Çarşamba, Kasım 22

Blade Runner


Bilimkurgu filmlerini hiçbir zaman sevmedim, her zaman ön yargılı yaklaştım, özellikle de en popülerlerine. Blade Runner da bunlardan biriydi. Popüler bir filmdi, iyi bir yönetmeni, şöhretli bir başrol oyuncusu ve çılgın fanlardı vardı. Benlik olmadığı kesindi. Işın kılıcı ile dükkan önlerinde yatanların en yakın arkadaşlarının sevdiğini sanıyordum. Belki onlar da seviyordur ama artık önemli değil.

Yakın zamanda bu filmin ikincisi de gelince, "Artık açıp izleyelim, neymiş bu?" dedim. Yarıda bıraktığım tek film olan Star Wars gibi bir şey çıksa dahi bırakmayacaktım. Ne kadar sıkılsam da sonuna kadar gidecektim. 

Şahaneymiş. Böyle şaşırarak sevdiğim bir diğer film de Dark City'di. Dark City varken Matrix'e, Blade Runner varken Star Wars'a dilenen bizden değildir. Biz kimiz onu da bilmiyorum, olsa olsa en fazla Hasan girer bu kümeye.

Esasında Blade Runner'a zamanında da pek dilenen olmamış. 1982'de gösterime girdiğinde ABD'de hasılat yapamamış. Efsane haline gelmesi ondan sonrası. Böyle filmleri çoğunluktan çok sonra izlediğime üzülürüm ama bu sefer sevindim. Çünkü 1982'de yapılan filmde olay 2019'da geçiyor. Yani şimdinin iki yıl sonrasında. 2017'de bu filmi ilk kez izlemek harika bir deneyim oldu. Ve tam da 2017'de Blade Runner 2049 gösterime girdi. Sık sık düşünüyorum, serinin ikinci filmini yakın zamanda izleyeyim mi yoksa riske girip 2045'i falan mı bekleyeyim? Sonuçta ilk film birçok soruyu insanın kafasında bırakarak sona eriyordu. İnsan o cevapları bulabileceğini düşünerek hevesleniyor ama 2049 tasviri için 2047'i beklemek çok iddialı bir meydan okuma olur.

Blade Runner'ı sevmek için nedenler çok fazla. Oyuncular çok iyidir. Rutger Hauer inanılmazdır, bence Ford'un önündedir. Çok da karizmatiktir. Harrison Ford'u sevmezdim ama bu film sayesinde sevdim. Gerçi kendisinin en sevmediği film olduğunu söylemiş. Ustayla yine anlaşamadık. Kendisi Rick Deckard rolüyle karşımızda ama o rol için Eastwood'dan Al Pacino'ya kadar birçok kişinin adı geçmiş. "Acaba başka biri yer alsaydı nasıl olurdu?" diye sormadan edemiyor insan.

Filme anlam katan olgulardan biri de müzikleri. Müziklerin altında da Vangelis imzası var. Bilimkurgu filmlerinin en büyük eksiklerinden biridir müzik olayı. Bilim, teknoloji, elektronik kavramları arasında gidip gelerek saçma sapan şeyleri dayarlar. Vangelis filmden, görüntülerden, anlatılandan kopmadan duyguyu vererek müzikleri filme entegre etmiş. Ortaya çıkan, Ridley Scott'un da çok hoşuna gitmiş olsa gerek ki 10 yıl sonra beraber 1492: Conquest of Paradise için de beraber çalışmışlar ve o muhteşem müzikler ortaya çıkmış. Sırf bu sebebinden dolayı bile Blade Runner'a sempati ile bakabilirim. Müziklerin kullanımı da çok iyidir. Öyle her sahnede çıkmaz. Filmdeki tempoyu belirlemez, özel olarak gerginliği arttırmaz. Filmdeki her unsur birbirine saygılıdır, müzik de öne çıkmaya çabalamaz ama sırası geldiğinde farkını ortaya koyar.

Ama yine de Blade Runner dendiğinde aklıma hep o sahne gelecek. Yaklaşık iki saat boyunca, Deckard'ın peşine takılıp olayların içine karışan seyirci, son sahnede kalbinden vurulur. En azından bende öyle oldu. Gözler doldu, canlar sıkıldı ama garip ve vakur bir güç de belirdi. Sinema insana bunu verebiliyorsa işini yapmış demektir.

O nedenle çok kısa olsa da Roy Batty'nin; "Siz insanların aklının almayacağı şeyler gördüm. Orion'un yamaçlarında yanan hücum gemileri, Tannhauser geçidinin yakınında karanlıkta parıldayan C-ışınlarını seyrettim. Tüm o anlar zamanla kaybolacaklar, tıpkı yağmurdaki gözyaşları gibi. Ölmek...zamanı" tiradı... 

Filme kaç puan verebilirim bilmiyorum ama verdiğim puanın büyük bir kısmını tam olarak bu anda kazandı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder