı bitecekti? Daha maçların aynı saatte başlama uygulamasına bile geçilmemişti.

İçerideyken 4 sene hapis cezası kalan adama bir gün ansızın söylenen "artık serbestsin" cevabı gibi oldu bu. Yani? Ne yapacağız şimdi? Başımıza gelen güzel bir şey, bunun farkındayız ama açıkçası ben kendimi o 4 seneye (4 haftaya) hazırlamıştım. 

Bir de şimdi fark ediyorum, puan farkı gerçekten fazlaymış. Bizim gerginlik yaratmamıza neden olan; 4 puan fark devam ederken yaşanacak herhangi bir puan kaybı ve ardından gelecek Kadıköy deplasmanıydı. Daha önce de yazdım, 2002'den beri, ligi önde götürmenin ne demek olduğunu bilmiyorduk. Son 2 senede bunun şaşkınlığını yaşıyorum. Bir de o ara dönemde ezeli rakibimin iki kere son hafta şampiyonluk kaybettiğini görünce önde olmak en büyük tedirginlik kaynaklarımdan biri oldu.

Neyse ne işte, büyük avantaj yakaladık. Şu ligi sağ salim bitirelim, futbol taraftarlığını bitireceğim. Eleme usulü play-off'lu TBL daha cazip gibi geliyor. Üstelik basketbol biletleri daha ucuz.




Pazartesi, Nisan 22

Zlatan'ı Öptüler



Aşk şehri Paris'te neler oluyor;

İngiltere'de ısırıklar, Fransa'da öpücükler

Sağ Beklerin Belası



Vleminckx geldiğinden beri 9 gol attı. Çok iyi bir rakam. İlginç olan ilk 4 golünü aynı maçta, tek rakibe Antalyaspor'a atıp, ondan sonra attığı 5 golü ayrı ayrı maçlara sığdırması. Yani "Çok gol atmış ama ilk maçta 4 gol atmasaydı bu rakam olmazdı" diyemiyoruz. 6 ayrı maçta gol atmış. Zaten 12 maçta oynadı. Yarısında golü var.

Galatasaray ve Fenerbahçe'ye gol atması da işin ayrı boyutu. Benzerlikleri olan iki gol. İkisinde de sağ bekin üzerinden kafa vuruyor. Eboue yerde yatıyor, Gökhan Gönül sadece bakıyor. "Santrforu sağ bek mi tutacak stoperler nerede" sorusu bu pozisyonların cevabı değil. Bir şekilde o adamın yanına denk gelmiş, kademeye girmişsin, o poizsyon o anda artık sana ait. Vurdurmamak lazım. Adamın da boy avantajı var tabi nasıl engelleyeceksin fakat her iki golde de Eboue ve Gökhan Gönül topa sıçramıyor bile. Vurmayı, rakibi bozmayı denemiyorlar bile.

Sonuç olarak, şampiyonluk yarışını bir sağ bek üzerinden vurduğu kafayla kızıştıran Vleminckx, diğer sağ bekin üzerinden vurduğu kafayla büyük ölçüde işi bitirmiş oldu. O aldı, o verdi, fazladan 5 hafta heyecan yaşadık. Lig Tv'nin en sevdiği futbolcu olabilir.


Pazar, Nisan 21

Dilek Pankartı









 Edirne'de Amatör Lig'de mücadele eden İpsalasporlu futbolcular, kanser hastalarına destek olmak amacıyla saçlarını kestirdi.

Futbolcular Saraçhane stadında Kirişhanespor'la yapacakları play-off karşılaşmasına, "Kanser hastalarına acil şifalar DİLEK'lerimizle" yazılı pankartla çıktı.

DİLEK'in hangi Dilek olduğu hatırlanıyordur umarım, biz de yazdık. Kanser hastalarına destek olmak kolay, saç kesmek kolay, pankart hazırlamak kolay. Ama pankartta inceden yönetenlere karşı bir duruş sergilemek zor iş, yürek işi.

Saygı duydum.



Cumartesi, Nisan 20

Caotica Ana



Memeler Manuela Velles'e ait. Filmin ana fikrinin tam zıttı belki de ama filmden geriye aklımda kalan ilk şeyler bunlar, bir de bu şarkı. Ana'nın hasta babasıyla dans ettiği sahne ve Ana'nın tekneyle New York'a gidişi de çok etkileyiciydi ama bunların filmin kendisiyle çok fazla alakası yok. Yine yanlış yerlere takıldık.

Julio Medem'in izlerken en çok koptuğum, uzaklaştığım filmi oldu bu. Caotica Ana, izlediğim dördüncü filmiydi. 

Başroldeki Manuela Velles'in ise ilk filmiymiş. Film 2007 yapımı, yani hatun henüz 20 yaşında o zamanlarda.

Kısacası, zor filmleri sevmiyorum. Filme o kadar yoğun şekilde konsantre olmak istemiyorum. Hayatımda yer alan hiç bir şeye (Fener derbileri hariç) yoğun konsantre olamıyorum bir İspanyol filmine hiç giremem. Zaten iki meme görünce iyice dağılıyoruz.

Yine de Medem'in filmlerini izlerken muhakkak etkileyici sahneler, akla kazınan detaylar oluyor. Bunları yakalamak keyifli oluyor. 

Sıralama yaparsam; La Ardilla Roja > Los Amentes del Circula Polar > Lucia y el sexo > Caotica Ana

İşin kötğü tarafı, kronolojik olarak da böyle ilerliyor. En güzeli en eskide kaldı.



Perşembe, Nisan 18

Golcü Vuruşu


Di Natale futbol kariyerindeki en güzel gol olarak, bu maçtaki ilk golü seçmiş. 2007 yılında oynanan Reggiana maçı. Bir dergide okudum, merak ettim nasıl bir gol diye. Güzel golmüş. Yalnız, büyük golcünün atladığı bir şey var. İkinci gol çok daha güzel.

Çarşamba, Nisan 17

Erteleme Detayları


Şu haber zaten tam bir Fenerbahçeli dili değil mi? Haberde bir çok ayrıntı yok. Bilerek atlanmış bence. Ama zaten olayı bilmeyen, uzak kalan, unutan insan bu kadar bilgiye "yeterli" der, fazla uğraşmaz. Yani hedef "Galatasaray Avrupa başarılarını erteleme desteğiyle kazandı, bu destek Fenerbahçe'ye verilmedi" bilincini yaymaksa, çok başarılı olduklarını inkar edilemez. Zaten haberin sonuna eklenen Fenerbahçe-Beşiktaş-Chesea üçgeni de içten içe "Fenerbahçe düşmanlarını yeneceğiz" vurgusu değil mi? Bu bir blog yazısı değil, gazete haberi. Haberde eksik kalanları biz dolduralım.

Haber yazarken Maçkolik'e bakmak çok faydalı oluyor. Dünyanın en iyi sitelerinden biri olabilir. Ama eğer hafızanız o kadar iyi değilse sadece Maçkolik kurtarmaz. Arada Milliyet arşive bakmak lazım.

Haberde 6 maç geçiyor. 2 tanesine bir şey diyemiyoruz. Aslında dönemin şartları içinde deriz. Sonuçta 6-7 ay önce UEFA Kupası'nı kazanmış Galatasaray, Şampiyonlar Ligi'nde de bir şey yapmayı hedefliyor. Bir şey yapabileceğine tüm halkı inandırmış, somut başarılarla kanıtlamış. Yani aslında o 2 erteleme isteğini dile getirmek için (iki grubun final niteliğindeki Graz ve Milan maçları öncesi) daha önce bir şeyler yapmış. Sadece bir yarı finale yükselerek federasyon kapısı çalınmamış. Ki aynı gazete ,Fanatik, o sene Real Madrid maçı öncesinde ertelenmeyen ve 2-0 kazandığımız Beşiktaş derbisi sonrası "Aslan Erteleyin Demişti" manşeti ile adını efsaneler arasına yazdırmıştı. Yani bu manşetten de yola çıkarak aslında Galatasaray'ın her talebinin ciddiye alınmadığını söyleyebiliriz. 

Yine de 2 tane kritik maç öncesi verilen ertelenme kararları, üzerinden 12 sene geçtikten sonra gündeme gelebilir.. Ama haberdeki 4 maçın konuyla alakası yok. Hatta bazılarında Galatasaray'ın talebi bile yok.

Bologna maçı öncesi. Türkiye, İrlanda ile oynuyor. 2000 Avrupa Şampiyonası öncesi oynanan play-off maçı. Final gibi maç. O maçtan 3 gün sonra Fenerbahçe-Galatasaray maçı var. Salı günü ise Galatasaray-Bologna maçı var ama bunun konuyla alakası yok. Çünkü Galatasaray'ın erteleme talebi yok. 

Mili takım teknik direktörü Mustafa Denizli kritik maç öncesi milli takım kampında Galatasaray-Fenerbahçe muhabbeti olmasın, futbolcuların kafasında sadece İrlanda maçı olsun diye maçın ertelenmesini istiyor. Federasyon da erteliyor. 

Daha sonra Fenerbahçe'nin yaptığı açıklamada da aynı ifadeler kullanılıyor. "Galatasaray istemiyor, Fenerbahçe istemiyor, Federasyon erteliyor. Böyle acizlik mi olur? Bir de kararı Mustafa Denizli'ye dayandırarark onu töhmet altında bırakıyorlar"

Aslında konunun çok fazla Bologna maçıyla alakası yok. Tamamen milli duygular.



İkinci maç. 2002'de ertelenen Trabzoonspor maçı. Fenerbahçeli taraftarların "Roma polisine uzanan eller kırılsın" pankartını boyadığı saatlerde alınmış bir karar. Şampiyonlar Ligi tarihinin en rezil günlerinden birinden sonra... Konuk takım ev sahibi ülkenin polisi tarafından coplanıyor. O takımın daha sonra maça çıkıp oynamasını beklemek küçük hesaplar ve şark kurnazlığıyla açıklanır, 12 sene sonra ayrıntılar atlanarak hatırlatmak ise vicdansızlıktır.



6 Kasım... Eylül'de oynanacaktı. Bir pazar günü. Ama salı Barcelona maçımız vardı. Cumartesiye alınması istendi, ama perşembe günü de Fenerbahçe, AIK Solna maçı oynayacaktı. TFF topu kulüplere bıraktı, iki takım da tarih konusunda anlaşamadı. TFF 'de "sizin yapacağızın işe..." edasıyla derbiyi erteledi. İki takım da buna karşı çıkmadı. 

Galatasaray nefretiyle yıllarını Fenerbahçe'de yönetici olarak geçiren Mahmut Uslu bile belki de hayatında ilk defa Galatasaray'a hak vererek "Galatasaray da salı günü maçı olacağı için haklı olarak pazarı istemedi. Federasyon en doğru kararı verdi" demişti. Demek ki günün birinde Mahmut Uslu ve türevleri "Galatasaray haklı" derse durup tetikte olmakta fayda var, çünkü konu 10 sene sonra başka türlü bir şekilde karşınıza çıkabiliyor.

Bu arada buna benzer bir fikstür 2006-2007 sezonuna denk gelmişti. Biz 5 Aralık günü Liverpool ile oynayacaktık. 30 Kasım gününde Fenerbahçe Celta Vigo deplasmanına çıkacaktı. Aradaki hafta sonunda da derbi var. Galatasaray son maça iddiasız girince haliyle maç ertelenmedi. Derbi 3 Aralık günü oynandı, Fenerbahçe 2-1 yendi,  5 Aralık'ta da Galatasaray Liverpool'u yendi.

Son maçın capsi yok. Tam bir cehalet. Veya çarptırma. Galatasaray 25 Ağustos'ta Monaco'da Real Madrid ile Süper Kupa maçı oynuyor. Haberde Galatasaray'ın 26 veya 27 Ağustos günü, Bursaspor ile oynaması bekleniyor. Üstelik 22 Ağustos'ta St.Gallen ile oynamışken. 6 günde 3 maç + 3 yolculuk. Üstelik cuma günü oynanan Real maçı sonrası, pazartesi günü milli takım toplanacak, ağırlığı Galatasaraylı oyunculardan oluşan kadro 2 Eylül'de Moldova ile 2002 Dünya Kupası elemeleri ilk maçı oynayacaktı. 

Milli maçtan hemen sonra, 4 gün sonra, takvimdeki ilk boşlukta, Galatasaray, Bursaspor ile oynadı. Yani ertelemenin herhangi bir avantajı da olmadı. 

Bu kadar detaylı ve geçmişe yönelik bir yazıdan sonra, asıl soruyu soralım; 33.hafta ertelensin mi? 

Zerre kadar umrumda değil. Nasıl istiyorlarsa öyle olsun, istedikleri gün ve saatte. Fark etmez. Fakat şunu da eklemek lazım; yukarıdaki 6 maçın ertelenmesinin gündeme gelmesi, o dönem maç takvimleri kesinleştikten sonra ortaya çıkmıştı. Yani bu haberlerin gündeme gelmesi için önce Fenerbahçe'nin Benfica'yı elemesi gerekiyordu. Daha şimdiden bu çalışmalara başlandığına göre, hocasız sahaya çıkacak olmak bile rakibi rahatlatamamış, suyun diğer tarafında tedirginlik yaşanıyor demektir.




O Kim Lan?



Beşiktaş'ın son iki sezonunu anlatan en iyi şey olabilir.

Salı, Nisan 16

Üç Santimlik Tartışma




Abdullah Avcı'yı kollamaktan sıkıldım. Selçuk İnan'ı tercih etmemesiyle başladı, İbrahim Toraman'ı tercih etmemesiyle devam ediyor. Dikkat edersiniz, oynattığı herhangi bir futbolcu için "Bu nasıl oynar, içine etti takımın" demiyor kimse (en azından çoğunluk), genelde "bu niye yok" deniyor. Yani aslında tercih edilmeyen isimlerin yerlerine oynayan futbolcular da tercih edilebilecek isimler. Aslında ilk patlak buradan çıkıyor ve konuyu kapatmaya yetiyor ama olsun.

Yazıya Avcı'yı kollamak diye başladım ama Avcı'ya sallayanlara karşı durmak diye değiştirebiliriz. Tamamen kulüpçülük kaygısı güdülerek yapılan yorumlar bunlar. Galatasaraylılar'ın Selçuk isyanı gibi, Beşiktaşlılar da İbrahim Toraman'dan vuruyor.

Olayın bir kez daha yeniden, Macaristan maçından yaklaşık 1 ay sonra patlamasının nedeni bu haber. 3 cümle var haberde. Keşke hocayı daha uzun dinleseydik. Koca panelde 3 cümle konuşmadı ya... Belki oradan çıkıp daha iyi değerlendirir, daha iyi analiz edip tartışırdık. 

Bu haberi okuyan herkesin ilk argümanı Semih ile Toraman arasındaki 3 cm. Haberdeki ince çakallık, halkın tavrını şekillendiriyor. Kulaktan kulağa yayılan duyumlar da işin şeklini değiştiriyor.

Hocanın "Toraman'ın boyu" demesi aslında, Semih ile Toraman arasındaki 3 cm'den kaynaklanmıyor. Gökhan Zan ile Toraman arasındaki 12 cm'den kaynaklanıyor. Çünkü hoca Toraman'ın yerine Gökhan Zan'ı çağırmıştı. Dünyanın bütün milli takım hocaları gelse Semih'i oynatacaktı zaten. Yani sıkıntı yaratan Semih tercihi değil, Gökhan Zan tercihi. Onun da farkı 12 cm ediyor.

Hoca, Macaristan maçından önce de bunu açıklamıştı zaten. Milli takımın stoperleri, çağrılan isimleri ve oynayanlar bellidir. Semih Kaya, Egemen Korkmaz, Bekir İrtegün, Ömer Toprak. İbrahim Toraman senelerdir herhangi bir dörtlü stoper grubunun arasına giremedi. Yani aslında Macaristan maçında aylar önce bile İbrahim Toraman'ın çağrılmayacağını biliyorduk, ve günler öncesinden tahminlerin büyük çoğunluğu  Semih-Egemen ikilisi üzerinden yapılıyordu.

Sonra Egemen sakatlandı. Egemen'in yerine Bekir'in oynaması bekleniyordu. Bekir oynadı zaten. Ama herhangi bir sıkıntıya önlem olarak, kadroya bir stoperin daha çağrılması gerekiyordu. Gökhan Zan çağrıldı. Hocaya neden Toraman çağrılmadı diye soruldu. o da Gökhan Zan'ı Macar santrforlar karşısında daha uygun olabileceğini söyledi. 

Zaten 1 maçlık ve o maça da yedek kulübesinde başlayacağı, yüzde 90 ihtimalle de oynamayacağı belli olan bir adam tercih edilecekti. Bunun için Gökhan Zan davet edildi. Neden olarak da boy avantajı öne sürüldü. Zaten ne olursa olsun Beşiktaş kaptanını zorunluluk nedeniyle seneler sonra kadroya çağırıp, yedek kulübesinde oturtup, sonra da kulübüne geri göndermek çok da yapılabilecek iş değildi. Gökhan Zan milli takım kulübesinde oturma rolüne anında adapte olabilecek bir topçu.

Zaten meselenin kaynağı bu. "Ama Semih ondan 3 cm uzun" demek şark kurnazlığı. Hocanın ilk 11'i, takım iskeletini boy düzenine (hadi bu ironi oldu), rakibe göre kurmadığına emin olabilirsiniz. Sonuçta Mustafa Denizli dışında, milli takım kadrosunda maça ve rakibe göre çok büyük değişiklik yapan hocalar olmadı. Onların 18 kişileri az çok bellidir. Senede 1-2 tane kalıcı olarak yeni girenler olur. İbrahim Toraman bu havuzdan çıkalı seneler oldu.

Kimsenin ilk tercihleri arasında olmadı. "O zaman öyle desin, boy muhabbeti niye yapıyor" diyenler, 3 satırlık haberi bir daha okusun. Orada bile " Beşiktaş, ligde Mersin ile birlikte en çok gol yiyen takım. Toraman, ne Hiddink ne Terim döneminde de milli takıma çağrılmadı" ifadeleri var. Özetle, zaten Beşiktaş'ın savunması perişan neden alayım demiş. Toraman'ın da senelerdir aynı form düzeyinde olduğunu ve kendini geliştirmediğini üstü kapalı olarak beyan etmiş. Görmek isteyene... Hatta belki daha açık cümleler kurmuştur ama haberde olmadığı için bilemiyoruz.

Hadi diyelim Semih ile arasındaki 3 cm mesele olsun. Onu da açıklayalım.

Futbolu FM rakamları ve Wiki istatistiklerinden ibaret sananlar, Semih Kaya'nın 3 cm uzun boyuna takılıyor. Oysa Semih, rakip santrfora kafa vurdurmuyor. Boyu kısaysa bu açığı kapatıyor. İbrahim Toraman ise, dünyanın kafa vurmaya en çok çekinen topçusu Riera'ya bile kafa vurdurup derbide gol yediriyor (Bakınız.Foto) . 3 cm belki çok önemli değil ama bu tarz hatalar yeterli bir argüman. Umarım biri çıkıp "Semih'te Real maçında hata yaptı, Higuain'e kafa vurdurdu" diyerek karşı çıkar. Böylece neden Semih'in, senelerdir Şampiyonlar Ligi oynamayan İbrahim Toraman'a tercih edildiğini biraz daha iyi anlatmış olur.

Sezon başında "İlk 10'a giremezler" diyerek alay konusu olan takımlarını ilk 3'e sokan, şampiyonluk yarışını yaşatan kendi hocalarını kazandıkları maçtan sonra bile eleştiren Beşiktaşlıların İbrahim Toraman kırgınlığını anlayabiliyor, en azından tutarlı buluyorum. Ama buradan yola çıkan ve Semih üzerinden Avcı'ya taşan diğerlerini de anlamak pek mümkün değil.

Daha önce defalarca verdiğim örnekle bitirelim. İsviçre maçlarında Fatih Terim ligin en formda sol beki Ümit Özat yerine, Galatasaray'da Ferhat Öztorun'dan bile kesik yiyen Ergün'ü tercih etmişti. Sebebi sorulduğunda da "Sol kanatta sol ayaklı oyuncu oynatmak istiyorum" demişti. Terim bunu söylediğinde konu kapanmıştı. Bugün Avcı'ya "Ama Semih'in boyu 3 cm daha uzun" demek ise, 2005'te Terim'e "Ümit Özat topa sol ayakla vuramıyor mu" sorusunu sormak kadar büyük saçmalık aslında.


Last Kiss



Sanırım izlediğim 5.aşk filmi falandır. (İroni yapıyorum)

Zach Braff ilginç adam. Bu filmin senaryosunda adı geçmese de Garden State'de de, bu filmde de, hatta Scrubs'da bile, bizim gibi 20'li yaşların ortasında ergenliğe giren, hayatın her branşında acemilikler yaşayan ve o yüzden içine girdiği ilişkileri yürütemeyen insanları ele aldı. Hepsinde de güzel mesajlar vardı.

Mesela 17 yaşında olsaydım veya 35 yaşına gelseydim bu filmden haz etmezdim. Ama şu an izleyince cazip geliyor, hitap ediyor. Gerçi film 2006 yapımı ama olsun. Doğru zamana denk getirmişiz. Zaten 2004-2006 yılları arasında aşık olduğumuz Rachel Bilson'u 2006'da sinema filminde izleseydik bu kadar garip hissetmezdim. 2013'te izleyince tebessüm ederek izledik.

Öte yandan bir de Kennny karakteri vardı, Eric Cristian Olsen'in oynadığı. Bu çocuk bir yerden tanıdık geliyor diyordum, meğer o da eski CNBC-e dizilerinden tanıdığımız biriyimiş. Az bilinen ama benim zamanında (2000lerin başı) çok hoşuma giden Get Real dizisi. Ki o dizi, Anne Hathaway ve Jesse Eisenberg'î de çıkarmış başarılı bir diziydi.

Zaten gençlik yıllarımda CNBC-E izlemeye verdiğim zaman yüzünden çok şey ıskaladık. Sonra Zach Braff çıkıp, o tarz bir film çakınca tirajik ve komik oluyor.


Dilek




Aslında çok değişik bir konu.

Görüntüleri ilk izlediğimde ben de Erdoğan Bayraktar'a tepki gösterdim, ki ona tepki göstermek için herhangi bir bahaneye balıklama atlarım. Fakat aslında olayın öznesi o değil gibi. Yani kızın (Dilek Özçelik) verdiği tepkiler bütün bu olayı tartışmamızı sağlıyor. Yani aslında Özçelik, o haklı gideri-atarı sadece Bayraktar'a değil hepimize yapıyor. 

Bakana giden vatandaş, derdini anlattıktan sonra bakandan para alıyor. Buraya kadar sıkıntı yok, eğer vatandaş dönüp giderse bugün bu konu tartışılmıyordu. Hatta belki de "Bakan'a bak, ne kadar cömert adammış" diyebilirdik. Erdoğan Bayraktar da halkın bu duygusunu bildiğinden, hatta direkt yaşadığından, kurnazlığından veya başından savma isteğinden değil, tamamen ona öğretilen doğru bu olduğundani sorunu bu şekilde çözeceğini zannetti. Yanıldı.

Kızın derdi daha başka. Kızın dedikleri güzel cümleler. Unutuyoruz bazı şeyleri. Olayın tek sorumlusu, tek kötü adamı bence Erdoğan Bayraktar değil. Bu ülkenin bakanı o. Bu halkın yansıması. Hepmizin, herkesin. Büyük çoğunluğun... "Arkadaşlar fırsat çıktı, AKP'ye sallayalım" zihniyetinin videosu değil. Çünkü aynı vicdansızlıkları herkes yapıyor. Hepimiz hemen hemen aynıyız. Aynı şeylere prim veriyoruz. Sorunları aynı şekilde çözmeye çalışıyoruz. Hepimiz aynı şekilde yaklaşıyoruz. Tabi şimdi biri çıkıp "ama o bakan, hepimizden farklı olmalı" diyebilir ama işte Bayraktar da bu ülkenin standart bir insanı. Tıpkı İdris Naim Şahin gibigençlere, bu ülkede herkesin bakan olabileceğini gösteren biri.

Dilek Özçelik, bugün de valiliğe gitmiş. Orada iki taraf (devlet ve vatandaş) daha sakin ortamda konuşarak birbirlerini anlamaya çalışmış.  Kanser hastalarının en büyük sıkıntısının maddi sıkıntı olmadığını daha net, somut örneklerle anlatmış. Bugünden sonra, o sorunlar çözülür mü emin değilim.

Ama yine de Dilek'in bugünkü cümlesi daha da güzel; sadece bakana değil herkese, bütün bu olaya, hatta 21.yüzyılın tüm  alışkanlıklarına karşı aklımıza yazmamız gereken bir cümle :

"Yanınıza yardım amaçlı bir insan geldiğinde eliniz cebinize değil vicdanınıza gitsin"


Pazar, Nisan 14

Yokluk - Varlık


Mısır'ın Minya şehri.

Böyle fotoğraflar güzel oluyor. Top oynayan çocuk dünyanın neresinde olursa olsun ilgi çeker. Tabi bu tarz fotoğrafların paylaşılma nedeni genelde "yokluğa rağmen futbolla mutlu olan çocuklar" mesajını vermek. Doğrudur. Mısır'da ve dünyanın çoğu yerinde çocuklar yokluk, sıkıntı, sefalet, açlık içinde yaşıyorlar ve bu buhranı futbol sayesinde atlatmaya çalışıyorlar.

Fakat ayağında ayakkabı olmayan bu çocukların imkanları bizim dönemimizden bile daha iyi. Biraz bencilce bir bakış açısı olacak ama; çocukların topu var, geniş bir arazileri ve, kale direkleri var. Asfalt yola taştan kale kurarak çocukluğunu geçiren biri olarak baya kıskandım.



Cumartesi, Nisan 13

Poker Maçı



Hayatımda bir kez poker oynadım, onda da çok sıkıldım. Bilmiyorum, bilmek de istemiyorum. Ama sanırım mantığını az çok anlamıştım. Belki karıştırıyor da olabilirim: 

Ulaşabileceğin üst bir nokta var ve oyunun sonunda elindeki kartlarla o noktaya, masadaki rakiplerinden daha yakın olmalısın. Bunu yaparken hem kart açıyorsun hem de elinde kalan kartların etkisi değişiyor, aynı zamanda da rakibini de isteklerine (ortaya koyduğun parayla) yanlış veya doğru bir şekilde yönlendirebiliyorsun.

Bildiğin Galatasaray - Fenerbahçe rekabeti bu. Özellikle bu sezonun ikinci kısmından beri ne zaman bir Galatasaraylı ile Fenerbahçeli bir araya gelse ortaya çıkan tablo bu.

Hepimiz aynı masadayız. Ulaşmamız gereken şeyler kupalar. Avrupa Kupası + Lig  + derbi galibiyetleri + Türkiye Kupası = Royal flush (şu an Wiki'den baktım). Bunu yapabilme imkanı kalan takım kalmadı.

Şimdi olay şu, sezonun sonuna yaklaştıkça herkes kartlarını masaya açıyor.

Bizim elimizde bir derbi galibiyeti ve Şampiyonlar Ligi çeyrek finali var.

Onların elinde kesinleşmiş bir şey yok.

Lig bana göre hala ortada. Fenerbahçe final oynamadığı sürece Avrupa kartlarında üstün sayılırız. En azından geride değiliz.

Bundan sonrası hesap kitap. Blöf yapabilir miyiz, nelerden vazgeçebiliriz, ortaya ne koyabiliriz... Herkesin kafasında düşünceler var, farklılık gösteriyor haliyle.

Üstelik konuşulan her şey, oynanan her maçtan sonra bir daha değişiyor. Misal Fenerbahçe'nin atladığı her tur, ligi daha bir zorunlu kılıyor. 1 ay önce "biz ikinci olalım, Beşiktaş şampiyon olsun, Fenerbahçe çeyrekte elensin"e tavdım. Şu an lig, zorunluluktan bile daha öte. Ligi zaten alacaksın artık. Buna Kadıköy galibiyeti eklenirse olay biter. Bazı arkadaşlar, Fenerbahçe UEFA'yı alsa bile (yazarken bile içim titredi) "ligi alalım yeter" diyorlar, ben katılmıyorum.

Bir de işin tarih boyutu var. Kadıköy'deki maç 12 Mayıs'ta, UEFA Finali 15 Mayıs'ta. Son haftaya kadar başa baş girilirse şampiyonluk 19 Mayıs'ta. Yani bizim için Kadıköy'deki maçın değeri, Fenerbahçe finale çıkarsa azalıyor. Daha doğrusu, eğer finalden 3 gün sonra Kadıköy olsaydı çok daha anlamlı ve bir o kadar da riskli olurdu. 

Her hafta, her maçtan sonra değişiyor işler. Mesela Fenerbahçe 2 hafta sonra önümüze geçerse, "ligi alalım da isterse UEFA'yı alsınlar" diyebiliriz, elimiz o kadar kötü durumda olursa bazı şeylerden vazgeçebiliriz.. Puan farkları, fikstürler...Bir çok belirleyici faktör var, ama aslında olan biten o kadar da belirsiz. 

En iyisi Beşiktaşlı olmak aslında. Kumarı yok. Her sezon oturuyor masaya, aldığını alıyor, sonra pas diyor, feda diyor kalkıyor.


Cuma, Nisan 12

Saf Topçu





"Fernandes'i izlemeye gidiyorum, gol atarsa bağırmam inşallah"

Bursaspor'un A2'de oynayan futbolcusu Osman Talha, Beşiktaş maçı öncesi böyle yazmış, kulüp de onu takımdan göndermiş. Ardından kıyamet koptu. Ortak fikir "Bir çocuğa böyle şey yapılır mı, futbolcuya hayran olmak suç mu"

Kanımızda muhaliflik var, böyle bir olayı atlamak bize yakışmaz.

Keşke ülkedeki rekabet ortamı bu kadar sert olmasaydı. Gerçi bu cümleye gerek var mı bilmiyorum. Belki böylesi daha güzeldir. Ama rekabet, bazen böyle olaylar doğurabiliyor. Bu, senelerdir olan bir durum aslında. Sadece Twitter'a yansıması  yeni olduğu için, insanlar daha çok şaşırıyor. Mesela Dereağzı'nda Galatasaray forması ile halı saha maçı bile yapamazdık. Alt yapılardaki çocukların tuttukları takımlar sıkıntı yaratırsa, olay sessizce çözülürdü. Artık her şey milyonların gözü önünde oluyor.

Öncelikle şunu belirtelim, 1994 doğumlu bu arkadaş, çocuk değil. 25 yaşındaki futbolcuya genç diyen adamlar, A2'de oynayana da çocuk diyorlar. Oysa 19 yaşında. Ben o yaşta üniversite ikinci sınıftaydım. O yaşta askere giden var, savaşa giden var, aile kuran var...

Bu arkadaş Mudanya doğumlu. Yani New York, Münih, Londra falan değil. Bursalı. Senelerdir de Bursa'da yaşıyor. Bursa-Beşiktaş arasındaki gerginliği Bursa'da 1 hafta yaşayan adam bile çözer, kafasına yazar. Bu çocuk Bursa'da yaşadığı gibi aynı zamanda Bursaspor'da oynuyor. Vakıfköy'e girip çıkıyor. Kulübün havasını soluyor. Taraftarı görüyor. Ve, dediğimiz gibi 19 yaşında Neyin ne olduğunu, insanların neye nasıl tepki vereceğini bilecek yaşta. Bilmesi gereken yaşta.

Sanırım insanlar çocuğun (!) yazdığı şeyin ne olduğunu tam olarak bilmiyor. "Fernandes'i izlemeye gidiyorum, ondan bir şeyler kapmam lazım, kariyerim için çok önemli" dediğini falan sanıyor olabilirler. Oysa bu A2 oyuncusu "Fernandes gol atarsa inşallah bağırmam" diyor. Bağırmak. Yani gole sevinmek... (Konu dışı ama bir futbolcunun attığı gole bağırarak sevineceksen ya fangirl'sündür, ya da "ilk golü kim atar"aoynamışsındır)

Bunu Twitter'a niye yazıyorsun? Mudanya'da doğan, Bursa'da yaşayan, 19 yaşındaki bir genç (çocuk değil) bunun başına ne işler açabileceğini hiç mi düşünmez? Bunu düşünmeyen adam ileride futbolcu olunca nasıl davranacak? Peki aynı tweet'i, ara sıra A takım'da oynayan, çoğu zaman yedek kalan bir topçu yazsaydı... 3 Temmuz sürecinde kimlerin nelerden dolayı yargılandığını gördükten sonra, hatta ve hatta hangi futbolcuların zamanında nasıl zan altında bırakıldığını hatırlayınca, o tweet'in başka zaman nereye doğru yol alacağını kestirebilmiş midir? A2 size çok uzak geldiği için "aman çocuk yazmış işte ne olacak" diyebilirsiniz ama A2 aslında A takıma oldukça yakın.

O nedenle Bursaspor yönetimini eleştirimiyorum. Böyle bir karar almaları tercihleridr. Kazanma yoluna gitselerdi daha şık olurdu ama Suha Sidal'in dediğine göre zaten futbolcuyu daha önceden gözden çıkarmışlar. Sanıyorum, Enes, Batuhan, Okan Deniz gibi umut vaad eden gençler aynı hareketi yapsaydı, onlara karşı uygulanan tavır bu kadar sert olmazdı.

Sonuç olarak; bir hayatı yaşıyoruz. Türkiye'deyiz. Galatasaray formasıyla Saraçoğlu'na giden adam dayak yediği zaman "Nasıl böyle bir şey olur" diye şaşırmıyorsak, bu tweete kulübün ve taraftarın tepki göstermesine de şaşırmamak lazım. Hatta Galatasaray formasıyla Kadıköy'e gidene şaka yollu olarak "intihar etseydin daha iyiydi" denir. Bu kardeşimiz için de aynı şeyi söylemek mümkün. Kariyerini baltalamış, ve üzgünüm, 19 yaşında bu kadar saf olma lüksün bu ülkede yok.


Real Maçında Forma Giymek



Milletin polemik aşkı ve ahkam kesme hastalığı var olsun, gündem bir an olsun boş kalmıyor. Bu da bloga yazılacak konu bulmakta sıkıntı yaşamamı engelliyor. Öte yandan zaman konusunda sorunlar yaşıyorum. Daha Bursasporlu çocuktan(!) bahsedeceğiz, Real maçı var, Real maçındaki pankart var, basketboldaki cezalar var, bugün PFDK açıklanacak, Terim'e ceza gelecek, Lazio maçı var. 

Nisan- mayıs ayı gelince sezonun boyu kısaldıkça, tansiyon yükseldikçe insanlar da saldırganlaşıyor. Herkes sesini daha çok yükseltmeye çalışıyor. Karşısındaki bastırmak birinci hedef. Diğer hedef de karşısındaki küçümsemek ve aşağılamak.

İşte tam da bu noktada, Real Madrid maçı hakkında duygusal yazılar yazmak yerine Gökhan Zan'ı öne çıkarmak lazım. Seneler boyunca, hatta 1 ay öncesine küçümsenen, aşağılanan bir adamdı. Bugün Real maçındaki oyunuyla övgüler alıyor. Real Madrid'e karşı oynadı Gökhan. Üstelik iyi de oynadı. Oysa Real Madrid'i PES'te seçenler için alay edilecek bir figürdü.

Macaristan maçı öncesi Egemen sakatlanınca kadroya çağrılan isim o oldu. Beşiktaşlılar neden İbrahim Toraman değil de Gökhan Zan? sorusuna internet üzerinde akıl ve mantıktan yoksun açıklamalar getiriyordu. İri Macar hücumcularına karşı 3.alternatifin, boyu 1.80'i bulmayan İbrahim Toraman olmasını dilemek kulüpçülükten başka bir şey değildi. Orada Toraman'ı istemek belki de anlaşılabilirdi ama kimse neden Gökhan Zan'ın tercih edildiğini sorgulamadı. Onlar için Gökhan Zan kuğuya ekmek atıp gülünecek adam oysa.

Galatasaray'ın transfer edilen futbolcuların takıma katılış anlarından bile Gökhan Zan'ı ayrıt edebilirsiniz. Futbolcuların Florya'ya gelişleri, takım arkadaşlarıyla tanışmaları ilginç ayrıntılar barındırır. Görmek isteyen görür. Takıma yeni katılan topçu antrenman saatinde, Florya'ya geliyor. Diğer futbolcular da ya gelmek üzere ya da yeni gelmiş soyunma odasında formalarını giyerken yeni transferle kaynaşmaya çalışıyor. O esnada Gökhan Zan salonda çalışıyor olarak kameraya yansır. Çoktan gelmiştir Florya'ya. Herkesten önce...

Hocaların tercihlerini anlayabilmek için 85 tane maç izlemek gerekmez. Mesela konu Galatasaray futbolcuları ise, Galatasaray TV'deki programları izleyerek, Galatasaray org'dan idman fotoğraflarına bakarak anlamak mümkün; mesela bakın Elmander ne demiş?

Çalışan adam Real Madrid maçında forma giyiyor. İyi veya kötü ama forma onun oluyor. Mesela Umut Bulut'un da Real Madrid'e karşı oynaması farklı anlamlar taşıyor. Sabri'nin de... 

1461 Trabzon'a elendiğimiz kupa maçında oynayan isimler; Ufuk, Cris, Gökhan, Sabri, Çağlar, Ceyhun, Hamit, Engin, Emre, Sercan, Elmander'di. Takım o gün 2-1 yenildi ve elendi. O kadrodan 8 kişi neredeyse takımdan kopmak üzere. 3 kişi ise Real maçında forma giydi. Diğerlerinden farkı daha yetenekli olmaları değil. Daha profesyonel olmaları.

Dağınık bir yazı oldu belki ama az önce yazdığımız gibi, bazı şeyler ayrıntıda gizli.


El Secreto de sus Ojos




"Biz erkek milletini düşünmeye başladım. Yani genel mahiyette. Özellikle bu elemanı değil. Erkeği ele alalım. Erkek farklı görünmek için her şeyini değiştirebilir. Ama değiştiremeyeceği bir şey var. Ne sen, ne ben, ne başka biri. Örneğin beni ele alalım: Gencim, iyi bir işim, seven bir eşim var ama senin hep dediğin gibi  hayatımı böyle batakhanelerde heba etmeye devam ediyorum. Çok kereler bana sordun: " Burada ne işin var Pablo?Neden?" Neden biliyor musun Benjamin? Çünku bu benim tutkum. Buraya gelip sarhoş olmayı seviyorum. Kim kafamı bozarsa onunlar dalaşmayı seviyorum...

... Bir erkek her şeyini değiştirebilir. Yüzünü, evini, ailesini, kız arkadaşını, dinini, tanrısını... Yine de değiştiremeyeceği bir şey var. Tutkularını değiştiremez."




Pazartesi, Nisan 8

Gol Sevinci



Gole seviniyoruz hep beraber bu anda. Yanlış aslında, sevinmek böyle olmaz. Bu rahatlamak. Veya başka bir şey. 

Şimdi bir çok kişi, normal olarak, tarihin en güzel gol sevinçlerinden birini unutmamak adına Drogba'nın fotoğraflarını masa üstüne kaydedecek. Haklılar. Ben de sırf o maksatla fotoğrafları taradım maçtan 1 gün sonra.

Ama bu fotoğrafı gördükten sonra, Drogba'nın önüne geçen biri var artık benim için. Tribünün en ön sırasındaki siyah formalı abi. O an hepimiz böyleydik işte. 

Sanırım biz gollere sevinen insanlar değiliz, başka bir his yaşıyoruz. En çok sevindiğimiz goller, skoru 3-0'dan 4-0'a getiren goller olabilir. Böyle maçların böyle golleri daha başka oluyor...


Pazar, Nisan 7

Alt Tarafı Mersin İY Maçıydı




Nisan ayı... Her yer cıvıl cıvıl. İnsanlar sokakta. Bahar gelmiş. Hafta sonu, herkes keyifli... 

Bizler ise stresten ölüyoruz. Gerçekten artık bu yaşta (veya bu kadar seneden sonra) bu haftaları kaldırmak çok zor oluyor. Tamam kimse başımıza silah dayamıyor. Hatta her sezona da " Bu sene fazla ilgi gösteremeyeceğim, zaten 18 kere şampiyon olduk, 10 tanesini canlı canlı gördüm" diyerek başlıyorum. Sezon böyle başlıyor da her defasında her nisan ayında aynı senaryo yeniden başlıyor.

Kağıt üzerinde kalan maçların en kolayıydı Mersin İdman Yurdu maçı. Maçı izlemeye 10 dakika geç gitsek bir şey kaçırmazdık. Golü yemişiz o esnada. Yine de döndürürüz falan derken, bambaşka bir şey izlemeye başladık. Bira içip göz ucuyla izleyeceğimiz Mersin İdman Yurdu maçı, daha yerimize oturmadan tamam-devam maçına döndü.

Gençlerbirliği maçı ile Orduspor maçı arası bir şeye dönüştü önce. Burak'ın şutları direkten dönüyor, hocalar dışarı atılıyor. 60'a kadar gol gelmiyor. Kenarda Hakan Kutlu'yu görüyorum, aklıma 2001'de kaptanı olduğu Ankaragücü'nün Sami Yen'de yaptığı geliyor...

Şu pozisyonda hakem hatalı, burada şu oldu, düğmeye basıldı, altımızı oyuyorlar yazmak istemiyorum. 10 kişi ve hocasız kalarak ve hatta mantıklı düşünemeyecek kadar sinirlerin bozulsa bile Mersin İdman Yurdu'nu yenebiliyorsun. Sadece biraz istemek gerekiyor. Mücadele etmek. Pes etmemek. 

Hala futbolun saha içinde sonuçlandığına inanıyorum. Pazartesinden cumartesiye kadar kim ne planlar yapsa da, sahaya çıkan 22 futbolcu birbiriyle kapışıyor. Topun kaleye girip girmemesini yine onlar belirliyor. Son sözü onlar söylüyor.  Hem fiziksel hem de mental açıdan hangileri daha güçlüyse 90 dakikanın sonunda da onlar kazanıyor.

Özellikle ilk yarının ortasından sonra izlediğimiz şey bir futbol maçı değildi. Düello gibi bir şeydi. Rus ruleti belki de. Ya da satranç bile olabilir. Ama futbol maçı değildi. Bir el-kol hareketi bile, milimetrik bir pastan daha etkili olabiliyor bu tip maçlarda. Bu tip maçlar sanırım sadece Süper Lig'de oluyor. Nisan ayından sonra...  Bu sefer kazandık ama daha 7 maç var. Bugün çok yıprandık.

Hoca ceza alır mı, kulübede bundan sonra kim olur? Bu tartışmalara girmek istemiyorum. Yoruluyorum. Tek bir Mersin İdman Yurdu maçının 90 dakikası bile bu hale sokmuşken, bir de hem 7 maçı hem de o 7 maçın öncesini-sonrasını düşünmemek lazım. Gücüm yetmez. 

Keşke onu Fatih hocam düşünseydi. Çıldırmak da haklı bile olsa keşke çıldırmasaydı. Pozisyonun tekrarını bile izlemedim. Lig Tv'yi açmadım. Hocayı dinlemedim. Kulübün açıklamasını okumadım. Yoruluyorum. Bugün günlerden nisan ve pazar. Hava güneşli, sıcak. Bu gün, hayatımızın tartışılacak meseleleri bunlar olmamalıydı. Hatta bugün pazar, Mersin İdman Yurdu maçından bir gün sonra herhangi bir konu hakkında -futbol dışı bir konuyu bile- tartışmamız saçma olmalıydı.

Böyle yazıyorum ama en fazla 2 gün sonra bu tartışmaların içinde bulacağım kendimi. Herkes konuşacak, herkes yorum yapacak. Tıpkı, her maçı dakikalarca analiz eden taktisyen taraftar gibi. Oysa Süper Lig, o kadar farklı bir lig ki.... İstediğin kadar 4'lü savunma, 3'lü savunma, önde baskı vs. de, Sabri'nin topuna Drogba ayağını uzatmasa belki de bambaşka bir şey konuşuyorduk. Yediğimiz golü hala görmedim ama 3.dakikada o golü yemeden sıkıcı bir maçla 1-0 kazansak, yine başka bir şey konuşuyorduk, belki konuşmuyorduk bile.

Yine de işin taktiksel boyutuna çok az da girersek, keşke hocam bu rotasyon işini hiç yapmasaydı. Çarşamba günkü Real Madrid maçı ile aynı öneme sahip bir Mersin İdman Yurdu maçında, biz stres içindeyken rotasyonun sırası değildi be hocam. Orduspor maçında Amrabat, Mersin maçında da Emre Çolak ilk 11'de başlamasaydı belki de kimsenin sinirleri bu kadar gerilmeyecekti.

Neyse ki bu ligde Hakan Kutlu gibi hocalar var. 49.dakikada maçı döndüreceğimizi tahmin ettim, sağolsun takımı geriye yasladı ve topu bize verdi. Ama bundan sonra kalan maçlarda Yılmaz Vural, Bülent Uygun, Mesut Bakkal gibi hocalar bize bu rahatlığı vermez.

Yine çok konuşacağız, çok yazacağız. Sahanın ortasında, kırmızı ceketli bir kadının Fatih Terim'i çekiştirdiği bir maçtan bahsediyoruz. Rüyada görsek, tabiri olmaz, biz 1 hafta boyunca, ya da daha fazla bu maçı konuşacağız. Nisan ayında, bahar mevsiminde, güneşli havalarda... Hiç gereği yoktu, alt tarafı Mersin İdman Yurdu maçıydı.

