Pazar, Ekim 7

Çocukluk Rüyası



"Kaş, Antalya, Fethiye... Orada savaş yok"

1991 yapımı Mediterraneo'yu ilk izlediğimde kaç yaşındaydım hatırlamıyorum bile. Ama 10'un altında olduğum kesindi. Tam da bir çocuğun ilk hayallerini ve hedeflerini oluşturduğu yaşlardaydım. Karşıma bu film çıktı ve ondan sonra aklımda devamlı Meis vardı!

Yazının girişindeki replik filmin tek Türk karakteri Aziz'e ait. İtalyan askerlerine esrar satan Aziz, onlarla sohbete girer. Telsizleri bozulduğu için dünyadan bihaber kalan İtalyanlar, 2. Dünya Savaşı hakkında bilgi almak isterler ama Aziz'in de dünyayı esir altına alan savaşa dair herhangi bir bilgisi yoktur. Dünyadan kopuk bir yerde hayatlarını sürdüren İtalyanlar, gezegende onlardan daha habersiz birisinin olmasına şaşırır ve sinirlenirler. Onun nereden geldiğini sorarlar ve yukarıdaki cevabı alırlar.

Belki de hem savaş yılları 1940'larda, hem de bu replik sayesinde filmin damga vurduğu 1990'larda savaşlardan uzak kalmaya çalışan bir ülke imajı verebilirdik. Tabi ki öyle değiliz. Zaten Aziz de bir hırsızdı. Fakat filmin tam ortasında geçen o cümle de çok güçlüydü işte.

Sırf kafaya kazınan bu cümle sayesinde, küçük yaşlardan itibaren Kaş'a gitmek aklımdaydı. Nasıl bir yerdi acaba? Meis gibi miydi? Meis'i görmemiştim ama en azından filmdeki Meis harika bir yerdi. Üzerinde yaşayan insanların akıp geçen zamanı önemsemediği, yaşamı sadece futbol oynamak, sevişmek, dans etmek, oyun oynamak üzerine kurdukları gerçek bir ütopya gibiydi. Adada yaşayanlar hiçbir şeye sahip değillerdi ama çok şeyleri vardı. Meis, yaşanabilecek ideal dünyaydı. Tıpkı Aziz'in savaşlardan uzak, saklı Kaş'ı gibi.

2018, Kaş ve Meis'e gittiğim yıl olarak kişisel tarihime geçti. Tabi ki önce Kaş! Ne olursa olsun, hangi hayallerle yola çıkarsanız çıkın, bu çağda bir yere hareket etmeden önce mutlaka ön bilgi almanız gerekiyor. Kaş için de öncesinde internete girildi. Kendini 'gezgin' olarak adlandıranların blogları, internete düşen tüm TV gezi programları, sözlük entry'leri... Hepsi yetersiz, hepsi anlamsız... Bütün gezginler hayatlarını, yazılarını, değerlendirmelerini 'not/derece' üzerinden kurmuş. Oraya gidin, bunu yapın, şu iyi, o kötü! Bir yeri tasvir etmek ve anlatmak sadece bunlardan mı ibaret? Her şey kıyasla mı mümkün? Ya da sadece sıfatlarla? Peki ya oranın yaşamı, oranın rutini, oranın insanları?

Yemekten ve kaliteden anladıklarını göstermek için yarışan vizyoner güruhun açıklamaları yetersiz kaldı. Hele Ekşi Sözlük'te çatışmalar almış gitmişti. "Siz Kaş'a gelmeyin, Kaş'ı bozmayın, Kaş'ı sevmeyen Bodrum'a gitsin..." gibi cümleler had safhadaydı. İnsanlara Kaş'a gelmemesini salık verenler kaç senelik Kaşlı acaba? Aslında o da önemli değil. Ne de olsa Kaş'a dışarıdan gelip bağlanmak mümkün. Peki bunu düzgün ve mantıklı cümlelerle açıklama çok mu zor? "Kaş'ı çok seviyoruz, çünkü Bodrum kitlesi burada yok. Aman sakın gelmesinler" değerlendirmesinden çıkamayan cümleler nasıl bir ruh halinin ürünü?



O zaman Kaş'ı kısaca değerlendirelim. Öncelikle ulaşım çok zor. Uçakla bir saat süren yolculuğun ardından en az iki saat süren kara yolunu çekmek zorundasınız. Üstelik kalacağınız yere yerleştikten sonra, bu sefer de koylara ulaşmanın zorluğu karşınıza çıkıyor. Kaş'ın denizinin çok güzel olduğu belli. Ulaşım zorluğu orayı bakir bir nokta olarak bırakıyor. Denizi, dalmayı, yüzmeyi sevenler için muazzam bir merkez. Fakat bunlar için de ya araba kiralamak (veya arabayla gelmek) ya da tekne ayarlamak lazım. Yani biraz zengin işi. O nedenle çok tavsiye edilen ve beni de heyecanlandıran yerlere gidemedim. Bunlardan ikisi Kekova ve Patara'ydı. 

Kekova'ya sadece tekne turu ile gidebiliyorsunuz ama tanımadığım insanlarla bir günümü denizde geçirmek pek sevdiğim bir organizasyon değil. Bizim vapur hatları gibi dolmuş tekneler olsaydı çok sevinirdim ama onlara da denk gelemedik. Patara ise Kalkan'a daha yakın. Arabasız gitmek çok zor, dönmek işkence. Daha yakında olan Kaputaş'tan dönmek bile zorlayıcıydı. Sınırlı sayıda dolmuş ve çok fazla yolcu... Yine de Kaş içinde en keyif aldığım plajın Kaputaş olduğunu söylemeliyim. Bir kanyonun önünde, geniş bir kumsal, dalgalı ve eğlenceli bir deniz. Normalde durgun suyu daha çok severim ama Kaş'ta ayağımın kuma değmesine hasret kaldığım için Kaputaş çok iyi geldi.  Merkeze daha yakın olan, yarım saat yürünecek mesafede olan Limanağzı da bir diğer hoş yer. İkisi de halk plajı. Kaş, koy ve plaj bakımından zengin bir yer değil ama halkın rahatlığı açısından Bodrum'un çok önünde. Belediye birçok yeri başarıyla muhafaza etmiş.

Merkezdeki yerler ise oldukça sıkıntılı. Bana göre değiller. Denizde taş çok, çoğu yerde kumsal yok iskele var. Küçük bir Türkbükü! Tabi deniz olarak değerlendiriyorum. Yoksa Kaş merkez, aslında küçük bir Cihangir!  Oldukça küçük bir yerde, sayıca çok insan var. İnsanların buralarda rahat etmesine şaşırıyorum. Fakat sanırım görüşler bulaşıcı. Biri sevdi mi peşinden herkes gidiyor. Midyecilerin Mardinli, Belçikalı gurbetçileri Afyonlu olması gibi... Kaşseverler de Cihangir ve etrafından.. Kadınların çoğu kocaman desenleri dövmelere sahip, erkekler ise Datome sakallı. Mekanlar, restoran veya cafe, ağzına kadar dolu. Hatta bazı yerler bir hafta sonrasına rezervasyon alıyor. Gece hayatı gürültülü değil. Club yok; bar var. Bu açıdan artı puanı alır ama tehlike kapıda. O kadar ufak bir alanda, o kadar az işletmenin olduğu yerde bu kadar çok kişi olunca boşluk kalmıyor. Üstelik bu gözlemler sezonu sonu olan Eylül ayına ait!

Gece hayatındaki durgunluk önemli. Zira Kaş sadece Cihangir tayfadan ibaret değil! Yazlık bir yerdeyiz ama gürültülü müzikler, sarhoş kavgaları, bağıranlar, yere kusanlar yok. Türkiye'nin güneyinde böyle bir yer bulmak çok zor. Haliyle bu fırsatı İslami kesim de değerlendirmiş. Kalkan'da daha fazla, ama Kaş'ta da hatırı sayılır bir muhafazakar kitle var. Sağ tarafın gençleri eşleri ile beraber, daha yaşlıları da çocuklarıyla beraber  oradalar. Onlara uygun bir ortam var. Herhalde onları  rahatsız eden tek şey, her gece hemen hemen her otelden gelen sevişme sesleridir.

Kısacası Kaş için hayal kırıklığı demesem de beklediğim gibi çıkmadı. Aslında son dönemde sosyal medyayı takip edince böyle bir durumla karşılaşacağımı bekliyordum ama en azından denize ulaşmanın daha kolay olmasını ve diğer tatil yerlerine göre biraz daha 'boş' umuyordum.

Önemli değil. Zaten benim aklım karşı taraftaydı. Fakat benim hevesim Kaş esnafı için şaşırtıcıydı. Kaş'tan Meis'e günlük tekneler var. Yarım saat sürüyor. Vizeniz varsa zaten sorun yok. Vize sıkıntınız varsa da önemli değil. Euro'nun artışı biraz bel bükse de, günlük vizeleri iki günde çıkartabiliyorsunuz. Fakat bu isteğimiz Kaş tarafında anlaşılır bulunmadı. Sorduğumuz hemen tüm acentalar "Meis'te bir şey yok ki, neden oraya gitmek istiyorsunuz?" sorularıyla bizi karşıladı. Hatta bizi Meis yerine Rodos'a göndermek isteyenler bile oldu. Bu ilgisizlik Kaş esnafının genel sorunu. Ya para kazanmak istemiyorlar, ya da yaz boyunca çok para kazandıkları için artık salmışlar. En sonunda daha profesyonel yaklaşan bir kurum, sorgusuz sualsiz (sadece kimlik bilgilerini sorarak) biletimizi kesti. Hayatımın bir koca gününü Meis'te geçirecektim. Yetmez ama evetti!

Meis'te bizi tabi ki Yunan polisleri karşıladı. Kadın ve erkek; hepsi mankenlik ajansından çıkmış gibiydi. Zaten genelde bir ülkenin yüzü olan noktalara 'güzel' yüzler konur ama bunlar biraz daha iyiydi. Kısa bir bekleme süresinden sonra adaya ayak basıyoruz. İnsan hiç bilmediği bir yere gelince önce korkuyor ama bir süre sonra keşfedilecek çok fazla nokta olduğunu düşününce heyecanlanıyor. Bizi hemen Türkçe bilen biri karşıladı ve bir turdan bahsetti. Meis'in meşhur noktalarından Mavi Mağara'yı gösterecekler, ardından da bir koya götürüp denize girmemizi sağlayacaklar. İstediğimiz saatte de gelip bizi alacaklar. Gayet mantıklıydı, hemen kabul ettik. Esasında Kekova için de olması gereken sistem buydu ama geçti artık!

Mavi Mağara, ömrümde denize girdiğim en ilginç noktalardan biri. Bir mağarada, sanki altta ışıklandırması olan bir denizde yüzüyorsunuz. Eşsiz ama kısa bir deneyim.

Meis tüm dünyada Kastellorizo olarak biliniyor. Oraya Meis diyen bir tek Türkler. Bir de Kızılhisar var; Kastellorizo'nun Türkçe'ye çevrilmiş hali. 12 Ada'nın en küçüğü. 450 kişinin yaşadığı bir yer.  Eskiden daha kalabalıkmış ama birçok insan Avustralya'ya göç etmiş. Yazları memleketlerinde geçiriyorlar. Hatta birçok mekanda Avustralya bayrağı asılı. Sydney isimli bir mekan da vardı. Onun dışında adaya her gün karşıdan turist geliyor. Çoğu Türk. Denize girdiğimiz koyun işletmesi de bir Türk'e ait. Yunan çalışanlar bile Türkçe'ye hakim. Espri dahi yapabilecek kadar konuşuyorlar. Bir insanın Meis'te çalışması veya yaşaması oldukça ilginç duruyor. Bomboş bir ada. Binalar en fazla üç katlı. İnsanlar az. Başkente, anakaraya uzak. Mesela kapıdaki polisler, mekanlardaki garsonlar... Doğumları Meis mi? Normal zamanda nerede yaşıyorlar? Yoksa bütün bir yazı mı Meis'te geçiriyorlar? Sıkıcı oluyor mu? Meis, Rodos'a bağlı bir ada. Acaba Rodos'ta mı yaşıyorlar. Rodos ile Meis arasındaki yolu (125 km) kaç saatte gidip geliyorlar? Öğrenmek istediğim sorulardı ama tatil rehaveti, güneşin altında yatıp yiyip içmeye odaklandırdı. Kaş'tan aldığım Fanatik'i Meis'te okumak, Meis sosyal hayatına dair bilgiler elde etmekten daha cazip geldi.

Asıl soruyu öğrenmek için akşama doğru hareketlendim. Gerçekten filmdeki gibi miydi? Küçük bir adadan bahsediyoruz. Bu insanlar nerede, neler yapıyorlar? Filmin sahneleri neredeydi? Merkezi gezince biraz üzülmeye başlamıştım. Küçük bir yerleşim alanı, binaların çoğu otel. Yabancılar var sadece. Sessizlik çok net duyuluyor. Peki bu adanın yerlisi ne yapıyor? Sadece turizm mi? Ütopya sandığımız hayat burada da mı yok? Güzel manzarası var adanın. Arada Kaş'a bakıyoruz. Oranın yeni yeni yükselen çirkin binaları karşıdan bile belirgin. Meis'e bakınca içimiz rahatlıyor yeniden. Fakat bu kadar mı her şey? Ara sıra gözümüze kiliseler çarpıyor. Çoğu boş ve kullanılmıyor. Yerli halk ortada yok. Gezen yok, yaşayan yok, evler boş. Bir tane müze var, o da kapalı. Hemen girişteki cami çok şık ama o da kapalı.

Filmin efsane sahnelerinden biridir. İtalyanlar Ada'da yalnız kalmıştır. Adanın terk edilmiş olduğunu düşünürler. Sonra bir gün çocuklar gelir, onları uyandırır. Askerler çocukları takip ederler. Ve adanın diğer tarafında, beyaz ve temiz çarşafların ardından halk çıkar. Aynısını yaşayacağımı tahmin etmezdim. Fakat adayı gezerken, taşlık, dağlık yükseklerin arasında yürürken, bu ıssız adada insanların nerede olduğunu, nasıl  yaşadığını düşünürken bir anda adanın arkasına geldik ve esas yerleşim yeriyle karşılaştık. Tabi sokağa serilen çarşaflar yoktu ama yukarıdan aşağıya bakıp kocaman bir futbol ve basketbol sahasına sahip köy görünce İtalyanlarla aynı duyguları hissettim. Filmin meşhur müziği yerine, bir gencin basketbol topunu sektirmesi duyuluyordu.

İçeriye doğru girdikçe filmin çekildiği birçok mekana denk geldim. Mesela kahvehane! Orada kahve de içtik. Az sayıda ama çok huzurlu gibi duran insanlar normal bir hayat yaşıyordu. Ne iş yapıyorlar, nasıl yaşıyorlar bilmiyorum. Belki de sadece tatilciler ve yaz sonunda Avustralya'ya dönecekler. Akşam olunca hepsi tıpkı bizim Türkiye'de yaptığımız gibi merkeze inip Ajax - AEK maçını izledi. 

Adalı olmayı ölçmek bir günde çok zor. Hemen benzerlikler dikkat çekiyor ama dört tarafı sularla çevrili bir yerde, kendi kendine yetmek zorunda olan ve bir de ekstradan kendi ülkesinden çok uzakta duran bir yerde yaşamanın başka bir mekaniği olmalı. Hem sınır şehri hem bir ada... Kaş'a, Atina'dan daha yakın... Belki sosyal hayat da öyledir. Bazı evlerin çanak antenlerinde Kaş esnafının adı ve telefon numarası var mesela. Evlerin mobilyaları nereden geliyor acaba? Kaş işte orada, hemen karşıda...

Tabi tüm bunları düşünürken Haliç gibi bir konumu olan adanın tam ortasında bir savaş gemisi geldi. Büyük ihtimalle merkezi yönetim burayı küçük bir üs kullanıyor. Adanın hemen çoğu evinde bir denizci simgesi var. Tahminimiz, ölen denizcilerin evleri. Adanın çoğu denizci. Fakat hepsi balıkçı olmayacağına göre, belki de bir kısmı askerdir!

Çocukluktan kalan bir istek yeniden alevleniyor. Tüm dünyadan uzakta bir adada yaşamak. Antisosyal bir düşüncenin ürünü değil bu. Tam tersi; iyice sosyalleşmek için. Beraber çalışıp, beraber yaşamak, beraber futbol oynayıp beraber eğlenmek için. Küçük ama yeterli bir yerde... Zamanın ve ömrün nasıl geçtiğini düşünmeden, hatırlamadan. Kendine yeterek. Biraz zor. Hele 2018 yılında çok daha zor. Dünyanın tüm ışıltılı cazibelerini televizyondan ve internette görmüşken, kendini geri kalan her yerden ve her şeyden soyutlamak ne kadar mümkün olabilir?

Filmde adaya yıllar sonra dışarıdan uçakla bir İtalyan askeri gelir. Pilot, İtalya'daki son gelişmeleri anlatırken 'bizimkiler' de benim sorduğum soruları düşünerek çelişkilere düşerler. Bir güneşli günde deniz kenarında balıklarını yerken İtalya'dan aldıkları haberlerin sonunda kafaları karışır. O adada huzurla oturdukları o güneşli günde, dışarıdan gelen kişi onlara "İtalya'da artık çok fazla fırsat ve çok fazla yapılacak şey var. Ortaya konan büyük idealler var. Çok para kazanılabilir" der. Peki bir insanın ömründeki en büyük ideali ne olabilir ki? Bunu test edecek sadece bir tek yaşantı ve o da kimseye yetmiyor. Adadan Cihangir'e; pardon Kaş'a bakınca bir alternatif çıkıyor karşıma. O mu gerekten tercih edilecek ideal?

Sanırım filmi tekrar izleyeceğim. Çünkü çok büyük ideallerim yok ama kafamda bir şeyler var. Çocukluktan işlenmiş bu artık, geri dönüşü zor.  Birilerinin beni itmesi için her türlü ilhama açığım. Film itiyor. Meis'teki gün itti. O yüzden ömrümün bir tam gününü Meis'te geçirdiğim için çok şanslıyım.

Bir de karşı taraftaki insanlar "Orada bir şey yok" demişlerdi. Gerçekten mi?

"Siz kazandınız ama beni suç ortağınız yapamazsınız"



1 yorum: