Cumartesi, Eylül 29

Duvar


Duvar yazıları, gerçektir. Duvar yıkılır, yazı kalır...

Cuma, Eylül 28

Çürümenin Kitabı



Hiç kimse havailiğe hemen ulaşamaz. O bir ayrıcalık ve bir  sanattır, her tür kesinliğin imkansız olduğunun farkına varan ve kesinliklerden tiksinen kimselerdeki yüzeysellik arayışıdır, doğal bir şekilde dipsiz oldukları için hiçbir yere götürülmeyecek uçurumlardan uzağa kaçıştır.

Simge Fıstıkoğlu







Twitter üzerinden Ümit Özat - Simge Fıstıkoğlu olayına biraz fazla dahil oldum. Ümit Özat'ı eleştirenlere cevap verdim, Kaptan'ın yanında oldum. Şimdi söz hakkı Simge Fıstıkoğlu'nda... Röportaj, Ağustos 2011'den, Galatasaray Dergisi'nden

- Televizyonculuğa nasıl adım attınız?

- 2006 yılında başladım televizyonculuğa. Bir fırsat çıktı, iş görüşmesine gittim ve bana "spordan başlamak ister misin?" dediler. Ben de kabul ettim. Spora başlamak benim için önemliydi. Daha garantiliydi spor benim için.


- Neden daha garanti olarak gördünüz?

- Bir kere sporun çerçevesi belliydi. Ve doğrusunu söylemek gerekirse, başlanhgıç için beklentilerime uygun olan da spordu...

- Erkekler üç aşağı beş yukarı bu sporu yapmış. Yani en azından ayak içi vurulunca top nereye gider biliyor. Deneysel olarak futbolu ne kadar biliyorsunuz?

- Ben futbol yazıları yazdığım dönemde işin tekniğine girmiyordum. "Bu oyuncu şu bölgede oynar", "o sistem yanlıştır, bu sistem doğrudur" diye bir iddiam olmuyordu. İşin ruhu neyse ondan bahsettim. Neden zevk aldığımı, neyi sevmediğimi yazdım. 

- Kadınlar spor haberi sunuyorlar ama maç anlatımı yapmıyorlar. Siz bir kadının anlatımını yaptığı karşılaşmayı izlemek ister misiniz?

- Bir kadının maç anlatımı yapmasını istemem. Birkaç deneme dinledim ve hoşuma gitmedi. Çünkü kadın ses tonu maç anlatmaya müsait değil. 

- Kadınlar Dünya Futbol Şampiyonası'nı izlediniz mi?

- Evet takip ettim. Çok da keyif aldım. Final maçı sonrası Twitter'dan forma çıkarma konusunda yapılan yorumlar çok da hoşuma gitti.


Özet geçelim. Simge Fıstıkoğlu bir tesadüf üzerine bu işe başlarken Ümit Özat, kaptanlığını yaptığı Fenerbahçe ile 3.şampiyonluğunu ve milli takım ile 2.kez dünya kupasına katılma fırsatını kıl payı kaçırıyordu. 

Ayrımcı olarak adlandırılan Ümit Özat gibi, kadınların maç anlatımını yapmasını istemeyen bir müdür. Yani ona göre de kadınlar her işi yapamıyormuş 

Cinsiyetçi olarak adledilen Ümit Özat olsa da, forma çıkaran kadın sporcu üzerine yapılan espriler onun çok hoşuna gitmiş. 


Perşembe, Eylül 27

Çarşamba, Eylül 26

Travma


3 Temmuz, en büyük tramvayı Trabzonspor tarafına yaşattı. Üstelik 1 sene boyunca akıl tutulması yaşamış  Fenerbahçeliler'i düşünce bile... İnanılmaz bir boyuta geçtiler. Bir yandan "normal" diyorum, şampiyonluğunun çalındığını düşünen bir camia bunları yaşayabilir ama bir yandan da "1 sene geçti be abi"...

Önce inkar ettiler. "Fenerbahçe şampiyon değil, şampiyon biziz" dediler. Olmadı.

Sonra öfkelendiler. TFF'ye yürüdüler, içerideki Fenerbahçe maçlarında olaylar çıktı. Olmadı.

Sonra pazarlık yaptılar. TFF ile görüştüler, UEFA'ya gittiler, mail attılar, mektup yazdılar. Olmadı.

Şimdi depresyona girdiler. Resmi siteden şampiyonluğu duyurdular, yerel basın bugün poster dağıttı. Sanırım yine olmayacak.

Bir sonraki aşama kabullenme. Bakalım ne zaman girecekler?

Bu arada posteri alsak ben bile odaya asarım. Bizim takımın posteri resmen. 2012-13 sezonu yaz üzerine, geç.

Bir Günlüğüne Gülümseyen Şehirler


Niğde... Stadından belli. Stadın arkasından belli. Çölün ortasında terk edilmiş bir kasaba gibi. Oliver Stone filmlerinden fırlamış sanki (tam olarak U-Turn). Selamsız Kasabası gibi bir hafta geçiren Niğde, Selamsız Bandosu gibi bir hafta yaşayan Niğdespor. 

Sonu öyle olmadı. Şehre büyük takım geldi. Niğde'nin takım kaptanı yayıncı kuruluşa röportaj verdi, hocası Batuhan'a önlem aldı, parası olan taraftar Beşiktaş'a atılan golde 1-2 sıra aşağı düştü, parası olmayan çatıda tutundu.

Güzel olmadığını kim söyleyebilir? 


Aynı saatlerde Galatasaraylı basketbolcular Van'daydı. Van, deprem şehri. Başka sıkıntıları da var. Niğde gibi unutulmuş değil ama yalnız bırakılmış. Depremden hemen sonra görmüştük bunu. Neyse ki infial ortamı kısa sürdü.

Herkes mücadele ediyor. Bir şekilde tutunmaya çalışıyor. Tutunurken de kahramanlar arıyor. Somut kahramanlar. Bazen bir sporcu oluyor bu. Vanlı kız çocuklarının ilk kahramanı Nur Tatar'dır belki. Ama Işıl'a gösterilen sevgiden de anlıyoruz ki, kahramanlıkta o da Nur'dan aşağı değilmiş. 

Bir günlük mutluluk, değişiklik. O "tutunma" işine artık bu moralle devam edecekler. Hayal kuracaklar. 

Güzel olmadığını kim söyleyebilir?

Şehre bir takım geldi, iklim değişti, gülümsediler. 

Tıks 

Salı, Eylül 25

Necati'nin Hayatı



1980 İzmir doğumlu. Futbolcu.

20 yaşına kadar İzmir'de. İlkokul, lise, ilk gençlik, Ege kıyısında. 19 yaşında bir ara Aydın'a gidiyor. Ondan sonra 20'sinde Adana

Akdeniz'in ilginç, aksiyonlu, heyecanlı, güzel şehirlerinden. Delikanlılık çağları, ateşli yıllar Adana'da. 

24'te İstanbul'a gidiyor. 4 sene burada. Türkiye'nin hatta dünyanın en güzel şehri. En verimli yıllarını orada yaşıyor. 

28'de bir Ankara dönemi. Kötü şehir ama iyi bir dinlenme tesisi. Sonuçta başkent. "Orayı görmedim" demez.

29'da San Sebastian. Üstüne para versek yaşayamayız. Dünyanın cennetlerinden. En azından öyle olduğu söyleniyor. O, orada futbol oynayıp (!) para kazanıyor.

Dönüş Antalya. Türkiye'nin güneyi. Yaşanacak şehirlerden biri. Hava hep sıcak, hep ılık. Şehir tatmin edici.  Futbol oynamaya elverişli. 30'lu yaşlara girmek için ideal bir yer. 3 sene burada yaşıyor.

Ondan sonra 6 aylık bir İstanbul macerası daha. Eski günleri yad etme. 

Ve şimdi Eskişehir. Türkiye'nin denize kıyısı olmayan en güzel şehri. Yaş 32. Ufak şehir ama haraketli. Tam 32'lik adamın isteyeceği türden. Hem dinlen hem yaşa. 

Yazı bu kadar.  Ana fikir yok. Sadece şöyle bir düşününce, Necati'nin hayatı > Hayatı boyunca Barcelona'dan çıkmayan Xavi'nin hayatı. 

(İkisi de 1980 doğumlu diye)

Pazartesi, Eylül 24

İstanköyaltı Bodrum


Seneler önce okuduğun kitabı, seneler sonra bulup bir daha okumak. Ailenin fotoğraf albümünü bulmak gibi bir şey.

İlk okuduğunda ne düşledin, ikinci okuduğunda ne yaşamıştın?

Duracell Olunmaz Doğulur



Ben insanların çok zor şartlarda para kazandığı bir köyde büyüdüm. Oradaki insanlar için çalışmak, nefes almak, su içmek gibi sıradan bir şeydi. Hayatlarını böyle kazanıyorlardı.

Pazar, Eylül 23

Korkma




"300 kilo kaldırma kapasitesi var, elektro mekanik frenler var, çelik halatlar var; korkma, ben varım"

Kanal değiştirirken denk gelen dizinin o an görülen sahnesi. Korkma, ben varım göndermesi. 

Eflatun Film, afilliler, o tayfa.. Ne yaparsa kötü iş çıkmaz sanki. Behzat Ç, Ankara dizisi ise, bu da tam İstanbul dizisi gibi sanki...  Oysa ne kadar kötü fragmanı vardı.


Cumartesi, Eylül 22

Yetkililerle Konuşmak




Bir takım kötü gidince yönetici kısmından biri - tercihen başkan- bir basın toplantısı düzenler ve kötü gidişi hakem hatalarına bağlayıp, suçu hakemlere atar.

Kayserispor için başkan kadar önemli bir isim olan Süleyman Hurma da hafta içinde bir basın toplantısı düzenledi. Kötü gidişin tek sorumlusu olarak hakemleri gösterdi. Kaldı ki, kendi camiasını "Şunu çok net söyleyebilirim ki Anadolu'nun en iyi takımına, en iyi hocasına, en iyi yönetimine ve başkanına sahibiz. Futbolda bazen istediğiniz hiçbir şey olmayabilir" sözleriyle överek kendilerinde hata arama kısmını es geçti.

Devamında ise "Bana göre son dönemlerde inanılması güç bir şekilde hakem hataları bizi buluyor. Yine Orduspor maçında yediğimiz üçüncü golde çok bariz, çok açık bir metreden fazla ofsayt var. Maalesef bunun önüne geçemiyoruz" diyerek hakem hatalarına geçiş yaptı. Aslında buraya kadar normal. Anadolu takımı ve İstanbul takımı fark etmiyor, aynı yol izleniyor. Anadolu takımlarının isyanları her zaman az yer buluyor, ön plana çıkmıyor. Anadolu takımı tutan arkadaşların bu haklı eleştirilerini değerlendirmek lazım. Çünkü gerçekten de Hurma'nın isyanı ön plana çıkmadı, çünkü konuşmasının devamında şöyle bir cümle kullandı:

"İlgililerle de görüştük. Onlar da Kayserispor'a üst üste seriye bağlanmış bir şekilde hakem hataları olduğunu kabul ediyor."

3 Temmuz'dan önce böyle bir demeç verilse, hiç umursanmızdı. İlginç olan, 3 Temmuz'dan sonra olmasına rağmen yine umursanmadı. İlgililerle görüştüğü için, tapesi çıkan, gözaltına alınan, tutuklanan, ceza alan insanlar var. Haklı veya haksız tarafına girmeden; son 1 senede soru işaretlerinin oluştuğu bir dönem yaşadık. Herkesin bundan sonra daha hassas olacağını tahmin ederken böyle bir açıklama gelmesi düşündürücü. Üstelik ligin henüz 4.haftasında.

Bir kaç tane soru beliriyor kafada ister istemez. Biz de soralım, kimse cevaplamaz ama en azından sorduk deriz.

Süleyman Hurma'nın konuştuğu bu ilgililer kim?

Konuşmanın devamında neler söylendi?

Hakem hataları olduğunu kabul edenlerin yaptırımı ne oldu?


Cuma, Eylül 21

Kötü Kadro



United maçı sonrası Beyoğlu'nda muhabbet ederken konu her zamanki gibi Lucescu senelerine geldi. Lucescu'nun teknik direktörülüğünü beğenmiyorum. Teknik direktörülüğün sadece saha içinde olduğuna inanmamam bunun birinci nedeni. Oynattığı futbol iyidir, kötüdür önemli değil. Eğer tribünde olan bensem, kazanan takım iyi top oynamıştır. Fakat Lucescu, kötü giden takımları toparlayamama gibi en önzemli teknik direktörlük meziyetinden (kriz yönetimi) uzaktı. En azından bunu Türkiye'deki ilk ve son senesinde gösterdi.

Lucescu'nun kazanma oranının Galatasaray'da 2'de 1, Beşiktaş ile beraber Türkiye'de 4'te 2 olduğu gerçek. Son hafta kaybedilen şampiyonluklar dahil Daum'un bile yüzdesi daha fazla olabilir. Üzerinden 10 sene geçtikten sonra, Lucescu ile ilgili tartışılmayan ve doğru kabul edilen doneler var. 

Mesela, Beşiktaş'ın ikinci senesinde "saha dışı faktörler" ile şampiyonluğu kaybettiği söylenerek hakkı verilir. Ama Beşiktaş'taki ilk senesinde yaşanan aynı olaylar görmezden gelinir. Bir diğer "tartışılmayan gerçek" ise Galatasaray'daki ikinci senesinde elindeki kadronun tarihin en kötü Galatasaray kadrolarından biri olduğuydu. Lucescu, bu kötü takımla Galatasaray'ı şampiyon yaptı denir. United maçı sonrası da aynı şeyleri duyunca, bu kötü kadroyu hatırlatmak istedim.

Kalede Mondragon. Galatasaray'ın, şu an oynayan Muslera'yı saymazsak 3 efsane yabancı kalecisinden biri, bazılarına göre birincisi. 

Stoperdeki ikili, Popescu gittikten sonra Bülent Korkmaz ve Emre Aşık. Sadece Galatasaray'ın değil Türk futbol tarihinin en önemli 5 stoperi arasına girerler.

Sağ bek Perez. Kısa dönemde taraftarın sevgilisi oldu, o gittikten sonra sağ bek bulunamadı. Her sağ bek onunla kıyaslandı, biraz Sabri, sonrasında ise Eboue bu sorunu çözdü. 10 sene sonra.

Perez sakatlandıktan sonra o bölgede oynayan isim ise Capone... Tartışan var mı?

Sol bek Victoria... Değil aslında. Hakan Ünsal. Sezonun ilk yarısında oynadı. O, Blackburn'e gidince formayı Victoria giydi. Victoria biraz zayıftı ama her kadronun zayıf bölgesi vardır. Ama Hakan Ünsal (Premier Lig'e giden Hakan Ünsal)'ı tartışacak yoktur herhalde.

Orta sahayı sayıyorum şimdi, şu adam yaramazdı diyebileceğiniz hangisi? Fleurquin, Ergün, Hasan Şaş, Sergen. Belki Fleurquin. Ama Galatasaray'da ona kötü diyenin de aklı karışmıştır.

Yedekten gelenler ise Ayhan, Suat Kaya, Berkant, Batista... Fena bir kulübe değil.

Forvet hattı, o senenin gol kralı Arif, 2 sene öncesinin gol kralı Serkan, gol kralı olamasa da golün diğer adı Ümit Karan. Murat Sözkesen ve Radu ekstra katkı veren isimler.Zaten Lucescu'ya hakkını verebileceği özelliklerinden biri yedek oyuncularından maksimum katkıyı almayı becermiş olması. Horvath, Spehar ve Mpenza'ya hatta siması bilinen Gonzales'e o şansı vermese de...

Gerçekten kötü bir kadroymuş. Alkışlar Lucescu'ya. Bir önceki sene şampiyonluk alamadığı kadro da futbolun tuzu biberi olarak kayıtlara geçsin o zaman.


Perşembe, Eylül 20

Green Street Hooligans



Fight Club mı holigan kültüründen etkilenmiştir yoksa bu tamamen bir tesadüf müdür? Palahniuk'un Amerika ovalarında yazdığı hikayenin benzerinin ve gerçeğinin İngiltere ormanlarında yaşanmış olması bir tesadüf mü?

Puanlaması farklı olmasına rağmen Türkiye'nın en iki uzak şehrinin en ücra sokaklarından oynanan 31 aylık gibi.

Green Street Hooligans'ı ikiye ayırmak mümkün. İlk kısmı tam İngiliz filmi. İçki içen, ot çeken, kafası güzel, kavgacı İngiliz erkekleri. Hafta sonları maça gidiyorlar, hafta içi pub'a. Kot pantalon üstü kapşonlu sweet. Her şey çok iyi, net, açık, berrak, güzel.

İnce mesajlar var. Mesela, hafta içi gündüz saati kalabalı metroda çocuklu kadına yer veren tek kişi aslında hafta sonu toplumun dışına itilen kişi. İkisi de aynı. 

O kısımlar çok iyi. Ama bir yerden sonra filmdeki Holywood etkisi hissediliyor. Kendi ekibini ispiyonlayan herif mesela. Tribünde ispiyon, satış olmaz demiyorum ama bu şekilde olması çok saçma. Son kısım ise senaryoya zorla ekletilmiş sanki. Mesaj kaygısı en üst seviyelerde.

Filmi yapanlar, bu filmi izleyen holiganların o son yüzünden "hacı biz napıyoz ya, dönelim yolumuzdan" diyeceğini mi tahmin etmiş?

Öyle bir şey olmuyor. Filmin ilk yarısındaki gerçekliğe sadık kalınsaymış keşke. Yine de izlenecek bir film. Bu gruba sadece "Holigan" gözüyle bakarsınız, bu filme de sadece "holigan filmi" dersiniz, aşağılarsınız. Yoksa aslında tam bir toplumsal film.

Tam olmasa da bir kısmı...


Çarşamba, Eylül 19

Başlangıç Noktası




Greenwich, Old Trafford'a ne kadar uzaklıktadır? 

Galatasaray yakın tarihinin bazı kırılma anları varsa bunlardan biri kesinlikle Old Trafford'da 3-3 biten maçtır. Belki de birincidir. Köln'deki Monaco maçı ile çekişebilir. 87'de Eskişehir maçı da önemli.

Neyse, İngiltere'de oynanan Manchester United maçının hangi anlamları ifade ettiğini tekrar tekrar yazmaya gerek yok. Sonu UEFA Kupası ile biten uzun bir yolculuğun ilk adımıydı. 

Ondan sonrası sessizlik...

Bu sezon nasıl bir Şampiyonlar Ligi performansı gerçekleştireceğimiz belirsiz. Bilemiyoruz, tahmin edemiyoruz. Hatta o kadar uzak kaldık ki, havasını, atmosferini, gerçeklerini, kurallarını unutmuş olabiliriz. Yine de takıma güvendiğimiz bir gerçek. Özellikle gruptaki diğer iki takımın dişimize göre olduğunu görünce umutlanıyoruz. Ama Lokomotiv Moskova, C.Brugge, Real Sociedad, Bükreş, Hamburg, Karpaty, Tromso diye uzayan bir liste de var. Yani bu romantizm, belki de 6 hafta sonra yıkılacak ama olsun.

Yeniden herşeyin başladığı yerdeyiz. Güzel olan da bu. Yeniden Old Trafford. Kuralar ilk çekildiğinde, bizim hanım (Milan) gelsin istedim, olmadı. Yerine United geldi. Daha da ilginç ve güzel olanı, 5 sezon aradan sonra oynanancak ilk Şampiyonlar Ligi maçında rakip United olacak.

Kimsenin şans vermediği ve sonunda statünün bile değişmediği eşleşme. Sanki bu tesadüf, çok anlamlı.

United yenerse ne olur bilmiyorum, ama o unuttuğumuz atmosferi hatırlamak için en kısa yol buydu. Güzel denk geldi.



Salı, Eylül 18

İstanbul'daki United Maçı



1993 yılında, 8 yaşındaydım. Hayal meyal hatırlanan maçlar. Maçları hatırlamak kolay ama şöyle bir gerçek var; 8 yaşındaki çocuk aklıyla hatırlıyoruz. O gözle izledik. Ne bir analiz, ne sokağın nabzı, ne basında yazılanlar...

United eşleşmesine dair akılda kalan bütün hikayeler ilk maça dair. Maçı izlemedim (evde TV bozuktu sanırım), 2-0 olduğunu öğrenince uyumuştum. Ondan sonra, evleri benim odama bakan arkadaşımın mahalleyi ayağa kaldıran sesiyle fırladım. Karşı apartmandan, skorun 2-2'ye geldiğini söylemişti. Bir maçın 2-0'dan dönmesi hangi maç olursa olsun heyecan verici, üstelik bu maç Şampiyonlar Ligi maçı. O sıaralar Şampiyonlar Ligi'nin ne olduğunu da çok net bilmiyordum oysa. Neyse, sonuçta o arkadaşım sayesinde, maça tekrardan asıldık. Radyodan dinledik, heyecanlandık, 3-2'ye sevindik, 3-3'e üzüldük, rövanş için umutlandık.

Peki rövanş?

Hatırlıyorum. Evde izledik. 0-0 bitti. Tur atladık sevindik. Maçtan önce bir aksilik olmazsa tur atlayacağımıza emindik. Neden ki?

Gerçekten böyle bir hissiyat vardı. Acaba bizim evden yayılan güven duygusu mu yoksa tüm camiada ve ülkede var mıydı? O kısmını bilmiyorum. Aynı maç bugün olsa mesela?

United ile çeyrek finale çıkma maçı oynuyoruz (ki o zamanın çeyrek finali bu zamanın yarı finali gibi bir şey aslında). İlk maç orada 3-3. İkinci maç öncesi o kadar rahat olabilir miyiz? Mümkün değil.

Stresten, gerginlikten o 1 haftayı zor geçirirdim herhalde. 3-3'ün hiç bir garantisi yok. 1-0'a gidiyorsun. Bir serseri top her şeyi götürüyor. Üstelik elinden gelenin çok daha fazlasını yapmışsın bir önceki maçta. Hepsi çöpe gidecek. Yüzüp yüzüp kuyruğuna geliyorsun ve bir serseri topla gidiyorsun. Gerçi bir de öte tarafı var; maç başlarken tur atlıyorsun.

O maçı nasıl oynadık, sahada ne yaptık hiç bilmiyorum. Zaten o yaştaki çocuk böyle şeylere dikkat etmez. Tek hatırladığım Tugay'ın çok iyi oynadığı ve 9 numaranın insan gibi koşmadığı. Cantona'ya da uyuz olmuştum baya. 

Tabi bir de Ali Sami Yen Stadı faktörü var. Ama o başka bir yazının konusu. 

Şimdilerde bu kadar nostaljisi yapılırken aklıma geldi, biz o maçı nasıl izledik? Bazı anlar için çocuk kalmak daha sağlıklı...


Pazartesi, Eylül 17

Farklı Formalar


Beşiktaş formalı Tutku, Galatasaray formalı Engin.

Bu sezon çok ilginç olacak.

Pazar, Eylül 16

Ankara One Love


Ankaragücü taraftarının, Karşıyaka maçında açamadığı pankart. Polis izin vermemiş. Başka tribünler pankartlarında veya tezahüratlarında Bob Marley kullansa fena dilenilirdi ama vandal ve sorunlu(!) Ankaragücü tribününden kimse böyle bir şey beklemezdi.

Ben beklerdim, çok da güldüm, hoşuma gitti. Bob Marley felsefesini kağıt üzerinde değil deplasman otobüsünde veya Ankara sokaklarında uygulayan gençlerin  pankartı. Takım küme düşmüş ama kafa güzel, takımın peşinde koşmaya devam...

Ahlaklı Futbolcu


Twitter'dan yazacaktım ama sonra vazgeçtim. Ondan sonra sürekli mention geliyor, ona cevap ver, diğerine cevap ver konu uzuyor. İşimizden gücümüzden oluyoruz.

İsviçre maçından sonra rakip futbolculara tekme atan Mehmet Özdilek'in ahlakını sadece bir olayla değerlendirmek şık olmaz. Ama "ahlaklı futbolcu" tanımı yaparken kendi takımına bakmaması düşündürücü ve üzücü.

Mehmet Özilek'in "ahlaklı futbolcu" tanımını, seneler sonra, Ömer Çatkıç Antalyaspor'dan ayrıldıktan sonra hatırlaması oldukça manidar. Beşiktaş'ın eski kaptanı Şifo, eski takımının son 10 gündeki coşkusuna destek çıkmak istemiş herhalde, bu yola çıkarken de "kendisine bakmayıp sağa sola çamur atma geleneği"nden de destek almış.

Canı sağolsun... Taçtan gol yemeye devam ederse, onu ahlaklı futbolcuları da, sezonun son haftası atılacak Erman Kılıç golü de kurtaramaz...

O Zaman Gençtik



Kocaelispor'un teknik direktörü Mustafa Denizli'ydi. Beni çok istemişti. O zaman gençtik, gözümüz karaydı. Eşimle birlikte bir çılgınlık yapıp buraya yerleştik. İyi bir yerse 1 yıl eğleniriz, beğenmezsek de dişimizi sıkar bir yılı geçiririz diye düşünmüştük. 18 yıldır buraydız.

Polonyalı Roman Dobrowski / Türk Kaan Dobra

4-4-2 Eylül

Duymak istediğimiz hayat hikayesi özetleri...

Cumartesi, Eylül 15

Sihirbaz


Günün Fatih Terim fotoğrafı. Topçuluğunda Samantha derlermiş, bizim dönemizde imparator oldu.

Bu fotoğrafta da sihirbazlık günlerini hatırlatıyor. Sanki şapkadan tavşan çıkarttı, ve seyirciyi selamlıyor. "Aslında bu kadar basit" diyor.


Perşembe, Eylül 13

Avrupa Vizesi


Bir oda içinde doluşmuş insanlar. Türkiye için standart bir manzara. Kesin bir devlet dairesi veya bürokratik işlerin döndüğü bir yer. Elde dosyalar, büyük olaslık, dosyaların içinde evraklar.

Galatasaray takımı, Manchester United maçı için İngiltere'den vize alamaya çalışıyor. Şampiyonlar Ligi'nden, Avrupa arenasından uzak kaldığımızı biliyorduk da, bu kadarını tahmin etmiyorduk. 


Pasaportları defalarca damgalanmış futbolcular, bu bürokrasiyi niye yaşadılar bilmiyorum. Pasaportu bile olmayan bir adamım, işlerin nasıl yürüdüğünü bilmiyorum. Ama mesela, eş dosttan duyduğumuz kadarıyla , "İngiltere kolay kolay vize vermez kanka" minvalinde dönen muhabbetler ışığında, acaba Selçuk İnan vize alamayabilir miydi? Veya Dany? Engin Baytar o parmak arası terliklerle görevlinin gıcığına gitse, Old Trafford'a gidemeyecek mi?


Yalnız şu fotoğraf çok klas. Böyle yürüyerek Manchester'a gitseler, bze güven düşmana korku salarlar...

Ne Bölümdü Ama



Her şey cuma günü, Hollanda maçına 1-2 saat kala başladı. O ana kadar, son zamanların modası olarak, kimse milli takımla ilgilenmiyordu. Ta ki, Abdullah Avcı kadroyu açıklayana kadar. Kendi takımının ve belki de oynadığı ligin en iyisi olan Selçuk yedekti. Ve o andan sonra, özlediğimiz milli maç atmosferinin ateşi yakıldı.

Milli takım, Dünyanın ve Türkiye'nin en popüler dizilerinden daha fazla aksiyon, daha fazla entrika, daha fazla tutku içeriyor. Yaklaşık 15 senedir bu böyle. Kral'ın Jipi, Seul'de Cuma Namazı, Ersen Martin, İsviçre Eşleşmesi, bu dönemin en fazla reyting alan bölümleriydi. Yıllar geçse de, akılda kalan sahneler oldukça fazla. 

Milli Takım Günleri" diye bir dizi yapılsa izlenme rekorları kırar. Bu dizi, son zamanlarda ilgi kaybetse de, bu hafta yeniden eski günlerine geri döndü. Bölümün adı, Selçuk'a İnanmayanlar ve/veya Kaptan Emre olabilir.

Mesela Hollanda maçında, Avcı'nın ayakta maçı izlerken, aynı anda Selçuk'un yedek kulübesinde iki elinin başının arasında olduğu kareden çok vurucu bir sahne çıkacaktır. 

Abdullah Avcı'nın Estonya maçından bir gün önceki basın toplantısı adrenalinin tavan yaptığı sahnelerden biri olur. 

Estonya maçının kadrosunda Selçuk'un olmadığının öğrenildiği an, dizinin en can alıcı anında yaşanan sürpriz gelişmenin ta kendisidir (Yaşlı teyzelerin "belliydi böyle olacağı,harcadılar çocuğu" dediği an).

Bölümün sonuna doğru artan heyecen muazzam. Eski bölümlere de gönderme var. Kadıköy'de tribünlerin Selçuk diye bağırması, hem Arena'da Emre'nin ıslıklandığı bölüme hem de İsviçre Eşleşmesi adlı bölümde skor 3-2 olunca yapılan Genç Fenerbahçeliler tezahüratlarına gönderme olarak sayılabilir. Flashback yapılabilir senaryoda.

Selçuk'un ısınmaya gitmesi, Emre'nin Arda pasıyla Madrid golü atması, Emre'nın gol sevinci, Emre'nin gole sevinirken (ve maç sonunda) Hamit temalı  tavırları ve konuşmaları ( Azerbaycan Sürprizi adlı bölümü izlemeyenler olayların gelişimini anlayamazlar), Selçuk'un oyuna girmesi, Selçuk'un gol atması, Selçuk'un gole sevinmemesi, Burak'ın Selçuk'u havaya kaldırması, maç sonunda Selçuk'un alkışlanması, Burak'ın ıslıklanması, maç sonu Emre'nin ve Avcı'nın açıklamaları....  

İnanılmaz bir bölümdü. Nefesler tutuldu. Aktörler yine muazzam bir iş çıkardılar. Biz de heyecan ve sinir içinde izledik. Bir sonraki bölümde neler olacağını şimdiden merak ediyoruz. Ara ara eski oyuncuların da geri döneceğini tahmin ediyorum. Mesela Kral, bu hafta sonu Lig Tv'den bu bölüme ekleme yapabilir. 

Aslında bir de işlerin perde arkasını öğrensek. Selçuk, Emre hakkında neler düşünüyor? Arda, abisi Emre ile yakın arkadaşı Selçuk arasında kalıyor mu? Hamit, gurbetçi grubu kuruyor mu?, Volkan dönünce neler olacak?. Tek kelimeyle, muhteşem...


Çarşamba, Eylül 12

Tetro


İzlemesi zor bir film. Zordan öte, konsantrasyonu sağlam kurmak lazım. Aile teması, siyah-beyaz görüntüler, bir de Copolla baba var olunca, bir Rumble Fish havası bekledik ama olmadı. 

Oyunculuk bakımından tatmin edici. Vincent Gallo her zaman iyidir, Maribel Verdu her zaman cezbedicidir. Genç cocuk Alden Ehrenreich, formanın hakkını veriyor. Fakat film uzadıkça uzuyor. Aslında güzel bir hikaye var ama içine girmekte zorlanıyorum. 

Arjantin'de geçmesi de bir başka güzelliği... 

Salı, Eylül 11

5 Numara


İlk imzayı 1972'de atan libero, kaptan, hoca, imparator...

Ortalığı bulandırıyorum, forması emekli mi edilse acaba?

Gerçek ve Muhteşem Tehlike








.....

Arabeskte bir şey eksikti: Politika.

"Bir yastıkta başlarımız bir araya gelmeden / Ayırdılar ikimizi kader bahane" Eee? Bunun ardından şöyle sözler gelmeli değil mi: "Bizi yoksulluk ayırdı. Yoksulluğun da sebebi kapitalizm. O halde kahrolsun kapitalizm!" Ne yazık ki arabesk, aşktan üretilen enerjiyi, şehri aydınlatmada kullanacağına, toprağa iletmiştir. Ali Tekintüre imzalı şu sözlere bakalım: "Bitmiyor isyanlar, bitmiyor suçlar!" Bence mükemmel. Peki sonrası? "İnliyor başımı vurduğum taşlar." Olur mu hiç?

Popüler müziğimizin en büyük efsanesi Orhan Gencebay "Bir yanda hayat kavgası var / Bir yanda aşkın ızdırabı" diyor ve devamında hayat kavgasını es geçip yine aşkı anlatıyor.

Sezen Aksu'nun şarkısında "Arka sokaklarda neler oluyor?" şeklinde önemli bir soru var. Öncesi? "... dolayısıyla bilemiyorum." Sosyolojik vurgunun, politik göndermenin zerresi yok.

Derken, Hakkı Bulut, beyhude bir işe girişti: Acısız arabesk.

Halbuki arabeskin aşağılanmasının asıl nedeni kaderciliği, acılığı filan değil, müthiş bir protesto potansiyeli taşımasıydı. Bu yüzden yasaklanıyordu. Bir tek şarkı, Türkiye'de mazlumları devrime sevk edebilirdi. Gelgelelim bu enerji kullanılmadı. Ve ne yapacağına dair bir işaret alamayan yoksul gençler, kendilerini jiletle doğradılar. Bundan ötürü de horlandılar. Nihayet, Ahmet Kaya sazı aldı.

O da imkansız aşkı anlatıyordu. Fakat bu kez aşk'ın bir öznesi vardı: Yoksul, sosyalist genç adam. Sadece sosyalistler değil, ülkücüler, İslamcılar ve sade vatandaşlar da Ahmet Kaya'ya kulak verdi. Halk bu tadı seviyordu. Arabesk, nihayet sadede gelmişti:

"Sevdim inanamayacağın kadar seni esmer kız [...] Neylersin ki çember daralmakta / Şimdilik hoşça kal yaban çiçeğim / Yasal mermisiyle bir komiser yaklaşmakta."

Artık biliyorduk. Âşıkları devlet ayırıyordu. Polis vardı işin içinde. Ahmet Kaya'ya tahammül edilemedi. Arabeskin politikleşmesi gerçek ve muhteşem bir tehlikeydi. Medya, Ahmet Kaya'yı terörist ilan etti. Ve genç âşık, ölüme sürüklendi....."


Pazartesi, Eylül 10

Garip Takım



Bu hikayeler bitmeyecek. Sona ermeyecek. Üzerinden seneler geçse de yaşanacak ve biz her yaşandığında "vay amk" diyerek gururlanacağız. 

İki gezgin Özcan Bostancı ve İsmail Özger, dünyayı, özellikle Asya Kıtası'nı gezdi. Burada çok bahstemedik onlardan ama çok beslendik. En azından bazı yazıların fotoğrafları onlardan. İlgiyle takip ettiğimiz ikilinin internet sitesinde "En'ler" diye bir kısım var. Pası dün akşam Mustafa attı.

Bu yolculuk esnasında karşılaştıkları, yaşadıkları enleri yazmışlar. Mesele an güzel kızlar için Güney Kore, Japonya ve Polonya demişler. En ilginç ülke Hindistan, en uzun kaldıkları şehir Şangay, en ilginç karakter, Transsibirya Ekspresi'nde karşılaştıkları Buryatyalı Michael, en ilginç toplum Japonlar ve Hintliler

Bunları hepsini okurken, en garip an sorusu geliyor ve cevabı:

"Hindistan'da soyulduktan yarım saat sonra, çantalarımızın üzerinde otururken Hintli bir çocuğun bize gelip o geceki Galatasaray - İstanbul Büyükşehir Belediyespor maçı skorunu söylemesi" 
 (Tıks)


Şaşırıyor muyuz? Evet. Şaşırmak istiyoruz çünkü. Hoşumuza gidiyor şaşırmak. "Garip an"... Bizden birinin uzaklarda bizle beraber sevinmesi, üzülmesi falan. İlginç duygular. 

Bu potansiyelin es geçilip, hor görülmesi de her zaman bir burukluk yaşatacaktır. Bağlaması zor bir hikaye.  Hindistanlı çocuk bizi biliyor, çünkü takip ediyor.


Babam İçin




"Babam futbol oynamamı, iyi noktalara gelmemi çok isterdi. İki ağabeyim amatör olarak futbol oynadı. Daha sonra ben Gençlerbirliği alt yapısına seçildim. 5 kardeşiz ve maddi açıdan zor dönemlerimiz oluyordu. Ablam tıp fakültesinde okudu. Babam hem ablamın eğitim masrafını hem de aileyi geçindirebilmek için dükkanını satarak arkadaşının yanında çalışmaya başladı. Bizim için büyük fedakarlıklar yaptı. Gelinen noktada Trabzonspor gibi büyük bir takımda futbol oynuyorum ve para kazanıyorum. Hayatımda her şey yolunda. Tek eksik babam. Keşke babam bu günlerimi görseydi. Keşke onu rahat bir şekilde yaşatabilseydim.


2006 yılında PAF takımda oynarken yurt dışında maça gittik. Cebimde harçlığım olsun diye babam tüm imkanları zorlayarak bana 50 avro verdi. Yurt dışına çıktıktan sonra kulüpten iki aylık maaş ve yurt dışı primi olan toplam 700 lira aldım. Amacım paranın tamamını babama getirmekti. Babama katkı sağlamak, eve para getirecek olmak bana büyük gurur yaşatıyordu. Ancak tam o anda acı haberi aldım. Babam hayatını kaybetmişti. Hayallerim yıkıldı. Döndüğümde kendisine katkı sağlayacağını düşündüğüm parayı cenaze masraflarında kullandık. Sonrasında kazandığım ilk ciddi parayla anneme güzel bir ev aldım. Babam için gerçekleştiremediğim iyi bir hayatı annem için gerçekleştirmeye çalışıyorum.



Gol atınca yukarıyı gösteriyorum zaten, belki görüyordur. Zaten benim ahtım ve babama sözüm vardı. Onun için iyi futbolcu olacaktım. Emeklerinin karşılığını verecektim. Trabzonspor'a transfer olarak sözümü tuttum ve imza töreni sonrası benim için hazırlanan formayı alıp Ankara'da babamın mezarına gittim. O an manevi olarak büyük bir haz duydum"


Soner Aydoğdu - Trabzonspor Dergisi

Soner'in o kadar maçını, golünü, paslarını izledim. Yetenekli ve iyi futbolcu olduğunu görüyordum ama bir yakınlık hissedemiyordum. Sıradan bir futbolcuydu benim için.

 Şimdi en fanatik Soner hayranı olacağız. Futbolcuları, adamları tutmak böyle bir şey işte. İnşallah bozmaz, inşallah başarılı olur, inşallah iyi yerlere gelir.

Pazar, Eylül 9

Efsane Sol Bek



Bir sol bek nasıl efsane olabilir? Oyunun arka bölümündesin, birinci amacın topu tutmak veya rakip santrforu etkisiz hale getirmek de değil. Hem arkadasın hem kenarda. Dönem dönem iyi maçların olabilir ama kariyerinin çoğu bölümünde silik kalacaksın. Anca, Roberto Carlos, Cafu gibi hücuma çıkıp gol atacaksın. Veya Zanetti gibi tek bir takımda kariyerini sürdürüp unutulmazlar arasına gireceksin.

Peki Hakan Balta efsane olabilir mi?

İddialı bir soru. Hiç bir zaman 10 üzerinden 8-9'luk maçı olmayan bir sol bek. Çok da aşağısı olmaz gerçi. Sol taraftadır. Sessizdir, içine kapanıktır. Futbolu bıraksa 10 sene sonra kimse hatırlamaz gibi. Ama öyle değil. Öyle işler yaptı ki, kritik anlarda sahne alıp Galatasaray tarihine geçti. Sayalım.

2007 yılında Galatasaray ile çıktığı ilk derbide, ve tarihin ilk seyircisiz derbisinde Beşiktaş'a gol attı.

2008 yılında, aynı sezonun son haftasında, Galatasaray'ın şampiyonluk kupasını kaldırdığı maçta herkesi rahatlatan golü attı. Şampiyonlukla noktalanan sezonun kapanış golü.

2009 yılında Kadıköy'de Fenerbahçe'ye gol attı. Maçı 3-1 kaybettik ama Kadıköy'de gol atma başarısını gösteremeyen bir çok oyuncunun, forvetin önüne geçti.

2012 yılında Kadıköy'de bir kez daha gol attı. Son 12 senede, Kadıköy'de, Galatasaray'ın gol yemesine rağmen yenilmediği tek maçta skoru 2-0'dan 2-2 ye getirdi. Kadıköy'deki gol sayısını 2'ye çıkardı. Sadece bir çok oyuncunun değil, hemen hemen son 10 yılda forma giymiş bütün Galatasaraylı futbolcuların önüne geçti. Tek rakibi Ümit Karan

Bu maçtan birkaç hafta sonra, Kadıköy'de kupa kaldırdı. Şampiyonluk kazandı. Kadıköy'de kupa kaldıran Galatasaray futbolcusu zaten sayıca az. Onu bu az sayıdaki isimlerden ayıran ise, maçın son düdüğü çaldığında kolunda kaptanlık pazubandının bulunmasıydı. Hakan Balta'nın Galatasaray kaptanı olduğu dakikalarda Galatasaray Kadıköy'de şampiyon oldu.

Birkaç ay sonrasında ise bir kupa daha kazandı. Erzurum'da yine Fenerbahçe'yi yenerek Süper Kupa. Bu sefer kaptan olarak sahaya çıktı.

İnanılmaz bir oyuncu değil, inanılmaz bir kariyer de değil. Fakat sırf bu 5-6 olay için bütün hayatını, servetini feda etmeye dünden razı olan insanlar var. Hakan Balta'nın efsane olup olmayacağı belli olmaz da unutulmazlar arasına girdiği kesin.

Cumartesi, Eylül 8

Gençler'in Ritmi


Her şey bir yana, Hurşud sadece Gençlerbirliği'nin değil bu ligin rengidir

My Blueberry Nights



Kariyerini Bodrum'da şekillendiren Norah Jones'u hiç sevemedim. Kendisi bir 48 sayılsa da, yaptığı müzik fenalık getirecek kadar sıkıcı geliyor bana.

Bu filmi de öyle sandım. Norah Jones'u filmde oynatan zihniyet ne üretebilir ki? Öyle değilmiş. Beklentiyi düşük tuttuğumuz için mi bilmiyorum. Şaheser veya underrated değil, hoş zaman geçirebilecek güzel bir film. 

Jude Law'ın böyle romantik filmleri vardır. Yan Odadan Melodiler gibi... En azından Closer saçmalığından daha güzel geldi bana. Closer'ı sırtında taşıyan Natalie Portman, burada da var. Ama sürpriz bir şekilde Norah Jones, Portman'ın da, Law'ın da önüne geçiyor. 

En azından başroldeki karakterin yola çıkıp, yeni insanlar tanıdığı filmler güzeldir... Bodrum'da şarkı söyleyen Amerikalı kızın böyle bir rolde olması iyi denk gelmiş.

Orta Sahada Tözser



Dün oynanan Genoa maçının ilgi çekici bir tarafı yoktu. Hazırlık maçlarını sevmiyorum. Hocanın işi, antrenmanı. İzlenecek bir şey yok. Fakat Genoa'da Daniel Tözser gerçeğini es geçemeyiz.

Fatih Terim'in ikinci döneminde Paf takımda oynayan, Beckham'a bile benzetilen Tözser daha sonra AEK falan derken Genoa'ya geldi. Genoa'ya transfer olup, Serie A'da oynaması tebessüm nedeniydi, hatıra tazeletti ama Galatasaray'a karşı hele bir de eski antrenörü Terim'in Galatasaray'ına karşı oynaması ilginç oldu. 

Bizdeyken solak olduğu iddia edilirdi, o yüzden çok severdim. Patlasın istedim ama hiç izlemedim. Hala daha bir maçını izlemedim. Dün de izlemedim. Sanki Milan'da oynasa yine izlemeyecekmişim gibi geliyor.

Çarşamba, Eylül 5

Huni Taktigi



"Ben Kocaelispor'u calistirirken oyuncuları ipe bağladığımda herkes bana gülmüştü. Kafamdan model uydurup, defansta oynayanları birbirine bağladım. Sağ bek ileri çıktığında diğerleri de kademeye girmek zorunda kalıyordu. Şimdi o ipler parayla satılıyor, adamlar bunun sekizlisini çıkardılar"

4-4-2 Temmuz sayısı

Hikmet Karaman büyük hoca. Ekrandan yansıyan karakteri de çok hoş, çok sevecen. Bazı hareketleri ve Terim'e olan benzerliği nedeniyle beklenen övgüleri almak yerine eleştirilen , hatta dalga geçilen bir adam oluyor.

Huni taktiği ilginçmiş. Ne demek istediğini anladım. Defans hattının beraber hareket etmesi için yaratıcı bir çalışma ki Türk takımlarının savunmasında görülen en büyük hastalık budur. Hurra diyerek saldıran stoperler, atağa çıkıp dönemeyen bekler. Kademe anlayışından yoksun savunmacılar.

Aslında buna benzer bir takitiği biz de Caddebostan'daki minyatür kalelerde yapıyordu. Tabi ki ip bağlı değildi birbirmizie ama küçük yaştan beri arkadaş olduğumuz için uygulaması kolay oluyordu. Minyatür kale maçta, biri "gömül" diye bağırırdı, biz de gömülürdük. Alan savunmasının en iyi örneğini sergilerdik. Bu sayede bizden yaşşa ve fisikzel olarak büyük takımları yenerdik. 


Bir Gencin Ölümü




Sabah işe gitmek için kalkıyorum. Bütün sıkıntılarım ve problemlerim aklımda. Hava da kapalı, kasvetli. Bloga, veya sağa sola neler yazsam diye düşünüyorum. İçimdekiler, kafamdakileri dökeyim. Futbolla veya hayatla ilgili bir şeyler... Kafada bazı fikirler var, projeler var. Metrobüste, hayatında bir daha görmeyeceğin insanlarla aynı demire tutunurken, 1 ay sonrasını planlıyorsun. Geleceğini düşünüyorsun. 

Geleceğini oluşturabilmek adına kazanmak zorunda olduğun parayı hak etmek için geldiğin iş yerinde, bilgisayarı açıyorsun, ve seninle hemen hemen aynı yaşta olan gencin ölüm haberini okuyorsun, yazıyorsun. Futbolcularla kendini özdeşleştiren, kıyaslayan ve çoğunu hala "kahraman, ikon, idol" gibi görebilen biriyim. Uzatmayalım; benimle aynı gün doğmuş, dün gece ölmüş. Aniden, birden bire. Aynı gün doğduysak aynı gün de ölebilirdik.

Bu yazıyı okuyanların bir kısmı, hayatlarının bir döneminde, bir gün sapasağlam veya ufak bir şikayet nedeniyle hastanaye gidecek ve orada çok ağır hasta olduğunu öğrenecek.

Bu yazıyı okuyanların bir kısmı, bir gün sabah evden çıkarken akşam evde ne yapacağını düşünecek ama akşam eve dönemeyecek.

Bu belki de tartışılmayacak tek gerçekken, bazı şeyleri uzun uzun tartışmak çok saçma. Evet bütün hayatımız boyunca, öleceğimiz günü düşünemeyiz. Geri kalan işler, muhabbetler, ıvırlar zıvırlar aslında işin uyuşturucu kısmı. Sırf o anı düşünmemek adına.  Ama uyuşturucu keyif veren bir maddeyken, bizim (benim) bu tartışmalarımız, koşuşturmamız, hırpalamamız, ego kavgalarımız, hepsi sinir ve moral bozuyor.

Ediz Bahtiyaroğlu; aslında Boşnak, Edis Bahtijarevic, faşist dendi, şikeci oldu, trafik kazası yaptı,  sakatlandı, gol attı, Galatasaray'a transferi yazıldı, Fenerbahçe'ye transferi yazıldı, Bosna milli takımını seçer gibi yaptı. 26 yaşında hayatı sona erdi. Herkesin farklı bir filmi var hepsi sona eriyor.


Salı, Eylül 4

Mutsuz Ronaldo



"27 yaşında, zengin, çok başarılı, boyu posu yerinde ve her şeye sahip. O da mutsuzsa, insanlar sokaklara dökülüp ağlamalı. Ronaldo hayattan daha fazlasını isteyemez, her şeye sahip. Daha ne istediğini anlayamıyorum, üzgün olmak sahip olduklarına karşı nankörlük"

Carlos Rexach, Ronaldo için

Olay aslında şudur ki, mutluluk genelde daha çok içinde bulunduğun durumla alakalı bir olgu. Mutsuzluksa içinde olamadığın dünyayla. Kafanı kendi dünyandan dışarı çıkarırsan mutsuz olma ihtimalin doğar. Buna farkındalık diyen de var. Ronaldo gibi bir adamın mutsuz olması onun adına güzel bir şey. Her şeye sahip ama mutsuzsa, eksik bir şey görmüş demektir. Bir insan için güzel bir şey.

Ya da sadece başka bir şehirde yaşayıp, orada top oynamak istiyor.

Pazartesi, Eylül 3

2 Eylül


2 Eylül nedir diyenler için, tıks

Çok sıkıntı çektiler, çok sahip çıktılar. İşin arka boyutunda neler olduğu uzun konu, tartışma konusu. Ama seven kalpler hassas olur. Biz de seviyoruz, biz de mantıklı düşünemiyorum, biz de tutunacak dal arıyoruz. O yüzden saygı duymaktan başka bir şey kalmıyor. 

Onların mirası, onların haykırışı. Neler yaşadıklarını onlar daha iyi bilir. 

Pazar, Eylül 2

Aykut söyle...


Aykut söyle ile başladı rezalet, Spartak maçında Aykut-Alex el ele ile devam etti. Aykut kim? Fenerbahçe'nin sağ beki mi? Dün Kutay'la yolda karşılaştık, Fenerbahçe'nin sağ beklerine bile adı-soyadı ile hitap ediliyor dedi ben böyle söyleyince. Orhan Şam... Gökhan Gönül... El ele geleceği adam Alex bile olsa teknik direktörü küçültmek oldu bu. Ve az önce Alex oyundan çıkarken, tüm iyi niyetiyle kendisini alkışlayan hocanın suratına bile bakmaması... Kaybedilen 2 puan. Vallahi başıma ağrılar giriyor.

Ronaldinho Sahneye Çıkarken



"O turnuva bütün dünyanın beni tanımasını sağladı. Ayrıca Venezuella maçında attığım golden sonra insanlar bana farklı gözle bakmaya başladı. Sanırım Ronaldinho olmaya o maçta başladım."

Böyle diyor Ronaldinho. Ronaldinho olmaya 1999 yılındaki Venezuella maçında başladığını söylüyor. Henüz 19 yaşında. 3 sene sonra Dünya Kupası'nı kazanacak kadronun iskeleti Paraguay'da sahne alıyor. Ronaldo, Rivaldo, Cafu, Roberto Carlos, Emerson, Dida...

Böyle bir takıma dahil olmak için iyi bir başlangıç yapman gerekiyordu. Copa America bu başlangıç için iyi bir fırsat olabilirdi. Turnuvanın Brezilya adına ilk maçı olan Venezuella maçına 11'de başlamadı Ronaldinho. 70. dakikada oyuna girdi. Oyuna girdikten kısa bür süre sonra, 74.dakikada ise çok şık bir gol attı. Skor 5-0 olmuştu, önemli bir gol değildi ama bütün dikkatleri 21 numaralı formayı giyen genç çocuğun üzerinde toplayabilecek bir goldü. O maçın 74.dakikasında dünya futbolunun yeni bir efsanesi doğuyordu.

4 dakika önceye dönelim. Ronaldinho "yeni efsane" oyuna giriyor. Sahaya adımını atacak. Oyundan çıkan isim, belki 4 dakika sonra gelen muhteşem golün de etkisiyle bir daha kolay kolay formayı kapamayacak. Belki, o turnuvada bunlar yaşanmasa 2002'de kadroda o olabilirdi. O isim: Alex de Souza.

 tıks

Cumartesi, Eylül 1

Sezonun Peri Masalı




Daha ikinci haftada bunları konuşmak yersiz ama ilgi çekici bir başlangıç olduğunu söylemek lazım. Greuther Fürth, bu sezon ilk kez Bundesliga'ya yükseldi. İlk maçında ise Bayern Münih ile karşılaştı. Normal olarak Bayern onları kendi evlerinde farklı (3-0) yendi. 

Şimdi "ulan Akhisar'da ilk defa lige çıktı, hem de ilk maçını kazandı, yazı yazmadın" diyen çıkabilir. Ama işte o ilk maçı Galatasaray veya Fenerbahçe ile oynasaydı durum değişirdi. Onlar Eskişehirspor ile oynadı. İlgi çekmedi. 

Fakat tarihinin ilk en üst lig maçını, üstelik kendi sahanda, ülkenin en güçlü takımıyla oynamak güzel bir meydan okuma, güzel bir sorgulama çeşidi. 3 ay önce, 1 sene önce neredeydim, şimdi neredeydim muhabbeti. Karşında sadece ülkenin değil Avrupa'nın en büyüğü.

Ondan sonra ikinci hafta, ikinci maç. Rakip Mainz. Onlar da bir dönemin peri masalı. Deplasmanda tek golle galibiyet. Tarihinin ilk Bundesliga galibiyeti. Golü atan çocuk henüz 19 yaşında. Takımın alt yapısından yetişme. 

Güzel bir şeyler oluşuyor o tarafta. Sercan da orada, haliyle biraz fazla dikkat etmek de fayda var. Belki hoşuma giden bir şeyler çıkar.


En Zoru 12.Seneydi



Merhaba Eylül, yine ben geldim