Cumartesi, Nisan 6

Calma


"Heyecan yapmayın ben buradayım"

Suat Kılıç, Spor Bakanı. Kravat takıyor.

Galatasaraylılar




Galatasaraylılar 4'e ayrılıyor; 
Avrupa'da yaşayanlar, 
Anadolu'da yaşayanlar, 
İstanbul'un Avrupa yakasında yaşayanlar,
Kadıköy'de yaşayanlar. 

Yaşayanların yerine yetişenler de yazabiliriz.

Bir ayrıştırma değil. "Herkes herkesten daha çok..." 

Herkesin Galatasaraylılığı daha farklı, daha değişik. Hangisi daha iyi, daha kötü bilinmez. Ama şu var ki, bizim yani Kadıköy'de oturanların hayalleri, hedefleri, gerçekleri, istekleri, korkuları daha farklı. Bunun adına istersen vizyonsuzluk de...

Konuşuyoruz, tartışıyoruz. Mesela bugün tesadüfen çok sevdiğim Atahan'ı gördüm. Diyalog aynen şöyle, ilk başlayan benim,

- Abi nasılsın, çok kötü oldum ben
- Ben de, çok koydu bana
- Olacak iş değil
- Bakalım ne olacak
- Ne yaptın maçtan sonra
- (Sargılı elini gösteriyor) 
- Ne yaptın abi, o kadar mı sinirlendin
- Burak'ın pozisyonunda çok sinirlendim
-???

İkimizin de ayrı maçlardan bahsettiğini o anda anladım. Kuyt'un golünden sonra geçen 24 saatte yüzümde 4 tane sivilce çıktı, ki çok sivilce çıkaran bir bünyem yoktur. Buna benzer bir şeyi en son askerde olduğum Sevilla maçında yaşamıştım. Penaltılar bittikten sonra söylemesi ayıp ama kusmuştum.

Kadıköy'de yaşıyorsan, bazen uyandığın zaman sarı-kırmızı'dan önce sarı-lacivert görüyorsun. Üstelik ortada kazanılmış bir kupa-maç olmasa da. Bir de olduğunu düşün. 

Şöyle bir örnek vereyim. Hepiniz 2006 şampiyonluğuna çok sevindiniz. Benden daha çok sevindiniz belki de. Kutlamalar yaptınız o gece. İçkiler içtiniz, kornalar çaldınız. Gece eve dönüp maç özetlerini izleyip hayatınızın en rahat uykusuna yattınız. Ben ve benim gibiler için ise şöyle oldu;

Stada giderken üzerimde forma gören Fenerbahçeliler laf attı. Başka zaman olsa itişme, kakışma tatsız hadiseler olurdu belki ama o gün olmadı. Çünkü hepsi şampiyon olacaklarına kesin gözüyle baktıkları  için taşak geçmeyi uygun görüp "Hala maça gidiyorlar" deyip gülüyorlardı. Stada geldim. Şampiyon olduk. Kutladık, eğlendik, Florya'ya gittik, Florya'da eğlendik, şükrettik, ağladık, sonra mahalleye geri döndük. Eve girene kadar iki sokaktan geçtim. Gece 4 falandı. Sokakta, her köşe başında ağlayan Fenerliler vardı. Apartmanın önünde bile vardı. O an şampiyonluğu unutup "Allah bunu bana yaşatmasın" dedim. Şükürler olsun yaşamadım.

Mesela şimdi bazı arkadaşlar (onlar kendilerini biliyor) diyor ki; "Fenerbahçe UEFA'da finale çıksın, finalde kaybetsin, en çok onu istiyorum" Fenerbahçe'yi, Fenerbahçeliyi bilmedikleri, tanımadıkları buradan belli. Tamam, herkes Kadıköy'de oturacak diye bir kaide yok ama keşke bari en azında benim gibi biraz FB TV izleselerdi. Adamlar son 7 sezonda 3 kez son maçta şampiyonluk kaybetti. Kupa finallerini saymıyorum bile. UEFA Finali'nde yenilmek emin ol onlara çok koymaz. Ama final oynadıkları hafta, İstanbul'da, hatta Kadıköy'de oluşacak ortam o kadar kıskandıracak ki, 13 sene önce kazandığın daha büyük başarı bile seni o anda kurtaramayacak.

Fenerbahçeliler, Amsterdam için uçak bileti alırken, sen burada kalacaksın. Mesela öyle bir an olursa, "Biz Schalke ile oynuyoruz, Beşiktaşlılar Kuzey-Güney izliyor" diyenleri düşün. Bu sefer Kuzey-Güney izleyen durumuna sen düşeceksin. Neyse ki bu sene Şampiyonlar Ligi'nde çeyrek final oynadık, 1 sene erken bile oynasak sıkıntı olurdu.

Bir arkadaşım bugün telefonda, "Karamsar olmak için çok acele ettin, hele bir finale çıksınlar" dedi. Açıkçası finale çıktıkları andan sonra karamsar olmanın da hiçbir anlamı yok. Adamlar final heyecanını yaşıyor. İş görüşmesine giderken bile "Ama netice ne olursa olsun, siz benim gönlümde hep kazandınız" videolarını izleyen adamlarız.

Fazla uzadı. Fenerbahçe'nin Avrupa'da başarılı olma ihtimali bu kadar yazı yazdırmamalıydı aslında. Ama yazıldı. Neden? Yine 2006'ya dönelim. Veya 2008'e, 2002'ye. Eski zamanlarda kazandığımız her başarıya. Bütün o başarıların öncesinde küçümsenen taraf bizdik. Kasımlar sizin Mayıslar bizim derken, bunu motto olarak belirlerken, bahsedilen "Kasımlar" aslında kupa değildi. Kasımda kupa almıyor kimse. Kasımda onlar konuşur, biz susardık, konuşmak için mayısı beklerdik, mayısta konuşurduk. Mayısta konuşan 3 ay aralıksız konuşur. Bunu bilirdik. Bu sene unuttuk. 

 Kesin şampiyonuz, lig cepte vs gibi cümleleri bile takıma güven çatısı altında anlayışla karşılayabilirim ama "Haşortman Aykut", "Alex'i de yolladılar ehehe" tarzı rakibi küçümseyici yaklaşımlar çoğu zaman futbolda cezasını bulmuştur. Bunun korkusunu son 1.5 aya girerken daha çok hissediyorum. Sonuçta karşındaki takım Fenerbahçe. Fenerbahçe ve Galatasaray şakaya gelecek takımlar değil. Yazının başına bağlarsak; bunu en iyi bilen, yaşayan taraftarlar Kadıköy'dedir. Belki bir de  İstanbul'un tribün ve futbol kültürüyle yoğrulmuş bir kaç semtinde daha....