Çarşamba, Temmuz 30

İşgal Günlerinde Tatil




Bayramda İstanbul boşalır diye sevindik, olan bize oldu... Caddebostan normalden daha kalabalık oldu. Ülkede, bastırılmış, sıkıştırılmış ve itilmiş insan sayısı o kadar fazla ki, nefes almak için çıkacakları mekanlar, mahalleler bile çok azaldı. Bunlardan biri Caddebostan. Oralarda yaşayabilen biri olduğum için kendimi çok şanslı hissediyorum, şükrediyorum. İnsanların buraya akın etmesi de oldukça normal. Çevre ilçelerden gelen, burada gününü geçiren insanların sayısı çok fazla. Küçükyalı, Üsküdar, Acıbadem, hatta Moda, hatta karşı taraftan bile gelenler oluyor. Gelsinler.

Kalabalıkla sıkıntım yok. Beni zorlayan iki mesele var. Birincisi bu insanları tanımıyor olmak. Daha doğrusu tanıdığım insanları, eskileri görememek. Eskiden, basketbol sahalarından plaja kadar olan mesafeyi bir saatte anca yürürdüm. Sürekli bir tanıdığa rastlar, 10-15 dakika onunla, diğeriyle 5 dakika sohbet etmekten 1 saatte giderdim o kısa mesafeyi. Şimdi 5 dakikada geçiyorum.

Yani gelen yine gelsin de, bu eskiler nereye gitti amk... Tamamen kentsel dönüşüm ve beyin göçünün tezahürü mü acaba... Mahallenin eskilerine bakıyorum, yine kalanlar var tabi kalabalıkta gözükmeyecek noktaya düşmüş olsalar da, ama çoğu göç etmiş. Ya İstanbul içinde başka semtelere taşınmak zorunda kalmışlar, ya da bu ülkeden sıkılıp yurtdışına gitmişler. Haliyle bizden de az kişi kalıyor. Yabancılaşma da böyle başlıyor.

Bu arada, ırkçılık yapar gibi "Bizden olmayan gelmesin" demiyorum. Gelen yine gelsin ama gelenlerin buraya standart belirlemesine de fena halde bozuluyorum, onu da itiraf etmem lazım.

"Bu adamların burada işi ne", "aa bunlar napıyor böyle", "bu tişört ne, bu kıyafet ne"... 

Genelde dışarıdan gelenlerin hezeyanları bunlar. Yanındaki her insana şüpheyle bakan, gördüğü her farklılığı eleştirmeye çalışan bir kitle refleksi...

Daha da kötüsü bu özellik ve bu cümleler,  burada yaşayanların kullandıkları ayrışma cümleleri olarak gösterilir.  Aslında tam tersi olduğunu bir kez daha anlıyorum.

Bizler, eskiden, yani sahile yeni yeni ışıklandırmalar ve çimler yapılıp, yeni yeni toplanma merkezi olduğu zamanlarda, öğlen evden çıkıp gece dönerdik. Bütün alan içinde tek bir günü doldurup, her ihtiyacımızı giderebilirdik. Aynı anda, aynı günde, hiç eve uğramadan hem maç yapıp, hem kız arkadaşımızla buluşup, hem oradaki cafelerde oturup, hem de top oynayabilirdik. Biz büyüdük ve yargıladı dünya diyeceğim de bunu yaptığımızda da 20-21 yaşındaydık, çok da küçük değildik...

Aslında bu kadar da negatif olmamın nedeni tamamen bayramla ilgili. Yoksa normal zamanlarda hafta içi veya kışın yine normale dönüyor. Tatil günlerindeki kalabalığa anca böyle eksterm dönemlerde rastlıyoruz. Ama yine de değişen bir şeyler var sanki. Bunu değiştirecek gücüm yok ama nasıl tavır alacağımı da bilemiyorum...

Pazartesi, Temmuz 28

98 Boca



Bu Dünya Kupası zamanı Arjantin'e çok dilendik, haliyle boş vakitlerde geçmişe dönük araştırmalarımız oldu.

1998 yılından Boca tribünü. Bir River derbisi öncesi olabilir. Olmayabilir de. Çok önemi yok. Baya iyi. Baya...

Kramer Modeli



Sağ tarafta Seinfeld fotoğrafı varken, blogda ekibe daha fazla yer ayırmak lazım.

Pazar, Temmuz 27

Los Fantasmas de Goya


İyi film mi kötü film mi karar veremedim...

Aslında itiraf edeyim, başka bir yönetmenin adı yazasaydı, "eh işte" der geçerdim, Milos Forman olunca o kadar kesin yargıda bulunamıyorum. 

Yine de senaryoda kopukluklar olsa da yönetmen maharetini görmek mümkün. 

Film ne anlatmak istiyor emin olamıyorum; "Ne ekersen onu biçersin" ise değil, sınırsız acıysa evet var...

İnsan rahatsız oluyor. Olsun da... Güzeller güzeli Ines'in sırf domuz eti yemediği için solan hayatını ve güzelliğini görmek gerek. İbret için.

Bu Avrupa 200 sene önce ne haldeymiş, şimdi nasıl? Aslında filmde de biraz bu var... Nereden nereye havası, ne olacağı belli olmaz mesajı. Ortadoğu'nun en batı toprağından bakınca insan biraz umutlanıyor. Birbirini kesip öldüren insanların olduğu bu coğrafya da belki 100 sene sonra yavaş yavaş kendini toparlar. Belki...

Güç, kan, idamlar, hapisler, zindanlar... İnsan ömrü en fazla 80 sene, onu da bu çatışma için harcıyor ya çok enteresan. Aklım almıyor. 200 sene öncekini de şimdikini de... 

Bu aralar, ölüm temasıyla ilgili bazı sıkıntılarım var, o nedenle konuya hep oralardan bakıyorum.

Zaten bu Milos Forman benim için garip adam... Ölümden korktuğum ilk anda da onun payı vardı. Çok saçma belki de, Amadeus'u izlerken (herhalde 5-6 yaşındaydım), Mozart'ın cenaze sahnesini görmüştüm. Toprağa gömüyorlardı. O güne kadar buna benzer sahneler görmüştüm. Zaten mahalledeki camide de tabut görmüş çocuklardık. Ama ilk defa o kadar koymuştu.

Seneler sonra yine Milos Forman... İdam edilmiş Javier Bardem'i görünce bir irkildim. Nereden nereye...

O değil de El Guaje; bu postu okuyunca da, filmin sonunda söylenen şarkıyı Türkçe'ye çevirirsin...

el pelele está malo
qué le daremos?
el pelele está malo
qué le daremos?
una zurra de palos
que le matemos
una zurra de palos
que le matemos
el pobre pelele es un pelelao
se tienta lo suyo
lo tiene arrugao
le da con el dedo
lo quiere bullir
el pobre pelele
se quiere morir

Cumartesi, Temmuz 26

Zirveden Havuza






Brezilya'da doğup, dünyanın en önemli futbolcularından biri oluyorusun. Tarihin en büyük sol beki.. Milano'da Madrid'de yaşıyorsun. Real Madrid'in efsane kadrolarından birinde yer alıyorsun. Şampiyonlar Ligi, Dünya Kupası kazanıyorsun. Futbol tarihinin nesilden nesile aktarılacak isimlerinden biri olduğunu 30'una gelmeden fark ediyorsun.

Ve sonra....

Sivas'ta; Batuhan Karadeniz, Ziya Erdal, Kadir Bekmezci ve diğerleri seni havuza atıyor..

Bence muhteşem bir şey...

Şakası, ironisi bir yana, Roberto Carlos Sivasspor'da her geçen gün biraz daha büyüyor. Ben rahat tavırlarından yola çıkarak "başarılı olamaz" demiştim geçen sezonun başında. İlk senesinde yanılttı, bu sene beklentim çok daha yüksek. Fenerbahçeli olsam kızardım, keza orada, Sivasspor'daki kadar kendini vermemişti.

Cuma, Temmuz 25

Aurelien Che


Türk futboluna dair en sevdiğim şeylerden biri;

Sezon öncesi kampında basın karşısında verilen pozlar...

Perşembe, Temmuz 24

Stranger Than Paradise



Onur Ünlü'ye bir röportajda en sevdiği filmi ve yönetmeni soruyorlar. O da şöyle cevaplıyor;

Uzaylılar gelse dese ki ‘Dünyada sinema diye bir şey varmış… Nedir?’ Onlara beş tane film gösterim:

    Stranger Than Paradise – Jim Jarmush
    Conversation – Francis Ford Coppola
    Fargo – Coen
    Vesikali Yarim – Lütfi Ö. Akad
    Tabutta Rövaşata – Derviş Zaim

Ben de açıp izliyorum ilk sırada saydığı filmi. 

Ondan sonra röportaja geri dönüyorum... İlk soru;


Ölümü bu kadar çok işlemesi ölümden korktuğunu mu   yoksa özlem duyduğunu mu gösteriyor?


Ve cevabı

 
Nazım Hikmet nasıl diyordu:

“İnsan öleceğini bile bile nasıl yaşar?  Ya çıldırır  ya da öleceğini unutur”.

Bunun bir ara yolu olabilir mi? Varsa ben onu arıyorum.


 

Alakası var mı acaba filmle? Yok gibi duruyor ama bağ kurunca çıkıyor gibi. Bir gün öleceğini unutan üç kişi var sanki filmde. Bu yaşamda sadece zaman geçiriyorlar. Boşa geçen zaman. Öleceklerini unutmuş olmaları lazım bu kadar boşlukta olmaları için... Sonra olaylar gelişir. Sıkıcı hayatlarından sıkılan insanların sıkıcı yol filmi. Yol filmi diyince hemen heyecana kapılmayın, film nasıl siyah-beyaz başlayıp bitiyorsa, karakterler yola çıkınca bile bir renklenme olmuyor. Filme anlam katan da biraz bu işte...

Ama bu hayatta bir şey yapmaya karar vermeleri ve cennete (Florida) gitmeye karar vermeleri saygı uyandırıcı. O sıkılan ve paraları az olan üç karakter buna niyetlenebiliyorlar. Biz niye yapamıyoruz?

Röportajın sonuna geçiyorum. Soruyu siktir et, cevabın tamamı da önemli değil. Son cümle şudur ama ve önemlidir:


 Bende var, sende yok!’


(Filmi hiç anlamamış)




Salı, Temmuz 22

Bahar Gelmedi Buraya


Hani hep diyorlar ya, "Bu çatışma nasıl oluyor da bu kadar uzun sürüyor, senelerdir nasıl oluyor da çözülemiyor".

Aslında cevabı çok basit... Otururken tepki göstermek rahatlatabilir ama sonuç çıkmayacak. İstediğin kadar asitli içeceği sokağa dök.

Üniformalar başkasına verilir, çocuklar büyür, zaman akmaya devam eder...

Zalimin mazlum ile
Celladın kurban ile
Dönüp durduğu bu ateş çemberi,

Bunca delilik daha sürmeye devam edecek...

Pazartesi, Temmuz 21

Crossing the Bridge




10 yıldır izlememiştim. Çevremde bir film hakkında çok olumlu sözler duyarsam "en doğru zaman"ı beklemek gibi bir huy edindim. Bazen bu durum, beklentiyi karşılayamama gibi bir durum çıkarıyor.

Fatih Akın projesi için çok fazla olumlu söze ihtiyacım yoktu. Beklenti her türlü çok yüksekti. Fakat karşılığını bulamadım. Bunun için de herhangi bir eksik ve hata aramıyorum. Fatih Akın, bu filmi Almanlara, Avrupalılara yapmış. Bizim için çıtır çerez olan şey, onlar için keşfedilmemiş bir dünya. Onlar şaşkınlıkla izlerken, biz sadece konu tekrarına giriyoruz.

Sosyoloji sempatimden olsa gerek aslında, daha farklı bir belgesel olabilirdi. Ne biliyim, İstanbul'da hip-hop nasıl ortaya çıktı, varoş çocukları nasıl ilgi gösterdi, göç dalgasıyla gelen arabesk şehre nasıl yerleşti, şehirdeki rock'ın altyapısında ne var (anadolu)... Bunlar daha ilgi çekiciydi. Ceza'nın kardeşi ile konuşulacak vakitler onlara aktarılabilirdi.

Bir de işin o kısmı var. Bazıları daha çok yer almış, mesela Erkin Koray çok kısa geçilmiş. Ceza'nın tüm ailesi konuşurken, Sezen Aksu sadece şarkı söylüyor. Fark eder mi bilmiyorum. Gerçi belgeselin en ilginç cümlelerinden biri Ceza'nın babasından geldi. Çocuğunun rap tarzında müzik yapmasına şaşıran geleneksel bir baba gibi söze başladı, "Tabi biz alışık değiliz" falan derken zannettik ki arkadan "Alışmışız Cengiz Kurtoğlu, Müslüm Gürses'e...'' diyecek. Jimi Hendrix'in Beatles'ın adı geçti. İlginç oldu.

Bu arada Müslüm Gürses niye yoktu? Artık iş seyirci şımarıklığına dönüyor, şu niye yoktu, bu niye vardı..


Yalnız şu var; Orhan Gencebay'dan, Duman'a kadar herkese büyük saygım var, hepsi çok başarılı vs... Fakat "İstnabul müziği" diye bir kavram varsa, o kavramı dolduran tek grup bana göre Siya Siyabend'dir. Dinlerken, bu İstanbul diyebiliyorsun.  Bir de Şubat ile tanıdığımız Amesha Spenta var.

Pazar, Temmuz 20

Yiğit & Çelik


Arkadaki sanırım bir dönem Kocaelispor'da oynayan Sefer Yılmaz (değilmiş, kim acaba)...

Mustafa Özer, Faruk Atalay, Mehmet Altıparmak, Hakikat, Armağan, Aykut Canik gibi isimler vardı bu kadroda... Faruk Yiğit 6 ay kalmış, ertesi sezon Hasan Çelik takımı Süper Lig'e çıkarmıştı.



Cuma, Temmuz 18

Naked Lunch


En iyisi kitabı okumak...

"Ulan madem sadece bunu yazacaksın, neden post atıyorsun"

Bütün hepsi Kubrick yüzünden. Otomatik Portakal sayesinde Kubrick sevenlerin sayısı artmış olabilir ama bende durum daha değişikti. Filmi izleyince kitaba duyulan hayranlığım bir kez daha artmıştı. Bu William Burroughs, müthiş adam. 

Okumadığım kitaplarından biriydi bu, filmini izledim. Heyecan duyamadan sona erdi. Kitabın öyle olmayacağına çok fazla eminim.

Edebiyat olmasa acaba sinema ne halt ederdi?

Atlılar ve Çocuk



Bir çocuk dev gibi orduyu yendi!

Perşembe, Temmuz 17

Walkabout



Yoğun geçen bir günün akşamında maç yapıp iyice kendimi zorlamış, ardından da sıcak suyu bünyeye yedirince mayışmanın sınırlarında gezinmeye başlamıştım. Uyumam an meselesiydi, buna rağmen bu filmi taktım. Kısa süresi nedeniyle (sanırım 92 dakikaydı) "idare ederim" diye düşündüm. Uyuklarsam da sonra izlerdim...

Filmi adeta gözümü kırpmadan izledim. Hatta, filmi izleyeli 2-3 hafta olmasına rağmen hala kendimde değilim. Abartı oldu belki de, en azından eskisi gibi normal değilim.

Filmin konusunu anlatmayacağım, zaten anlatamam da... İki satırla yetinek doğru olmaz. Kısacası; iki kardeş Avustralya çöllerinde kaybolur ve olaylar gelişir... Bir macera filmi gibi başlıyor ama çok sağlam bir modern dünya eleştirisi geliyor. Neyi kaçırdığımız ve neyi tercih ettiğimizi görünce, normal hayata şevkle dönmek mümkün olmuyor. Sıkışıyoruz, sıkıştığınmızı bariz bir şekilde hissetmeye başlıyoruz..

Üstelik film 1971 yapımı. Aradaki 40 küsür sene bile aslında 100 yıllık bir farka tekabül ediyor. Şu an daha da beter durumdayız. Bu film 2013'te nasıl çekilirdi mesela?

Buradan çok fazla film tavsiye etmem ama bunu ediyorum. Sinan'a söylemiştim, izlemiş ve çok beğenmiş. Demek ki benim abartım da yok... 

Yine bir kitaptan uyarlanmış filme karşı karşıyayız. Sanırım kitapla ufak tefek farkları var ama temelde anafikir aynı. Kitap da bu kadar iyi mi emin değilim, çünkü bunu, bu konuyu, bu kaygıyı, bu düşünceyi "görmek" daha etkileyici yapıyor.

En azından filmin başındaki, deniz kenarındaki evde oturan ailenin havuza girmesi detayını görmek bile, filmin sonundan bakınca daha bir anlamlı. Onu (varsa) kitapta hissetmek o kadar kolay olmayabilir. 

Keşke, üniversitede sosyoloji okurken ve antroplojiden - felsefeden çocuklarla aynı koridorda muhabbet ederken bu filmi izlemiş olsaydım.

Başroldeki Jenny Agutter'i ilk defa gördüm, gençliğinde çok hoş bir hanımmış...

Maradona mı Messi mi?


Belki de doğru cevap Tevez'di???

2007 yılından efsane bir maç. Bir tarafta Maradona ve Enzo Francescoli, diğer tarafta yeni yeni parlayan genç (hatta çocuk) Messi ve Tevez.. Diego'nun TV programında ayak tenisi maçı oynuyorlar. İzlemesi çok keyifli, muhakkak izleyen vardır ben yeni gördüm.

Çarşamba, Temmuz 16

Oslo 31 August





Evlenip çocuk yapmak istiyorum.
Dünyayı dolaşmak, bir ev almak...

Romantik tatillere gitmek, 
Gün boyu sadece dondurma yemek istiyorum.

Başka ülkelerde yaşamak.
İdeal kiloma inip orada kalmak.

Harika bir roman yazmak.
Eski arkadaşlarla haberleşmek.

Bir ağaç dikmek istiyorum.
Nefis bir akşam yemeği hazırlamak.

Kendimi başarılı hissetmek.
Buz banyosu yapmak, 
Yunuslarla yüzmek.

Gerçek bir doğum günü partisi vermek.

Yüz yaşına kadar yaşamak.
Ölene dek evli kalmak.

Bir şişede coşkulu bir mesaj yollayıp,
Aynı derecede ilginç bir cevap almak.

Tüm korkularımın üstesinden gelmek.
Bütün gün bulutları izleyerek yatmak.

Antikalarla dolu eski bir ev almak.
Bir maratonu sonuna dek koşmak.

Harika bir kitap okuyup, güzel cümleleri hayatım boyunca hatırlamak.

Hislerimi yansıtan harika resimler yapmak.
Bir duvarı sevdiğim resimlerle ve sözcüklerle kaplamak.

Sevdiğim dizilerin tüm sezonlarına sahip olmak.

Önemli bir konuya dikkat çekip,insanların beni dinlemesini sağlamak.

Paraşütle atlamak, 
Helikopter kullanmak,
Çırılçıplak yüzmek.

Her gün aradığım türden iyi işi bulmak.

Romantik ve eşsiz bir evlenme teklifi almak. 
Gece açık havada uyumak.

Besseggen Dağı'na tırmanmak, 
Bir filmde ya da ulusal tiyatroda rol almak.

Piyangoda milyon kazanmak.
Faydalı işler yapmak.

ve sevilmek istiyorum.

Artık Ayağa Kalkma


Futbolu seviyorsun. Çocuksun. Peşinden koşuyorsun. Belki de bu yüzden derslerden kaytarıyorsun. Ailenden ufak tefek azarlar... Sokak arasında veya boş arsada uzun süren maçlar... İlk tekmeler, yaralanmalar. Mahalle maçları. Yeteneğini fark ediyorsun. Biraz daha büyüyorsun, top peşinde koşarken büyüyorsun. Belki okul takımı... Belki şehrin amatör takımı... Biraz daha zor maçlar. İlk idmanlar. Bazen okulda sınavlar, bazen zorlu maçlar. Büyüyorsun. Arkadaşların da büyüyor. Ergenlikle beraber, onlar ilk içkilerini içiyor, kızlarla tanışıyor. Sen yarın erken kalkmalısın. Sabah idman var. Hafta sonu maç var. Vücuduna dikkat ediyorun. Okulun devam ediyor. Ailen karar vermeni bekliyor. Sorumlulukların artıyor.

Derken altyapı. Ciddi bir takımın alt kademesi. Artık iş olarak görmeye başlayabilirsin. Yaşın 18'şin altı.. Ne kadar şanslışın sevdiğin işi yapacaksın. Ama artık çocuk işçi gibisin... Senden beklentiler artıyor yavaş yavaş. İdmanlar sertleşiyor. Maçlar zorlaşıyor.  A takıma çıkmak istiyorsun. Çocukluk kahramanların artık bir adım uzağında. O adımı hemen atamıyorsun. Torpil de dönebilir, hakkının yendiğini de düşünebilirsin, hatta sakatlanabilirsin. Ayağa kalkıyorsun, kalkmalısın. Yağmurlu günlerde, soğuk havalarda.. Yaşın henüz 20 bile değil belki.

Sonunda müjdeli haber! A takıma çıkıyorsun. İlk heyecanlar. Çevren gelişiyor, çevren kalabalıklaşıyor. Güzel kızlar. Lüks arabalar. Hayal kurmaya başlayabilirsin. Hayal kuruyorsun. İdmanda en havalı oyuncuya attığın çalımla gaza geliyorsun. Tam o anda yerdesin. Takımın en sert stoperi idmanda çelmeyi basıyor sana. Ayağa kalkıyorsun, kalkmalısın.

İlk resmi maç. Gazeteler seni yazıyor. Annen-baban çok mutlu. Yöneticiler maaşını belirliyor, senin için senin gelecğini için toplanan takım elbiseli adamlar. Üç vakte kadar ilk gol. Herkes senden bahsediyor. Daha güçlü olmalısın iyi çalışmalısın, çalışıyorsun. Kendini göster!

Gençlik... Kafan bazen karışabilir. Ufak kaçamaklar, yapılması gereken hatalar. Eleştiri yağmuru... Kendini toparlaman lazım. Takım kaptanı seni karşısına alıyor, seninle konuşuyor. Odanda posteri olan adam. Yeni bir adam daha var yanında artık, menajerin... Bütün bu kötü günler yaşanırken, babanı senin için üzülürken gördün, sakın unutma o sahneyi. Artık dönüşün yok, bu yolda kalmak zorundasın.

Ayağa kalkmalısın, kalkıyorsun. Yine eskisi gibisin, hatta eskisinden de iyiysin. Çocuklar seni örnek alıyor. İdman çıkışında sırtında senin adının yazılı olduğu formalara imza atıyorsun. Teklifler geliyor. Hem diğer kulüplerden, hem reklamda oynatmak isteyen firmalardan hem de güzel kızlardan.

Sözleşmen bitiyor. Pazarlık masasından sert kalkıyorsun. Yönetiiler seni suçluyor. Başka takıma gidiyorsun. Tebrikler, artık bu hayatta seni öldürmek isteyenler de var. Ve gittiğin yerde de yabancısın. Adapte olman lazım ama yaşın 25 bile değil. Ayağa kalkmalısın, kalkıyorsun. Milli takıma kadar yükseliyorsun.

Kariyerin ilerliyor. Derken sakatlık belki. Üzülüyorsun ama biliyordun da. Olcaktı. Bu riski göze almıştın, henüz 17 yaşında. Ayağa kalkmalısın, kalkıyorsun. Uzun sürüyor ama toparlıyorsun. Kupalar kazanmaya başladın. Şampiyonluklar. Şampiyonlar Ligi müziğini dinliyorsun. Sahanın ortasındasın müzik çalarken. UEFA tarafından Man of the match seçilmek? Müthiş duygu.,..

Ailevi sorunların var. Olabilir. Ama kimse bilemez. Devam etmelisin. Yakında Dünya Kupası var. Orada oynamak ne güzel olurdu... Keşke daha önce milli takımdaki hocayla takışmasaydın. Yine de sürpriz, sana kimse kayıtsız kalamaz, kadrodasın.

Takımın önemli isimlerinden birisin. Kendini göstermek zorundasın. Senden beklentiler büyük. Annen-baban bekliyordu eskiden senden birşeyler, artık tüm ulus. Hayranların, küçük çocuklar...

Ve kariyerinın en büyük gününe hazır ol! Dünya Kupası final maçında, milyarlarca insan ekran başında, binlercesi tribünde. Top senin ayağından çıkıyor, filelerle buluşuyor. Artık kahramansın. Maç bitiyor.

Maç bitti...

Yaşadıklarının hepsini bir daha düşün.

Yukarıda yazdıklarımın Götze ile alakası yok. Standart bir futbolcu kariyeri. Zorluklar ve güzellikler, hepsi var. Götze bazılarını yaşamamış olabilir ama benzer yollardan geçmiştir. Yukarıdaki cümlelerin Götze ile alakası yok ama aşağıdakilerin var.

Bu nasıl bir duygudur? Tatminin daha yüksek derecesi nasıl sağlanabilir?

Brezilya'da düzenlenen Dünya Kupası final maçında gol attıktan dakikalar sonra, Maracana'nın çimlerine uzanıyorsun, yanında kız arkadaşın, arkada sanırım "Get Lucky" çalıyor.. Yıldızlara bak, bütün kariyerini hatırla ve geldiğin noktayı düşün. Bundan öte daha ne olabilir? Tamam insanın hedefleri bitmez de, o "an"dan daha haz verici ne olabilir. Bundan sonra daha ne yaşayabilirsin? Bütün o geçmişini unutmadıysan, o yolda yaşadıklarını hala hatırlıyorsan, bu yaşadığının  ne kadar muhteşem olduğunu sen daha iyi biliyorsundur. Bir "an" olarak, daha ötesi ne olabilir?

Almanların şampiyonluk sonrası halleri harikaydı. Saha ortasında çılgın eğlence yoktu. Golü attığı için Götze var bu karede, ama çimlere uzanıp, kız arkadaşıyla konuşan stoper Hummels'den, herkesten biraz uzakta az önce ter döküğü sahaya ve dolu tribünlere bakarak anı özümseyen Schweinsteger'e kadar hepsi yaşadıkları "şeyin" hakkını vermeye çalıştı. Bu duygı yoğunluğunda, kız arkadaşlarının da payı büyüktü tabi...)

Kariyerlerinde bundan sonra defalarca başarı yakalayabilirler. Belki daha zorlarını... Ama bir haziran akşamı Brezilya'da yaşadıklarını bir daha zor tekrarlarlar. Çoğu futbolcuya nasip olmayacak bir akşam, onlara nasip oldu. Ne kadar şanslılar.. Hak ettiler de..  

Bu sefer ayağa kalmak zorunda değilsin, kalkma... Anın tadını çıkar. Tadını çıkaracağın anları fark et...


Pazartesi, Temmuz 14

Beleştepe


Arkada şatafatlı Maracana.. Tarihi bir an, dünya kupası finali oynanmış veya oynanıyor...

O sırada hayat devam ediyor.. İçeri girebilenler ve giremeyenler... Hayat devam ediyor...

Cumartesi, Temmuz 12

Hepiniz Koyunsunuz


San Siro eskiden böyleymiş...

Cuma, Temmuz 11

Ilha Das Floresm


"Özgürlük" insanların düşlerini canlı tutan bir sözcüktür. Ne ifade ettiğini kimse açıklayamaz ama herkes anlar.

Perşembe, Temmuz 10

48 Roma'da



Salih'in anasından babasından sonra en fazla tebrik mesajı bana geldi herhalde.

Forma numarası, ona olan ilgimi yükselten bir etken oldu ama Bucaspor formasıyla Kartal Stadı'nda izlediğimden beri, forma numarasından bağımsız bir sempati duymuştum. Yolu açık olsun.

Aynı gün Prandelli İstanbul'a geldi. Mustafa dedi ki, "Ben senin yerinde olsam 'İtalya'dan gelene değil,İtalya'ya gidene bakın' yazardım" dedi. Haklılık payı var. Beni daha çok heyecanlandırdı.

Sarı-kırmızı forma ve arkasında 48... Güzel eşleşme. Bu aralar geçimişimle ilgili çok fazla pişmanlık duyarken, metaforunu yanında yaşıyarak cesaretini gösteren gençlere daha fazla gıpta edip, elimden geldiği kadar dua ediyorum.. İnşallah mahçup etmez.

Her



Aşk filmi veya romantik film; nasıl adlandırısanız... Sevemiyorum ben o tür filmleri. 3-5 tane vardır arada çıkan... Çoğu da Avrupalıdır zaten...  Sanırım sorun bende, kabul edebilirim. Ama bu filmde sorun bende değil.

Herkesin taptığı Eternal Sunshine zırvasını da 500 Days of Summer'ı da sevmemiştim. Kimdi hatırlamıyorum, biri "Her tam sana göre" dediğinde heyecanlandım. Heveslendim. Film sona erdiğinde çok üzüldüm, kim dediyse beni hiç tanımamış. 

İnsanın korkuları, yaşam tarzıyla alakalıdır. Hayatında hiç deprem yaşamayan biri, deprem bölgesinde yaşamamışsa depremden niye korksun? Veya Afrika'da bir kabilede yaşayan çocuk uçaktan korkmaz. Bu da öyle.. Benim bu filmdeki karakterin kaygıları gibi kaygılarım yok. Öyle bir dünyada yaşamıyorum. Aslında yaşıyorum; mesleğim de metropolde yaşama durumları da zaman zaman beni sanal bir dünyaya itiyor. Ama bunu elimden geldiğince reddedebiliyorum. Hal böyle olunca bu filmle bağ kurmam için en ufak nedenim kalmıyor.

Aşk acısı evrenseldir, bunu da kabul ediyorum. Fakat bunu klasik yönetmelerle anlatanlar, bana daha kolay ulaşıyor. Dünya Kupası zamanı diye aklıma geldiği için örneği oradan vereyim; sağır ve dilsiz Yaprak Özdemiroğlu'nu uzaktan seven Alişan, bu filmdeki Joaquin Phoenix'ten daha iyiydir.

Gerçi hakkını vermek lazım, filmi uyuklamadan izlediysek, Joaquin Phoenix'in etkisi büyüktü. Filmi taşımış. Yine de filmin nasıl Oscar'a aday olduğunu anlayabiliyorum ama umarım en kısa zamanda IMDB TOP250'den düşer.

Çarşamba, Temmuz 9

Marka Değeri - Manevi Değeri




"Galatasaray tarihi 500 senelik bir maziye sahip. Galatasaray Spor Kulübü ise 109 yıllık. Galatasaray, hiçbir zaman er meydanından kaçmadı. Bunun somut örnekleri her yerde var. Maça çıkardık, kazanır veya kaybederdik önemli değil ama Galatasaray'ın manevi değerleri çok şey kaybetti. Galatasaray'ın tarihine son derece kötü bir leke bastınız. Marka değerini konuşurken, Galatasaray'ın manevi değerlerini yok ettiniz. Buna sizin hakkınız yok. Bu sizin tasarrufunuzda değil. Gündem değiştirmekte üstünüze 2 veya 3 kişi var. Bu kulübü kurumsallaştıracağım diye geldiniz ama kulübü eğip, büktünüz."

Divan Kurulu toplantısında Taner Aşkın

Salı, Temmuz 8

Tarafını Hatırlatan Tezahürat



İki gün öncesine kadar Brezilya'nın kupayı kazanmasını daha çok istiyordum. Her turnuvada tuttuğum İtalya elendikten sonra, kalan takımlar arasında Brezilya'ya daha çok ısınmıştım.

Fakat Brezilya'nın kazanmasından daha çok istediğim, Brezilya - Arjantin finalini görmek. Bugün yarı finaller başlıyor. Ve ben iki gündür o finali daha çok dilerken, olası bir eşleşmede tarafımı Arjantin'den yana koyacağım.

İki gündür bu tezahüratla yatıp kalkıyorum. Önce Arjantinli futbolcuların soyunma odasında söyledikleri videoyu izledim. Sempatikti. Yıldız ve pahalı futbolcular, dünya kupasının yarı finalisti olan havalı çocuklar, dolaplara vura vura soyunma odasında zıplaya zıplaya bu tezahüratı söylüyordu. Akhisarlı futbolcuların Gekas için söylediği tezahürat geldi aklıma.

Ondan sonra tezahüratın tribün çekimi bir versiyonu aradım. Oradan sözlerine ulaştım. Tamamen Brezilya'ya sallıyorlar. "Babanız eve geldi" ile başlayıp "Maradona > Pele" diyerek bitiriyorlar. Fakat Youtube'da gördüğüm her video beni ayrı ayrı çok etkiledi. Adamlar çok istiyor be.. (Kim istemez ki). 

Brezilya ile bir rekabet yaşamaları, ortak hissiyatı herkese yaymaları, aidiyet duygusu, geömişe bağlılık, kahraman yaratmaktan çekinmemeleri... Bunları zaten biliyorsunuz. Bunlar bizde de vardı, bunlardan uzaklaşıyorum, çareyi videolarda arıyorum, bir taraf pişman olurken diğer taraftan sahte bir gaza geliyorum... Tarafımı, aklımı, duygularımı yapmam gerekeni hatırlatıyor... Sonra geçiyor gerçi.

Bir tane çok güzel video var, ses çok net, tribün çekimi. O da çok güzel. Yukarıdaki videoda ise ,iri göğüslü kıza fazla odaklanmazsanız (ya da odaklanın amk, o da var işte, öyle bir ortam), insanların nasıl eğlendiğini görebilirsiniz. Çoluk çocuk, genç, kız, erkek... Bir tane videoda yaşlı bir Arjantinli etkiledi beni, adamın mutluluğu iki saniyelik görüntüde bile çok belliydi. Bir başka video; bir kumsalda toplanan taraftarlar plajda söylüyorlar bunu. Düşünsene, Brezilya sahillerinde kalabalıkla beraber tezahüratler söyleyip, Dünya Kupası'nı kazanmayı hayal ediyorsun. Bizim hayatımız boyunca yaşayamayacağımız şey (bunu da yeni yeni farkediyorum). Her videoda sırtında çantası olan adamlar var. Evlerinden uzakta Brezilya'yı geziyorlar. Rio'da başladılar, Belo Horizonte, Porto Alegre, Sao Paolo, başkent, yarın yine Sao Paolo... Kazanırlarsa Rio'da başlayan tur Rio'da sona erecek. Muhteşem 1 ay. Ve o son noktayı Brezilya galibiyetiyle koymak onlar için müthiş olacak...

Geçenlerde yazdığım yazıda belirttiğim gibi; bu aslında benim planlamaya çalıştığım, düşlediğim bir hayaldi. Çok zordu, ben de peşine düşemedim ama tam olarak bunu kurguluyordum. Belki de şu an imrenerek baktığım ortamda bu tezahüratı ben de duyabilirdim.

Bu aralar kendi hayatımda "ıskaladığım şeyler"i çok fazla görüyorum, somut olarak. Bu da onlardan birisi sanırım. Bir taraftan kendime kızarken, diğer taraftan da bunu yaşayanlar bari sonuna kadar sömürsün. Hayalimi yaşayan adamlar, bunun hakkını versin. O yüzden Brezilya-Arjantin finali oynansın ve Arjantin kazansın. Gerçi benim hayalimi gerçekleştiren Volkan, Brezilya'dan bana "Olm Bre-Arg finali FIFA'nın istediği ve ayarlamaya çalıştığı bir şey, olmasın" dedi. Çok haklıydı da, ulan bu sefer de olsun işte...

Tezahüratın sözleri burada...


Dark City


Selam, biz Matrix ayarında sağlam bir filmi izlerken duyduğu bir şarkıyla, "Nasıl geçti son müzayede..." diye bağıran çocuklarız. Üstelik Karşıyakalı falan da değiliz.

Ondan sonra bana "bu gördüklerin/yaşadıkların", "Diğerleri var", yok "Strangers" falan, "hafızalar değiştiriliyor" demeyin... Biz zaten çok farklı bir yerde ve kafada yaşıyoruz (Ben son dönemde ayıldığımı hissediyorum da bu başka bir yazı konusu).

Bu arada film baya Matrix'e benziyor. İşin ilginç olan kısmı benim henüz Matrix'i izlememiş olmam. Buna rağmen kafada bir algı oluşmuş. Kim kimden arakladı diye merak edene, Dark City, Matrix'ten daha eski.

Cumartesi, Temmuz 5

Reklamda Bile Aynı Yere














Bu postun hazırlanmasında emeği geçen Çağrı Turhan'a teşekkürler

Solino


Mediterreano'yu bilmemkaçıncı defa izledikten iki gün sonra Solino'ya denk gelmek garip oldu. Belki başka zaman, başka duygularla izlesem sevmeyebilirdim. Basit bir film. Basit filmlerden güzel olabiliyor, bunda sıkıntı yok. Fatih Akın farkı var işte... Filmdeki havanın biraz "arabesk"e kaçtığını kabul etmiş. Arabesk olması kötü değil ama o kültürle yoğunlaştığımız için bizim için kilişe oluyor. Adamın farkı o kilişeleri keyifli bir biçime sokabilmesi. Im Juli de öyleydi.

Fatih Akın 1973 Hamburg doğumlu, Yılmaz Erdoğan 1967 Hakkari doğumlu. İkisi de hemen hemen aynı yıllarda ama birbirinden uzak yerlerde doğuyor, ikisi de Cinema Paradiso'dan yola çıkıyor. Ve sadece ikisi de değil. Tarihin en iyi filmi olmayabilir (ki baya iyi) ama en ilham verici filmidir herhalde..

Perşembe, Temmuz 3

Mediterraneo



Sanırım hayatımda izlediğim ilk yabancı film. Ve kesinlikle hayatım boyunca en çok izlediğim film. En uzun süre boyunca... Hayatımın her döneminde... Öyle ki, her yaşta, her dönemde bu filmden bir kıvılcım çaktım kendime. Valla istemeden oldu. Sırf o gazla Ege'de yaşadım. Her izlediğimde farklı bir yere takıldım.

Ve şimdi, 30'a çok az kala, hayatımın araya sıkışmış döneminde, bir kez daha izledim ve şu cümle çıktı karşıma:

"Öyle bir yaştaydık ki, bir aile kurmak ile kendini bu dünyada kaybetmek arasında karar verememiştik"

Gerçi, "bu dünyada kendini kaybetmek" diyerek neyin ifade edildiği hakkında kendi aramızda bazı tartışmalar yaşamadık değil. Negatif bir anlamı da olabilir pozitif de... Ama burada geçireceğimiz az zamanı özgürlük içinde yaşayabilmek için bu dünyada kaybolmak gerektiğini düşünüyorum.

Filmle paralelel olarak; olan biten her şeyin (İkinci Dünya Savaşı) dışında kalıp gözlerden uzak bir yerde (Meis) kaybolmuş bir şekilde, bu dünyada küçük bir nokta olmak ama dünyanın nimetlerinden özgürce faydalanabildiğin hayat... Bu kararı verebilmek için çok az vakit kaldı... Denemediğimiz şey değil, belki de yöntemi değiştirmek gerekiyordur.

Çarşamba, Temmuz 2

Özet



Ya ben dünden beri bu videoya, bu 23 saniyeye dilenmekten öleceğim...

Eğer Arjantin bu kupayı kazanırsa, turnuvayı seneler sonra bile bu 23 saniyeyle hatırlayacağım. Arjantin kazanamasa bile, biri çıkıp "Futbol nedir" diye sorarsa bunu göstereceğim. Aslında futbol değil ama Dünya Kupası tam olarak bu...

Evlerden yükselen ses... Güneşli hava... Ya abi anlatamıyorum valla. Keşke yaşasak diyorum, elimizde 2002'den başka birşey de yok. 2002 o yüzden çok güzel turnuvaydı. Şunun benzerini Senegal maçında İlhan Mansız attığında çekseydi biri efsane olmaz mıydı? Sadece benim bulunduğum mekanda ve benim hafızamda kalan şekli bile muazzamken, evlerin çatısından bütün sokağı duymak,görmek  efsane olurdu.

Hasan Şaş, Brezilya'ya attığında evin karşısındaki kahveden gelen ses bile hala hafızamda yankılanıyor...

Abi bu video inanılmaz ya, insanın oturup "Annemler Tatilde"yi izleyesi geliyor...

Little Children


Seneler önce hangi filme gittiysem, onun öncesinde bunun fragmanını izlemiştim. Sanırım Babel olabilir. Sürekli sevişen Kate Winslet ve tren sesleriyle dolu bir fragman.. Bizim de idealist zamanlarımız, Babel falan izliyoruz işte. Haliyle dönüp bakmadık. Kate Winslet'ın heyecan uyandıracak sahneleri biraz olsun ilgi uyandırdı ama 21.yüzyılda onu da hemen unutuyorduk zaten.

Seneler geçti. Bir daha izleyelim dedim. Fragmanla pek alakası yokmuş. Fragmanları bilerek mi böyle kötü yapıyorlar bilmiyorum. Filmden beklentiyi düşük tutup, övgülere mahzar olma çabası... Çünkü bende öyle oldu. Düşük beklentilerle oturdum ekranın karşısına. Hatta tek beklentim Kate Winslet'tı...Oysa baya ilgi çekici bir konu buldum karşımda. Gerçi son zamanlarda defalarca izlenen, dizilere bile malzeme olan bir hikaye, bayabilirdi de... Yine de Desperate Housewives kadar yüzeysel değil. Bir American Beauty de değil. Arada kalmış bir film. Oyuncuların başarısı kurtarıyor biraz...

Sanırım en büyük sıkıntısı kitaptan alınmış olması. Anlatıcının çok fazla söze girmesinin nedeni bu olabilir. Bazı şeyler  sinemaya aktarılmıyor, bazı cümleler kağıt üzerinde kalınca şık duruyor. Kitabın daha doyurucu olduğunu tahmin ediyorum. Üstelik Kate ve Jennifer Conelly'e rağmen...


Salı, Temmuz 1

Ağlaya Ağlaya Finale


Bu seneki Brezilya'yı seviyorum. Aslında 2010'dakini de seviyordum. Hatta 2010'dakini daha çok seviyordum. 2010'daki Brezilya, Dünya Kupaları'nda bana en çok sempatik gelen Brezilya'ydı. 1994 - 1998 - 2002 ve 2006 takımları çok şey vaad edip az şey sunan takımlardı. O neden bana biraz riyakar geliyorlardı. Yerin dibine sokulan 2010 takımı ise, az destek ve ufak beklentilerle doğruyu yapmaya çalışıyordu. 

Güney Afrika'da oynanan Hollanda maçı gerçekten çok ilginç bir maçtı. Bu kadar farklı bir 45 dakika nasıl oynandı aklım hala almıyor O gün devre arasında, o soyunma odasında ilginç şeyler olmuş olabilir.

2010'u geride bırakalım. 2014 takımı, 2010'dan daha zayıf. Savunma hattı daha güçlü olmasına rağmen, sadece Neymar'a bağlı kalan bir takımın ilerlemesi mümkün değil. Ama ilerliyorlar. Benim de ilgimi çeken bu. İnanılmaz bir motivasyon var. Ve inanılmaz bir baskı.

Milli marşlarda ağlayan futbolcular grubu.. Ev sahibi baskısı. 1950 takımının neler yaşadığı nesilden nesile aktarılmış ve şimdi o hikayelerle büyüyen bu oyuncular aynı şeyi yaşamamak için uğraşıyorlar.

Scolari ve Parreira ne yapıyorsa yanlış yapıyor sanki. Hoca eleştirmeyi sevmem ama oyuncuların bu mental açıdan zorlanışlarını görünce, sanki ana-babalarıymışım gibi kızıyorum. Belki başarı gelecek ama insani açıdan yanlış bşir şey var.

Brezilya'nın saha içinde kötü ve zevksiz futbol oynama nedenini Parreira'ya bağlıyorum. 1994 ve 2006 hatta yakından gördüğümüz Fenerbahçe günleri buna işaret ediyor. Futbolcuların mental açıdan baskıya maruz kalmalaının nedeni ise sanırım Scolari.

Henüz 22 yaşında olan Neymar, turnuva öncesinde "Futbolun baskı yarattığını düşünüyorsanız kendinize başka bir spor dalı bulmalısınız" diyordu. O böyle söyleyince, bununla başedeceğini sanmıştık. Ama herhalde o da Scolari'nin onu bu kadar zorlayacağını tahmin etmemişti. Bütün takımı Neymar'ın üzerine kur, en kritik maçın 5. penaltısını ona attır... Zor işler. 22 yaşındaki bir futbolcu için oldukça zor. Maradona'nın İspanya'daki turnuvada kırmızı kart gördüğü yaşta...

Sırf bu nedenle; Scolari ve Parreira'yı ne kadar sevmesem de saha içinde didinen Brezilyalı topçulara saygım artıyor. İtalya da elendikten sonra turnuvada başarılı olmalarını istediğim takım onlar. Üstelik normalde evsahiplerinin başarılı olmasını pek istemezdim. Fakat bu sefer ev sahibi olmak, deplasmanda olmaktan daha zor galiba...