Çarşamba, Aralık 31

Again


Hayırlı 2015'ler.... Rahat olun...

Memento



Overrated filmlerin overrated yönetmeni Nolan'ın ilk overrated'i...

Filmin geriye doğru akmasından başka hiç bir ilgi çekici olayı yok. Guy Pearce'in hafıza kaybı bile çok heyecan verici değil çünkü boşlukları var. Tamam onu da öyle kabul edelim diyerek filmi izlesek yine çok büyük şaşkınlıkla karşılaşmıyoruz.

Film hakkında, "Anlamak için bir daha izledim" diyenler falan var. Neyi anlamak istediklerini merak ediyorum, her şey açık. Sadece işleyiş tarzı tersti ve hakkını vermek lazım bu da filme heyecan katıyor. Ama o kadar.

Ekşi Sözlük'te aşırı spoiler içeren bir yorum vardı filmle ilgili. Daha doğrusu filmin kendisi değil, genel olarak bu tarzla ilgili. Çok doğru.

1- Katilin arandığı bir filmin ana karakteri zihinsel sorunları olan bir kişilikse, katil kesin kendisidir ama bunun farkında değildir.

2- Katilin arandığı bir filmde neredeyse tek karakter başrol oyuncusunun kendisiyse, senaryoya etkisi/filmde görünürlüğü en azından kendisininkine yakın başka hiçbir rol yoksa, katil yine kendisidir.

Yani şimdi bu başroldkei karakter balık hafızalı olabilir, ama bizimki de fil hafıza. Çok akıllı veya zeki olmasak da, kuvvetli bir hafıza var. Haliyle izlediğimiz filmleri biraz hatırlayınca, daha yarım saat geçmeden olayı çözüyoruz. Şifre aynı, yöntem farklı. Bundan rahatsız da değilim. Çok alakasız bir türden film örneği vereyim, "Korkak Robert Ford'un Jesse James Suikasti" adlı filmde, filmin sonunu adından bile anlıyorsun. Fakat bu filmin gücünü azaltmıyor. Yani, hikayeyi çözmek veya bilmek çok da önemli değil benim için. Mesele ortamlarda "Abi herifler manyak yazmış" demekse onu da deriz ama filmden bize geriye ne kalıyor: Hiç

Yani kısaca, Memento'ya "Amaan sonunu anladık" diyerek ukalaca bakmıyorum, fakat buna rağmen aşmış bir film de diyemiyorum.

"Ama adam hafıza kaybı yaşıyor, olaya bak"... Aynısı 50 First Dates filminde de vardı...

Bu kuşağa, bu devre Nolan filmleri çok yakışıyor!

Salı, Aralık 30

Sokaktan Gelen



Sokaklar benim okulum. Herkesle kavga ettim. Kendimi kontrol edemiyordum. Herkese hakaret ettim. Hiçbir rakibe saygı duymadım. Onları öldürmem gerektiğini düşündüm. Akademilerde büyüyen çocuklara kendilerini kontrol etmeleri ve rakiplere saygı duymaları gerektiği öğretildi. Ama bana kimse böyle bir şey söylemedi. Oyuncuların birbirlerine dirsek attığını gördüm ve bunu olması gereken bir şey olarak değerlendirdim...

... Sahaya çıkınca benim dışımdaki hayatları sürdürmek için savaşıyorum. Gol attığım her an kendi adıma elbette seviniyorum ama gollerim yakınlarım için çok daha fazla şey ifade ediyor. Çünkü yaşamlarını sürdürmek için bana bağımlılar. 

Diego Costa

Zaman Makinası 1973


Zamanda yolculuk temalı filmler ne olursa olsun izleniyor. Komedi unsuru da kendiliğinden filme giriyor zaten. Sonuçta, başrolde şaşkın bir insan mevcut, gayet komik...

Türkiye'de de düşük bütçeyle ve vasat bir projeyle bir iş yapsan bile seyirciyi koltuğa oturtman mümkün (Ama hangi koltuğa). İnsanların büyük bir kısmı nostaljiyi seviyor. Başrolde Gürgen Öz ve Seda Balkan gibi iki vasat oyuncu olsa bile izleniyor. Zaten seyirci, oyunculuk veya senaryoyu değil de, detayları görmek istiyor. Duvarlara yazılan siyasi yazılardan dönemin arabalarına, çalınan şarkılardan kıyafetlere, Muhammed Ali'nin maçlarına kadar.. 

Buraya kadar bir sıkıntı yok. Fakat devir değiştiği gibi sinema da değişiyor. O nedenle yukardaki parantezi açmak gerek.

Eskiden olsa bu film izlenirdi. Eskiden vurgusunu yapmak mecburi, çünkü yönetmen Yeşilçam döneminin isimlerinden Aram Gülyüz. Bu film, onun çektiği 140. eseri. Türk sinemasının bütün değişimlerine tanıklık etmiş. Siyah-beyazdan, renkliye geçiş, sansürler, porno dönemleri, darbe sonrası ve son dönem... Haliyle böyle bir filmi çekebilecek en iyi isimlerden biri oluyor. Yine de filmi kurtaramıyor.

Ama neye göre kurtaramıyor. 2000'li yılların alışkanlıklarıyla büyüyen, evde TV'de veya DVD'de veya internette film izleyen birinin "filmi kurtaramadı" demesiyle, 1970'leri yaşayan birinin "filmi kurtaramadı" demesi çok farklıdır herhalde. Biz sadece filme bakıp eleştiriyoruz. Onlar için ise önemli olan hala sinema salonları... Salonlar doluyorsa, biletler satıyorsa sıkıntı yok. Bu sadece yüzeysel "gişe yapalım" kaygısı değil. Özellikle Anadolu'ya ulaşmanın kanıtı onlar için. Eminim ki hala zihinlerinde "Ne kadar film çıkarsa o kadar iyi, böylece sinema salonları iş yapar, salonlar kapanmaz" felsefesi duruyor. Ama artık ne o eski salonlar kaldı, ne de o seyirciler. Bu filmi 2000 kuşağına izletmek oldukça zordu. Ben dahil. Para verip izleyebileceğim bir film değildi. Bir gün sıkıldım ve Youtube'dan izledim. Hoş vakit geçirdim, güldüm, eğlendim ve bitti. Ama gidip bir AVM sinemasında 15 TL vererek izleyebileceğim bir film değildi. Belki 1970'lerde Anadolu'da yaşasaydım 5 lira verip izlerdim, fakat şimdi değil. 1970'leri yaşayan birinin ise şu dönemde sinemaya gitme alışkanlığı ne düzeyde emin değilim. Büyük ihtimal buna evin çocukları karar veriyordur ve adam tek şansını Interstellar'a kullanmak zorunda kalıyordur.

Aslında buradan da güzel bir film konusu çıkar. Dram ve komediyi birleştirirsiniz. 1970'lerin Yeşlçam yönetmeni, bir anda kendini 2014'te buluyor. Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni-2014... Bu değişimi çok daha iyi anlatır.

Filmle ilgili sıkıntım yok zaten.  Çılgın Dersane ve türevlerinden daha iyi, fakat Kolpacino kadar da komik değil. Bütçe belli, oyuncular vasat. Daha iyisi çıkabilirdi, bu da izlendi. Vasatın tam karşılığı.

Pazartesi, Aralık 29

Muhteşem Üçlü



Twitter'da son zamanlarda en severek takip ettiğim (aslında tam anlamıyla takip etmiyorum ama devamlı hesabı kontrol ediyorum) hesaplardan biri olan Futbolovski, geçtiğimiz günlerde bu fotoğrafı paylaşmış.

Hesabın daha önce paylaştığı diğer fotoğraftlar gibi, nereden nasıl bulunmuş emin değilim ama muhteşem olduğu su götürmez bir gerçek. Galatasaray taraftarları, bir deplasman yolculuğu için Haydarpaşa'dan trene binmiş. Güneşli gün, sarı-kırmızı bayrakalar ve tren. Muhteşem bir üçlü.

Hesap fotoğrafı, 90'lı yıllarda Ankara yolculuğu diyerek paylaşmış. Eğer öyleyse akla ilk gelen 93 mayısında Ankara'da Ankaragücü ile oynanan şampiyonluk maçı oluyor. O maçın sabahında yolda olduğum için çok şanslı hissediyorum kendimi. Henüz 7 yaşındaydım ve rotamız Ankara değildi ama o gün yollarda gördüklerim benim için hala unutulmaz...Eğer bu fotoğraf o güne aitse çok mutlu olurum.

Başka bir gün çıkması ise fotoğrafın güzelliğini bozmaz. Mesela tweetin altına bırakılan yorumlarda 80'li yıllar olduğu, hatta S.Bükreş maçı için İzmir'e gidiş olduğunu iddia edenler var. Zatem aslında yolun da nereye gittiği önemli değil. Keşke bu yolculukların benzerlerini biz de defalarca yaşayabilseydik. Şimdi ne deplasman var, ne Haydarpaşa'dan kalkan tren. Elimizde sadece güneşli günler kaldı.

Deux Jours Une Nuit



Cannes'da Kış Uykusu'nun geçtiği filmlerden biri... Kış Uykusu'nu henüz izlemedim ama Bir Zamanlar Anadolu referansıyla ödülü hakettiğine inanıyorum. Henüz izlemesem de kafamda ulaştığı bir noktası var. Yarıştığı filmlerin de en azından bu seviyede olmasını bekliyordum. Deux Jours Une Nuit o açıdan hayal kırıklığı yarattı.

Ama genel olarak, kötü bir film olduğunu söylemek haksızlık olur. Efsane film Los Lunes Al Sol'u ve onun sloganı haline gelen ''Bu film yaşanmış bir hikayeden alınmamıştır, binlercesinden alınmıştır" cümlesini hatırlatıyor.

Yine de bir sosyal gerçeklik filmi demek mümkün mü emin değilim (Böyle bir kategori var mı onu da bilmiyorum). Benım algıma göre yol filmi şifrelerine göre çekilmiş bir film. Tabi ki bu filmde güzel ve eşşiz manzara sahneleri yok. Hatta ara ara rahatsız eden anlar mevcut. Ama başroldeki Marion Cotillard'ın canlandırdığı Sandra karakterinin, iki gün boyunca, çıkarıldığı işine geri dönmek için 16 tane çalışma arkadaşıyla görüşmesi, bir yol felsefesi doğuruyor. 16 tane farklı karakter karşınıza geliyor film boyunca. Sosyolog refleksi herhalde, film o şekilde ilerledikçe Sandra'nın dertlerinden ve kaygılarından uzaklaştım. 16 tane farklı karkatere yoğunlaştım.

Kavga edenler, ağlayanlar, kapıyı kapatanlar, eşiyle kavga edenler.. Hepsinin vicdanları farklı. Hepsi çok farklı düşünüyor. Kendi içlerinde çatışıyorlar ve son tahlilde hepsinden farklı bir sonuç/cevap çıkıyor.

Filmi kapitalizm eleştirisi olarak yorumlayanlar çok fazlaydı. Haklılık payları var ama karşı çıkılacak noktası da var. Ekonomik sıkıntının öne geçtiği her durumda kapitalizmi eleştirmek ya da o sorunun altını çizmeyi sistem eleştirisi olarak okumak biraz kolaya kaçmak oluyor sanki. Bu sefer ağırlıklı olarak bir sistem sıkıntısından bahsedilmiyor sanırım. Verdiği kararlar nedeniyle insani değerlerinden uzaklaşan ve bunun farkında olduğu için kendini haklı çıkarmaya çalışan insanlar var. Bahaneleri kapitalizm. Geçerli mi? Belki. Ama tamamen değil.  Kapitalizmden en büyük darbeyi yiyen göçmenlerin, yaşanan durum karşısında hemen bize göre "doğru"ya yönelmesi demek ki sadece kapitalizm ile alakalı bir durumla karşı karşıya olmadığımızı gösteriyor. Türk olduğunu sandığımız Timur, onun İspanyol arkadaşı ve çamaşırhanedeki Senegalli göçmen çocuk bunun en önemli örnekleri.

Filmin sonu da aslında bir yol filmi durumu... Sandra geldiği son noktada işini  kazanıyor. Fakat o iki gün içinde yaşadıkları nedeniyle işini kazanmayı tercih etmiyor ve aslında bir kez daha kazanıyor. Yolun sonuna geldiğinde, başlangıçtaki hedefe ulaşmış değil. Fakat önemli olan bir yere gitmek değil, yola çıkmak, yolda gördükleri ve edindiği tecrübe ise Sandra bunu başarıyor. Depresyonla başlayan yolculuk huzurla tamamlanıyor.

Bazı arkadaşlar aynı repliklerin defalarca döndüğünü, aynı durumların defalarca yaşandığını ve bunun da filmi kötüleştirdiğini söylüyor. Onlar da kendi çaplarında haklı ama bence film bu açıdan tam olarak böyle olmalıydı. Sandra'nın filmin sonunda yakaladığı o mutluluğunu, daha doğrusu huzurunu anlamak için bu tekrarların önemli olduğunu düşünüyorum. Tekrar tekrar aynı soruları sormak, aynı cevapları duymak, umutsuzluğa kapılmak, pes etmek, arada umutlanmak ve tekrar aynı döngüde devam etmek...

Filmin havada kalan kısımlarından biri ise Sandra'nın yaşadığı depresyon. Normaldir, olabilir. Fakat bunun nedeni çok havada kalmış gibi duruyor. Biz onun hayatına bir cuma günü giriyoruz ve o nedenle depresyonun nedenini anlamıyoruz. Çağımız toplumunun en büyük sorunu diyerek üzerinde durmuyoruz fakat buna rağmen depresyonun seviyesi pazar günü intihar edecek kadar ilerliyor. O zaman da soru işaretleri artıyor. Filmin benim açıdan zayıflama nedeni de biraz buralar. Pazartesi günü binadan çıkarken mutlu olan, bir gün önce intiharı seçen bu kadının derdi kapalı kutu olarak kaldı. Bunun sadece işini kaybetmekle alakalı bir durum olmadığını filmin sonunda daha net anlıyoruz ama yine de tam çözemiyoruz. Yönetmenlerin bu konuyu açmak gibi bir derdi de olmamış.

Üstelik işsizlik, işini kaybetme korkusu ve buna benzer durumlar bizim için çok yakında.. Fakat Belçika'da da durum aynı mı emin değilim. Sandra'nın işşsizlik maaşı almak istememesi veya eşi Manu'nun arabasıyla hareket edebiliyor olmaları bizim gibi ülkelerdeki işsizleri kıskandırmıştır.

Öte yandna yine filme dair popüler yorumlardan birine daha katılamayacağım. Cotillard'ın oyunculuğunu sevemedim. Sanki, bir Hollywood yıldızının sosyal sorumluluk projesi gibi kalmış. Özensiz bir şekilde hazırlanmış, üstünden geçerek halletmiş gibiydi.

İyi film mi emin değilim. Çok fazla eksiği olduğunu düşünüyorum. Ama çok önemli bir artısı var, derdini anlatmış. Bu nedenle kesinlikle izlenmesi gereken bir film.

Cuma, Aralık 26

Göz Ardı Etme



Real Madrid'de ilk zamanlarda soyunma odasına ilk giren kişi ben olmak istememiştim çünkü Zidane veya Ronaldo'nun yerine oturmak istemedim. Bu hiyerarşik bir spor ve kulübün en iyi oyuncularına saygı göstermeniz gerekir.

Yeni bir takıma katılınca endişelenmeniz gereken en son şey sahada ne yapacağınızdır. Taktik olarak gerekenleri düdük çaldığında öğrenirsiniz. Antrenmanlarda takım arkadaşlarınızın güçlü ve zayıf yanlarını öğreneceksiniz. Ancak her şeyden önemlisi onları antrenman dışında da tanımaya çalışmanız., bu kendinizi kadroya entegre etmenin en iyi yolu. Sakın göz ardı etmeyin!

Michel Owen

Perşembe, Aralık 25

Modern Times



"Gülümse, umudunu kaybetme, başaracağız..."

Çarşamba, Aralık 24

Intouchables


İzlerken keyif aldığım, bitmesine üzüldüğüm, tekrar tekrar izleyebileceğim bir film. Bu tarz filmleri zaten çok seviyorum, kötü bile olsa izlerdim. Kötü de değildi. 

Fakat bu filmin IMDB'de ilk 40 sıra içinde yer aldığını görünce de şaşırdım. Bu IMDB'nin boku çıkmış artık. Puanlama sistemini mi değiştirirler yoksa insanların puan vermesini engelleyip kendi editörleri mi bir liste oluşturur bilemem. Yuh yani. Bu filmden daha iyi 40 tane film var, başka yok.?! O kadar da değil.

Sanırım Fransa'da tüm zamanların en çok izlenen sinema filmi olmuş. Bu nedenle Fransa'da çok sevilmiş. Gerçekten ilginç. Neyse, keşke tüm abartılanlar bu kadar iyi olsa!


Fair-Play Ama Adil Değil



Beşiktaş - Adana Demirspor maçında Veli'nin başrolünü oynadığı hareket hemen gündeme oturdu. Henüz üzerinden 2 saat geçmedi. Yine de çok konuşuldu. Sıkıcı ve anlamsız Türkiye Kupası formatında böyle bir olay yaşanınca konuşulacak bir şey çıktı. Hemen iki üç satır da buraya yazalım.

Öncelikle, benim derdim "Siz böyle yaptınız, biz böyleyiz" çıkarımları yaparak, diğer insanlara üstünlük kurmak değil. Öyle bir amacım yok. Fakat saha içinden bakınca da olayın iyi niyetli olduğunu görmeme rağmen yanlış sonuç elde edildiğini söylemeliyim.

Yapılan hareket burada. Kırmızı kartlık bir pozisyon. Aslında gariptir, böyle pozisyonlara Türkiye'de kırmızı kart çıkmaz. Özellikle daha zayıf olan takımların oyuncular, güçlü rakiplerini bu tarz müdahalelerle yıldırmaya çalışır fakat hakemler de genel olarak "temas yok" gerekçesiyle bu tip pozisyonlarda kartına başvurmaz. Suat Arslanboğa ilginç bir şekilde kartını çıkardığı gibi, kırmızıyı da gösterdi.

Bu zaten başlı başına bir şaşkınlık vesilesi. Bir hakemin böyle bir pozisyonda kırmızı kart göstermesi aslında sevindiriciydi. Şampiyonluğa oynayan takımların en büyük çilesi artık son buluyor sanmıştık. Derken Veli, Atiba ve diğerleri hakeme itiraz ederek kartın rengin değişmesini istediler. İlginçlikler arka arkaya devam ediyordu. Genelde Beşiktaş gibi takımların oyuncuları, bu tarz hareketler yüzünden çok sıkıntı çeker. Hakemlerin de bu pozisyonlara kartsız yaklaşımları futbolcuları rahatsız eder. Bu sefer kırmızı kart çıktı ama Beşiktaşlı futbolcular yine memnun olmadı. Fair-play kısmını bir kenara bırakıyorum, kırmızı kartın iyi niyetle sarı karta dönüştürüldüğünü görüyorum. Ama sonuç olarak hak yerini bulmamış oldu. Doğru gerçekleşmedi. Beşiktaşlı futbolcular bu hareketi yaparak ilkeleri uğruna maçı kaybetmeyi göze aldıklarını göstermeye çalıştı belki ama ortaya çıkan karar adil değildi. 

Benim şahsi fikrim bu tip pozisyonlarda futbolcuların hakemin işine fazla karışmaması yönünde. Çünkü futbolcular saha içinde çok hızlı hareket edip, çok fazla duruma odaklandıkları için pozisyonları kaçırabilirler. Geçen sene Semih Kaya'nın korneri de benzer bir durumdu. Semih, zaten bir ikili mücadele içindeyken topun tam olarak kimden çıktığını göremeyebilirdi. Hakemin işi zaten onu görmek. Bu pozisyonda da öyle.. Topu kurtarmaya ve sahaya hakim olmaya aynı anda çalışan Veli ve diğer oyuncular o telaş içinde pozisyonu iyi süzemeyebilirler. Zaten hakem o yüzden var. Yine de futbolcuların hakeme yardım etmeye çalışmaları olumlu..

Beşiktaş için bu pozisyon, bu kart, bu maç ve belki de bu turnuva çok önemli değil. O nedenle rakiple maç boyunca 11e11 oynamak istemiş olabilirler. Bu konuda bir sıkıntı yok. Fakat bu sefer de Adana Demirspor'un bir sonraki haftada oynayacağı maçın dengesi değişti. Gerçi statüler o kadar birbirine girdi ki, kırmızı kart gören oyuncu bunu kupada mı yoksa ligde mi çekecek emin değilim. Sonuç olarak haraketi yapan Hakan'ın ceza alması gerekiyordu ama  almayacak ve bir sonraki maçta sahaya çıkabilecek.

Olayın diğer aktörü de hakem. Beşiktaşlı oyuncuların itirazını anında değerlendirip kartın rengini değiştirdi. Kendi kararına körü körüne bağlı olmaması bir açıdan güzel. Fakat sonuç olarak yanlış karar verdi. Hatta doğrusunu yapmışken yanlışı uyguladı. Benim tahminim tam bu noktada Türkiye Kupası faktörü devreye giriyor.

Beşiktaşlı futbolcular ve hakem Arslanboğa, organizasyonun öneminin düşük olması nedeniyle bunu daha rahat yapabildiler. Burada "sıkıysa ligde yapın" anlamı çıkmasın. Fakat, daha tolore edilebilir, daha riske edilebilir ve göz önünde olmayan bir maç için sahada yer alıyor olmaları eylemin gerçekleşmesine ön ayak oldu. Bunu da inkar edemeyiz. Futbolcular, lige nazaran daha az baskı taşıyarak sahadaydı ve oyundan zevk almayı biraz daha öne çıkarmış olabilirler. Hakem için de benzer bir durum söz konusu. Ve belki de bilinç alıtında "Zaten Türkiye Kupası, az kişi izliyor, bir yanlış bile olsa unutulur gider" düşüncesini taşıyordu.

Yayıncı kuruluşta çalışanların son dönemde çok fazla (ve rahatsız edici şekilde) vurguladığı "İşte bunlar kupa maçlarında oluyor" güzellemelerine ilave olacak. Fakat bu da kupanın güzelliğinden değil, tam tersi oyuncuların ve hakemlerin bile kupaya full konsantre gelmemelerinden kaynaklanıyor...

Sözün kısası, bana kalırsa futbolcunun hakeme fair-play duygusuyla karar değiştireceği pozisyonlar oldukça kısıtl.... Oyuncunun kendi aksiyonu bu sınıfa girebilir. Elle oynadığını veya kendini yere attığını söylebilir. Fakat rakibinin hamlesini değerlendirmesi yanlış sonuç doğurabilir. Hatta bence "Top benden çıktı" demesi bile fazla cesaret gerektiriyor. Çünkü gerçekten futbolcular pozisyonların içinde yer almalarına rağmen pozisyonlara o kadar da hakim olamıyorlar. 

Bir de hepsi bir yana, Türk futbolunda tarz haline gelen bu gaddarlık ve sertlik tam ceza alacaktı, yine kurtuldu. Bu da işin en kötü tarafı. 

Salı, Aralık 23

Rear Window



Hitchcock'un, kendi tarzına göre "çıtır çerez" olarak nitelenebilecek filmi. Gerilim vardır, heyecan her zaman en üst seviyededir ama aynı zamanda eğlenceli bir tarafı vardır. Bu da herhalde, karşıdaki apartmanın, orada yaşayan karakterlerin devamlı bir hengame içinde olmasından kaynaklanıyor.

Zaten aslında seyirci filmi değil, başrol James Stewart gibi karşı apartmanı izliyor. Filmin başında açılan perde bu açıdan güzel bir detaydır. İnsan sever böyle gözetlemeleri. Hitchcock da bu insani zaafı değerlendiriyor aslında. Bir çok defa izleyicinin kendisini suçlu gibi hissetmesini sağlıyor. Hakediyoruz.

Tek mekanda geçen filmleri seviyorum. Eğer iyiyse (genelde iyi oluyor), çok sağlam çıkarımlara neden oluyor. Zaten kovalamaca sahneleri, ateş eden ağır ağabeyler, kurulan planlar, son dakika tezgahları, aksiyonlar vs. olmadığı için karakterlerin daha güçlü çizilmesi gerekiyor. Filmi yazan ve yönetenler bu konuya daha çok ağırlık verdiği için de sonunda güzel bir iş çıkıyor.

Hitchcock ne kadar "korku ve gerilim ustası" olarak adlandırılsa aslında yaşadığı dönemin toplumuna da ışık tutan önemli bir soyolog ve psikolog olarak gösterilebilirmiş. Ben yeni fark ediyorum. Bu filmde de o dönemin (1954) ABD toplumuna dair çıkarımlar mevcut. Ve aslında küçük bir Amerika olduğumuz için en azından 80'den sonra 2000 önce Türkiye'si için de bir ışık tutabilir. En azından, ilişkiler, evlilik, komşuluk gibi olgular üzerinden gidilebilir.

Grace Kelly'nin şık ve gösterişli elbisesi ile karşı apartmana geçmesi, çok sevdiği adama el sallaması ve daha sonra cesaretle ve üzerindeki kıyafete ve ait olduğu sınıfa aldırış etmeden merdivenden tırmanması çok iyiydi... Filmin bence can alıcı noktası. Öte yandan aslında  Hollywood'un o dönem kadınlarında bulunan özellik bu. Çoğu zaman prenses (Kelly gerçekten prenses oluyor sonra) gibi hareket edip, en can alıcı yerde sokak kızı olabiliyorlar. Bu havaları, oyunculuk yeteneklerinin önüne geçerek onlara bir ün kattı. Şikayetçi değiliz.

Rear Window'daki son sahnenin benzerini ve aslında anlatmak istediğine benzer bir durumu Dans la Masion adlı Fransız filminde de izlemiştim. O da çok iyiydi. Sanırım bir daha izlemek lazım, keza bu filmden çok fazla çıkarım yapılmış.

Pazartesi, Aralık 22

Var Ama...


İnsan bu ülkede yaşlılığında bile doya doya hüzünlenemez..

Yaş 30'a doğru giderken, "Ah o eski günler..." nostaljisi yapmaya başlamak varken, nelerle uğraşıyoruz.

Gönül isterdi ki, yavaş yavaş tribün anıları anlatıp, bizden ufaklara "Bizim zamanımızda böyleydi, şöyleydi..." diyelim. Fakat öyle olmuyor. Oraya sıra gelmiyor. Passolig yasağından tut, derbi deplasman yasaklarına kadar... Bizi tutsak eden, bağlayan, kafamızı meşgul eden onlarca gereksiz konu var, ve bunlar da bizim gençliğimizin son yıllarına tekabül ediyor. Elde edeceğimiz son anılarımızı çalıyorlar. Son hikayelerimize göz koyuyorlar.

Kahretsin. Kahrolsun. Yok olsun. Bitsin.

Rushmore



Şimdi çok sevmediğim bir kalıp kullanacağım ama hakkım var... Bu filmin bitmesini hiç istemedim. 

Wes Anderson'un filmlerinin bana göre en dikkat çeken özelliği; karakterlerine basit sıradan ama dışardan bakanın da hoşuna giden bir dünya yaratıyor olması. Bunun nedeni de filmdeki kahramanların bütün sıradanlıklarına ve kusurlarına rağmen o dünyada yer almaktan mutluluk duymaları. Bunun en iyisi, kusursuzu ve dengelisi Royal Tenenbaum'du bence. Bütün karakterler hemen hemen garip bir dünya yaratmıştı kendine, ama aynı zamanda birbirleriyle kesişim halindeydi. Üstelik hepsi de birbirinden daha sorunlu ve absürd karakterlerdi. The Life Aquatic with the Steve Zissou da karakter sayısı az olmasına rağmen hemen hemen böyleydi.

Rushmore, ikisinin de öncesinde çekilmiş ve en az onlar kadar başarılı. Jason Schwartzman'ın şov yağtığı, herhalde standart üstü olduğu tek film, ilk filmi.

Sanırım Anderson kötü bir yönetmen! Çünkü bence kronolojik olarak bakında filmleri giderek zayıflamış. Sıralı izlemediğim için bunu objektif olarak söyleyebildiğime inanıyorum. İzlediğim filmlere göre sıralarsam; ilk 3'ü (yukarıda adı geçenler) en iyileri..

Moonrinse Kingdom ve Budapeste aynı etkiyi yaratamamıştı. İkisi de yoruyor. Onlarda bir telaş hakim. Diğerlerinin en güzel tarafı her şeye rağmen bir dinginliğin olması. 

Gerçekten bir lisede (veya herhangi bir yerde) kalıp, senelerini orada geçirmek çok güzel olabilirdi. Bunu ben de düşünmüştüm. Ama hayat buna izin vermiyor. Bir şekilde gitmek zorunda kalıyorsun. Fakat gittiğin yere uyum sağlarsan o geçişi de kolay sağlıyorsun. Kafanda kurduğun düzeni, gerçek hayatta da oluşturduğun müddetçe senden mutlusu yok. Ta ki aşık olana kadar.... Normal gözükmeyen insanların da bir dengesi vardır ve o dengeyi bozacak en güçlü şey aşk olabilir, tam emin değilim.

15 yaşında olmak güzeldi. 17 de güzeldi. 21 de güzeldi. Sonrası biraz bozuldu... Ne kadar çok "ilk" yaşarsan o kadar güzel oluyor, ilkleri yaşadıkça önünde şaşıracağın ve heyecan duyacağın şeylerin sayısı azalıyor. Bir de ileride anlatabileceğin hikayeleri artık üretemez oluyorsun. Filmin konusundan ve anlatmak istediğinden şaşmış olabilirim ama bence tam olarak da bu... Zaten o yüzden filmin en büyük yıldızı tepkisiz, heyecansız bir orta yaş adamı Bill Murray (Herman Blume). Bütün "normal ve iyi" hayatına rağmen sadece tramplenden havuza atlamak isteyen adam... Mimiksiz, anlamsız surat ifadesi... O zengin bir adam, Max ise berberin 15 yaşındaki anormal gözüken, derslerinde başarısız oğlu. Buna rağmen, Max'in kurduğu, korumaya çalıştığı ve istediği gibi şekillendirmeye uğraştığı bir dünyası var. Herman'ın yok. Ve sonra o da aşık oluyor.

Çok iyi film... Ama yine de bana göre filmdeki adam gibi adam, karakter gibi karakter Max'in berber olan babası. Böyle adamları filmlerde veya gerçekte görünce gözlerim yaşarıyor. Bütün dramlarına rağmen yola devam edenler, yolları tekdüze de olsa bundan keyif alanlar ve çevresindekilere yol açmaya çalışanlar... Kıyıda kalmış ama önemli bir rolü var bence.

Tekrar yazayım; çok iyi film. Senaryosunu yazan Owen Wilson'dan, 12 yaşındaki Dirk'i canlandıran oyuncuya kadar.. Müziklerden, mekanlara kadar.. Her ayrıntı, her replik, hepsi tutarlı bir şekilde, düşünülerek hazırlanmış.

İşin en kötü kısmı, film çekildiğinde ben lisede bile değilmişim. Keşke o dönem izleseydim. Hayatım değişir miydi emin değilim ama son 1 senede geç izlediğim için üzüldüğüm üç filmden biridir bu; diğerleri de Dream with the Fishes ve  Billy Elliot...


Adam Atıyor



Hagi'nin günübirlik de olsa yeniden İstanbul'a geldiği gün, Bogdan Stancu, Süper Lig kariyerindeki 40. golünü attı. 

Stancu için ödenen bonservis bedeli (5 milyon) biraz fazlaydı. Onu bir kenara bırakırsak aslında fena topçu da değildi. Galatasaray seviyesinde olup olmadığı tartışılır ama zaten o sezon Galatasaray da Galatasaray seviyesinde değildi.

Şu bir gerçek, Stancu Türkiye'deki kariyerine Orduspor ve Gençlerbirliği'nde başlasaydı, o dönem Stancu'yu ve onun İstanbul'a transferini eleştirenler büyük ihtimalle "Bu tip genç forvetleri büyük takımlar niye bulamıyor, helal olsun Cavcan başkan, yine futboldan anladığını gösterdi" yazacaktı.

117 lig maçı 40 gol. 26 yaşında. 3-4 sene daha Türkiye'de oynarsa 100'ler kulübüne girebilir. Büyük golcü diye senelerdir anlatılan Semih Şentürk henüz 66'da mesela.

Stancu, 3 sezondur 10 gol barajını yakalıyor, bu sezon da şimdiden 5 tane kaldı... Sakatlık olmazsa çok rahat yakalar. Bir ara bakmak lazım, sadece Anadolu takımlarında oynayıp 4 sezon üst üste 10 gol ve fazlasını atan forvet var mı?

Stancu'nun çoğu golünü iç sahada atması önemli bir ayrıntı. Bu sezon 5 golün 4'ü iç sahada. Geçen sezon 13'te 11,  Orduspor'da iki sezonda 20'de 14... 

Pazar, Aralık 21

City Lights




Çarli Çaplin benim için Çarli Çaplin'dir. Yani Charles Chaplin değil.  Hatta Şarlo'dur. Tanıdığım, bildiğim, gördüğüm ilk yabancı sinemacı olabilir. Çevremdeki herkes onu anlatırdı, onun taklitlerini yapardı. Nedenini hala anlamadım gerçi. Bizi büyüten kuşak o adamı çok sevmiş demek ki.. Levent Kırca'nın skeçlerinde bile vardı. Kim olduğunu bilerek büyüdüm ama hiçbir zaman bir filmini izlememiştim.

Sinema çok değişti. Sessiz olanını izlemek zaman kaybı... 

20 küsür sene boyunca böyle düşündüm. Herhalde çoğunluk da böyle düşünüyordur. City Lights o tarzın ve Çaplin'in IMDB listesinde en üst sırada yer alan filmi. Bir de Türkiye ile bağlantısı var. Kemal Sunal'ın En Büyük Şaban'ı başta olmak üzere bir çok film bunun uyarlaması.

Çok ilginç bir durum. Bildiğin filmi, bildiğin hikayeyi bilmediğin bir tarzda izliyorsun. Aslında iyi oldu. Sıkılabilirdim, zorlanabilirdim ama kolay adapte oldum. Acaba şunu nasıl yapacaklar, burası nasıl olacak merakı beni filme çekti. Hafif nostalji işin içine girince tatlı tatlı izledim filmi.

Adam gerçekten iyi bir oyuncu ve iyi bir sinemacıymış. Çocukluğumuzda onu biraz "soytarı" gibi görüyordum. Garip hareketler yaparak insanı güldüren bir adam. Zamanla öyle olmadığını anlamıştım tabi ama gerçek bir deha olduğunu da yeni yeni fark ediyorum.

Fakat bu film bence diğerlerinin gölgesinde  kaldı. Son dönemde bazı diğer filmlerini de izledim, bence onlar daha iyi. Bu filmde ister istemez, Çaplin',n bütün yeteneğine ve zekasına rağmen aklıma Kemal Sunal ve Kamran Usluer geliyor. Ve tabi Cahit Oben'in o muhteşem müziği. 

Sinema değişti, artık replikler var, sözler var. Fakat asıl önemlisi müzik var.  Chaplin filmlerinde de müzik var ama aynı vurucu etki yok. Mesela şurada, filmin o meşhur son sahnesi ile Oben'in müziğini bir araya getirmişler. Herhalde bu birliktelik gerçekten olsaydı, film tüm zamanların en başarılısı olurdu.

Neyse ne iyi oldu, demek ki bundan sonra Şarlo'ya biraz daha ilgi göstermek lazım.


Yeniden


Bu kaçıncı geri dönüş...

Takımın aldığı galibiyetten bahsetmiyorum.

Bu sezon başında yine kendi kendime kararlar almıştım. Aslında karar da denemez, öyle olması gerekiyordu, öyle oldu. O dönemin öyle geçmesi gerekiyordu. Bir şeyler rahatsız ettiği için (3 Temmuzla falan hiç alakası yok) artık maç izlemek istemiyordum. Hele Galatasaray maçlarını hiç izlemek istemiyordum. Bunun da alınan kötü sonuçlarla falan hiç alakası yok ama geçen sene şampiyonluk için gösterilmeyen çabanın hayal kırıklığı yarattığını da itiraf etmem lazım.

Yine de uzun bir dönem, sosyal hayatıma futbolu, Süper Lig'i sokmadım. Sonra Hamza Hamzaoğlu Galatasaray'a geldi, ben onu seviyordum, iyi adamdı, başarılı olması gerekiyordu, o da iyi başladı. Etki - tepki. Yeniden maç saatinde Lig Tv yayını olan bir mekan bulup maçlar izlenmeye başladı. İzlediğimiz takım da çimleri ısıran bir hale dönüşünce (bu da mottomuz oldu) seriye bağlamak kolay oldu.

Tamam iyi güzel.. Gereksiz yere de heyecan duyuyoruz. Bu da iyi. Mesela dün akşam, iki sene önceki Mersin İdman Yurdu maçı gibi bir durum sözkonusuydu. Bu maçın da o maç gibi rahat geçmesi gerekiyordu, geçmedi. Kazanılması gerekiyordu, kazanıldı. Zor oldu. Sadece oynayanlar için değil, izleyenler için de zor oldu. Terler boşaldı, stresli dakikalar geçti. Bunlar işin doğasında var ve sanırım bundan hoşlanıyoruz.

Bir de hiç bunlar yetmezmiş gibi, bu maçlara bahis oynuyorum. Aslında eskiden oynamıyordum. İki senede toplasan 3-4 kupon yapmışımdır. Ama bu ara yeniden başladım. Kazanma isteği var ama asıl önemlisi o heyecan çok daha cezbedici galiba. Rahatsızlık. Normal bir durum değil.

Şu an yine iyi ama bunun bir tık üstüne çıkarsam, Hard Ball filminde Miami Heat maçına bahis yapan Keanu Reeves gibi oluyorum. Maç yayını yapan cafelerin önünde, kendimi aynı anda hem bahis batağında hem de şampiyonluk yarışında buluyorum. İkisini de kazanınca hayatımda çok birşey değişmiyor aslında. Ama ikisi de olmayınca bu kadar çok heyecanlandığım anların sayısı baya azlıyor. Hatta yok oluyor.

Bugünkü maça handikap oynamıştım, haliyle yattım. İnanılmaz bir durum. Şu maçı hoca atılmadan kazanıyorsun. Müthiş bir durum. Müthiş bir geri dönüş. Ama 4. gol gelmediği için, basit goller yendiği için, ya da hatalı bir hakem kararı nedeniyle iki farkı yakalayamadığın için eve tatsız dönüyorsun. 

Normal bir yaşamda ikisinden de kurtulmak lazım, fazla yer vermemek lazım. Fakat bizler için kolay değil. Bir yere kadar anca. Sonra yeniden dönüyorsun. Bahisten kurtulmak için maddi olarak rahatlamak gerekiyor. Kaygılar biraz azalmalı. Diğeri için de, yerine koyabileceğin, uğraşmak isteyeceğin biraz manevi ama yine de gerçek bir şeyler gerekiyor.

Geçtiğimiz günlerde Uğur Meleke "4 milyar yıllık dünya tarihinde şu saçmasapan 21’inci yüzyıla denk geldik diye bütün bir ömrü, bütün bir etik anlayışını, bütün insani melekeleri tek bir spor kulübü uğruna heba etmeye değer mi gerçekten? Hayattaki bütün meseleniz bir futbol takımının galibiyeti olacak kadar sığ mısınız sahi? dedi ya... İnsanlar da alkışladı. Aslında güzel ve mantıklı şeyler söylüyordu. Ama ona vereceğim cevap şuydu: Evet.

Bazen hayat o kadar sığ bir hale geliyor ki, karaya oturmamak için bir futbol takımının galibiyetine ihtiyacımız oluyor. Ve 4 milyar yıllık dünya tarihinde şu saçmasapan 21. yüzyıla denk geldiğimiz için, çevremizde bir spor kulübünden ve onu bizim gibi destekleyen diğer insanlardan başka daha gerçek, daha tutkulu, daha heyecanlı, ait olacağımız daha sağlam  bir yer  bulamıyoruz.

Passolig'in tek avantajı. Şimdilik paran ve zamanın biraz daha sana kalıyor. Gerçi televizyondan ve internetten yaşadığımız bütün bunlar da, yaşanması gerekenin ufak bir yanılsaması sadece. Olsun.

Normal olmadığını kabul ediyorum, her zaman ettim. Doğrusu Meleke'nin dediği gibi yaşamak, düşünmek. Ama bunun kolay kolay değişeceğini de sanmıyorum. En fazla ufak ufak küskünlükler, ve sonra geri dönüşler...

Şu da var... Bahisten yüklü bir miktar tutturamayacağım kesin ama sayısal loto falan denk gelirse o zaman işler değişir...O güne kadar bu limandayız. Haftaya hangi gün oynuyoruz?

Cumartesi, Aralık 20

Psycho


Son dönemde 3 tane Hitchcock filmi izledim. Üçü de keyifliydi. İlginç olan zamanında ilk izlediğim Hitchcock film olan The Birds'ü tamamlayamamıştım. Bu üç filmde ise oldukça rahatım. 

Eskiden bir yönetmenin, seyirciyi bu kadar germesine gerek yok diye düşünüyordum. Şimdi ise bu kadar zorlayıp ters köşe yapması hoşuma gidiyor. Ama hala yanımda kuş uçunca biraz geriliyorum. Bir ara o konuya geri dönmek lazım.

Öte yandan bu filmin de çok başarılı olduğunu söylemek lazım. Konusu, sinema tekniği, oyunculuklar çok başarılı. Derinlemesine incelenmesi gereken, hatta birçok yerde incelenen bir film. Bir yönetmenin, bir insanın, 110 dakika içinde bu kadar derin bir şey çıkarması saygı uyandırıcı.

Adamın akademisyen olması gerekiyormuş, gitmiş yönetmen olmuş.

Yalnız defalarca insan ters köşeye yatıyor. Filmin adından bir pislik olduğunu fark ederek izlemeye başlıyorsun. Önce kızın sevgilisinin "sayko" olabileceğini düşünüyorsun. Sonra kızı, kızı takip eden polisi. Sonra Norman Bates çıkıyor. Önce tecavüz bekliyorsun, sonra öldürüyor. Ondan sonra olaylar biraz daha gelişiyor, sarmal oluyor.

Bu kadar çok defa hayretler içinde kalınca insan bir kez daha yönetmene şapka çıkarıyor. En ufak ayrıntı bile düşünülmüş. Yaşadıkları şehirden, kızın sütyen rengine kadar. Dolu dolu bir gerilim filmi... 

Cizre'nin Galibiyeti



Cizrespor önce Aydınspor'u yendi. Bir sonraki turda da bir başka Ege takımı Göztepe'yi. Açıkçası Aydınspor maçı baya olaylıydı. Fakat Göztepe maçında benzer durumlar pek yoktu sanki. Olaysız diyemeyiz ama maçın skoruna etki etmiş miydi? Tartışılır. 

Aydınspor maçı standartları aşmıştı ama Göztepe maçı, herhangi alt lig maçında son haftalarda görmeye alıştığımız görüntülerden daha fazlası değildi.

Maça giden bazı Göztepeliler de benzer cümle kurdu. Sonuç olarak Cizre iki takımı da yenerek gruplara kaldı. Bu andan sonra olay bir anda Türk-Kürt konusuna geldi. Ülkenin batı kesimi Cizrespor'a inanılmaz şekilde bilendi. "Bizle aynı gruba düşsünler, bizim sahamıza gelsinler bakalım neler oluyor" dendi. Şans Giresunspor'a güldü! Karadeniz zaten milliyetçi bir bölge, bu eşleşmeye oldukça sevindiler. Yaşananlardan dolayı gazı alarak maçı beklemeye başladılar.

Bu gaz lafta kalınca çok seviniyorum. Kof milliyetçilik sadece ergen eğlencesi olarak kalıyor. Zaten daha ileri gitmesi de acı sonuçlar doğurabilir. 

Giresunspor - Cizrespor maçında rakip takıma cehennemi yaşatacağını iddia edenler stadyumu dolduramadı. Cizrespor'un kupada oynadığı ilk deplasman maçında futbol dersi alacağını söyleyenler, Cizrespor'un 2-1'lik galibiyetini izledi. İyi oldu.

Öte yandan bu Cizrespor'da ilginç bir şeyler olduğu gerçeğini de inkar edemeyiz. Bilmiyorum işin aslını ama normal değil. Sanırım bahisle ilgili mevzular var.  

Perşembe, Aralık 18

Raiders of the Lost Ark



IMDB'de  üst sıralarda yer almasına aldanarak izlendim. Çocukluk yıllarımda serinin ikinci filmini defalarca televizyondan izlediğimi ve keyif aldığımı hatırlıyorum. Bu sefer aynısı olmadı. Serinin diğer ikinci filmini izlemekten vazgeçtim. Fakat kurduğu paralellikler nedeniyle (mekan-George Lucas, Harrison Ford) Star Wars serisine hayatımda ilk defa merak saldım. 

Belki bu sayede bir gün Star Wars serisini izlemeye başlarım.

Çarşamba, Aralık 17

Sahipsiz Adana



Seneler önce Adana'da oynanan bir Adana Demirspor - Galatasaray maçı. Kafayı vuran Bülent Korkmaz, sanırım gol oluyor. Fakat konumuz bu değil.

Adana Demirspor takımının göğüs reklamı ilgimizi çekiyor. Formada "Sahipsiz Adana" yazıyor. Sanırım sponsor bulamamaktan, şehrin ileri gelenlerinden yardım alamamaktan şikayetçiler. O nedenle Galatasaray ile oynayacakları maça da bu formayla çıkıyorlar.

Şu an Süper Lig'de yer alan birçok takımın (Fenerbahçe dahil) sponsor bulamadığını düşünürsek.... Son kısmı bağlayamadım ama olsun...

Şubat




Bir gün televizyonda kanal değiştirirken ilk bölümünün tekrarını yakalamış ve izlemiştim. Sanırım en iyi bölümlerinden biriydi. Nasıl başlarsan öyle devam eder. Gözümü ayıramamıştım. Ama o dönem televizyonda yayınlanan bir diziyi düzenli olarak takip edebilme motivasyonum olmadığı için dizinin bitmesini bekledim.

Tek sezon sürdü. Ara ara baktığımda bile ekrana kitliyordu. Ama nedense bir türlü tanıtımı yapılmadı, reklamı dönmedi. Eflatun Film'in Leyla ile Mecnun'a gösterdiği ilgiyi Şubat'ta göremedik. Durum böyle olunca ratingler düşük kaldı ve tek sezonla sona erdi.

Geçtiğimiz ay baştan başladım ve tamamen izledim. Türkiye'de yerli dizi yapmak zor iş. 90 dakikalık iş, bütün kaliteyi düşürüyor. Bu senaryo, bu oyuncular, müzikler, haftada 45 dakikaya düşse muhteşem bir iş çıkardı ortaya. Yine de çok iyiydi.

Dizinin konusunu uzun uzun anlatmak istemem. Bilen bilir. Ama kısaca, ahlak, vicdan, adalet gibi değerleri konu alıyor diyebiliriz. Güzel bir çatışma var. Hikayeyi yazan kişi ise, Deli Yürek'te Kuşçu olarak bildiğimiz Emin Gürsoy. Bu açıdan da ilginç. Gürsoy, Beşiktaş'ta oturduğu sıralarda her sabah gördüğü kağıt toplayan çocuklardan esinlenerek yazmaya başlıyor. Ortaya çıkan hikayeyi ise Onur Ünlü'ye okutuyor. Uzun süre rafta bekliyor. Projenin hayata geçmesi 10 seneyi buluyor.

 Oyuncular çok iyi. Sermet Yeşil ve Nadir Sarıbacak çok üst seviyede. Özkan Uğur nasıl biri çözemiyorum. Sanki müziği kullanarak oyunculuğa adım atanlar gibi. Asıl işinden daha iyisini yapıyor. Tayfa'daki herkes, Musa Uzunlar, Damla Sönmez, Serkan Ercan... Herkes... Baş rol, yan rol, kim varsa özenerek seçilmiş, rolün altından kalkmış. Zaten 90 dakikalık bir dizide her hafta aynı kaliteyi yakalayabilmek için oyunculara büyük iş düşüyor. Bir yerden sonra hikaye sallanıyor ve zayıflıyor. Oyunculuk ayakta kalırsa seyirci şans vermeye devam ediyor. 

Toplam 32 bölüm süren dizinin en üst seviyesi herhalde 13-25 arası. Özellikle 17. bölüm harikaydı. Kam Ağacı efsanesini izlerken gerçek sanmıştım. Sonradan bir Onur Ünlü dehasıyla karşı karşıya kaldığımızı öğrendik.

Bu 9 dakikalık nefes kesici hikayeden de anlaşılacağı gibi, dizinin ölüm, yaşam, sonsuzluk gibi şeylerle meselesi olduğunu görüyoruz. Bunu devlet televizyonunda, prime saatinde yayınlamaya çalışmaları büyük cesaret. Çünkü televizyon seyircisi için oldukça rahatsız edici. Dizi zaten her bölümde rahatsız edici bir konuşmayla açıldı. Karakterlerden biri, bazen birden fazlası, bu konuşmaları gerçekleştirdi. Üzerine düşünmekten dizinin ilk sahnelerini ıskalıyordum. Neyse ki internetten izledim.

İki satur yukarıda paylaştığım linkteki gibi muhteşem müzikler var. Bu dizi sayesinde Amesha Spenta'yı tanımış oldum. Bu da önemli bir kazanç benim için. 

Dizi hakkında uzun bir yazı yazma taraftarı değilim ama eksik bir şey de kalsın istemiyorum. O nedenle biraz dağınık oluyor belki de. Daha iyi diziler bulmak mümkün. Türkiye'de bile çıkmıştır. Ezel mesela, Şubat'tan daha iyiydi, daha güçlü, daha uzun solukluydu. Ama Şubat'ta beni çeken garip bir doku var. Hikayeden bağımsız. Bir meselesi var, çok insani bir mesele ve bu benim kafamın içinde her daim duran bir mesele... O nedenle diziyle, emeği geçenlerle bir gönül bağı kuruyorum. Fakat benim bu bağı kurmama neden olan sebepler bazılarına da antipatik gelebilir. Akşam işten eve gelip tek eğlencesi TV olan bir adama da hitap edemiyor, entellektüel birikiminden taviz vermeyip televizyonda yapılan işi küçümeyen adamı da saramıyor...

Mesela dizinin ilk bölümünde yer alan Allah Var sahnesi gibi. Bu sahneyi izleyip "TRT'de din propogandası yapıyorlar" diyenler vardı. Önyargılarının esiri olanlar bu diziden keyif alamazdı.

Dizide baya göndeme de mevcut. Defalarca "Korkma ben varım" repliği kullanıldı, Murat Mentes yakalamıştır selamı. Ninja Kaplumbağalar, Asaf Halet Çelebi, V for Vendetta, Erkan Oğur, Cantona... Ne kadar zengin kaynaklara sahip olduğunun göstergesi. Bu da ilgi çekici hale geliyor.

Tayfa

ABD'de dizi içinden dizi türer ya, kesin şekilli bir adı da vardır bu icatın, mesela Friends içinden Joey, Cheers içinden Frasier...  Bu diziden de bir Tayfa türemeliydi. Başlı başına efsaneler. Özendiriciler. Tayfanın içinde yer alan her karakter anti-kahraman, her oyuncu muhteşem..Funda Alp, Onur Ünlü, Emin Gürsoy; hikayede emeği geçen kim varsa bu fikri düşünmeliydi. Seyircinin yazarak çizere istemesiyle olmuyor tabi.

Kendi içinde yer alan kuralları, birbirlerine bağlılıkları, hiyerarşi, eşitlik, adalet... Garip bir düzen. Ama bir yandan da ütopik. Hayran bıraktırıyor. Yokluk içinde olan bir grup. Ama sandığımızdan daha zenginler. Öze dönmüş gibiler. Özgürler. Ahlak anlayışları bizden daha üstün. Böyle anlatınca sanki başka bir türden bahsediyor gibi olduk. Ama başka tür olan biziz herhalde (İnsan bir virüstür-Matrix).

Saygı uyandırıcı. Harika bir şekilde, kusursuzca hazırlanmış. İçlerindeki casus (Hayvan) bile onlara bağlanıyor. Lakabları çok afilli. Deli, Duble, Zımba, Çimen, Erik,... Hepsinin bir hikayesi de var. Modern dünya denilen yerden gelmişler aslında. Hepsinin o tarafla bir sorunu var. Fakat bu grup içinde sorunları çözmüş veya unutmuşlar. Dizide Tayfa üzerinden öyle bir atmosfer yaratılmış ki sıcak evde otururken kendimi hapsolmuş hissedebiliyorum. 

Zaten bu dizinin önemi de buradan kaynaklanıyor. Her bölümden sonra kafayı yakacak şekilde düşünmeye başlıyorsun. Sorguluyorsun. Seni sorgulatırken, başvurman gereken kaynakları da sıralıyor inceden. Sana yol da açıyor.

32 bölüm az geldi. Ama kabul etmek lazım, dizinin biteceği de kesinleştikten sonra, sanırım son 5 bölüm oluyor, hikayeyi sonlandırmak için baya telaşa kapıldılar. Oralar biraz sıkıntılı. Bazı karakterler yok oldu. Bazı konuların ucu açık kaldı.  Notu düşürecek şeyler bunlar. Fakat sonunda bize kalan karsa, baya kar ettik bu diziden. Emeği geçenler sağolsun...


Salı, Aralık 16

Papazlık Bir Sanattır



Üniversitede tez konusu olmalı, futbol takımlarındaki papazlık. Bu konu hakkında gençlik dönemlerimde çok yanlış düşündüğümü itiraf ediyorum. Yine de 180 derece dönmüş değilim. Ama iş hayatına girdikten sonra da bir şekilde empati kurmaya başladım. Papazlık çalışma hayatında ve özellikle futbol takımlarında olması gereken bir müessese. Ve sadece otobüsteki arka koltuğu kapmakla bunu elde ederseniz, kısa sürede tahtınız sallanır.

Şu video derslik. Alınacak dersleri, dikkat çeken öğeleri sıralayalaım. Zaten herkes görmüştür ama olsun.

1) Keita'nın Totti daha oyuna girmeden pazubandı vermeye koşması. Kurallarda bu yok. Totti sahaya girmeden bunu yapamaz. Ama Keita bunu düşünmüyor bile. Onun için önemli olan kaptanına saygı var. Papaza saygı. Oradaki isim Totti olunca böyle oluyor. İbrahim Toraman olsa böyle olmaz mesela. 

2) Totti'nin Keita'ya cevabı, mimikleri. Kötü bir papaz, egosuna yenik düşüp pazubandı anında alırdı. Bu sahne hoşuna giderdi ve camia içindeki bazı yerlerse mesajını yollardı O almıyor. Üstelik öyle şova yönelik bir sadelikle değil. Gayet agresif. İtalyanca bilmiyoruz ama suratından anlıyoruz, o an Keita'ya "Sikerim bandını git topunu oyna" diyor. Taraftara selamını yolladı, saha içine mesajını verdi. Muhteşem.

3) Teknik direktör Garcia'ın Totti yanında eksik kalan karizması. Tanımasak ve üstündekileri görmesek, kumral adamın teknik direktör olduğunu ve oyuncusuna kızdığını düşünürdük. Yanındaki ise oyuna girmeyi bekleyen futbolcu. Ama öyle değil. Orası Roma...

15 saniye civarı bir video. Ama "İyi bir papaz nasıl olur" hakkında en önemli dersleri anlatmaya yetiyor.

Casablanca



Bir filmdeki kahramanın böyle olmasını seviyorum. 1940'larda Rick, 2000'lerde Tyler Durden veya bir başkası.. Fark etmiyor.

Birçok platformda "aşk filmi" olarak adlandırılması büyük haksızlık. Evet hikayede bir aşk var (hatta birden fazla) ama bu filmi sınıflandırmak için yeterli değil. Filmin sonunda aşk değil idealler kazanıyor. Bu önemli bir ayrıntı. Ve Rick'i de sadece yüzeysel bir cool adam olmaktan daha fazlası haline getiriyor. Zaten çok ilginçtir, filmin senaryosu, filmin çekimlerine başlandıktan sonra şekillenmiş. Ve en sona süsleme olarak konuluyor aşk detayları. Yani aslında demek isteniyor ki, daha önemli şeyler var bu hayatta, aşk bunlara zenginlik katan bir detay sadece.

Yaklaşık 100 dakikalık bir film. Rick ilk defa  sanırım 9. dakikada, Isla ise 25. dakikada gözüküyor. O nedenle, buna nasıl aşk filmi denilebilir ki?

2000'lerden bakınca basit ve klişe gelmesi muhtemel ama çekildiği zamanı düşününce oldukça başarılı. Kilişe değil, kilişeleri yaratan film. Ve yine de ne olursa olsun 2014'te izlerken dahi sıkılmak mümkün değil. 

Sadece dönemin Casablanca tasviri bile başlı başına çok önemli... Rick-Ilsa-Victor üçgeninden ayrılınca ortaya çıkan bir tasvir bu. Dünyanın her yanı, korkutucu ve sonu belirsiz savaşı tüm hararetiyle yaşıyor, Casablanca ise bu savaştan kaçmaya çalışanları konuk ediyor. Çoğu kaçamıyor. Bazıları umutlarıyla geliyor. Bekliyorlar. Gidenler var. Gelenler var. Tam bir araf. Tam bir kaos. Ve bütün bunları umursamayan Rick'in ışıklı mekanı. Herkesin gitmek için plan yaptığı yerde kalıcı olan Rick. Dünya, zamanın akışına kapılmışken zamanı durduran, insanlar geçmişi ve geleceği sorgularken sadece anı düşünen ama kesinlikle hovarda olmayan Rick.. Zaten onun zamanla ilgili sorunu - hatta sorunsuzluğu - şu meşhur diyalogda ortaya çıkıyor:

-  Dün gece neredeydin?
+ Çok uzun zaman geçti, hatırlamıyorum.
-  Bu akşam seni görebilecek miyim?
+ O kadar uzun süreli planlar yapmıyorum.

Aslında Rick'in bu duruma düşeceği Paris'te belli olmuş. "Dünya harabeye dönerken biz aşık olmakla uğraşıyoruz", muhteşem bir replik. İnsanlar kaçmaya çalışırken, Rick kalmaya uğraşıyor.

Filmin tüyleri diken diken eden sahnelerinden biri, mekanda Victor'un Marseillise'yi çaldırmasıydı. Victor çaldırıyor diyoruz da aslında Rick'in etkisi var yine. Onun onayı var. Mekanın tüm çalışanları, ne müşterileri ne de Nazi subaylarını önemsiyor. Ukala ve kasvetli bir adama sonsuz bağlılık. Marş çok etkileyici, sahne de çok etkileyici. Buna benzer bir durumu -Marseillise'nin Nazilere karşı okunarak gaza gelinmesi - daha önce Zafere Kaçış'ta görmüştüm.

Aslında filmin bir de klasik bir Hollywood altmetni var bence. Bir ABD propogandası. Rick tam bir ABD'dir. Dünya yanarken saklanmıştır. İnsanlar kaçmaya çalışırken veya idealleri için savaşırken o tarafsız kalır. "Kimse için kendimi riske edemem" demektedir. Fakat daha sonra kutsal dokunuşlarını yapar. Karakterli ve ahlaklı yapısını devreye sokar ama bunu kimseye açıktan göstermez. Misal Bulgar kıza yardım ettiği sahne gibi... Önce ilgisiz gözükür ama sonra sorunu çözer. Yüzbaşı Louis bir Fransa'dır. Fas'ta işgalcidir ve ama Almanlar da onu işgal edier. Victor Nazilere karşı direnenlerdir. İsveç'ten gelen Isla Avrupa'dır. ABD onu çok sever ama direnenleri tercih ederse arkasına bakmaz. 

Üzerine kitap yazmak gerekir bu filmin. En merak ettiğim de, filmin yapım yılıyla alakalı. 1942'de yani savaşın en hararetli zamanlarında çekilmiş. Dünya bir bilinmezliğe giderken... Gerçekten de sonu bilinmeyen bir hikaye var. Peki ya sonu bilinseydi? Yani 1950'lerde falan çekilseydi acaba nasıl olurdu?

Rick'in cool olmasını çok övdük. Fakat Isla -Bergman- fiziksel olarak daha muhteşemdir. Oyunculuğu da çok iyi. Gözlerinin içi ışıl ışıldır. Sadece gözleriyle bile oynayabilirdi. Gözleri ne renk acaba diye düşünüyorsun. Sonra geçiyor. Önemli değil. Siyah-beyaz bir filmde bu kadar etkileyici gözler...

Aradan 70 sene geçtikten sonra izliyoruz. Benim kaybım belki. Ama olsun. Matrixler, Inceptionlar sizin olsun. Bunlar da bana yetiyor.




Pazartesi, Aralık 15

Beylerbeyi 1-1 Sakaryaspor



Bu sezon ilk kez bir resmi maç, ilk kez bir lig maçı...

Türkiye ile Brezilya arasında oynanan hazırlık maçından sonra ilk defa bir tribün... Passolig almayacağım. Bu sadece Aktifbank meselesi de değil. Fişlenme muhabbeti de değil. Bir maça girmek bu kadar zor olmamalı. 2.Lig, 3.Lig maçları yeter. 

Gerçi bu maça da zor girdik. Tomalar, çevik kuvvetler... Bilmediğimiz sokaklarda yürüyerek, yolu uzatarak stadyuma girmek zorunda kaldık. 

Neyse ki hava güzeldi. Bir aralık gününe oldukça iyiydi. Güneş gözümüzü aldığı için sahaya iyi bakamadık. Beylerbeyi Stadı'nda ilk kez maç izledim. Bu da bir ders olsun. Bundan sonra güneşli günlerde maç izlemeye giden olursa şapkasını alsın. 

Aslında sahada da ilk yarıda çok fazla izlenecek bir futbol yoktu. Tam bir kör dövüşü. Sakaryaspor, grubun lideri, Beylerbeyi takipçisi. Bu matematik nedeniyle daha kaliteli bir maç bekliyorduk. Bu takımlar böyleyse grubun daha zayıf takımları ne durumdadır acaba. Beylerbeyi'ni daha çok beğendim, daha iyi top oynuyordu. Ama Sakaryaspor kötüydü. Tribünde söylenenlere göre bu sezon Beylerbeyi'ne iç sahada rakip olan en kötü takımdı. Buna rağmen lider olmaları büyük iş. Sanırım iç sahada ve hatta birçok deplasmanda tribün baskısı kurabilmeleri onları ön sıralara itti.

Maçın ilk yarısında iki gol oldu. Gereksiz bir faul sonrası kullanılan serbest atışta, Beylerbeyi'nin savunmacısı, kaleci Cüneyt'in hatasından faydalanarak golü attı. Golü atan oyuncunun forma numarası 62 (Tunceli), adı Ulaş Ali...

Gol biraz karambolden oldu. Kimin attığını net göremedik. Ulaş Ali'nin golden sonra hakeme yalvarıp golü kendine yazdırması 3.Lig'e yakışan bir andı.

Devrenin sonuna doğru Sakaryaspor hızlı bir atakla beraberliği yakaladı.  Altyapıdan çıkan 21 yaşındaki Abdülkadir kafayla golü attı. Bu sezon 8. defa golünü atıyor, takımın en golcü ismi. Alt liglerin sayısız Ronaldo tripli genç oyuncularından biri ama ara sıra etkili de oluyor. İlerleyen zamanlarda adını daha çok duyabiliriz. Zaten Sakaryaspor'da dikkat çeken başka isim de göremedik.

Beylerbeyi ise ikinci yarıda daha derli toplu bir görüntü çizdi, daha çok saldırdı. Saldırması da gerekiyordu. Sakaryaspor için deplasmanda bir puan yeterli olabilirdi ama Beylerbeyi'nin kazanması onu lider yapacaktı. Oyun bir ara 2006 yılının Gertes'li Galatasaray maçlarına döndü. Fakat Beylerbeyi o baskından golü çıkaramadı.

20 yaşındaki forvet ve kenar oyuncusu Mustafa Çeçenoğlu'nu beğendim. Çok koştu, çok da güçlü. Topu tutuyor, saklıyor. Stoperde oynayan Mümin Talip de hem saçlarıyla hem de hamleleriyle David Luiz'i andırdı. Orta sahanın ortasındaki Kerem Tulgar (23) da çok çalıştı. Bek oynayan ve tribünden sürekli gaz alan İsmail de (21) dikkat çekti.

Maçın son anlarında Sakaryaspor, serseri bir atakla golü bulabilir ve kötü oynadığı maçı kazanabilirdi. Levent Demiray'ın müthiş vuruşu az farkla auta çıktı. Maç da 1-1 sona erdi. Sakaryaspor'a daha çok yaradı. İlk 4 sıra 30-28-28-27 olarak diziliyor. Her bir puanın önemi var. Bunun en önemli kanıtı da, Beylerbeyi'nin maçlarının yarısından fazlasını (16da 9) berabere bitirmesine rağmen hala zirve yaşında yer alması.

Tribün hakkında ise fazla malzeme çıkmadı. Beylerbeyi bildiğimiz semt tribünü. Bir ara Trabzonspor Başkanı İbrahim Hacıosmanoğlu'nu gördük. Sakaryaspor ise sayısız otobüs ve minibüsle geldi ama bir kısmı giremedi. Girenler de iyi destek verdi. Ay ay yupi yupi'yi canlı duymak güzeldi.

Cumartesi, Aralık 13

Matrix



Bir gün sevgili stoper Asper Twitter'a bir cümle yazdı: Bu sitede Matrix yeterince övülmüyor.

Aradan 15 sene geçmişti. Bu süre zarfında bulunduğum her yerde, hatta üniversitede derslerde, sayısız muhabbeti yapıldı bu filmin ve ben hiç izlemediğim için sessiz kaldım. Bildiğim tek şey Komiser Şekspir'deki Okan Bayülgen sahnesiydi. Inception faciasından hemen sonra Asper'in de cümlesi önüme gelince artık vakit geldi dedim. Genelde böyle filmlere önyargılı olurum ama bu sefer tam tersiydi. Matrix, bir türün önünü açan, sinemaya yeni bir boyut getiren önemli bir film olmalıydı. Bunu herkes söylüyordu, ben de daha izlemeden doğru olarak kabul ediyordum. Üstelik içerik olarak, çok ince bir doluluğa sahip olması da oldukça heveslendirdi.

Sevmediğim bir türün heyecanla izlemeye başladığım filmiydi Matrix.

Fakat büyük bir hayal kırıklığı çıktı ortaya. Konu oldukça basit ve yüzeysel geçiştirilmiş. İtiraf etmek gerekir ki benim de cehaletim çok fazla. İncil göndermelerinin, mitoloji selamlarının ve daha bir sürü şeyin çoğunu ıskaladık. Fakat yine de, bir sinema filminde kurgunun ve aktarımın kuvvetine çok fazla inanıyorum. Bu filmde aktarım, inandırma gibi şeyler çok zayıftı. Üstelik çok başarılı oyuncular yer almasın rağmen.

Henüz daha 2 ve 3'ü izlemedim. Ama onlara karşı bir heyecanım da kalmadı. Keşke iki film daha çekileceğine, üzerine kitaplar yazılsaydı. Yani önce bir film izleyeceksin, sonra o filmde satır aralarında kalanları, karakter analizlerini, göndermeleri bir kitapla sunacaksın. Zaten sanırım filmle ilgili kitaplar var ama onların da bir yerden sonra sadece filme sıkıştıklarını ve asıl anlatılmak istenene (ki zaten çok taraf değilim o düşünceyle) fazla girmediğini düşünüyorum

Bana kalırsa, benim filmi beğenmemiş, ya da şöyle söyleyelim filmin beni coşturmamış olmasının nedeni Wachowski kardeşler. Ben bunların yaptıkları işleri pek sevemedim. Mesela entellektüel birikim olarak yanına yaklaşamayan ama hemen hemen aynı konuyu işleyen bir sene öncesinin (1998) filmi Dark City bana daha sağlam gelmişti. Sonuçta bu bir felsefe dersi değil, bir sinema filmi.

Haliyle Matrix yeni bir şey söylemiyor, ve hatta söylediği şeyleri de coşkulu bir biçimde ifade etmiyor. Neo'nun kurşunlardan sakınması veya ajanlardan kaçması heyecan uyandırabilir fakat bu da "Matrix'e inanan zihinlerin" hoşuna giden sinema kuralları olmaktan öteye geçemiyor. Yani sistemin alıştırdığı doğrulardan sıyrılmayarak 4 Oscar (3 tanesi ses ve görsel efekt ile ilgili) kazanarak, beni etkilemeyi başka bir bahara bırakıyor. 

Ama dediğim gibi, daha sade fakat buna rağmen daha sağlam (Dark City) bir film olsaydı beni çok memnun ederdi. Filmin içinde kaybolan birikim, felsefe ve göndermeler belki bu sayede daha öne çıkabilirdi. Aslında çok acı belki ama Sinan Çetin ile Okan Bayülgen olayı daha net ve daha vurucu açıklamıştı:

"Büyüksün artist Tatü diye tapınacaksınız lan bana... İmza almak için önümde kuyruğa gireceksiniz. Posterlerim duvarlarınızı, bakışlarım hayallerinizi süsleyecek. Çok seveceksiniz ulan beni. Çok seveceksiniz! 

Yok ki lan hiç biriniz yoksunuz... Ne bu binalar ne bu şehir ne bu trafik. Nedir ulan, bu yanılsama değil mi lan! Gerçekliğin komik bir alegorisi aslında. Aslında hiçbiriniz yoksunuz. What is matrix ulan bu!

Nereye kaçıyorsun he nereye... Ölüm mü gerçek, ben mi gerçek yoksa hayat mı"

İşin aslı, sırf bu nedenle bu bütçeye yazık olmuş. Filmin ahengini bozacaksa da aslında film sonrası kitap iyi bir fikirdi.

Ablalar Çekilirken



Biraz geç bir yazı olacak ama hiç olmamasından iyidir. Zaten yazıdan öte bir hatırlatma, bir saygı duruşu.

Bu yaz Türkiye'de düzenlenen Basketbol Şampiyonası'nda milli takım dördüncü olmuştu. Gayet iyi bir derece ama son dönemde kazandıkları ve alıştırdıkları başarılar nedeniyle biraz gölgede kalmış olabilir. Ev sahibi avantajıyla daha iyisi gelebilirdi, gelmedi, canları sağolsun.

Bu turnuvanın ülke basketbolu için de önemli bir özelliği var. Bir kuşağın, başarılı bir kuşağın, kendisinden sonra gelen gençlere örnek olan bir kuşağın artık yavaş yavaş sahneden çekildiği bir turnuva oldu.

Kadroda yer alan Nevriye Yılmaz, Şaziye İvegin, Tuğba Palazoğlu, Esmeral Tunçluer, ve kadroda yer almamasına rağmen son dönemde kadın basketboluna önemli katkıları olan Yasemin Horasan yavaş yavaş salonlardan kopacak. Baktığımız zaman Işıl, Birsel, Bahar nesli yetenek ve fundemental olarak onların biraz daha önünde duruyor fakat son 15 yıldaki yükselişte "ablaların" en azından mental olarak büyük payı var.

2000 yılında Ümitler Turnuvası'nda dördüncü olarak ilk defa büyük bir başarı kazanıp umutlandırmışlardı. O kadroda şimdi sunuculuk yapan Şükran Albayrak da vardı. Ondan sonra devamı geldi. Aralarında Euro Cup, hatta Euroleague kazananlar oldu. WNBA oynayan vardı. Olimpiyata gittiler. Belki bundan sonra bazıları yine ara ara milli formayı giyer, fakat sporculuk ömrüleri artık sona geliyor.

Yaptıkları katkı çok büyük.

Perşembe, Aralık 11

Çöpçüler Kralı




Çöpçüler Kralı, başarılı bir komedi filmi olmasından daha dolu bir içeriğe, daha güçlü bir etkiye sahip. 1977 yapımı olmasına rağmen, filmde emeği geçen hemen hemen herkes için bir iade-i itibar filmi. Şimdi diyeceksiniz ki Kemal Sunal için neyin iadesi, adam zaten halkın sevgilisi. Doğrudur ama entellektüel çevre ve sinema dünyası uzun süre Kemal Sunal'ı kabullenemedi. Fakat 1977 yılı Sunal için önemlidir, ilk defa Antalya'da ödül almıştır. Kapıcılar Kralı ile en iyi erkek oyuncu ödülünü aldıktan sonra, aynı sene içinde Çöpçüler Kralı'nda rol almıştır. Tam emin olmamakla beraber, sanırım ödül aldıktan sonra çektiği ilk filmdir Çöpçüler Kralı. Bundan sonra da aynı ödül için 12 sene beklemiştir.

Keza senarist Umur Bugay için de benzer şeyler söylenebilir. Bizimkiler dizisini de yazan Bugay, iyi bir gözlemcidir. Ne de olsa İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü mezunudur. Çöpçüler Kralı'nda da bunu çok iyi görüyoruz. Bizimkiler gibi bir apartman, Çöpçüler Kralı'nda bir mahalle, Kapıcılar Kralı'nda ikisini birden muazzam şekilde yansıtıyor. Tabi, Bizimkiler de bir süre sonra için cılkı çıkıyor, seneler boyunca aynı monotonluk devam edince dizi de şu an bir kesim için alay konusu haline geliyor.

Çöpçülre Kralı'nda, gazeteye yaza yaza hükümeti düşüren adamdan (üstte), gazeteci çocuğa,  gazinoda çocuğunu şişeye işettiren anneden, çöpçü Apti'ye kahvaltı getiren yaşlı teyzeye, mahalledeki siyasi duvar yazılarından tüp kuyruklarına kadar kadar bütün detaylar Umur Bugay'ın gözlem yeteneğini gösterir. Böylece Umur Bugay'ın nadir şekilde ödül aldığı filmlerden biri olmuştur, hak etmiştir.

Erdal Özyağcılar zaten underrated bir oyuncu, o da Bizimkiler'de çok verimli yıllarını harcadı. Oysa çok daha fazla sinema filmi çekebilirdi. Bu bağlamda elimizde bulunan az sayıda filminden biridir. Sanırım ilk önemli filmlerinden biri. Arkasından Sultan ve Kibar Feyzo geliyor.

Müzikler çok özeldir, altında Cahit Berkay imzası vardır. Zaten o dönem sinamanın yükünü çeken isimlerden biridir Berkay. Onun dışında Şener Şen, Ayşen Guruda, İhsan Yüce her zamanki gibidir. İlyas Salman az zamana çok şey sıkıştırır. Yönetmen koltuğunda dönemin toplumsal yaşantısını çok iyi yansıtan Zeki Ökten'in oturması tamamlayıcı unsur. Yapımcılara çok önem vermem ama bu kadroyu oluşturan kişi de Ertem Eğilmez olunca, iade-i itibar özelliği bir derece daha katlanıyor. Hatta Apti'nin türkücü olduğu kısımlar ilk başta senaryoda yokmuş ama Eğilmez'ın isteğiyle eklenmiş. Zaten oralar biraz hızlı geçer. Yine de gazino tasvirleri çok önemlidir.

Bütün bunları düşününce "en iyi yerli filmlerden biri" demiyorum. Gerçi sosyolojik analizleri apayrı ve uzun bir yazıyı hak eder. Aradan geçen yaklaşık 40 seneden sonra ise bunları baştan yazmak haddimiz değil. Fakat yukarıda dediğim gibi, bir all-star, bir saygı duruşu gibi külliyatta yer alması çok önemli.

Kamu Malı



Ayaklanma bir felaketse, savaş ondan daha mı ufak bir afettir? Sonra bütün ayaklanmalar afet midir? Hem 14 Temmuz (Fransız Devrimi) 120 milyona mal olsa ne çıkar? V.Philippe'in İspanya'ya yerleşmesi Fransa'ya iki milyara mal oldu. Aynı fiyata da olsa yine 14 Temmuz'u yeğlerdik. Zaten bu rakamları kabul etmiyoruz. Görünüşte makul duruyorlar ama temelinde sözcüklerden başka şey değiller. Söz konusu bir ayaklanma olunca, onu kendi kendimize inceleriz. Liberal karşı çıkmanın bütün söylediklerine sonuç söz konusu ediliyor, biz nedeni arıyoruz.

Victor Hugo-Sefiller

Çarşamba, Aralık 10

Inception



12 Angry Men'den bir gün sonra Inception izlemek harika oldu. Müthiş bir kıyas. Yapay sanat ile gerçek sinema farkı. Gerçi ekşi sözlük'ye biri 12 Angry'e bok atmak için Inception örneği vermiş ama olsun. Ne kadar çaresiz kaldığı ortada. Bari Avatar falan deseydi.

İzlediğim ilk Nolan filmi. Interstellar hakkında merakım artıyordu, öncesinde izlemek istedim (Daha sonra Memento'yu da izledim). Gerçek anlamda bir hayal kırklığı.

En azından felsefi anlamda bir derinlik bekliyordum. Filmin bana kattığı tek düşünce rüyada nereden geldiğini hatırlamıyor olmak. Bu anlamda hayatla ilgili bir parallelik kurabiliyorsun. Ve ince bir soru işareti çıkıyor. Yalnız rüyadan uyanmak için sadece dürtme ve öldürülme mi gerekiyor emin değilim. Gördüğüm rüyaların çoğunda neredeyse rüyada yer alanların isimlerinin akışını görerek uyanıyorum. Neyse, araştırılmaya değer, ilgi uyandırıcı bir konu. Böyle bir kapı açtığı için teşekkür ederim. Ama bu kadar. Bunun için milyon dolarlık bütçeye gerek yoktu. Bizim çocuklarla sahilde muhabbet ederken de böyle şeyler çıkıyor zaten.

Rüyada geçen bir film olması önemli bir kazanç. Eğer öyle olmasaydı, "Korkunç Tehlike" "Amansız Takip" "Macera Ateşi" gibi bir isimle pazar gündüzleri Show Tv'de 200 defa yayınlanan filmlerden biri olurdu. Olmadı. Çünkü rüyada geçiyor. Muhteşem bir detay!

Leo Di Caprio ve diğer oyuncuların çabası çok önemli. Filmi izlenebilir kılıyor. Onun dışında geriye bir şey kalmıyor. Nolan ile böyle tanışmak kötü oldu.