Salı, Mayıs 23

Kaya Gibi




Geçen gün TV izlerken bir anda aklıma takıldı. Hangi ünlü ölse üzülürdüm? Leonard Cohen'e üzülmüştüm. David Bowie'ye de... Yaşım henüz ufak olduğundan Barış Manço ve Kemal Sunal'da şok olmuştum ama mesela Michael Jackson o kadar etkilememişti. Tarık Akan'a üzüldüm ama Zeki Alasya vurmadı. Bunun sebebi ne olabilirdi? Kendi kendime düşününce şunu çıkarıyordum ortaya: Bowie'nin ve Cohen'in son albümleri yeni çıkmıştı, Manço best-off'a hazırlanıyordu, Sunal film çekimine giderken gitti. MJ ise yıllardır ortalarda yoktu, Zeki Alasya kayıplardaydı. Üretime devam eden insanın ölümü beni daha çok üzüyordu herhalde. 

Ondan sonra kendi kendime sorduğum soruya cevap verdim. Şu an yaşayanlardan herhalde en çok Robert de Niro'ya çok üzülürdüm. Üzülmek de değil ama baya sarsıcı olabilirdi. Adamı çok sevdiğimden değil. Seviyorum, saygı duyuyorum ama sevdiğim oyuncu sayısı çok fazla. Neden De Niro o zaman ? Çünkü öyle bir adam ki, o ölünce sinema bitecekmiş gibi hissediyorsunuz.  En azından herhalde herkes ustaya saygı dolayısıyla 2-3 sene sinema filmlerine ara verirmiş gibi. Zaten aslında  adam hiç ölmeyecek gibi durmuyor mu? Bu da ayrı bir şok. Mesela ilk hangi gazeteci yazar "Robert de Niro öldü" cümlesini...

Ardından iki üç isim daha aklıma geldi. Fakat fark ettim ki hepsinin yaşları belli bir sınırın üstündeydi. İnsan kafasında kurgularken bile 'sıralı ölüm'ü düşlüyor. Ve derken, o kendi kendime konuşmanın hemen iki gün sonrasında Chris Cornell'ın ölüm haberi geldi.

Sarsıcı oldu. Oysa listede hiç adı geçmemişti. Üstelik haşır neşir olduğum bir isimdi, her sabah dinlediğim MP3 player'da 3-4 tane şarkısı vardı. Sesini sık sık duyuyordum. Yeni şeyler yapmaya müsait biriydi. Ve çok gençti. Babamdan gençti, Benden de daha genç duruyordu. Bitik bir durumu yoktu. O seviyelere çok yaklaşmıştı ama artık orada değil gibiydi. Mesela İbrahim Erkal öyle değildi. Devamlı dibe vuruyordu ve en son Küçükyalı sahillerinde, alkollü mekanlarda bol alkol tüketerek geceler geçiriyordu. Cornell ise bizim gördüğümüz açıdan sağlıklıydı.

Sonuç olarak insani her ölümden etkilenecek bir şey buluyor. Bazen yaştan, bazen ölüm şeklinden, bazen ölenin dünyaya katkısı ve üretiminden, bazen başka bir sebepten. Yeter ki kendi içinde ölümü takıntılı hale getirmiş olsun ve bağ kurabildiği birinin daha "gittiğini" fark etsin.

Esasında insan doğduğu veya aklı ermeye başladığı günden beri ölümü fark ediyor. Fakat sorgulamaya başlaması için biraz daha zaman geçmesi gerekiyor. Ya sert bir ölümle karşılaşmalı ya da bilinci bir anda açılmalı. Tabi bunları ergenlikte, yolun hemen başında olmalı.. Yoksa ilerleyen yıllarda sıkıntılar baş gösterir. (Veya belki de bu yol daha sıkıntılıdır).

Audioslave albümü 2002 yılında çıkmıştı. Benim Akmar'dan aldığım son çekme kasetti. Artık yeni bir yüzyıl başlamıştı ve sonuna yetiştiğimiz 90'ların efsane Akmar'ının son anlarıydı. Kaseti 2002'nin sonundan 2003'ün ortasına kadar dinledim. 2000 de benim ölümü sorgulamaya başladığım seneydi. İdrak etmiştim artık. Bu hayatın bitebileceğini gerçekten anlamıştım. Kafamda düşünceler vardı. Bu hayat bitecekti ama yenisi başlayacak mıydı? Cennet, cehennem, dinler, inanışlar. Tasavvuf da deizim de; akla gelecek her şey merakımdı. Cevap arıyordum. Bir yandan sorulara cevap ararken bir yandan ÖSS soruları çözüyordum. 2003 yazında ÖSS'ye girmiştim. Arkadaşlarımla sabahlamalara yeni yeni başlamıştım. Güneşin doğuşunu ve sabah ezanını yakaladığımda, sanki bir cevap bulabilirmişim gibi hissediyordum.. Sonra da Like a Stone dinliyordum. Hayatımdaki her şey değişiyordu ve ben en çok ölümden korkuyordum. Fakat İngilizcem berbat olduğu için Like a Stone'un sözlerini anlamıyordum. 

O 2003 yazının sıkıcı gündüzlerinden birinde Dream Tv'de kısa bir Audioslave belgeseline denk geldim. Şimdi hangisiydi tam hatırlamıyorum; (aradan 15 sene geçmiş neredeyse) grup elamanlarından biri Like a Stone ile ilk tanışmasından, ilk dinlediği andan bahsediyordu. Eleman şarkıyı ilk duyduğunda çok sevmiş ve Cornell'a dönerek "Oğlum bu inanılmaz bir şarkı, hangi kadına yazdın bunu" tarzı bir soru sormuş. Dinlediğinin, sert bir aşk şarkısı olduğunu düşünmüştü. Cornell ise ona "Bir kadına yazmadım, ölüme yazdım" cevabını vermiş.

Hemen sözleri toparladım ve çevirmeye çalıştım. O zamanlar internet birikimi ülkede çok güçlü değildi, bende ise hiç yoktu. Ama bilgiye ulaşmak için daha hevesliydik. Bir çeşit cevap arar gibi uğraştım ve sonrasında şifreler ortaya çıktı. Sabırsızca, kaya gibi beklenen şey gerçekten de ölümün kendisiymiş. 

O gün,  ünlü bir adamın ne kadar popüler, yakışıklı, asi, ünlü, zengin  vs olsa da benimle aynı kaygıyı taşıyabileceğini sezmiştim. Herkes insandı sonuçta. O da ölecekti. Öleceğinin farkındaydı. Aslında herkes bunun farkında değil ama olsun. Ve, bir şekilde bu sözleri yazan adamın da garip bir şekilde öleceğini tahmin ediyordum. Ben daha 18 bile değildim, ölüm bana uzak geliyordu ama ona daha yakındı. Şimdi ise, ben 30'ların başında, o 52 iken ,onun ölüm haberini internetten çok kolay bir şekilde öğrendim. "Chris Cornell öldü" yazmak baya kolaydı ve herkes çok kısa bir sürede yazmıştı. geldi. Bunların hepsini düşününce, olan biten çok sarsıcıydı. Ölüme üzülmekten daha derin bir duyguydu. 

O yıl Like a Stone dinlediğim için hayatım değişmedi. Hayata bakışım da değişmedi. Aradığım cevapları bulamadım ama bulamaycağımı anlamıştım. Bu da önemli bir kazanımdı.  Belki hayatım da, ben de, ruhum da zamanla değişmiştir ve o günler de bu değişim parçalarından biridir, onu da bilemiyorum. Fakat en azından bu adamın ölümden sonra bir kez daha, ölümün kaçınılmaz olacağını, o nedenle sınırlı vaktini daha fazla anlamlandırmaya çalışmam gerektiğini daha net hissetmeye başladım.

Bu sabırla ölümü beklemekle çelişiyor belki ama olsun. 2002-2003 arasındaki "I was lost in the pages of a book full of death reading how well die alone" günlerinden daha iyi olmak zorunda.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder