Cumartesi, Haziran 22

Alçaklara Kar Yağıyor Üşümedin Mi?


Yazar: Refet

İnsanın yaşlandığını anlamaya başlaması garip bir süreç. Hani Hıncal Uluç’un Hıncal Uluç olduğu zamanlarda ağız dolusu/orul orul “Bağıra bağıra geliyor” demesi gibi.

O, Lucescu’yu eleştirmek için derdi gerçi. “Bizimki de yandan böyle izliyor” diye de eklerdi. (Böyle derken elini çenesine koyma hareketi)

Geçen yılları: sol kanadı otoban olmuş, heyecanı geçmiş bir hoca tadında izliyoruz lakin bizim de kendimize göre  parametrelerimiz var elbet.

Üniversitelerin bahar şenliklerine çıkan grupları tanımamak, yaşlı diye eleştirilen yeni transferin yaşının senden küçük olması... Ne biliyim futbolcular hep abiydi bizim için. Hâlâ alışamadık.

Beynim ayaklarıma hükmettiği sürece 40’ıma kadar oynarım” klişesi gibi değil ama bu otobana dönen kulağımızın arkasından gelen “Bendeki izlerini takip et” kontralarına kulak veriyoruz.

Nasıl bir algoritması varsa şu Youtube’un, yine alakasız bir video izlerken önerdiği video; Ahmet Kaya - Hiç bilinmeyen şarkısı... Hem de siyah beyaz bir resimle..

'Müjgan ses ver ağlaşmalık şarkı var, martıları da çöplükten çağır bak akşam ezanı okundu' deyip bastık play tuşuna.

40 yıllık mican idi yüklenen. Kim bilir hangi dizide kullandılar da “elleri/yüzleri değdi” dedim. Oysa Ekmek Teknesi’nde yıllar önce Bican karakteriyle birlikte kullanılmıştı. O zaman kullanılınca birşey yoktu, şimdi kullanılınca auvv...

Hababam Sınıfı yıl sonu müsameresi tadında her sene o senenin şarkıları kendi tarihimizin şarkıları oluyor. 96 yılında neredeydin diye sorsan hayatta hatırlamam ama o sene çıkmış bir şarkıyı de bana “Hatta Eyşan’ı (o zamanlar arkadaşları Münevver bense Eyşan diyordum) ilk kez pijamalı görmüştüm balkonda. Aynı Gülşen-Be Adam klibindeki Gülşen gibiydi” deyip sayayım Top 96'yı ve Euro 96'yı bir Fair Play ödüllü Alpay tadında..

Biri demişti, bu bütün müsamereler, diploma törenleri, yıl sonu kutlamaları, düğünler hep bir iz bırakmak içinmiş. Ki bizde genelde “Sıcak limonata ve bayat pasta yedik, klasik damat maymun gelin güzel” şeklinde işliyor ama ecnebilerde öyle değil. Daha farklı anlamlar yüklüyorlarmış. 

Aslında yola "Ajax’ın şampiyonluk kutlamaları vs. Galatasaray’ın şampiyonluk kutlamaları" ile çıkmıştım ama kendimi düğünde buldum.

Bu kutlamaları sonuna kadar ve en ince ayrıntısına kadar izlerim. Görebilenlere ince mesajlar ve ayrıntılar verir. Vücut dilleri, soğuk tokalaşmalar, futbolcuların şarkı seçimleri, yabancı futbolcuların aile reisliği (sırtta ülkesinin bayrağı, elde uslu bir bebe, yöresel danslar), yöneticilere ve başkana gösterilen beden dili, seçilen şarkının tüm ön yargıları bir bir silip atması, yenilenen stadyumların olmamışlıklarını eski şarkılar ve göçmüş sanatçılar yad ederek haykırma.... Ayrılır mı et tırnaktan?

Hasan Şaş’ın bu sene seçtiği şarkı Halimem'di 



Daha doğrusu “Alçaklara kar yağıyor üşümedin mi?” Ya da tribün diliyle “Dışardaki dayağı düşünmedin mi?”

Türküyü aratınca Çukur dizisinde kullanıldığını ve genç neslin buradan öğrendiğini gördüm. Tam sallayacaktım ki “Ben nereden duymuştum” diye sorgularken buldum kendimi. Hababam Sınıfı - Kurukafa Sahnesi’den öğrenip, tribünde pekiştirmiştim.



Türkü için iki yer kıyasıya kapışır durur. Bolu ve Zonguldak-Devrek. TRT Müzik’te ekrana geldiğinde illa yöre kısmında onlar görünecek. 

Devrek denilince, sahiplenme denilince ünlü Devreklilerden Mesut Özil’in dünya evine girmesi de manidar oldu. 

Dünya farklı bir yöne gidiyor, nesiller değişiyor lakin bu geçmişte takılı kalma huyumuzu ne yapacağız? Hasan Şaş misali ben hâlâ o Brezilya golünde kaldım mesela. Ya da hâlâ Saba Tümer’e çıkıp anı anlatacak zannediyorum. Artık anı anlatmak da sıkıntı, Hakan-Arif desen yandın... 

Dizilerle, teorilerle iyice delirdik. Kutlamalara İsmail Çipe ilahi ile çıkınca birden GBT'sini sorgular oldum.


Nereliydi? Hmm Hataylı.. Selçuk da Hataylı ya da Gökhan Zan... Acaba mezhebi? 

Hasan Şaş nereliydi? Oğullarının adı Yusuf-Deniz. Instagramında Yaşar Kemal-Onur Akın. Bence futbolseverler, futbolcuları hatırlamak istedikleri gibi hatırlarlar.

Hasan Şaş ne kadar Çukur karakteri gibi davransa da o hep şu şarkıyla hatırlanacaktır, fonda Brezilya ve Milan golleriyle...



Pazar, Haziran 9

Futbol ve Kültürü


Sanırım İletişim'in futbola önem veren o meşhur serisinin ilk ürünlerinden. Zira elimdeki kitap ilk baskıydı ve 1993 yılına aitti. 2006-2007 yıllarında İletişim'in Sultanahmet'teki binasına gidip futbol panellerine katıldığımı hatırlarım. O panallerde dahi 15-20 kişi ancak oluyordu. Eldeki kitap sayısı ise iki elin parmaklarından biraz fazlaydı. Bize ise oldukça fazla geliyordu, zira öncesinde bir futbol kitabı bulmak pek mümkün değildi.

Futbol kültürüne ait yazılmış bütün kitapları, geçilen yolları, okuyucunun (yani bizlerin) sarf ettiği çabayı düşününce (yazarın ve yayıncının çabasına hakim değildik)  bu kitabın yeri ve önemi bizim için daha da artıyor.

Fakat bir özeleştiri yapmak gerekirse Futbol ve Kültürü adlı kitabı o yıllarda okumadım. 2018 yılında denk gelebildim. 2018'e kadar çok fazla yazı, makale, kitap okuduk. O eski günlerin heyecanı, denk gelinen yazının hissettirdikleri bizi bambaşka bir yere götürüyordu. Fakat tüm o yazıların birleşimi bizi de bambaşka bir insan yaptı. Bugünlerde artık çok çiğnendiğini düşündüğümüz, Türkiye futbol tartışma ortamlarında 'yüzeysellik' ile bir tutulan bazı konular ilk burada işlenmiş. Marsilya'nın Kuzey Afrikalıları, Liverpool'un KOP'u,Napoli'nin Maradonası, Katalanların gururu Barcelona gibi kavramları tekrar okumuş gibi oluyoruz. Tabi ki bu yazarların makaleleri çok değerli ama Türkiye'de konu seneler içinde başka yerlere gitti. Herhalde bizimbir üst kuşağımız, şimdilerde klişeleşen bilgileri topluma anlatırken bu kitabı referanas olarak almış olsa gerek.

Kısacası o eskiden heveslendiren yazılara şimdilerde daha eleştirel bakabiliyoruz. Kitabı ilk kez okurken de aynısı oldu. Özellikle yabancı yazarların yazılarını pek beğenmedim. İçerik onların kabahati değil. Güzel konular, güzel yazılardı ama 2018 Türkiyesinde yazsalar küfürle karşlaşırlardı.

Eski yazılar da olsa; Türk yazarlar en iyisiydi. Can Kozanoğlu'nun efsaneleşen, başucunda asılı durması gereken "Gençler, deplase olunuz" yazısını bir kez daha okumak hoşuma gitti. Ragıp Duran'ın Futbolukürdi yazısı bugün bile zor yazılır, cesaret ister ama bir o kadar da güzel. Ümit Kıvanç'ın Halı Saha: Seyircinin sahaya inişi yazısını ise hem beğendim hem şaşırdım. 1993 yılında halı sahalara dair bu kadar kapsamlı bir yazı yazılması ilginç geldi. Şimdilerden bakınca 'yanlış' diyeceğim çok nokta olurdu ama aradan çeyrek asır geçmiş. Laf diyemeyiz.

Türk yazarların yazıları kitabı kurtarıyor. Fakat bir yandan da eleştirmek gelmiyor içimden. Bu tip kitaplara hasretiz. Şimdilerde bile. Bulunca okumak gerekiyor. Futbola ve kültürüne taş taşıyan herkese binlerce teşekkürler.

Cumartesi, Haziran 8

Cuma, Haziran 7

I, Tonya


Olimpiyat tarihinin biraz kıyısına bulaşmış herkes Tonya Harding'in hikayesini bilir. Sinemaya aktarılması biraz geç oldu. Fakat beklediğimize değdi mi emin değilim.

En azından kötü bir film olmadığını söylemek lazım. İzlenir, sıkmaz, güldürür, heyecanlandırır. Fakat öyküye aşina olanlar için beklenti daha farklıydı. Daha derin, daha dramatik bir anlatım beklerdim. İnsan ne Tonya'ya ne de Nancy'e üzülüyor. Veya ikisinden birine taraf oluyor. Tonya'nın çevresindeki angutlara daha çok kızıyoruz. Tabi her filmin yürüdüğü bir yol vardır ama gerçek Tonya'nın da olaylardan bu kadar uzak bir masum olmadığını söyleyenler çok fazla. Bu da bizi rahatsız ediyor. Tarihe ışık tutan bir belgesel veya biyografi gibi sürmüyor film. Daha çok ilginç bir olaydan esinlenen kara komedi tarzında ilerliyor. Bir olayın/kişinin filminden ziyade, sanki başka bir film çıkıyor ortaya.

En çok merak ettiğim baba karakteri oldu. Tonya'nın annesi 'kötü karakter', onu defalarca görüyoruz. Kızıyoruz da. Fakat baba, 10 dakikadan sonra bir daha gözükmüyor. Oysa Tonya onu çok seviyor. En azından başarılar kazanıp şöhret olmaya başladığında baba figürü ortaya çıkmaz mıydı? Gerçekte durumun ne olduğunu da bilmiyorum. Bana ilginç geldi.

Böyle birkaç ilginç nokta beni filmden soğuttu ama çok da önemli değil. Oyuncuları genel olarak beğendim. Sadece başrolde sıkıntı hissettim. Margot Robbie'nin hayranı olamadım bir türlü. Burada da fena değil ama gerçek Tonya ile bağdaştıramadım. Üstelik fazla abartılı geldi. Keşke 15 yaşındaki Tonya'yı da o oynamasaydı. Yönetmen Craig Gillespie'nin anlatım tarzını beğendim. Biraz Scorsese kokmuş. Kötü bir özellik değil ama o tarzın bu filme uyduğundan şüpheliyim. Filmin yıldızı tartışmasız Allison Janney. Kendisini dizilerden ve bazı filmlerden biliyorduk ama I, Tonya'yı izlerken bir kez bile aklıma o görüntüsü gelmedi. Gerçekten Tonya'nın annesi vardı karşımızda. Zaten Oscar'ı da almış.

Her şeye rağmen spor filmleri iyidir. Kötü bile  desek, belli standartta keyif veriyor. Sıkılmak mümkün değil. Önemli olan da bu...


Perşembe, Haziran 6

Özür ve Alkış


Hayatımın en çok NBA izlediğim sezonu geride kalıyor. 'En çok' sıfatı kafaları karıştırmasın. Play-off'lara kadar ayda iki, play-off zamanı haftada iki maç izlemişimdir. Tabi buna izlemek denirse...

Çevremizde her zaman NBA seven arkadaşlarımız oldu. Aramızda tatlı atışmalar da oldu. Çok salladık, alay da ettik. Tabi onlar bizi ciddiye almadı. İyi de yapmışlar. NBA izlemek, NBA'i takip etmek bir Avrupalı için çok zormuş. Zaten ben de o yüzden uzak duruyordum. Tamam zaten bir hevesim yoktu ama televizyonu açtığım zaman da karşıma çıkmıyordu. NBA takip etmek için beklemek, uykundan kalkmak, uykusuz kalmak, düşen kafayla mücadele etmek gerekiyormuş. NBA emekmiş,

Yukarıda verdiğim ortalamalar daha yüksek olabilirdi, eğer uykuyla mücadele ettiğim bazı savaşları kaybetmeseydim. Saat 03.00'teki maç için 02.57'de pes etmişliğim bile oldu. Hele Batı'daki maçları izlemek hiç mümkün değilmiş.

Maçlar sardı, takımlar sardı, oyuncular sardı. Fakat bu saat işi hiç sarmadı. Yıllardır bu sevdanın peşinden giden herkese tebriklerimi gönderiyorum. Çevremde olup da tatlı atışmalarıma maruz kalanlardan da özür diliyorum.

Umarım Toronto Raptors şampiyon olur...

Çarşamba, Haziran 5

Stalker


- Dostum, gerçekten de çok şanslıydın. Şimdi yüzyıl boyunca yaşayacaksın!
+Evet ama neden sonsuza kadar değil?

Final


Liverpool - Tottenham finalinden büyük beklentilerim yoktu. İki takıma da saygım sonsuz. Özellikle son yılları çok başarılı geçirdiler. Fakat yine de kalibre olarak finalin adı olmaktan uzaklar. İkisinden biri finale çıksaydı; karşılarında da Barcelona, Real, City, Juventus gibi takımlardan biri olsaydı makul karşılardım. Fakat ikisi aynı anda finale çıkınca içimdeki heves biraz azaldı.

Maça dair büyük beklentim yoktu. Belki güzel bir maç olurdu. Zaten bir final maçından çok büyük dramalar beklememeyi de uzun seneler önce öğrenmiştim. Hatta herhangi bir futbol maçında aradığım goller ve pozisyonlar olmuyor. Gol ve heyecan olursa ne güzel ama oyunun kendisi yeterince cezbedici. O nedenle finali de keyifle izledim.

Maçtan sonra ise bir tartışma çıktı. Herhalde sadece Türkiye'de yaşanan bir tartışmaydı. Twitter'da yer yerinden oynadı adeta. Bir kesim; hatta büyük bir kesim maçın kötülüğünden şikayet ediyordu. Bir başka kesim de "Beğenmeyen izlemesin" safına geçiyordu. Ben iki taraftan da değilim ama maçın benim gözümde kötü olmadığını belirtebilirim.

Öncelikle bir kıstas olmadığımı kabul etmem gerek. İzleyip de "Kötü maçtı" dediğim karşılaşma sayısı çok. Sanırım diğer insanlarınkinden daha farklı beklentilerim var. Topun oyunda olması, oyunun devamlı akması bana yetiyor. Yani faullerle, düdüklerle kesilmeyen, futbolcuların zaman geçirmediği her maç benim için yeterli oluyor. Tempo, pozisyonlar, goller işin ekstrası...

Futbolu seviyorum. Bunun mütevazılığı veya küstahlığı olur mu bilmiyorum ama bu konuda tevazu sahibi olmayacağım. Bu konuda iddialıyım. Futboldan para kazanan birçok insanın maç izlemeyi sevmediğini, maç izlemeden çalıştığını, taraftarların ellerindeki telefonlara bakarak canlarından çok takımlarını desteklediklerini defalarca' gördüm. Ben onlardan biri değilim. Her maçı 90 dakika tamamen odaklanarak izlemiyorum ama izlediğim maçtan da kolay kolay sıkılmıyorum. Çok maç izliyorum. 2.Lig maçları için stadyumlara gidiyorum, internetten Romanya Ligi maçlarına bakıyorum. Severek izliyorum ama Norveç Ligi'nden bir maç izledikten sonra Şampiyonlar Ligi finaline burun kıvırmam mümkün olmuyor.

Mesela, geçen yaz Dünya Kupası'nda oynanan İspanya -Rusya maçı da benim için kötü değildi. Oysa maçtan sonra herkes nasıl bir işkence yaşadığını anlatıyordu. Çok şaşırmıştım. Ben keyifle izlemiştim 120 dakikayı. İnsanlar yan pasları veya savunma yapan takımları sevmiyorlar. Olabilir. Herkes her şeyi sevmek ve izlemek zorunda değil. Tercih hakları var. Fakat sahadaki oyuncular ve teknik direktörler de bir sinema oyuncusu değil. İnsanlara beğendirmek için sahaya çıkmıyorlar. Amaçları, karşılarındaki gruptan bir gol daha fazlasını atmak. Biz de o yüzden izliyoruz. O zaman önümüze çıkan sahnelere katlanacağız.

Benim için bir de oynama kısmı var. Sadece maç izlemiyorum aynı amanda oynuyorum. Haftada 2-3 kere maç yapıyorum. Oynamayı, izlemekten daha çok seviyorum. İzleyince de o gözle(oynuyormuş gibi) izliyorum. "Acaba top ayağında olan futbolcu ne yapacak?  Sağa verdi ama sola verse daha mı iyi olurdu? Ben olsam oradan kaleye vurmazdım..." gibi düşünceler geçiyor aklımdan. Bu düşüncelerin çok sık geçmesi için topun oyunda kalması ve sahanın içinde dolanması yeterli oluyor.

O nedenle Liverpool - Toottenham veya İspanya - Rusya maçları beni sıkmıyor, hatta zaman zaman hoşuma gidiyor. Bir taraf savunmasını yapıyor, diğer taraf o savunmayı yıkmaya çalışıyor. İki takım oyuncuları ve teknik direktörleri de amaçlarını gerçekleştirmek için bazı kararlar alıyor. İzlemek, o çarpışmayı görmek bana yetiyor. Benim gönlümde bu tip maçların zirvesi ise 2010'daki Barcelona - Inter maçıdır.

Bulunduğumuz çağ sıfatlar ve notlar çağı. İnsanlar kendilerini, karşısına çıkan her ürünü değerlendirmek zorunda hissediyor. Facebook'ta bir fotoğrafı beğenmek veya beğenmemek gibi. Yemek Sepeti'nde bir lokantaya puan vermek gibi. Hız 9, lezzet 7! IMDB puanımız 6.8. Takipçi sayımız beş basamaklı. Hatta futbolcular, şarkılar, diziler overrated ve underrated. O zaman izlediğimiz futbol maçı da iyi veya kötü olmak zorunda.

Futbol, seyircinin sağladığı ekonomi ile ayakta dursa da neyse ki hâlâ bir spor. Rekabet, sonuçlar, doğaçlama faktörü, ruh... Bütün bunlar seyircinin notunu geçersiz kılıyor. IMDB'de yüksek puan alan alan filmler tercih ediliyor, Yemek Sepeti'nde en yüksek puanı alan yerlerden yemekler söyleniyor. İnsanların tercihlerini, diğer insanların puanları şekillendiriyor. Fakat futbolda öyle olmuyor. Seneye yine herkes Şampiyonlar Ligi finalini izleyecek. Dünyanın en iyi maçı Meksika Ligi'nde oynanmış olsa da, kimse dönüp Meksika Ligi'ne bakmayacak. 

Neyin nereden çıkacağı belli olmaz. Eduardo Galeano'nun sözleri burada çok çiğnendi, çok da eleştirildi ama işin özü doğru. Dünyanın dört bir yanını dolanıyoruz ve güzel bir maç arıyoruz. O maç her yerden çıkabilir. 

Ve aslında hemen hemen her maç güzeldir. Yeter ki top oyunda olsun, oyun aksın... Beğenmemek gibi bir lüksümüz de yok düşüncemiz de....  

Salı, Haziran 4

Como Nossos Pais


Avrupa'da birçok festivalde gösterilen Brezilya filmi. Güney Amerika filmleri bizim gözümüzde 1-0 önde başlıyor. Kültürler benzediği için bazı durumları anlamamız daha kolay oluyor. Bu filmde de bize klişe gelecek olaylar mevcut. Mükemmel olmaya çalışan bir kadın (Maria Riberio), evini ve ailesini hizaya sokmaya çalışır. Fakat bir gün bir gerçekle karşı karşıya kalır. Bunun üzerine hayatı değişir. Daha doğrusu hayatını değiştirme noktasına gelir ama sonrasında bakış açısını değiştirmeye karar verir. 

Birçok Türk filmi ile benzerlikler kurmak mümkün. Fakat Como Nossos Pais, bütünüyle bir film gibi durmuyor. Aslında güzel bir dizi olabilirmiş. Rosa'nın hayatına, hayatında olan bitenlere hafta hafta bakmak daha keyifli olabilirdi. Film biraz hızlı geçişlere neden olmuş.

Yine de saygıyı hak eden bir film. Maria Riberio filmin yıldızı. Çok beğendim kendisini. Yan roller de iyi. Yönetmen de başarılı. Süresi ise 2 saatten az. Daha geniş bir süreye yayılabilirdi, zira hiç sıkmadı. IMDB puanı  7.3; hakkını veriyor.

Öte



"İnsan, başına kötü bir şey gelmeden önce hiç ölmeyeceğini düşünür"

Bir alıntı değil, genelleme. Özellikle orta yaşı geçenler, gençlere sık sık böylesine nasihatler verirler. Belki de doğru bir tespittir. İnsanlığın geneline uyuyordur. Fakat bana değil... Zira devamlı aklımda; hatta belki de hastalık seviyesinde...

Bu düşüncelerin beynimde dolaşması için başıma kötü olayların gelmesine gerek yok. Kötü haberler okumak da yetiyor. Hele bir de sporcu ölümleri denk geldi mi allak bullak oluyorum.

Sural öldüğünde bir şeyler karalayacaktım ama toparlayamadım. Şimdi de Reyes. Dünyada her gün yüzlerce dramatik ölüm yaşanıyorken neden futbolcular bu kadar etkiliyor? Çünkü onlar hiç ölmeyecekmiş gibi duruyorlar. Sporcu işte... Yaşlı değil, hastalanmaz, açlıktan ölmez, sert mahallerde saldırıya uğramaz, töre cinayetine denk gelmez, doğalgaz sızıntısında kalmaz, oturduğu ev depremde çökmez... Bütün bunlara rağmen onlar dahi ölüyorsa, demek ki hiçbirimizin kaçışı yok bu işten...

Kağıt üzerinden bakınca Sural'ın hayatına gıpta etmemek mümkün değildi. Çekya vatandaşı, futbolcu, Alanya gibi bir yerde yaşıyor, evli, çocukları var, futbolcu, 30 yaşın altında...  Rüya gibi bir hayat. Ve bir trafik kazasında; üstelik araçtaki diğer arkadaşlarının hafif sıyrıklar ve kırıklarla atlattığı bir kazada, hayata gözlerini kapıyor. İnanılır gibi değil.

Reyes... Dünyanın bütün tehlikelerinden uzak durmasını sağlayacak bir kariyeri oldu. Maddi ve manevi birikimlerini sağlamıştı. Ömrünün geri kalanını (yani ortalama ömür süresini) huzurlu bir şekilde yaşayabilirdi. Sevilla sokaklarında bir prens gibi gezip, sıcak Akdeniz akşamlarında gençlere ve çocuklara yıllar öncesinde attığı golleri anlatabilirdi. Onun yerine pahalı bir Mercedes'in gazına basmayı tercih etti. Şimdi söylemek yersiz ama hiç gerek yoktu.

En şaşırtıcı olan da bu gelişmenin; bir haber olarak akıp gitmesi. 1 Haziran günü, Şampiyonlar Ligi finalinin ve dünya sporundaki bir çok haberin arkasından geldi bu haber. Okuduk, izledik, üzüldük ve geçti. Hayat devam ediyor doğru; ama Reyes de öldü...

Ligin son haftasında, Real Madrid kendi sahasında Mallorca'ya 1-0 yeniliyordu. Maç öyle bitse şampiyonluğu kaybedecekti. Reyes oyuna girdi, iki dakika sonra beraberlik golünü attı. Daha sonra bir gol daha attı. Real Madrid o gece şampiyon oldu. Ben de evde televizyondan maçı izliyordum. Tamam; üzerinden 12 sene geçmiş ama daha dün gibi aklımda. Üstelik 12 sene geçmiş bile olsa; o günlerde ben de gençtim, Reyes de gençti. Bugünlerde kendimi halen genç sanıyorum ama Reyes öldü.

Az daha Galatasaray'a gelecekti 2011 yılında. Belki 2012 şampiyonluğunda kadroda olacaktı. Tamam yollar hiç kesişmedi ama tanıyorduk işte kendisini. Her hafta televizyonda görüyorduk. Televizyon yıldızları biraz sanaldır ama futbolcular popstarlardan daha farklıdır. Onlar kadar ulaşılmaz değildir.  Aileden, mahalleden veya başkasının mahallesinden birileri gibi gelir gözümüze. Reyes de başka semtin çocuğu gibiydi. Muhabbetimiz yoktu ama her hafta bir sokağın başında denk geliyorduk. O yüzden insan, böyle haberler alınca çok daha derinden etkileniyor.

Kazadan bir dakika önce hayalleri, gelecek planları, düşünceler vardı muhakkak. Sural'in de.... Sala'nın da... Diğerlerinin de... Futbolcu olanların da, olmayanların da. Fakat bir an sonrasında yoksun. Hayaller de, planlar da, gelecek de... Ani vedalar en kötüsü galiba...

Kafayı yememek elde değil. Hayat devam ediyor, daha da eder inşallah....

Allah kalanlara uzun ömürler versin.... Basit bir ritüel cümlesi değil. Hayatımdaki en güçlü, en içten söylediğim dua. Teoman'ın da dediği gibi; şimdi ölmek istemem...