Cuma, Ocak 2

The Pianist



İkinci Dünya Savaşı ile ilgili filmlerin Yahudi soykırımını konu alanları, genelin gözünde biraz haksız eleştiriliyor. O da aslında son dönemlerin konusu. Yahudi lobisinin bu konuya gereğinden fazla ağırlık verdiği ve bunu günümüz siyasetinde kendilerine haklılık çıkarmak için kullandıkları çok fazla söyleniyor, yapılan filimler de bu nedenle bir samimiyet testine girmek zorunda kalıyor.

Aslında bir açıdan evet; mesela Japonya'ya atılan atom bombaları ile ilgili çok fazla film yapılmadı. Yapılsa bile çok konuşulmadı. Bu doğru bir eleştiri. Fakat birçok filmin soykırımı ele alması da eleştirilecek bir durum değil. En basit tabiriyle ifade etmek gerekirse, bu vahşi savaşa dair en ufak bir acının bile defalarca göz önüne getirilmesi ve hatırlanması yanlış değil. Yanlış, çok önceden gerçekleşmiş zaten.

Filme geçmeden önce şu konuya açıklık getirmek lazım. Hala daha 2. Dünya Savaşı ile ilgili film izlerken şaşırıyorum. Diğer harbin üzerinden 100 sene geçti ve aslında yıkıcı etkisi de diğerine nazaran daha az oldu. O da bir Dünya Savaşı'ydı ama genellikle cephelerde yaşanan çatışmalarla sınırlı kaldı. 1940'larda yaşanan ise cephelerden şehirlere, askerlerden sivillere taşındı. Özellikle Avrupa'nın göbeğinde taş üstünde taş kalmadı. İnsan türü, yaşamak zorunda olduğu evrende çıldırmış bir hale gelmiş. 

Bu kıyamet anı seneler boyunca yaşanırken Türkiye'nin savaştan uzak kalması, eskiden benim gözümde büyük bir başarıydı. Oysa artık aynı şekilde düşünemiyorum. Zaman geçtikçe biraz daha sertleşiyorum, daha katılaşıyorum herhalde. Şu anki Türkiye'yi ve toplumunu düşününce; şımarık milliyetçilik ve değersiz insan onurunu aynı anda görünce insan ister istemez farklı bir şey üretiyor kafasında. Günümüzün savaşa aşık insanları, gerçek bir savaşı en azından babalarından dinlemiş olsaydı belki bugün daha farklı bir yaşam tarzı bu topraklara uğramış olurdu.

Bize çok uzak gelen, aklımızın ucunda dahi olmayan "harabe şehirler" algısı, Avrupa'nın toplumsal hafızasında hala çok taze. The Pianist'e tam bu noktada bağlanalım. Yıkık dökük Varşova sokaklarını görünce tüyleri diken diken olmayan yoktur herhalde. Roman Polanski, alışılmış bir soykırım filmi yapmamış aslında. Fark neydi? 

Şuydu; daha önce toplama kamplarında yaşam mücadelesi verenlerin hikayelerini izlerdik. Bu sefer dışardaki bir Yahudi anlatıldı. Şehirde, sokakta, kaçarak hayatta kalamaya çalışan bir adamın hikayesi. Aslında filmin adı başka olabilirmiş. Piyanist olması hikayeye dönem dönem şekil veriyor ama gerçek bir insan mücadelesi var. Film, bir yerden sonra Adrien Brody'nin tek kişilik şovuna dönüşüyor ki Oscar'ı hak ederek aldığını düşünmeye başlıyorsunuz. Filmin ikinci yarısı çoğu zaman repliksiz geçti. Orada da farkını koyan Brody oldu. Çok alakasız olacak (veya çok benzer) Tom Hanks'in Cast Away'i gibi... İkisi de konuşmayan, yalnız kalan ve hayata tututan karakterlerdi.

Tabi, tam bu noktada şu soruyu sormak mümkün... Böyle yaşamaya uğraşacağına dirensene, savaşsana? Mesela Varşova Gettosu Ayaklanması'nın filmde yer alması bu sorunun sorulmasını sağlayan etkenlerden. Daha önce izledğimiz soykırım filmlerinde, Yahudiler biraz saf, dirençsiz ve ölüme gitmeye hazır bir şekilde lanse edilmişti. Burada ise Alman askerlerinde direnen Yahudiler vardı. Başroldeki karakter, bunlardan biri değildi. Seyircinin duygusunu okşamayan bir tavır... Fakat oldukça gerçekçi. Ben de olsam, hayatta kalmayı tercih ederdim diye tahmin ediyorum.

Filmin kader anı, Alman subayının piyaniste yardım etmeye başlamasıydı. Bu da klasik bir yöntem değildi. Genelde Alman askerlerinin tamamı kötü, Yahudilerin hepsi de mazlum olurdu. Burada Alman subayı, çok kritik dokunuşlar yaparken, filmin başında sahne alan bazı Yahudilerin de nasıl ihanet içinde olduğunu görüyoruz. Benzerlerinin yarattığı ezberleri bozan bir film var karşımızda.

Savaş boyunca yaşama  tutunan, dibe vurup sokaklara düşmesine rağmen inat eden ve hayatta kalmayı başaran piyanistin, en sonunda Alman subayının üniformasıyla sokağa çıkması ve mermi yağmuruna boğulması tirajikomikti. Adam her şeyi atlattı, bütün badirelerden çıktı, hayatta kalmayı başardı ama az daha en olmadık yerde canından olacaktı. Fakat filmin de, savaşın da, hayatın da özetini çekebilecek replik orada geldi.

- No. Please. I'm Polish. I'm not a German.
+ Then why the fucking coat?
- I'm cold.

Olay bu kadar basit aslında. 

Kısa özete geçersek, biraz geç izlemişiz (12 sene). Buna rağmen evrensel ve zaman ötesi bir konu olduğu için sıkıntımız yok. Yahudi lobisi vs. gibi söylemler çok da umrumda değil. Bundan çok değil 65 sene önce, insanoğlu, yaşadığı gezegende kendi isteğiyle ve bilimiyle, ortaklaşa bir şekilde kıyameti yarattı. Kimin kimi nasıl öldürdüğü belli değildi. Daha da acısı, kimin nasıl hayatta kaldığı da belirsizdi. Biz o günlerden çıkabilenlerin çocuklarıyız. O günlerden geriye kalan bir dünyada yaşıyoruz. Bu noktaya nasıl geldiğimizi anlayabilmek için o dönemle ilgili yapılmış her filme kapım açık. Hangi taraf ne maksatla yaparsa yapsın...


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder