Salı, Aralık 27

All About Eve



1940-1970 arası Amerikan sineması için muazzam bir dönem. Son iki senede keşfettim. Boş yok gibi. All About Eve; belki de aralarında benden en az notu alan olur. Ama bu da az buz not olmaz. Hemen her dalda Oscar'a aday olmuş bir filmden bahsediyoruz. O senenin bir diğer adayı da Sunset Boulevard. Onu da akranlarıyla kıyaslayınca çok beğenmemiştim. 

İkisinin aynı yıla denk gelmesi; 1950'ye ilginç... Keza İki filmin hikayeleri de baş karakterleri de birbirine benziyor. Aynı yıla denk gelmesi inanılmaz bir tesadüf veya o dönem ABD sinemasında tartışılan bir konu var. All About Eve; bu açıdan daha eleştirel cümlelere sahip ve rakibinin bir adım daha önde

Filmde çok kısa bir rolde Marilyn Monroe yer alıyor. Henüz ilk zamanları. İlginçtir; sinema tarihinin en önemli figürlerinden biri; henüz çok genç, geleceği belirsiz ama yer aldığı film belki de onu en iyi anlatan şey olacak.

Pazartesi, Aralık 26

3 Idiots




Sinemaya ilgisi olup da 3 Idiots'u izlemeyen insan pek kalmamıştır. Ancak benim gibi; süresinin uzunluğundan dolayı devamlı erteleyenler vardır. Filmin hakkını verebilmek için önce; üç saatlik bir boşluğunuz olacak. Fakat onun dışındaki durumlar sizi korkutmasın. Filmi izlerken bir kere bile 'Kaç dakika kaldı' demiyorsunuz. Akış muazzam. Hatta bitmesine üzüldüm. Bir saat daha olsa giderdi. IMDB'nin Top 250 listesinde yer alması boşuna değil. Ben Hint nüfusunun oylamaya akın ettiğini, o nedenle haddinden fazla bir şekilde yukarıya tırmandığını düşünmüştüm. Fakat gerçekçi bir yer elde etmiş diyebilirim.

Zaten sinemaya ilgisi olmayan insanlar bile, Facebook gibi platformlarda en azından bir sahnesine rastlamıştır. O kadar popüler, o kadar geniş kesime hitap eden bir film. Zaten ülkesinde gişe rekorları kırmış. Şaşırtıcı değil.

Eğitim sistemine eleştiriler sunan bir film. Benzer filmler var ama bu diğerlerinden biraz daha eğlenceli ve komik bir film. Filmin başındaki intihar sahnesi dışında üzen ve sinirlendiren bir durum yok.

Konuyla ilgili de benim bazı görüşlerim var ama buraya sıkıştırmayacağım. Belki ayrı bir yazıya yediririm. Ama beni şaşırtan; Hindistan ile Türkiye'nin, iki farklı ülkenin, iki farklı yaşam tarzının, iki farklı geçmişin aynı sıkıntıları yaşıyor olmasıydı. Bu film Türkiye'de çekilseydi kimse şaşırmaz abartılardan veya eksiklerden bahsetmezdi. Bu kadar benzerlik beni çok şaşırttı. Belki de pozitif bilimlerde; sistem hemen her yerde aynı işliyordur. Umarım öyle değildir!

Eğer Tarsem Singh'in The Fall başyapıtını saymazsak (ki zaten Hollywood filmi), sanırım çocukluk yıllarımın ardından izlediğim ilk Hint filmiydi. Hint sinemasının en önemli özelliği olan müzikleri beni soğuturdu. Bu filmde ise müzikler de (Shantanu Moitra) çok iyiydi. Renk kullanımı da benim takdirimi aldı. Her şeyiyle çok iyi işi çıkarmışlar. Belki de benim düşük beklentimin de hoş zaman geçirmem de etkisi vardır.

Alışkanlık





Telefonda temizlik yaparken bu fotoğrafları buldum. Bana ait değil; kim çekmiş, kim yollamış hatırlamıyorum. Hakkını helal etsin. Telefonda durup 'silinme' tehlikesi ile karşı karşıya kalacağına burada kalsın.

Artık o eski 'özledik be abi' yazılarına girmek istemiyorum. Zaten artık değil stadyumun kendisi, onun arkasından dökülen ağıtlar bile 'eski' sıfatını alır oldu. Bu postu 11 Ocak'ta koyup akıntıya kapılmak da istemedim. Tam zamanında denk geldi.

Olan oldu. Hayat devam ediyor. 'Alışırsınız' dediler, alışmadık. Yerine bir şey de koyulmadı. Ama belki daha iyi olmuştur. Yerini dolduracağız diye dün soğukta Alanyaspor maçına gitmektense; dün soğukta kendim top oynadım. Daha önceki haftalarda olduğu gibi...

Bu hayatta edilgen olmama zorlanmama dayanamıyorum. Kabul etmiyorum. Sahnenin en önünde olmak istemem ama ortaya çıkan ürünün ve değerin bir parçası olmak isterim. O ürün çok kaliteli veya çok rağbet gören bir şey olmasa da... 

Yıllardır yaşadığımız ve bizim 'romantik' damgası yememize neden olan çarpıntının ana fikri bu. Sami Yen'de veya onun gibi yerlerde olayın aktörü olduğunuzu hissediyordunuz. Size ait bir şeylerin olduğu ve yaşanan ana dahil olduğunuz alanlardan bahsediyorum. Sadece stadyum değil; yürüdüğünüz sokaktan gittiğiniz birahaneye kadar... Hatta belki de yaşadığınız ülke bile...

Yenilerde ise artık edilgen bir roldesiniz. Kabul edin veya etmeyin; gerçek bu. O nedenle her şeye rağmen, olayın/anın içinde olmaya çalışmaya devam ediyorum. Bunun için alternatifler üretmeye çalışıyorum, yeni alanlar açıyorum ama kesinlikle bana verilen rolü kabul etmiyorum. Zorlandığımızı kabul ediyorum. Tam anlamıyla da hakkını veremiyorum. Belki bu nedenle kendimi yiyip bitiriyorum, hatta birçok kişiye kendimi ifade etmekte güçlük çekiyorum ama günün sonunda daha huzurlu olduğumun farkında oluyorum. 

Maç saatinde kendi maçımı oynamak daha iyi geliyor bana. Kimse izlemiyor, Türkiye nefesini tutmuyor, puan hesapları yapılmıyor ama terliyorum, insanlarla iletişime geçiyorum ve en önemlisi sahadayım. Yok edilen eskiye takılmadık ama dayatılan yeniye de kapılmadık...

Pazar, Aralık 25

Half Light



Gerilim ve korku filmleri arasında bir fark var. Sanıldığından daha ciddi... Korku filmleri; gerilim filmlerinin yanında çok komik kalıyor. Çünkü gerilim filmlerde gerçeklik payı çok yüksek. Ya bir seri katil, ya bir ruhsal bozukluk... Bunların hepsi gerçek hayatın içinde; hemen yanımızda olabilecek problemler. Korku filmleri ise uzun sessizliklerin ardından verilen yüksek sesli sahneleri saymazsak; garip canavarlar veya saçma hikayelerle geçiştirilen bir tür.

Half Light ikisinin arasında kalmış filmlerinden. Çok ayırt edici özelliği yok. Ama mesele izleyiciyi germekse; bunu başarıyor. En azından bende uzun süre başarılı gitti. Sonuna doğru ise biraz saçmalama emareleri çıkmıyor değil; ki bu da benim nezdimde korku filmi sınıfında değerlendirilmesine yol açabilir. Fakat İskoçya'da geçen film; eksiklerini de görsel yönden avantajlarıyla tamamlıyor. 

Demi Moore denince akla 'güzellik' geliyor ama kadın aynı zamanda fena olmayan bir oyuncu. Fakat yer aldığı filmleri çoğu zaman vasatın altında kaldı. Bu da onlardan biri. En azından vasat. Ama izlenmeyecek bir film değil. Gece yarısı biraz gerebilir ama akşam yemek sonrası bir atımlık gider...

Sergen FM



90'ların en iyi radyosu...

Cumartesi, Aralık 24

Heist


Devamlı kazanın değiştiği, devamlı bir aksiliğin çıktığı ve devamlı birilerinin oyun oynadığı soygun filmlerinden. Daha iyileri muhakkak vardır ama bunun bir parça farkı var. Soygun yapmaya çalışanların büyük bir kısmı devamlı sakarlıklar yapıyor. Sakarlık; komedi unsuru olarak kullanılmıyor. Ama öyle diğer soygun filmlerinde olduğu gibi kusursuz karakterler, muazzam planlar burada yok. Çoğunun zaafları var. Haliyle biraz daha gerçekçi veya izleyen biraz daha yakın durabilir. Gene Hackman'ın oynadığı son filmlerden. Danny de Vito ve  Sam Rockwell de büyük katkı veriyorlar. Tam bir kış günü pazar günü kahvaltı sonrası filmi...

Dikkat



Bu sezon Emre Çolak etkisiyle daha sık Deportivo la Coruna maçı izliyoruz. Emre Çolak da iyi oynuyor ve hemen her ay kulübünden ödül alıyor. Fakat benim özellikle dikkatimi çeken, Rumen forvet Florin Andone oldu.

Son 6 maçta 6 golü var. Asist de yapıyor. Ama istatistikleri pek önemli değil. Zaten sezonun ilk günlerinde rakamları bu kadar iyi değildi. Fakat oynadığı futbol üst düzeyde. Böyle hücumcuları seviyorum. Deparlı, dağıtıcı, güçlü... Üstüne bir de gol atıyor.

İki hafta önceki Real Madrid maçının öne çıkan ismi Joselu'ydu. Ama maçı canlı izleyen herkes için Deportivo adına Andone bir adım öndedir. Mücadelesi, presi, takımını ileriye taşıması, doğru tercihleri, lider karakteri... Üstüne bu hafta da Osasuna maçında golünü attı.

Böyle futbolcu tanıtımlarını sevmiyorum ama bu çocuk hoşumuza gidiyor. 23 yaşında, geçen sezon Cordoba ile 2.Lig'deydi, yazın Euro 2016'da forma giydi. Önü açık, geleceği var, takipteyiz.

Cuma, Aralık 23

Hello I Must Be Going



Çerezlik bir film izleyip arkada güzel müzikler çalmasını tercih ediyorsanız ve güzel diyaloglar yakalamak peşindeyseniz tam böyle bir film.

Çok büyük beklentiye gerek yok. Ama sıkıcı bir film de değil. Two and Half Man'den bildiğimiz Melanie Lynskey'i izlemek isteyenler varsa (çok fazla hayranı olduğunu biliyorum) istediklerini bulurlar.

Derbi Ateşi


Everton - Liverpool maçının son dakikasında konuk takım gol atar. Ondan sonra çılgınca bir sevinç ve sahaya düşen bir meşale...

Sık sık rastlanan  bir durum ama İngiltere'de olunca biraz daha hoşumuza gidiyor. Sisteme her unsuruyla uyan, sınırların dışına çıkmayan bir ülkede en ufak bir 'taşkınlık' ilerisi için umut veriyor. Bizim için güzel kareler ama tabi ki orada kuralların uygulanması daha disiplinli. Bu şu demek; biz burada fotoğraflara bakarak iç geçirirken orada birileri ağır bir ceza almıştır.






Tam da bu günlerde Danimarka'da Brondby taraftarları daha az ısı yayan ve etrafa zarar verme ihtimali olmayan meşale geliştirmek için çalışmalara başlamış. Dünya alev alev yanarken, futbol adına güzel şeyler oluyor.

Perşembe, Aralık 22

Legend



Mafya filmleri iyidir. En kötüsü bile izlenir sıkmaz. Ama bunun için, verdiğiniz vaadi daha geniş tutmanız lazım. Mafyatik konuları daha fazla öne çıkarmalı; aşkı sevgiyi ötelemezsiniz. Bu illa çatışmalar olsun, küfürler edilsin, intikamlar alınsın demek değil. Beyaz perdede Godfather, televizyonda Soprano bunu çok iyi becermişti.

Herkes bu ikisinin seviyesine çıkamaz. Ama iyi bir konuyu da çok basit işleyip baştan savmak ihanet gibi bir şey. Legend, 2015 yılının filmlerinden. Hakkında çok fazla yorum okumamıştım. Sanırım bu yüzden. Tom Hardy canavar gibi iki ikiz kardeşi oynuyor. Filmin en etkileyici tarafı da bu. Senaryo dar, yan karakterler zayıf. Tek kişilik Tom Hardy şovu olarak değerlendireceksek 10 numara film. Ama bir mafya filmi için oldukça düşük puan verilir. Eksi notlar senarist ve yönetmen Brian Helgeland'a verilir.

Her şeye rağmen izlenmeyecek bir film değil. Keyifli bir zaman geçirir. Komedi filmi olarak değerlendirmek bile mümkün, o zaman puanı daha da yükselir. Gerçek bir hikaye olması da Kray kardeşler hakkında merakımızın yükselmesine sebep oldu; bu da bir filmde ihtiyaç duyduğumuz bir durum.

Ne Garip



Ala şafağında ülkemin yıldız uçurmak varken 
Oturup yıldızlar içinde kendi buruk kanımı içtim 
Ne garip duygu şu ölmek? 
Bir açıklaması vardır elbet giderken

Pazartesi, Aralık 19

Krigen



Son Oscar ödüllerinde; yabancı dilde film dalında Türkiye'yi heyecanlandıran bir aday vardı. Mustang; Türk ekibi ve kurgusu ile dikkat çekmiş ve burada da tartışılmıştı. Ben hâlâ izleyemedim ve aslında da pek iyi yorumlar duymadığım için heveslenmedim.

Ödülü kazanan Son of Saul dışında, en çok hakkında iyi yorumlar duyduğum film Danimarka'dan Krigen oldu. Savaş, bireysel ahlak, sosyal devlet gibi kavramlar ortaya dökülüyor. Fena film değil ama aday olmasına şaşırdım. İşin Türkiye kısmını ise filmin sonunda fark ettim. Yapımda emeği geçen birçok Türk vardı ve Konya'daki devlet kurumlarına teşekkür ediliyordu. Meğer filimin Afganistan'da geçen sahneleri Konya'da çekilmiş..

Sonuç olarak bu film de tıpkı Mustang gibi ödül alamadı. Danimarka son dönemde sık sık oraya bir aday film yolluyor. Krigen kazanamadı. Muhteşem bir film olmasına rağmen, muhteşemden de öte bir film olan La Grande Bellezza'ya geçilen Jagten da 2013'te birinciliği alamamıştı. İlginç olan ise 2010'da Biutiful ve Incendies gibi filmleri geride bırakan Hævnen'ın Danimarka'ya Oscar getirmiş olması. O da iyi filmdir ama  bana kalırsa burada adı geçen ve izlediğim filmler arasında en zayıf olanı oydu.

Pazar, Aralık 18

Spor ve Toplum



"Bugünkü sosyal sıkıntıların giderilmesi için sporun ve sanatın yeniden gözden geçirilmesi lazım. İnsanımızın spora ve sanata yönelmesi gerekiyor ancak tam tersi yapılıyor. Bu illa sporcu olsun diye de olmamalı. Düşünün; evden çıktığınızda spor yapmak için nereye gidiyorsunuz? Yürüyüş yapmak istiyorsunuz, var mı yürüyüş yapabileceğiniz bir yer? Bulamıyorsunuz. Paranız varsa salona gidersiniz ama o da çok sağlıklı değil. Toplumsal olarak bir parkta yürüyebiliyor musunuz? Sahilde belki arabaların arasında yürüyebilirsiniz.

Bu bir sosyalleşmedir aynı zamanda. Spor yapmalı, sosyalleşmeli eğer yetenekliyse sporcu olmalı. Biz tesadüfen sporcu olduk. Doğrusu da oydu... Deniz kenarında denize giriyordum, kumda oynuyordum, mahalle sokak arasında araba yoktu, oynuyordum. Biz aslında şanslıyız çünkü bu alanlar artık yok. O zaman planlayacağız. Bu devlet için de ülke çok önemli. 

Zengin, fakir fark etmez, herkes yürüyüş yapabilir. Sabah herkes birbirine "günaydın, merhaba" diyebilir. Bu sosyalleşmedir. Sanat için de böyle olmalı. Dejenerasyon yapan sporcuyu, sanatçıyı dışlayalım ama onlarla kavga etmeyelim! Devletiyle savaşan sanatçı - sporcu olmaz ama devlet de sanatçı ve sporcusuyla kavga etmez. Öyle bir şey yok! Hükümetler ya da partilerle tartışabilirsiniz, kavga edebilirsiniz, fikirlerinizi söyleyebilirsiniz. Ama bu sanatı ve sporu yok etmesin. Ne iş yaparsanız yapın, sporla sanatla bunu düzeltebilirsiniz. Çünkü sanat ve spor özgürlük alanlarıdır, düşüncelerin söylendiği alanlardır."

Şenol Güneş / Stadyum Dergisi

Cumartesi, Aralık 17

Manny



Manny Pacquiao'yu geçen sene 'asrın maçı' olarak adlandırılan ama sonunda fare doğuran müsabaka ile tanımıştım. Filipinler'den çıkan, nispeten daha çelimsiz gözüken, sıfırdan gelip her kulvarda şampiyonluk kazanan sempatik adamı, Floyd Mayweather gibi sektörün beslediği soğuk siyahi boksör imajına tercih etmiştim. Tabi herhangi bir bilgiden dolayı değil, sadece dış görünüşleri ve temsil ettikleri imajları buna sebep olmuştu.

Manny yenilince de biraz üzüldüm.  Ardından Manny'nin çok da sempatik olmadığımı öğrendim. Maçtan sonraki aylarda eşcinsellik ile ilgili yaptığı açıklama dünya çapındaki sempatisini düşürmüştü. Sonrasında 2014 yılında çekilen (tüm bunların öncesinde) belgeselini izlemeye karar verdim. Genelde böyle belgeseller (sporcunun kendisinin, ailesinin de konuştuğu) tek taraflıdır. O nedenle sporcu büyük bir kahraman gibi yansıtılır. Artık belgesel ekibinin çabasından mı yoksa bizim satır aralarından okumamızdan mıdır anlamadım ama belgeseli izledikten sonra Manny'e biraz daha ayar olmaya başladım.

Siyaseti kullanması, dini sık sık öne çıkarması, menajerlerine ipleri vermesi; bunlar kötü şeyler. Günümüzde sporcuların çoğu buna benzer sorunlar idare edemiyor. Ama en azından madem öyleler; 'kötü adam' imajlarını tercih ederim. Sahici olmaları iyidir. O nedenle belgeselde de o yönüyle, şeffaflığı ve dobra olmasıyla dikkat çeken Floyd Mayweather benim nazarımda bir adım öne geçti.

Cuma, Aralık 16

Adelante



San Mames'te deplasman tribünü; Real Betis taraftarları... Tam ışıklandırmanın altına geçmişler, çok iyi denk gelmiş.

Bu arada saygı duruşu saldırıların ertesi gününde İstanbul için.. Hande Fırat da tükürükler saçarak "Biz Avrupa'da saldırı olsa hep beraber memleketçe ayağa kalkıyoruz, 'hepimiz bilmemneyiz' diyoruz. Her türlü açıklamalar anında yapılıyor, Nerede kardeşim açıklamalarınız" diye dursun...

Ulan o değil de durduk yere konu deplasman tribününden faşist ruhlara geldi. Bize de yazık...

Bu arada Adelante; İspanyolca'da ileri demek...

Perşembe, Aralık 15

People I Know




Al Pacino ile Robert de Niro yaşayan en büyük iki oyuncu olarak gösteriliyor. Zaten aksini iddia eden pek çıkmaz. İkilinin zirvede olmasının nedenleri arasında yetenekleri kadar tercihleri de var. Vasat filmlerde çok fazla oynamış olsalar da genel olarak o vasat filmler bile insana ilginç geliyor. Yani bir şekilde 'iyi oyuncu'dan öte; çok geniş bir külliyata sahipler. Bu da onları bambaşka bir noktaya taşıyor. 

2000'den sonra da; yani ikisinin de yaşlanma süreçlerinde de bu tercihler daha belirgin olmaya başladı. Ölümü daha çok düşünen, hayatının sonuna geldiğini fark eden, mesleki anlamda en iyi günlerini geride bırakan, hayatını sorgulayan karakterleri oynamaya başladılar. Çok iyi işler çıkardılar. En basit kurguya, en düşük bütçeye bile ruh kattılar. Bu film de onlardan biri. Birçok kişiye göre Pacino'nun yer aldığı en kötü film. Haklı olabilirler. Ama Al Pacino yerinde  başka biri olsaydı kesinlikle suratına bakmazdı! Ama Pacino işe girince öyle olmuyor.

Filmin şanssızlığı; 11 Eylül'den önce çekilip, 11 Eylül'den sonra (2002) gösterime girmesi. Herhalde senaryoda bazı değişiklikler olmuş. Yoksa bu kadar fazla havada kalan nokta olmazdı. Aslında ilgi çekebilecek bir filmken; basit geçmek zorunda kalmış. Fakat Pacino;o basit komplo teorilerinden daha fazlasını düşündürmekte çok başarılı...

Şimdi başa dönersek; Pacino ve Niro için iki filmi listeye aldım. Biri The Humbling, diğeri de Being Flynn. 

Çarşamba, Aralık 14

Bi Alex + Bi Ayran



Dinamo Kiev faicasından sonra, sabah uyanır uyanmaz ağza takılan bir şarkı gibi dilime takılıverdi: "Her şeyde var bir hayır, belki buradan UEFA'ya.."

Bu söylemler bizim arada kalmış neslin en çok sevdiği söylemler. Hele şu 'uğurlu geliyor/uğursuz geliyor' hikayeleri. Yeni dönemde buna 'totem' dense de bu 'uğursuzluk' kelimesi daha civcivli.

Oldum olası bu tarz hikayeler hep ilgimi çekmiştir. Ören yerine gidersin, yamuk yumuk bir taş gösterirler. "Oğlu babasına el kaldırmış ve taş olmuş, elindeki üzümler ise yılana dönüşmüş. Bunu duyan annesinin gözyaşları ise nehre..." tarzı bir hikaye ile süslerler. Tabi hemen yanında satılan 'efsane üzüm suyu, hain evlat taş bibloları' görüldüğünde masumiyet kaybolur. Ağlayan annenin göz yaşını endüstriyelleştiremiyorlar diye hafif bir mutlu olursun.

Semtte voleyi vuranlar; 15-19 yaşları arasında enstrüman çalmayı öğrenen, iyi bir okul kazanan, bir sporu milli olimpiyat komitesi seviyesinde yapabilen, düşürmeden 87 sektirebilen, smaç yapabilen, Adidas streetball giyebilenler olmadı. Banklarda otururken 'bu adalar hangisiydi?' sorusuna soldan-sağa sırasıyla sayabilenler oldu. O günlerden bu günlere çok şey değişti ama "Haftasonları çok kalabalık oluyor. Heybeli ya da Büyükada'ya gidilmez en güzeli Kınalıada aslında" söylemleri değişmedi.

"Hayırsız Ada" muhabbetini ilk duyduğumda balıklama atlamıştım. Vakti zamanında bir İngiliz kodamanı İstanbul'u ziyarete geliyor (her şeyin altından çıkmasalar şaşarım / blogspot silmeden paylaş). Akşam soğuk bir şeyler içmek için Beyoğlu'na akılıyor. Bunları ara sokakta sokak köpekleri sıkıştırıyor. Korkusu yetiyor tabi. Derhal telefonlar, telgraflar... Günün yöneticileri tüm köpekleri toplayıp Caddebostan'dan Adalar'a bakınca en sağda arkalarda görünen o biçimsiz kaya parçalarına gönderiyorlar. Garibanlar gecelerce uluyarak, aç bilaç ölüme gidiyorlar. Diyorlar ki kokuları günlerce vurmuş Anadolu Yakası'na. Sonra İstanbul'da büyük bir yangın peydah olmuş. Deprem diyen de var. Köpeklerin laneti.

Bi hikaye yine aynı mevzu. Ankaragücü'nün kurulduğu yıllarda (ne alakaysa) Fransa garip bir teklifle geliyor İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne (her şeyin altından çıkmasalar şaşarım). O dönemde kimya-parfüm-kozmetik-deri alanlarında köpekler kullanılıyormuş. Parfümle köpeği ilişkilendiremediğim için yabancı kaynaklardan bakayım dedim. O yıllarda 1.Dünya Savaşı'nda köpek kullanıyorlarmış mayın/bomba muhabbetine. Köpek eti yemenin moda olduğunu söyleyen de var. Neyse; bunlar 80.000'e yakın köpek istiyorlar. Belediye'de bu durumu müptezel tayfaya havale ediyor. "10 köpek getir, 1 altın al " tarzı kampanyalar. Köpekler toplanmaya başlıyor. Yine yukarıda bahsi geçen Hayırsız Ada'ya yolluyorlar. Savaş zamanı Avrupa'da. İptal oluyor anlaşma. Köpekler de ölüme terk ediliyor. Geceler boyu ulumaları dinliyor Anadolu Yakası, hayvan leşi kokusu kaplıyor Bağdat Caddesi kıyılarını. Suadiye sahili köpek ölüsü kokuyor. Sosyal medya olmadığı için haberimiz olmuyor tabi. Sonra Balkan Savaşı patlıyor, kıtlıklar, yoksulluklar... Köpeklerin laneti.

Uzun zamandır uğramıyordum Kadıköy-Yazıcıoğlu'na. Mp3 Cd ya da oyuna artık ihtiyaç olmadığı için gitmiyorduk. 90'ların sonları.. Dershane sonraları akılan büfeler. Şöhretler Büfe en meşhuru.
Yarım ekmek arasına doldurulan türlü sağlıksız madde. Almanların dediği gibi (her şeyin altından çıkmasalar şaşarım) "Sosis imalatı ve siyasi pazarlık halk önünde yapılmaz, çünkü her ikisi de mide bulandırır."

O dönem nedense bu karışık sandviçlerin adı Fenerbahçeli futbolcularla özdeşleşirdi. Şöhretler Büfe'nin menüsü 'manyak', 'psikopat', 'artiz' yanında o dönem kim revaçtaysa o futbolcunun isminin konduğu karışık sandivçlerden oluşurdu. "Okocha" "Atkinson" ile başlayan süreçte en sonra "Alex, Appiah ,Anelka" muhabbetini hatırlıyorum. 



Aynı yıllarda Şampiyonlar Ligi'ndeki salı maçları muhabbetine Salı Pazarı kaldırılmıştı. Pazarcıların tepkisi büyük olmuştu. Reality show tadında yapılan haber bültenlerinde yayınlanan görüntüler dün gibi aklımda. Hatta bir Feyenoord maçı öncesinde alınmıştı bu karar ve 0-1'in rövanşında elenmişti. Değişik hikayeler işte. Pierre van Hooijdonk' un adı Şöhretler Büfe'de yarım Ayvalık Tostu'na verilecek , o gün yedek oturan Robin van Persie yine burada oynayacak. Uğursuzluklar hep bizi buluyor demek adamların kaderlerine hep pozitif yönde çalışmış.(Gerçi tabi bir de onlara sormak lazım; neye göre)



Bugün Kadıköy'de o hava yok. Menüde tek futbolcu ismi Alex. Aziz Yıldırım "halka bayramlaşma" için sokağa inse ve buraya oturup ikram edilen soğuk ayranı içerken bu manzarayı görse kesin müdahale eder.

Tertemiz çalışan maç linklerine 20938 avukatıyla anında müdahale eden sistem, bence "lisanslı futbolcuların ismini kullanıyorlar" diyerek bu isimleri de yasaklamıştır.


Yazan: Refet

Salı, Aralık 13

Knock Knock



Soldaki Lorenza Izzo Şili, sağdaki Ana de Armas Küba doğumlu. Film çok yetersiz. Gerilim diye geçiyor ama pek gerilme olanağı vermiyor. Ama yine de 15-30 dakika arasını izleyen de kolay kolay bırakamaz.

Bu orta-üst sınıfların; bir şeyleri saklamak üzerine kurulu hayatları onları yeteri kadar geriyor galiba. Yalan bir dünyada oldukları için mi böyle emin değilim. Sınıfların birbirlerinden farklı ahlakları var. Alt taraf suça eğimli tamam ama en azından ne yaptığını; neyi doğru olduğunun daha çok farkında sanki..

Veya; bu kadar çarpık bir senaryodan çıkan filmi referans alarak bu toplara girmemeli...

Perşembe, Aralık 8

Metropolis



36.000'e yakın figüranın kullanıldığı, 153 dakikalık süresi ve uğruna harcanan 6 km uzunluğundaki filmle dönemin (1926) ve hatta şimdinin üzerinde bir film.  Sessiz film ama müziklerin uygunluğu, modern çağın alışkanlıklarını kanıksamış kuşağa bunu hissettirmiyor. Yine de zaman zaman sıkabilir. Tarihin ilk bilimkurgu filmi olarak sayanlar var. 2016'da izleyince pek bilimkurgu gibi değil de toplumsal gerçeklik kavramına katkıda bulunan bir film gibi duruyor.

Yine de bir arada kalmışlığı var. İlkeli bir mesaja sahip olduğu düşünülse de bana o kadar iddialı gelmedi. 2000'lere ışık tutuyor ama diğer yandan 1890'ların sorunlarını; o dönemde irdelenen hatta çözümler üretilen problemlerini ele alıyor. Yani zamanın ötesinde ama biraz da çağın gerisinde kalmış bir film. Gerçi Almanya için durum daha farklı olabilir. Sonuçta 10 sene önce savaş kaybetmiş ve Nazizim'i ince ince hisseden bir ülke ile toplumdan çıkan bir film. O nedenle bazı karışıklara sahip olması doğaldır.

Özellikle sonu biraz sıkıntılı; işçi sınıfını sadece 'el' olmaya indirgeyen (Mittler zwischen Hirn und Händen muss das Herz sein) ve ortaya çıkan arabulucu tavır (onu da elitlere uygun görüyorlar) iyi ama yetersiz. Hatta -eğer doğruysa- neden Adolf Hitler'in bu filmi çok sevdiği daha net anlaşılıyor. Daha sert bir şey çıkabilirdi. Kapitalizm eleştirisinin (biz öyle düşünmüştük) sonunda 'işleyen sorunsuz ve herkesin mutlu olduğu bir kapitalzimin çıkması can sıktı. Bu filmin Türkiye'de komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle yasaklanması ise komik geldi. Yasaklanmalara alışkınız da sebebi hiç bu kadar abes gelmemişti. Ama her şeye rağmen; üç saate yakın bir filmde onlarca gönderme, iyi bir kurgu, sağlam referanslar filmi ilgi çekici hale getiriyor.


Çarşamba, Aralık 7

Zidane ve Ahmet Şahin



Juventus, Zinedine Zidane'ı satmış ve ondan gelen parayla Gianluigi Buffon, Lillian Thuram, Pavel Nevded gibi oyunculara yatırım yapmıştı. Şunu söyleyebilrim, ben bir takıma Zidane ve Buffon'dan birini seçecek olsam, Buffon'u seçerdim. Karabükspor'a ise Zidane'ı alırdım, çünkü kalede Ahmet Şahin'e sahibim!

Igor Tudor, Socrates Aralık sayısı

Perşembe, Aralık 1

The Bridges of Madison County



Romantik (komedi olması gerekmiyor, burada bir dram var) filmlere şans vermeye gelmiyor. İki usta oyuncu (Streep'i pek tutmasam da hakim görüşe saygım var) bir araya gelince standart bir şey çıkmaz dıye düşündük ama olmadı. Aslında konu ilgi çekici bir duruma dönüşebilir, ABD toplumunu rahatsız edecek, yaşam tarzını eleştiren bir filme denk gelebilirdik. Filmin ilk yarısı öyle ilerlerken sonrasında hafif bir dönüşle bu isteğimiz kursağımızda kalıyor. 

Biliyorsunuz, Clint Eastwood erkek bir yönetmen! Yani sadece cinsiyet olarak değil, yaptığı filmler de daha çok erkek filmleri. American Sniper'dan, Unforgiven'a kadar geniş bir külliyattan bahsediyoruz. Herhalde; 90'ların ortasında çok fazla sayıda olan kadın hayranını etkilemek için bu filme girişmiş olabilir. Tam orta yaşlı bir kadın filmi. Çağan Irmak filmlerine benziyor tabi ama onlardan daha kaliteli. 

Yine de bu filmi çok fazla gömmemek lazım. Sonuçta Zizek'in bile ilgi gösterdiği filmlerden. Sadece daha cesur olamaması; arefeyi gösterip bayramı göstermemesi bizi üzdü. Yoksa yönetmenlik de oyunculuk da çok üst düzeyde. İtiraf etmem gerekir ki, benim romantik filmlere olan ön yargım bu filmden zaman zaman sıkılmama neden yol açtı. Ama en başta dediğimiz gibi; bu filmde bir dram var ve bu da iyi bir şey...

Eski düşler, çok iyi düşlerdi. gerçekleşmediler, ama düşlemiş olmaktan mutluyum.

Pazar, Kasım 27

Telefon



Son yıllarda Türk televizyonlarında denk geldiğim en güzel an olabilir. Güzelliğinden öte; umut var bu iki dakikada.

Serenay Sarıkaya, Hakan Altun''dan Bir Telefon'u söylüyor. Serenay güzel kadın. Güzelden de öte; üst düzey. Kendisini tanımıyoruz ama imajında elitlere yakın bir hava var. Bizimle aynı şarkıyı dinlemeyecek, aynı espriye gülmeyecek biri gibi. Ve bir gece bir anda karşımıza çıkıp, Telefon'u söylüyor. Normalde biz söylemeliydik ve Serenay gibi kızların "Offf bu ne ya'' demeliydi. 

İnşallah bu sadece, program öncesi ezberlenmiş bir şov değildir, o da telefonun başında beklemiştir.

Cumartesi, Kasım 26

We Are Your Friends



Başrollerinde Zach Efron ve Emily Ratajkowski olan bir filmden insanlar ne bekleyebilir ki? Hayatın anlamını buradan çıkarmayacağımız az çok belli. Ama iyi zaman geçirmek mümkün. Tüm olumsuz yorumlarına rağmen zaman ayırıp izledim ve hiç sıkılmadım. Gayet beğendim.

Yönetmen Max Joseph'in ilk uzun metrajlı filmi. Onun etkisi olsa gerek, zaman zaman MTV klipleri tadını almak zorunda kaldık. Çok başarılı bir yönetmenlik yok. Oyunculuk vasat. Kurgu ve senaryo ilgi çekici. Ergen ve gençlik filmi olsun çamurdan olsun  Yine de soundtrack ayrı bir parantez hak ediyor, filmin en güçlü yanı. 

Bu film sayesinde, çevremizde son dönemde türeyen ve şarkıları winamp'tan sıralayıp, "DJ'im ben, çok kaliteli mekanlarda çalıyorum" diyen adamları, artık biraz daha kenara atacağım. Bu işin esasında ne kadar ciddi olduğunu özellikle şu sahneyle daha iyi anlamış olduk. Öyle şarkı seçmekle olmuyor.

Zaten son dönemde, müzik dinleme alışkanlığım bir kanal daha kazanmıştı. Bu film sayesinde, yeni bir tarza biraz daha eğilmekten zarar görmeyeceğimi düşünüyorum.

Bu arada Emily hakkında da şikayetlerim var. Blurred Lines klibindeki hali çok güzeldi. Sonrasında Instagram postlarında giderek kendini basitleştirdiğini düşünüyorum. Oysa müthiş bir potansiyel var. Bu filmde onu bir kez daha hatırladık.

Bu arada filmde güzel diyaloglar var ve filmin esas yıldızı Wes Bentley...

- Kimse kötü biri olduğunu düşünmez, ama ben iyi biri olduğumu düşünmüyorum.
+ 27 yaşına kadar gerçek bir insan bile değilsin.

Cumartesi akşamı Süper Lig maçından sonra pizza söyleyerek izlenecek film...


Cuma, Kasım 25

Yeni Futbol Yeni Santra


Bu yaz futbolda santra kuralı değişti.

Eskiden; futbolun ilk zamanlarında amaç gol atmaktı. O nedenle onun simgeleyen bir başlangıç vardı. Oyunun amacı ilk dakikadan itibaren sahadakilere hissetirilirdi:

Topu ileriye oynayacaksanız.

Artık futbol değişti. Ve kural da değişti. Kimilerine göre gereksiz bir bürokrasi, kimilerine göre gereksiz bir gelenekti. IFAB değiştirdi, onlar kazandı.

Artık oyuncular topu geriye atıyor. İleriye atma zorunluluğu olmadığı için tek bir oyuncunun santra noktasında olup maçı başlatması yetiyor. Futbolun değişimini anlatan daha iyi bir simge olamazdı: 

Artık geriye çocuklar; gömülün!

Perşembe, Kasım 24

Incompresa



Asia Argento'nun yönetmenliği yaptığı İtalyan filmi. Asia Argento, kendi çocukluğundan etkilenmiş. 80'li yıllarda yaşayan ufak bir kız çocuğun sancılarını anlatıyor. O ufak kız çocuğu Aria. Aria; 1975 doğumlu Asia Argento'nun diğer ismi. Yönetmen ve oyuncu bir anne babanın kızıydı. Filmdeki Aria da entellektüel bir çevreden yetişiyor ama bu 'yüksek birikim' ona sağlam bir çocukluk vermiyor. 

İlginç bir film. Zaman zaman sıkıcı gelebilir. Zaten biraz da öznel bir film. Ama ilginç çıkarımlara zemin hazırlar.

Asia Argento bir zamanlar çok güzeldi. Şimdi de çok güzel olabilirdi, ne de olsa sadece 40 yaşında. Ama çok çabuk çöktü. Çok mu üretti yoksa bu çocukluk onun çökmesine temel mi attı? Gerçi zaten fiziksel çöküş çok mu önemli? 

Şimdi fotoğraflarına bir daha baktım da; yine de güzel...

Çarşamba, Kasım 23

RenklibAY



Seneler önce perakende sektöründe çalışıyordum. Bir tane bölge müdürü işe başlamıştı. 7 yaşında yurt dışına gitmiş, 40'lı yaşlarda 'sıla hasreti' nedeniyle buraya dönmüş, döndüğüne pişman ama çaktırmayan bir abiydi. Akıllı telefonlardan mail alıp vermek o kadar kolay değildi bizim için. Biz hâlâ 3900'a PYERSIYAHGOKBEYAZ diye mesaj atıp polifonik melodi peşinde koşuyor. Facebook'tan wapla internet kovalıyorduk. Ama mutluyduk.

Adam her gün mail atardı ekibine. Her günü bir gün ilan eder, günümüzü kutlardı. Abuk subuk ama... Bizde var olan belirli günler ve haftalar gibi değildi. Biz kutlanması gerekenleri bile tartışırken adam "Dünya Çorba Günü", "Dünya Edison Günü" gibi günleri bulur, yapıştırırdı.

Çok dayanamadı. Bakanlık mazbatasını aldıktan sonra, taksici esnafıyla tanışıp çay içen ve Cuma'ya giden Kemal Derviş misali tutmamıştı maya. Vedalaşırken çok merak ettiğim için sormuştum, içtenlikle yanıtlamıştı bu "belirli günler" meselesini.

"Yurtdışında bu kadar siyasetle, futbolla, 3.sayfa haberleriyle meşgul değildir insanlar. Bu tarz muhabbetlerle sosyalleşilir" minvalinde kelamlar etmişti. Şimdi ne yapıyordur acaba. Onun hikayesini de bir ara yazarız.(Böyle yazıp, sonrasında da yazmamak ve kimsenin de "hani yazacaktın" dememesi de ayrı bir güzelliktir)

Adamı şimdi daha anlıyorum. Yıllar geçti , teknolojiyle iç içe olduk. Değişik bir furya türedi: "Bu Pazar, son 87 yılın en uzun Pazar'ı olacak. Gece 21 saat olacak ve bu olay 2064'e kadar olmayacak"

Hemen gündem buna döner. "En uzun Pazar'ı, Cafe Cadde'de Atilla Atasoy ile taçlandırın" tadında PR çalışmaları başlar, resimler çekilir, espriler türetilir, manşetler bu konu üzerinden atılır "Geçmek bilmedi 0-0" gibi ince görülür 'sabaha kadar alt' maçlar için.

Son yıllarda gezegenler üzerinden böyle bir PR çalışmaları dönüyor. Güneş, Ay, Merkür, Venüs, yıldızlar... Ben bu tufaya "güneş tutulması olacak, bakmayın kör olursunuz" diye elimde akciğer röntgen filmiyle mal mal havaya bakarken düşmüştüm. O günden beri şüpheyle yaklaşıyorum.

Dünya'dan resimler düşüyor; tablo gibi, tabak gibi bir ay. Hani 90'larda kameramanların İnönü Numaralı'sının tepesinden Ay'a zoom yaptıkları Ay gibi. Pencereden bakıyorsun gördüğün o değil. Resimleyeyim diyorsun  hesap makinesinde 7 ile falan tersten A Y yazsan daha inandırıcı. Leblebi misali...



Güneş ile Ay'ı kıyaslarsam Ay'a daha çok sempati besliyorum. Mağduru hep severiz ya. Garibandan yanayızdır. Şerefli ikincidir benim gözümde Ay. Yarı finalde hakkı yenmiş, Merkür'e kök söktürmüş ama Güneş doğduğu için batmak zorunda kalmış... Bir de bunların sabah olan durumlarını da severim. Hafif beyaz kalıp, ufak ufak keser bir yerlerden. Uydumuz sonuçta; sahip çıkmalıyız. Belki de elinde kalan tek övünç kaynağı bu. 

Deniz-güneş-kum; yakıcı, onun girmediği eve doktor giriyor falan... Güneş'in çocukları, Güneş'in batmadığı imparatorluk, losyon lobileri, bepantenler.. Ay ise yalnızların, demlenmek isteyenlerin 'rakını da aççan', uykusu kaçanların yoldaşı. Ay: Ahmet Kaya-Yakamoz klibi gizli gizli ağlanan, Güneş ise en çok tıklanan piyasa şarkısı. Ay: Tolunay Kafkas'ın  Avrupa'da iyi giden ama ligde kötü giden Karabükspor'u; Güneş, Şenol Hoca'nın 1239837 dakikadır gol yemeyen Trabzonspor'u..

"Süper Ay"  "Kanlı Ay" gibi PR çalışmaları olunca seviniyorum işte. Güneş, Sezen Aksu ise Ay da Nazan Öncel'dir. Süper Ay'ı görüntülemek deyince eskilerden bir hikaye aklıma geldi. Hem onu alıntılayalım hem de günün anlam ve önemine binaen şarkımızı armağan edelim (ki bu blog Nazan Öncel'e hakkını yıllar önce vermiştir, kaşık-çatal fırlatılmasını göze alarak)




Hayat senin yağmurlarını sevsinler…

Bundan 19 sene önce bugün (4.Temmuz.1995'de) Mete Özgencil ile biz bu klibi çekiyorduk. Bir dostumu aradım,

- Dostum dedim, klip çekiyorum bugün. 
+ Ben de geleyim… 
- Ne güzel olur.
+ Bir şey lazım mı?
- Varsa, siyah bir şemsiye isterim.
+ Delirdin mi sen Eylül değil, Ekim değil, Temmuz'dayız.
- Olsun sen yine de getir, bulunsun.

Günlük güneşlik bir gündü, İstanbul'u seller götürdü, biz klip çektik, görüntülerde yağmura hazırlıksız yakalanmış insanları da görebilirsiniz…

O gün ben yağmur istedim, Allah gönlüme göre verdi…

Klip, ya da şarkılarımın hikâyelerini anlatmayı pek sevmem, hatta hiç sevmem ama biz buna tarihte bugün diyoruz arkadaşlar…

(Klip H8 kamerayla çekildi, İletişim Fakültesinde amatör kamerayla bir klip çekilebilir diyerek bu videonun üzerine uzun süre ders verildi) Ayıptır söylemesi en iyi klipler arasında başı çeker. Yani eşek yüküyle paralar harcamadan da bu iş pekala olabiliyor demek istiyorum. İçinde küçücük, parlak ve özgün bir fikrin olsun yeter.

Yazar: Refet

Salı, Kasım 22

Uber- Ich und Du


Alman sineması nedense ülkemizde (çevremde) pek sevilmez. Oysa ben son dönemde yaptıkları işleri beğeniyorum. En azından özgün bir senaryoları var. 2014 yapımı Uber- Ich und Du adlı film hakkında da birkaç bilgi öğrendiğimde etkilenmiştim. İzlenebilecek bir film gibi gözükmüştü. Fakat hayal kırıklığı gibi bir durum söz konusu oldu. Komedi unsurları olacağı vaad edilmişti, oysa gülmek haram oldu. Filmin sonunda da uyumamak için kendimi zor tuttum. En büyük üzüntüm; enteresan hikayelerin böyle düşük tepolarla güme gitmesidir... Bu da onlardan biri oldu.

Pazartesi, Kasım 21

30 Sene Önce

 


Mike Tyson; 22 Kasım 1986'da tarihin en genç dünya ağır siklet boks şampiyonu olmuştu. 

Perşembe, Kasım 10

Goal



Futbol filmi zor iş. Çekmesi ayrı dert, inandırıcılığı ayrı problem. Hem bu nedenlerden dolayı hem de futbol sevgim sebebiyle bu tarz filmlere pozitif ayrımcılık yaparım. Fakat vizyona girdikten 10-11 sene sonra izlediğim Goal filmi için ne desem olmaz! Bu kadar kötü film az olur.

ABD'liler bu işin içine girmemeli. Bir kere ABD halkına futbolu anlatmak için filmin içine ediyorlar. Bazı sahnelerde salağa anlatır gibi anlatıyorlar. İnsan da sıkılıyor. Üstelik hataları, yanlışları da çok fazla.

Futbol sahneleri fecaat. Baş karakter Santiago Munez'in bir tek ismi futbolcu. Tavırları, koşuşu, topa vuruşu; her şey falso! İnsan böyle bir film yaparken, oyuncuları belirlerken en azından temel şeylere dikkat eder. Haliyle filmin baş kahramanının radarımızdan çıkmasına 10 dakika yetiyor. Yerini ise Gavin Harris (Alessandro Nivola) alıyor. En azından topla daha haşır neşir gözüküyor. Nunez o kadar kötü ki, Harris'i görünce filmdeki gerçek futbolcuların yanında ''Ulan acaba bu da mı futbolcuydu, biz mi anımsayamadık'' diyoruz.

Munez'in transfer dönemi dışında (sezonun bitmesine 3 hafta kala) Premier Lig'e transfer olması, daha sonra 1 aylık süreçten sonra ligin sonuna yetişmesi, Ada'daki birçok kulübün anasını ağlatan çalışma iznini hemen alabilmesi ABD'deki futbolseverlerin dikkatinden kaçmış olabilir. Ama bizi rahatsız eden detaylar olarak karşımızda. Yoksa Meksika doğumlu bir Los Angeles çocuğunun Newcastle United'a gitmesi ve başarılı olması bizi şaşırtmaz. Futbolda böyle hikayeler mevcut. Jamie Vardy ile daha yeni tanıştık. Olur bunlar; ama biraz tutarlılık be kardeşim; çok değil!

Biz bu filmi daha önce görmüştük. Sıfırdan gelen başarı hikayesi, alemci takım arkadaşı, idealist teknik adamlar... İlyas Salman'ın efsaneleştiği Ya Ya Ya Şa Şa Şa filmi de böyleydi.

Bu filmde de hoşumuza giden sahneler; Newcastle United teknik direktörünün verdiği dersler Gavin Harris'in adamlığı ve profesyonel topçuların gözüktüğü anlardan ibaret... Gerisini at çöpe.


"The name on the front of the shirt is more important than the one on the back..."

Çarşamba, Kasım 9

Vatanseverlik



Bâkir bir orman, bir sıradağ, ya da içinden ırmak geçen bir vâdî, hiçbir ülkenin asla olamayacağı kadar önemli ve kesinlikle ondan da fazla sevgiye lâyıktır. Irmaklı bir vâdî için ağlayabilirim; ağlamışlığım da var zaten. Ya bir ülke için?

Arundhati Roy

Salı, Kasım 8

Chocolate City



Yıllardır bu bloga can veriyoruz. Haliyle okuyucularımızdan bir şey saklayacak değiliz. Bize yakışmaz. Erkek striptizcileri anlatan bir film izledim ve bunu yazma cesaretini kendimde buldum. Bunu söylemekte sıkıntı yok; asıl sıkıntı yanlış filmi izlemiş olmam. Ben aslında birkaç erkek striptizcinin tutunma çabasını anlatan, Channing Tatum'un oynadığı Magic Mike'ı izleyecektim. İğrenç bir filme denk geldim. Nasıl böyle oldu bilmiyorum. Magic Mike'ın da çok iyi bir film olmadığına eminim zaten de artık uzun bir süre sonra anca izlerim. Hevesim kaçtı, tadım kaçtı.

Bu arada ciddi ciddi filmi değerlendirirsek, bir skandalla karşı karşıyayız. Senaryo namına hiçbir şey yok. Bir erkek olarak, siyah ve kaslı dansçıları görmekten daha rahatsız edici olan; zengin hanımların paralarını havaya (ve dansçılara) saçmalarıydı. Bu toplum, bu insanlar nereye gidiyor, nasıl zevkler, nasıl harcamalar bunlar...


Pazar, Ekim 30

Bushi'den Vole Naumoski'den Ole


Atanamamış Amatör Sosyologlar Yazıları | Üsküp

1) Belgrad
2) Saraybosna

Olmayacak şeylerin aklımızda kalmasının var mıdır bir açıklaması? Onu da atanamamış psikologlara sormak lazım. Yıllar önce, gündüz maçlarının Star'dan yayınlandığı yıllarda Beşiktaş, Sarıyer ile oynuyor. Mutlu Topçu'nun gelişine volesi ile 1-0 öne geçen Beşiktaş'ın 2.golünü Feyyaz Uçar atıyor, maç da öyle bitiyordu. Ertesi gün çıkan başlık şu an gözümün önünde; "Mutlu'dan Vole , Feyyaz'dan Ole"

Klişe nostaljilere girmeyeceğim ama en azından 'ohh Mutlu ile daha ilk 10 dakikada 1-0 oldu, iyi ki üst oynamışım" psikolojileri yok o zaman. Mutlu'nun hafif siyasi tavrı, Feyyaz'ın F'sinin Fener'i anımsatmadığı yıllar... Ne ÖSS, ne kariyer; varsa yoksa Sarıyer yılları.

Kendimi bu günlerde sezonu temmuz ayından açmış, İnter-Toto'nun ilk turlarında adı sanı bilinmemiş takımlarla oynayan, 1965 yıllarında kurulmuş, sonunda spor olan, logosunda şehrin en ünlü meyve/sebze/anıtı bulunan, rengi de ana renklerden oluşan herhangi bir şirin Anadolu takımı gibi hissediyorum.

Biz 'Günü birlik İzmit yapsak mı acaba, dönüşte de pişmaniye getiririz" planları yaparken millet Erasmus'tan 'Hâlâ deveye mi biniyorsunuz diye soruyorlar inanamıyorum ama sokakları pırıl pırıl' muhabbeti ile dönüyordu.

Her şeye olduğu gibi buna da geç kaldık. Belki de daha iyi oldu ne biliyim... Üçüncü durağımız Makedonya'nın başkenti Üsküp. Nam-ı diğer Skopje

Ahmet Hakan tarzı yazalım daha kolay oluyor öyle...

1) Şehirlerin enerjileri varmış. Bu kez gerçekten hak verdim buna. Havalimanına indiğiniz zaman iliklerinize kadar hissediyorsunuz bu enerjiyi. TAV tarafından yenilenen Büyük İskender Havalimanı'nda hissettiğimse Türkiye'den alışık olduğumuz negatif bir havaydı.



Bu negatiflik siyasi puslu hava negatifliğiydi. Gözlemlerimizde bu hissiyat bizi derinden etkileyecekti.

'As bayrakları as' muhabbeti buralarda olmuyor. Zaten bayrakları asılı bir şekilde buluyorsunuz. Karşılama alanında yolcu bekleyen Galatasaray eşofman üstlü küçük karpat Maradona'sını görünce bir anda kendimi FC Vardar deplasmanına gelen bir takım oyuncusu gibi hissediyorum.

Havalimanından şehir merkezine taksici bir abi götürüyor; Arnavut. Türkçe konuşuyor anadili gibi. Kaldırım-ciğer den girip votka ile erikten çıkamıyoruz tabi.

Şehrin her yerinden görünen dev haçı sorunca muhabbet koyulaşıyor. Hükümetten yana dertliler. 2 milyar dolar olan dış borçları 8 milyara çıkmış.

Şehrin her yerini 'Biz Makedonyalıyız, Hristiyanız, Biat edin!' şeklinde heykellerle, dev bayraklarla, simgelerle, motiflerle donatmışlar.

2) Hep aynı hikaye aslında. Ortadan geçen bir nehir. Bilmem nerede doğan, Ege ya da Adriyatik'e dökülen alüvyon muhabbeti. Sağ taraf eski şehir (Eminönü), sol taraf yeni şehir (Maslak). Bu muhabbet burada daha keskin bir hâl almış. Maslak tarafı Hristiyan mahallesi, Eminönü tarafı Müslüman mahallesi. Yatırımlar sürekli Maslak tarafına. 'Orayı mermerle donatıyor, bizim bura hâlâ Arnavut kaldırımı' dedi dayının biri. Burada biz dileniyoruz o kaldırımlara. Demet Sağıroğlu'lar, klipler, 'Bir ülkenin medeniyetini anlamak için kaldırımlarına bakın (Müjdat Gezen)' yazan Facebook paylaşımları... Garip işte. Bu arada Arnavut ciğeri muhabbeti yapayım dedim o da yokmuş galiba. Kesin siyasi nedenlerle değiştirmişlerdir. Rus ciğeri falansa, 'Ağzımız gominist soğan kokmasın, ciğerdeki pattisler gibi bölünmesinler' diye Arnavut ciğeri yapılmıştır bir gecede.



3) 'Türkiye'de sağcı olanlar, yurtdışında sol partilere oy veriyor'... Sapına kadar doğru.

Gittiğimiz yeri karıştırıyoruz. Bosna'da yerel seçimleri görmüş, Sırbistan'ı Avrupa Birliği'nin kapısına dayandırmış ben Refet Usta, Makedonya'da hükümete red oyu verdirdim. Gittiğim gün erken seçim kararı alındı. Bizim taraf genelde sol partiye oy verecek. Bu arada gittiğim gece orada minik bir Gezi olmuş haberim yok. Sabah kalktığımda milyon dolar harcanan gereksiz heykeller boya ile donatılmıştı. 



4) Bundan sonra gittiğim ülkelerde 'Ya sizin bi X vardı, bizde oynamıştı adam oğlu adamdı. Çok seviyoruz ailecek' muhabbeti yapmayacağım.

Naumoski. üçlük makinesi. Koraç Kupası fatihi. 'Yedirmezler oğlum bize' düşüncesini yıkan adam. Spor Bakanı olduğu biliyordum ama pek sevilmediğini bilmiyordum. Yedi sülalesini zengin etmiş. İş hayatına atılmış. İhaleler, kamulaştırmalar. Yugoslavya dağıldıktan sonra atıl halde duran devlet fabrikalarına çökenlerden. Allah yürü ya kulum demiş. Ben köfteci beklerken bildiğin inşaatlarıyla falan karşılaştım. Sanırım spor bakanı olmak pek yaramıyor.

Alban Bushi. Şehrin her yerinde Bushi Halı, Bushi Hotel, Bushi Kuyumcu görünce hemen kafamda kurdum. İstanbulspor'da bir Alban Bushi vardı. 'Ailesi çok zengin ama o futbolu seçti' gibi bir Andrés Fleurquin haberi hatırlıyorum. Sordum. Kuyumcu kökenli (ne demekse) bir aileymiş bunlar. Baya bir aşiret. Arnavut-Kosova tarafından. Hafif de mafyavari. "Hayırdır sen niye sordun ki" dendi bir anda. Etraftaki kişi sayısı biraz arttı. "Yok abi, dikine çok iyi oynuyordu aslında Beşiktaş'ta iş yapardı o Trabzon'u seçti" gibi konu değiştirdim. 

5) Vardar

Vardar şehrin ortasından geçen nehir. Bizim yıllardır Müzeyyen Senar'dan bildiğimiz ova aslında nehrin adı. Biraz Yılmaz Erdoğan'ın "deniz sanardım Muş Ovası'nın yalancı mavilğini" durumunun tersi yaşanmış türküde. Atatürk Makedonya'da okurken vurulmuş Vardar'a . O yüzden severmiş. Gerçi o zaman oralar tek toprak. Yunanistan buralara 'Kuzey Yunanistan' diyor. Kendi aralarında da limoniler. 

Bu limonilikten bir limonata çıkarma çabalarımda olumsuzlukla sonuçlandı. "Biz de limoniyiz Yunanistan'la" diye trollemelerim sonuç vermedi. Bildiğin Ankaragücü-Bursaspor-Karagümrük-Karşıyaka muhabbetleri gibi. Kim kimle kardeş, kim kimle kanlı bıçaklı belli değil. 

6) Yahya Kemal Beyatlı

Üstad bu günleri çok önce görmüş, sanki bugüne işaret eder gibi 'Kaybolan Şehir' demiş Üsküp için :

"Üsküp ki Şar Dağı'nda devâmıydı Bursa’nın, 
Bir lâle bahçesiydi dökülmüş temiz kanın.
Vaktiyle öz vatanda bizimken 
Bugün niçin Üsküp bizim değil 
Bunu duydum, için için"

Şehrin dokusu fena halde bozulmuş ve bozulmaya devam ediyor. Peki nehrin Eminönü yakası bu durum karşısında ne yapıyor? Nargile Kafe-Türkçe Pop-Polat Alemdarcılık oynuyor Arnavut gençler. Türkçe konuşulan sokaklarda. "Yahya Kemal'in evi varmış nerede" diye soruyorum yanıt gelmiyor. "O kimdi sahi" diyen oluyor. Nehrin diğer yakasının heykel showuna kızamıyorsun.





7) 

kırk düğüm atmışlar sevda üstüne
yoluna çıkarsa çöz getir bana
zemheri ayında güller açtırdın
gönlümün kışında yaz getir bana 

Balkanlar, biz, Ortadoğu... Gerçekten kırk düğüm atılmış üzerimize ve bir türlü çözemiyoruz. Çözümü de düğüm atanlardan istiyoruz. Aralık'ta seçim var, ABD ve AB olaya dahil olmuşlar. Tanıdık, bildik hikayeler işte.


Yazan: Refet

Cumartesi, Ekim 29

Old School



Gerçekten iyi bir ABD komedisi izlemek isteyenler için...

İyi bir kurgu var bir kere. İlgi çekici bir hikaye. Fight Club'ı ti'ye alan bir konu içinde şekil bulmuş. Zaten film 2003 yapımı, yani dünyada herkesin kendini Tyler Durden sandığı bir dönemde vizyona girdi. Oyuncular çok başarılı. Üç tane iyi oyuncu var (Luke Wilson, Vince Vaughn ve Will Ferell) ama bir tanesi (Ferell) hepsinin önünde filmi taşıyor. Ara ara Juliette Lewis, Elisha Cuthbert gibi isimler dahil oluyor. Snopp Dog bile var. Karakterler çok iyi tamamlanmış. Film 90 dakika, 120'ye tamamlansa sıkılmazdık.

Cuma, Ekim 28

Kafanı Kullan




Kafama yattı. Cazip bir oyun, iyi bir idman şekli gibi duruyor.

Perşembe, Ekim 27

Surviving Christmas


Bu aralar kötü filmler çok fazla denk gelmeye başladım. Oyuncu kadrosuna bakınca, James Gandolfini, Christina Applegate ve hatta Ben Affleck; (ki o dönemin, 2004 yılının, Ben Affleck çağrışımları oldukça negatifti) isimlerini görünce en azından eğlenceli bir film yakalarız diye düşündüm. Olmadı. İnsan bir komedi filminde uykusunu zor tutar mı; tutuyor işte. IMDB'nin puanlamasını hiçbir zaman ciddiye almadım ama belki de 6'nın altını zorda kalmadıkça izlememek lazım. (Bı film; 5.9)

Çarşamba, Ekim 26

Kral


8 maç 8 gol... Takım lider, adam kral!

Hall Pass


Çok itibar etmediğim bir ölçü birimi olsa da gösterime girdiği 2011 yılında Box Office'te tepede duran, oyuncu kadrosu da fena olmayan bir filmdi. Güzel bir akşam için iyi bir komedi filmi olduğunu düşündüm ama beklentinin altında kaldı. 5-6 arkadaş La Liga maçı izledikten sonra, Yemek Sepeti'nden yemek söylerken zaman geçirilecek film. Fazlası değil.

Pazartesi, Ekim 24

Yıkıl



Golden sonra tribüne koşan futbolcularla ilgili kafamda soru işaretleri oluşuyor, ama her şeye rağmen golden sonra tribünü çökertebildikleri için yine de olmaları gerektiğini düşünüyorum. Karışık bir cümle oldu ama olsun, ne de olsa 2-3 senedir tribünde olmayan biriyim. Duygular karışık.