Pazar, Ocak 6

İçimizdeki Şeytan



Kürk Mantolu Madonna'yı okuduğum dönemlerdi. 4 numaralı otobüsle Kadıköy'e giderken kitabı açmış, okuyordum. Altıyol'a yaklaşırken kitabı kapattım.Yavaş yavaş inecektim artık. Yanımda orta yaştan, yaşlılığa doğru ilerleyen bir adam vardı. Kitabı beğenip beğenmediğimi sordum. Ben de okuduğum kısmının tatmin ettiğini söyledim. "Bence İçimizdeki Şeytan'ı oku. O daha güzel" dedi. Adam Altıyol'da indi, ben de Rıhtım'a gittim.

Ben zaten İçimizdeki Şeytan'ı okumayı planlıyordum. Fakat Kürk Mantolu Madonna'yı çok beğenince, ardından da böyle bir referansı, ilginç bir şekilde ve tanımadığım bir kişiden alınca hevesim arttı. Aradan hatırı sayılı bir zaman geçse de, verdiğim sözü tuttum.

İlk baştan söylemek lazım; benim için Kürk Mantolu Madonna, İçimizdeki Şeytan'dan daha güzel bir roman. İçimizdeki Şeytan da kötü değil ama Raif Bey'in öyküsü, hayatı, yaşadıkları beni Ömer'den daha çok etkiledi. Raif Bey'in hayatla, geçmişle, kararlarıyla, gerçekleri ve hayalleriyle yüzleşmeleri ve bunu kimselere belli etmeden yapan hali gönlümü fethetmişti. Ömer'in öyle biri olmadığı kitabın adından bile belli oluyor. Üstelik ilerleyen sayfalarda net bir tasvir de var. Yaptığı her hatayı içindeki şeytana bağlayan bir adamdan bahsediliyor. 

Zaten iki kitabın yazarı da aynı. Kalem aynı, his aynı, yetenek aynı. O nedenle kıyaslama yaparken karakterler ve kurgu öne çıkıyor. Tabi İçimizdeki Şeytan'ın güçlü kadın karakteri Macide'ye saygı duymamak elde değil. 1940'larda tasvir edilen bu kadın karakter, toplumsal yaşamımız için çok kıymetli. Bugünden bakınca değeri belki tam olarak anlaşılmayacak ama Ali'nin bize bıraktığı en cesur miraslardan biri olarak kalacak.

Yaşıtlarım ve çevremdekiler kadar olmasa da buraların düzenine sıkışıp kalmaktan rahatsızım. Haliyle Kürk Mantolu Madonna beni daha çok etkilemiş olabilir, bilemem. Son dönemde daha popüler olması, dizisini çekilecek olması kitaba bir gereksiz bir antipati oluştursa da ben bunu yapamıyorum. Bu Cihangir tayfası da o kadar boş insanlar değil. Bizim kuşak veya belli bir kesim için Kürk Mantolu Madonna'nın şu an birinci sırada olmasını anlamak mümkün. Diğer yandan, bana kitabı öneren yolcunun yaş grubu için de İçimizdeki Şeytan daha makul olabilir. Zira artık onların hatalarıyla, kendileriyle yüzleşme zamanıdır. Bilemiyorum. O yaşa gelirsek, o zaman daha iyi anlarız. Fakat anlayabiliyorum. Tabi sadece yaş grubu ile alakalı bir ayrım değil. Daha çok karakterin olduğu, daha felsefi, daha toplumsal bir kitaptan bahsediyoruz. Fakat benim nazarımda daha hisli ve güçlü değil.

Fakat sonradan öğrendim ki, kitabın bir de kişisel yönü varmış. Zaten politik bir kitap olduğu belliydi ama Ali'nin kişisel husumetlerini de içinde barındırıyormuş.  Kürk Mantollu Madonna daha bireysel bir hikaye ama çok geniş çevreye ulaşabiliyor. İçimizdeki Şeytan'ın toplumsal tarafı daha belirgin ama kişisel bir durumdan besleniyor. Bu nedenle.bazı taraflarının eksik kalması, ilk okunduğunda tam oturmaması normal. Ömer'in yakın arkadaşı Nihat'ın Nihal Atsız olması, Peyami Safa'nın, Necip Fazıl'ın kitapta karakterlere ilham olması, tüm düşüncelerimi başka bir yöne çevirdi.

Tabi bu eşleşmeleri Ali'den duymadık. Fakat birçok kaynakta yorumlar böyle. Nihal Atsız'ın da bu kitaba "İçimizdeki Şeytanlar" başlığı altında verdiği bir cevap var. Yukarıda bahsedilen eşleşmeyi kabul eden, Ali'ye bel altı vuran, küçük düşürmek için fiziksel özelliklerini bile aşağılayan bir yazı. Belli ki roman Atsız'ı çok sinirlendirmiş. Sadece kendisine ve çevresine yapılan saldırıları değil, karşı tarafın düşünceleri ve hayat tarzı bile onu rahatsız etmiş. Hatta Macide karakterini fahişe olarak nitelendirmiş. Fakat kitabı okuyunca da Ali'yi sinirlendiren durumların olduğunu da görebiliyoruz.

İnternette kitap yorumlarına baktığım zaman "Ali'nin aydınların yapmacık dünyasına eleştiri" tadında cümlelere rast geldim. Bizim ülkemizde 'Aydın' kelimesinden ne kast edildiği, hele bir de eleştiri içinde kullanılıyorsa, bellidir. Oysa bu kitapta eleştirilen insanlar, şiir veya makale yazsa da, o 'aydın' tanımının içine girmediklerini söyleyebiliriz.. Hatta daha çok,  aydınları eleştiren insanların kahramanları olarak tasvir edilmiş. Söyledikleri ve yaşantıları arasındaki farklar, ikiyüzlülükler, başkalarının hayatlarına müdahaleler, başkalarının hayatlarını zindan etmeler, dedikodular, küçümsemeler... Atsız'ın cevabında bile bunlardan sıkça var.

Ömer de (Sabahattin Ali) çevresindeki insanlar da kusurlu insanlar. Ömer'in kendisinin farkına varması, onu diğerlerinden en kadar ayırır? Üstelik bahsettiği ve bahsedildiği kadar zeki ise, önceki saflığı ne kadar hoş görülebilir? Bunlar ayrı ve geniş konular. Kitabın asıl vurucu karakteri ise Hafız Hüsamettin Bey'dir. Çevresinde olan bitenlerden sakınamadığı için kendisini bir anda yok eder, kendi kendisini cezalandırır. Giderken de Ömer'e "Bana dünyanın hakikaten suratına tükürülmeye bile değmez olduğunu ve bu dünyada suratına tükürülmeyecek bir tek, ama bir tek insan bile bulunmadığını sağlam bir şekilde ispat ettin." der. Kilit bir rolü, önemli bir tiradı vardır. Kitabın anlatmak istediğini özetler.

Diğer yandan 1940'ta yayınlanan bu roman Türkiye'nin yakın tarihine de bir parça ışık tutuyor. Bazı okuyucuların "Bugünlere ne kadar benziyor" şeklinde yorumlar yazdıklarını gördüm. Zaten öyle olması gerekiyor, zira bu çarpışma, bu sorunlar, bu meseleler, son 20 yılın, hatta son 80 yılın konusu değil. Belki 200 yıllık bir sorun. Bizim yaşantımıza denk geldiği için kendimizi bahtsız saymamız biraz haksızlık gibi.  Eski fotoğraflara bakıp "O dönemler ne kadar güzelmiş, biz hangi cehenneme düştük" demek ise işin en kolayı. 

Unutmayalım ki Sabahattin Ali, 1948 yılında, 41 yaşındayken öldürüldü....





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder