Çarşamba, Eylül 30

Ibrox Deplasmanı


Avrupa'da grup aşamalarına doğrudan katılan iki Süper Lig takımı vardı. Başakşehir ve Sivasspor'un yanına sadece bir takım ekleme ihtimalimiz kaldı. O da Galatasaray'ın İskoçya deplasmanında Glasgow Rangers'ı yenmesine bağlı. Hatta bu seneki statü nedeniyle gerçekten de yenmesine bağlı. Yani beraberlik falan kurtarmaz, en fazla uzatır. Gerçi bu da biraz sıkıntılı bir konu. Pandemi nedeniyle bu aşamaların tek maç üzerinden oynanması anlaşılır. Fakat neden tarafsız saha değil? Hadi aynı gün oynanacak onlarca maç için tarafsız saha ayarlamak kolay değil diyelim. Neden beraberlikte deplasmanda oynayan tur atlamıyor? Hani deplasman golü kuralı?

Artık bunları tartışacak konumda değiliz. O yüzden  rakibimizi tanıyalım. Rakibimiz Rangers, uzun zamandır eski günlerinden uzaktaydı. Maddi sorunları nedeniyle 2012'de 3.lige düşürülmüştü. Çabuk toparladı, 2016'da lige geri döndü ama henüz şampiyon olamadı. Yakın tarihte yaşanan bu sorunlar, İskoçya Ligi'ne fazla aşina olmayan Türk futbolseverler için bir yanılgıya sebep olabilir ve Rangers nispeten kolay bir takım gibi gözükebilir. Fakat kesinlikle değil. Hatta Celtic'e biraz daha sempati duysam da son dönemde Rangers'ın daha dikkat ekici bir takım olduğunu belirtebilirim.

En basitinden Rangers'ın güncel durumu bile zorluk çıkarmak için yeterli. Nedir o durum? Mart ayında İskoçya Ligi sona erdi. Yani Covid nedeniyle lig kapandı. Bu da yazın Rangers'ın sahalara dönmesini engelledi. Şöyle anlatalım; Galatasaray Haziran ve Temmuz aylarında sahaya çıkıp maç yaparken, Rangers dinlendi, yavaş yavaş idmanlara başladı ve düzgün bir şekilde yarışmaya geri döndü. Galatasaray ise önce uzun bir araya girdi, ardından kısa sürede idmanlara başlayarak tekrar sezona döndü, sezon bittikten sonra da hem sağlıklı bir kamp dönemi geçirmeden hem de transferlerin uyumunu sağlayacak kadar resmi maç yapmadan bugüne geldi. Rangers ise Ağustos'tan beri maç yapıyor.

Rangers'ı geçen sezon çok izledim ama bu sezon çok verimli bir şekilde bakamadım. Fakat özetlerden anlaşıldığı kadarıyla oyun karakterleri pek değişmemiş gibi. Steven Gerrard, Rangers'ta beklediğimden daha iyi bir teknik direktörlük başlangıcı yaptı. İskoçya'da üçüncü sezonuna başlıyor. Üç sezondur takımın aşama kaydettiği aşikar. İlk sezon dört eleme turu geçip Avrupa Ligi'nde gruplara kalmıştı. Devamında gruplardan çıkamamıştı. Geçen sezon yine dört eleme turu geçti, sonra gruptan çıkmayı başardı ve bir tur geçip çeyrek finalin kapısından döndü. Bu sezon ise çıtayı aşmak isteyecektir. Tabi lig daha öncelikli hedef ve oraya da hiç de uzak değiller.

Rangers geçen sezon savunmasıyla dikkat çekiyordu. İskoçya Lig sona erene kadar 19 gol yemişti. Belki orası ölçü sayılmaz ama Avrupa Ligi'nde de sezon boyunca oynadıkları 18 karşılaşmanın  9'unu gol yemeden bitirdiler.  Bu sezon da iki eleme maçında (ikisi de deplasman) 9 gol atıp gol yemediler. Tamam rakipler belki çok güçlü değildi ama mesela Galatasaray benzer rakiplere karşı aynı performansı gösteremedi.

Az gol yiyen savunma hatlarının en çok öne çıkan yeri tandemleridir. Fakat ben Rangers'ın en çok beklerini beğeniyorum. Sağda James Tavernier, solda Borna Barisic çok etkililer. Özellikle Barisic'in hem duran topları hem de akan oyunda asistleri çok takım içinde fark yaratıyor. Rangers'ın kalesinde ise tanıdık bir isim var. Eski Beşiktaşlı Allan McGregor, ülkemizde eleştiri yağmuruna tutulmuştu ama İskoçya'da oldukça başarılı bir dönem geçiriyor. Şu an 38 yaşında ve takımın en yaşlı iki isminden biri. Diğeri de Premier Lig tarihinin önemli golcülerinden Jermain Defoe

Defoe, kankası sayılacak Gerrard'ın teklifini kabul ederek İskoçya'ya geldi. Çok korkmaya gerek yok. Genelde yedekten geliyor. Eskisi gibi değil. Geçen sezon 20 maçta 13 gol attı. 6 tanesi iki maça denk geldi. Fakat Kolombiyalı golcü Alfredo Morelos çok tehlikeli. Geçen sezon lig ve Avrupa'da 26 gol attı. Henüz 24 yaşında. Ben bu yaz transfer yapacağını tahmin etmiştim ama Rangers'ta kaldı. Böylece iki farklı kuşaktan iki Kolombiyalı Falcao ve Morelos'u karşı karşıya izleyeceğiz. Gerçi Morelos milli takımda çok tercih edilmiyor ama olsun. Onun için de ayrı bir hırs nedeni olabilir bu eşleşme...

Öte yandan Gerrard'ın Liverpool altyapısından getirdiği Ryan Kent de her geçen gün üzerine koyarak ilerliyor. O da bu sezona iyi girdi. Aslında Rangers iki senedir savunmayı sağlam tutan, orta sahada iyi basan hücumda ise işi rakiplerinin maç içinde pes etmesine bağlayan (ve Morelos'un gol yeteneğine) bir takım. Bunun nedenlerinden biri yaratıcı oyuncu konusunda eksik olmalarıydı. Belki de o noktayı kapamak adına Ianis Hagi'yi transfer ettiler. Geçen sezon lig devam etseydi Ianis, takımına daha çok uyum sağlar ve belki oyun liderliğini de alabilirdi. Henüz bu konuma gelemedi.

Peki bizi nasıl bir maç bekliyor? Galatasaray kesinlikle Rangers'tan daha yetenekli bir takım. Belhanda, Feghouli gibi isimleri bile bir kenara bıraksak, Rangers'ın Taylan kadar ayağı kadar düzgün oyuncusu çok yok. Fakat tempo, fizik gibi faktörler devreye girdiğinde Rangers büyük üstünlük sağlayabilir. Bu noktada Etebo'nun kendini kanıtlama, kendi gösterme veya kendini tanıştırma maçı olabilir. Rangers orta sahasında Kamara, Davis, Arfield gibi hiç durmayan oyuncular var. Bu üç oyuncu için, teknik açıdan değil ama ciğer olarak üç tane Gerrard diyebiliriz. Galatasaray'ın bu bölgede üstünlük kurması zor olacak. Fakat imkansız değil. Top oynaması yeterli. olur. Yani oyunu bir kavga ortamından çıkarıp; ki Rangers bunu isteyebilir, top oyununa çekmesi gerekiyor. Bunun için de 90 dakika dinç kalması önemli. Bu aradan kavgadan kastımız çirkeflik değil, sert bir mücadele...

Benim tahminim az gollü bir maç olacağı yönünde. Hatta normal sürede bir 0-0 hissediyorum. Fenerbahçe maçının bu düşüncemle alakası yok. Geçen perşembe eşleşme ortaya çıkınca kafamda beliren bu oldu. Belki 2000 yılındaki maçtan aklımda kalmıştır. Şampiyonlar Ligi'ndeki eşleşmede de iki takım benzer tarzlara sahipti. Her iki takımın da kalitesi daha yüksekti ama Rangers daha savaşçı, Galatasaray daha yetenekli bir takımdı. Mücadele de 0-0 sona ermişti. Yine benzer bir skor çıkabilir. Hatta faullü, çok sert bir maç da olabilir. Daha doğrusu Rangers'ın sert oyununa adapte olamayan Galatasaraylı futbolcular ayarı kaçırabilir. Bu konuda da özellikle Belhanda'dan yana endişelerim var. Yine de Galatasaray sakin kalırsa, 90 dakika içinde bir gol bularak işi uzatmadan eve dönebilir. Hajduk maçının gidişatı gibi bir karşılaşma ortaya çıkabilir.

Sonuç olarak sert, kıran kırana, bana göre keyifli ama çoğu kişiyi tatmin etmeyecek bir maç bizi bekliyor. Ibrox deplasmanları zor ve serttir ama o zorluğun en büyük sebebi olan taraftarın olmaması da bir avantaj. Ama televizyondan izleyenler gerçek bir 'tamam-devam' maçı izleyecek. Gruplar belli olmadan hemen önce turun hakkını verecek bir eşleşme...

Kısmetse, Ekim ayında da Galatasaray'ın gruptaki rakiplerini analiz edeceğimiz bir yazıyı buraya ekleriz.

Salı, Eylül 29

The King


Bu blogda onlarca film paylaştık. Filmleri analiz ederken bazı genel görüşlerimizden de bahsettik. Okuyanlar bilir, bunlardan en sık vurguladığımız, 2000 sonrası özellikle ABD'den çok fazla güçlü film çıkamamasıydı. Artık film değil bilgisayar oyunlarını izliyoruz. Kurgusal sinemada böylesine bir düşüş yaşanırken, başka bir tür giderek güçleniyor ve zenginleşiyor. O da belgeseller....

Gerçi belgeselseverler de şu aralar 'konuşan kafalar mı yoksa daha önce yayınlanmamış görüntüler mi' konusunda tartışma yaşasa da ikisinin de geçerli olmadığını (veya birinin diğerinden daha önemli olmadığını) ortaya döken bir stil kendini gösteriyor. The King böyle bir belgesel...

Belgeselin merkezinde adında da anlaşılacağı gibi Elvis Presley var. Fakat burada Elvis'in kariyerini, şöhretini, sırlarını izlemiyoruz. Bir kronolojik hayat hikayesinden veya onunla yolları kesişmiş tanıkların anılarından ibaret değil. Elvis merkezde ama aynı zamanda köşede. Esas anlatılan Elvis ile özdeşleşen ABD'nin hikayesi. Ve bu hikaye sadece iyi anılarla ve övgülerle dolu değil.

Bu hikayeyi dinlerken yaklaşık 100 dakika boyunca Elvis şarkıları bize eşlik etse de ana planda sadece müzik yok. Amerika popüler kültürü ve siyasi tarihi, onların dönüşümü, bu dönüşüme Elvis'in etkisi ve hatta etkisizliği belgeselin içine sığıyor. Tabi Elvis'in kendi hikayesinden de mahrum değiliz. O uzaktan bildiğimiz, bize anlatılan Kral'ın aslında zaman zaman nasıl sarsıldığını, onun korkularını ve hayal kırıklıklarını da görüyoruz.

Geçmişte yaşananlar bize, tüm dünyada tanınan ve bilinen bir Elvis algısı hediye etti. Fakat o algı bugünlerde bambaşka bir tepkiye de neden olabiliyor. Yani geçmiş ve bugün arasında bir zıtlık doğuyor. Bu zıtlığı karşı karşıya getiren bir köprü diyebiliriz The King için. Üstelik bu köprüden geçerken altımızda bir araba var. Elvis'in meşhur 1963 model Rolls Royce'u tüm anıları bagajına atarak Doğu'dan Batı'ya tüm Amerika'yı turluyor.

Belgesele katkıda bulunan çok sayıda popüler figür var. Lana Del Rey, Alec Baldwin, Ethan Hawke, Ashton Kutcher gibi birçok insanı belgeselin içinde görüyoruz. Muhakkak izleyenlerin en çok ilgisini çeken Chuck D olmuştur. Kendisi Elvis'i en sert ve düzgün şekilde eleştiren kişi olarak karşımıza çıkıyor. Fragmanda bile kendisi çok fazla kullanılmış. Belki de böylesine belgesellerde bu kadar sert sözlere  aşina olmadığımız için isyanı ve dürüstlüğü cazip gelmiştir. Belgeseli de neredeyse tek başına 'övücü' sınıfından çıkarıp 'kışkırtıcı' sıfatına sokmuş. Fakat yine de benim en çok beğendiğim kişi Mike Myers oldu.

The King, bir başka açıdan da çok başarılı. Belgesellerin de bir kurgusu vardır. Ve bir görsellik sunduğu için teknik önemlidir ama genelde ihmal edilir. Hem eski görüntüler hem konuşan kafalar, bu konulara eğilmeye fırsat vermez. Kamera kullanımları, sahneler arası geçişler genelde belgesellerde gözden kaçar. Fakat burada oldukça etkileyici kullanımlar mevcut. Tek sıkıntı olarak temposundan bahsedebiliriz. Bir belgeselden çok yüksek bir tempo beklemek doğru değil belki ama burada hem hareketli Elvis şarkıları dinlerken hem de tüm Amerika'yı otoyolda turlarken biraz daha sürükleyici olabilirdi.

Fakat genel anlamda çok başarılı bir belgesel. Cannes ve Sundance'de gösterilmesi boşuna değil. Büyük bir emek olduğu aşikar. Stüdyolarda animasyonlarla değil, sokaklarda, şehirlerde insanlarla yapılmış. Özlüyoruz böyle yapımları. Bugünün belgeselleri, bugünün filmlerinden çok daha güçlü. Bunu bir kez daha anlıyoruz. Ne yazık ki sayıları daha az ama zaten hepsini izlemeye zamanımız yetmiyor. O nedenle sayıdan dolayı hayıflanacak değiliz, şikayet etmeye de hakkımız yok. Zaten az olsun öz olsun...

Pazartesi, Eylül 28

Perşembe, Eylül 17

Wasp Network

WASP Network, bir Netflix filmi olarak tanıtılmasına rağmen sinemada izlediğimiz son filmlerden biriydi. Tabi Netflix artık bir platformdan daha fazlası. Fakat yine de o platformun tipik özelliklerini barındıran vasatlık sinema salonlarına da yansıyor. O nedenle pandemi öncesi dönemde vizyonda izlediğimiz son filmlerden biri olaral bizi biraz hayal kırıklığına uğrattı. Zira merak edilesi bir konuya ve güçlü bir kadroya sahipti.

Bir kitap uyarlaması ama tabi ki bir roman değil. Soğuk Savaş döneminin tanıklarından Fernando Morais'in The Last Soldiers of the Cold War kitabına dayanan film gerçek bir hikayeyi anlatıyor. Daha doğrusu birden fazla hikayeyi. Casusları, askerleri, fırsatçıları ve bu savaşın ortasında kendi savaşlarıyla mücadele eden aileleri. Üstelik zaman olarak da farklı bir döneme dairdi. Sinemada Soğuk Savaş'ı devamlı 1950-1990 arası dönemden izledik. Burada ise duvarın yıkılmasından sonra bir cephenin son kalesi olarak kalan Küba'nın 90'lı yıllarına giriyoruz. Bu açılardan film merak uyandırıcıydı. Hatta Fransız yönetmen (Oliver Assayas) ve Hispanik oyuncularla daha Avrupai (veya Hollywood dışı) bir film izleyeceğimizi düşünmüştük. Fakat o açıdan aradığımızı bulamadık.

Filmin genel sorunu; büyük ihtimalle yapımcılar ve projenin içinde olanlar tarafından 'sorun' olarak görülmemiştir. Nedir o sorun? Bir bütünlük yok. Kopukluklar tüm kurguya hakim. Çok güzel çekilen sahneler, hikayeyi ve ruhu yansıtamadan sonlanıyor. Geçişler çok hızlı. İzleyiciye kısa sürede hap bir içerik vermek istenmiş. Netflix ekolü de hemen hemen bu zaten. Üstelik film kısa da sayılmaz. 2 saati aşan bir süresi var. Buna rağmen ne karakterlerin psikolojisine ne de olayın gerginliğine çok fazla girilmiş. Zaten çok fazla karakter olunca, azar azar anlatılmış herkes. Tarihi bir casusluk hikayesi ise casusların karizmatik ve komik tavırlarına indirgenmiş. Açıkçası bu tarz filmlerde politik yanın daha ağır basmasını ve aksiyonun sınırlı ölçüde kalmasını tercih ederim. Bu filmde de aksiyon çok fazla öne çıkmamış. Fakat diğer yandan politik kısım da gölgede kalmış. Filmi izlemediyseniz bu yazıyı okuyup "O zaman ne var bu filmde onu anlat bize?" diyen sorabilirsiniz. Sıkıntı da bu. Zaten ben de filmi izledikten sonra Ziya Şengül gibi "Biz şimdi ne izledik baba?" demiştim. İnce esprili replikler yazılmış, güzel manzaraları (özellikle havadan) sahneler çekilmiş, Ana de Armas'ın çekiciliğinden ve Wagner Moura'nın Escobar olmasından faydalanılmış; tüm bunlarla film adeta geçiştirilmiş. Sanki film değil de mini bir dizi gibi düşünülmüş. Ve belki de öyle çekilseydi daha güçlü bir iz bırakabilirdi. Bu haliyle biraz eksik kalmış gibi..

Yine de 5.8'lik IMDB puanını hak ettiğini düşünmüyorum. 6-7 bandına sıkışabilirdi. Fakat onun için de böylesine bir kadroya gerek yoktu. Belki daha ünsüz bir kadroyla hem beklentileri düşürebilir hem de aynı filmi çekerek puanı yukarı çekmek mümkün olabilirdi. Fakat tabi o zaman hasılat aynı olmayabilirdi.

Çarşamba, Eylül 16

Yakışmadı Kral


Herkesin kabul ettiği ve dillendirdiği görüşü bir de biz belirtelim. Sörloth ayıp etti. Kulüpler ve oyuncular arasında anlaşmazlıklar olur. Hatta çoğu zaman oyuncular haklıdır da. Geleceklerine karar vermek onların en önemli özgürlüğü. Fakat tam sezon başlarken ülkesine gidip saklanmak, telefonları açmamak, haber vermemek ve maça çıkmamak tasvip etmeyeceğimiz bir hareket. Özellikle Sosyal Lig'de parayı kıyıp forvete Sörloth'u aldığımız haftada bunlar olmamalıydı... Gelişmelerden geç haberimiz oldu, kadroda değişiklik de yapamadık.

Yine de bir sene gibi kısa bir süre içinde taraflı tarafsız herkesin çok sevdiği ve saygı duyduğu bir futbolcudan böyle bir hareket beklemiyordum. Problem daha olgunca bir şekilde çözülebilirdi. Büyük ihtimalle Sörloth'un geleceği parlak olacak. Adını bundan sonra hem de üst seviyelerde sık sık duyacağız. Fakat adını her duyduğumuzda bir soru işareti kafamızda olacak.

Öte yandan ilginçtir; Süper Lig'de gol kralı olmak son dönemde pek yaramıyor. Sörloth'un ayrıldığını düşünürsek; Danimarkalı (2020), Gomis (2018) ve Mario Gomez (2016) bir senede kral olduktan sonra, bir anda ülkeden ayrıldılar. Hatta buna, geçen seneyi Belçika'da geçiren Diagne'yi (2019) de dahil edebiliriz. Aatıf (2014), Fernandao (2015) ve Vagner Love (2017) da Anadolu'da kral olduktan sonra İstanbul'a transfer oldular ama kariyerleri o transferlerin ardından pek bekledikleri gibi ilerlemedi. Gerçi Love'ın emekli maaşını bir istisna olarak kenarda tutabiliriz. 2012 ve 2013'te üst üste iki sezon kral olan Burak Yılmaz'dan bu yana krallığın ekmeğini doya doya yiyebilen futbolcu ve kulüp ikilisi çıkmadı. Taraflardan biri illa üzüldü. Cisse, Muriq, Eto'o gibi 'ikinciler' için günler daha güzel geçti...

Bakalım bu sene piyango kime vuracak? 

Cumartesi, Eylül 5

Saatleti Ayarlama Enstitüsü

Eski bize sıkıcı gelir. Biz kimiz? 1980 sonrası doğanlar. Çocukluğumuzdan beri öyle şartlandık; zira çevremizde her şey çok hızlı yenileniyordu. Yeni makbuldü. Yeni, çok kısa sürede eskiyordu. Bir süre önce çok gözde olan nesne, çok kısa bir zaman içinde değersizleşiyordu. Yerine ikame edilecek onlarca alternatif önümüze sunuluyordu.

Şimdilerde bu durum daha da sert. Çocukluğumuzun 'yenilenme' süreci bile şimdi 'yavaş' kalıyor. O nedenle eski bize uzaktır. Eskide kalan, kalmıştır. Hayat ise devam eder. O nedenle eskiye yer yoktur. Öte yanda kendi geçmişimiz, bizim eskimiz güzeldir. Nostaljiyi severiz. En azından konuşmasını, yaşamasını değil... Ama bizim olmayan eskiyi; yani görmediğimiz, yaşamadığımız dönemin insanlarını, bizden önce yapılmış binaları, biz doğmadan bestelenmiş şarkıları, yaşlıların kullandığı kelimeleri hep bir "sıkıcı" etiketiyle belirir zihnimizde.

Tabi zamanla, büyüdükçe, geliştikçe, ufku genişlettikçe bunu kırmak mümkün. Yeni olanın devamlı dayatıldığı dünyada bazen arayışlar eskiye kayar. Belki o zaman 'sıkıcılık' ortadan kalkar ama 2000'lerin kalabalık, hızlı ve biraz laçka dünyasından bakınca eskinin ciddiliği kendini korur.

1901 doğumlu bir öğretmen/akademisyen Ahmet Hamdi Tanpınar'ın 1950'lerde yazdığı Saatleti Ayarlama Enstitüsü, ilk bakışta 'ciddi' bir romanmış gibi duruyor. O dönemin yazarlarının bir ciddi duruşa sahip olma zorunluluğu varmış gibi düşünüyoruz hep. Bunları niye yazıyorum? Çünkü  Saatleti Ayarlama Enstitüsü beni şaşırtan şekilde çok güçlü bir mizaha sahip. Çok iyi bir roman okuyacağımın bilincindeydim, ama böylesine bir mizahı tahmin bile etmiyordum. Tabi ki bir güldürü kitabından bahsetmiyoruz. Fakat biz eskiler gülmez, güldürmez sanırdık! Ezberlerimiz değişmemiş. Fakat diğer yandan Tanpınar'ın tarzının da yeni yeni gelişmekte olan Türk edebiyatında bir yenilik olduğunu savunanlar çok fazla.

Diğer yandan karşımızda çok iyi bir roman var. Kurgusyla, mizahıyla, anlatımıyla, sembolleriyle, karakterleriyle Türkiye sosyolojisine çok net ışık tutan bir kitap. Eski ile yeni; geleneksel ile modern, Doğu ile Batı arasındaki çatışmanın en güzel işlendiği romanlardan biri muhakkak. Bu nedenle çok kıymetli.

Biz toplum olarak eski ile yeni arasında çok gidip geldik. Bizim kuşak da, daha öncekiler de bunu derinden yaşadı, yaşıyor. Devamlı da irdelendi. Belki de en büyük sorunumuz eski ile yeni arasında bir tercih yapma zorunluluğu oldu. Toplumsal çatışmaların merkezinde bile bu zıtlığı bulmak mümkün

Bu geleneksel - modern çatışması bugünlerde tüm hızıyla devam ediyor. İşte bu çatışmada taraf olmayan gerçekten de bertaraf oluyor. Muhakkak bir tarafın doğruluğunu mutlak kabul etmeniz gerekiyor. Aksi halde bir yaşam alanı oluşturmak pek mümkün değil. Bu durum belki 1800'lerde çok keskin değildi ama özellikle 1923 sonrası iyice belirginleşmiş. Abdülhamit döneminde doğan ve büyüyen, Mustafa Kemal devrimlerine inanan ve güvenen Tanpınar, bu çatışmada tam ortada durabilmeyi başarabilmiş. Bunu birçok yazısında, şiirinde ve hatta hayat hikayesinde görebiliyoruz. Saatleri Ayarlama Enstitüsü de bunlardan biri. Mesela Peyami Safa'nın Fatih-Harbiye romanı gibi; bir tarafa düşmanca diğer tarafa sevecence yaklaşmış değil. Bu açıdan Tanpınar hakkında meraklarım var. Mesela 2000'lerde yaşasa nasıl bir düşünce biçimi geliştirirdi?

Gerçi Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nün baş kahramanı Hayri İrdal, bu dönüşümün sancılarını  en derinden hissedenlerden biri. Yeni oluşan Türkiye toplumunun, arada kalmış, kafası karışmış ama yoluna devam edebilmiş bireyinin çok net bir tasviri. Fakat sonuçta yine de erken Cumhuriyet'in karakterlerinden biri. O nedenle bu dönemin bireyine bakabilmiş bir Tanpınar'ın derin analizlerini okumak isterdim.

Yine de bu merakıma rağmen, kitap adına yakışır bir konuma sahip. Tanpınar saatleri öyle bir ayarlamış ki; roman zamansız bir özellik kazanmış. 1960'ta da, 1990'da, 2020'de de okunabiliyor. Zira çatışma, hiç bir çözme çaba sarf edilmeden toplumsal yaşamın ortasında büyümeye devam ediyor.

Cuma, Eylül 4

Elveda Buca


Bucaspor kapandı! Artık Bucaspor yok! 

Beklenmedik bir gelişme değildi. Zaten camia buna hazır olduğu için önce amatör liglerde mücadele eden Tire 1922'nin haklarını satın aldı, sonra da kulübün ismini de Bucaspor 1928 olarak değiştirdi. Şu anda Süper Lig'de mücadele eden birçok köklü takımın dahi yaptığı, Anadolu'da çok yaygın olan bir iş. Bu isim değiştirmeleri iyi okumak lazım ama bu ayrı bir yazının konusu olsun. Şimdi esas meselemiz eski Bucaspor!

Tabi ki "Ah sen ne güzel takımdın Bucaspor" şeklinde duygusal bir yazı yazmayacağız. Bu arada özellikle 2010'lu yılların başında güzel takım olduğunu eklemek gerek. Batdal, Zafer Çevik, Erkan Taşkıran, Yasin Avcı, Sercan Kaya, Veli Kızılkaya gibi oyuncular akıllarda. Hatta genç Taylan Antalyalı bile ara ara oynardı. Süper Lig'e de yükselmişlerdi. Hızlıca yükseldiler, hızlıca düştüler. İşte tam da o yıllarda çok önemli bir maç oynandı. O nedenle Bucaspor hakkında yazı yazmak yerine, kulübün kaderini belirleyen o maçı hatırlayalım.

Zira o maçın kendisi dramatikti ama asıl sonrasında yaşananlar çok ilginçti. Türkiye'de spor kulüplerinin ömrü pamuk ipliğine bağlı. Tabi ki futbolun tam da öyle bir ruhu, duygusu ve doğası vardır. Kazanmak ve kaybetmek bir anda gelişir ve her şeyi değiştirir. Fakat Türkiye'de bir maçı kaybetmek bütün tarihinize mal olabilir.

Bucaspor 2010-11 sezonunda tarihinde ilk kez Süper Lig'de mücadele etmiş, hemen o sezonun sonunda alt lige düşmüştü. Düşen takımlar için en önemli mesele hızlı bir şekilde geri dönmektir. Zira geliri yüksek Süper Lig'de tutunmak için çok para harcanmış, borç yapılmış, alt lige düşünce gelirler azalmıştır. Ve en önemlisi borçların altından kalkmak çok zor gözükür. O nedenler hemen yukarı çıkmak ve kasayı doldurmak gerekir. Aksi halde kulüler alt liglerde, bir kuyuya düşmüş gibi debelenir.

2010-11'de Süper Lig'den düşen takımlar Bucaspor, Konyaspor ve Kasımpaşa'ydı . Bu üç takıma dikkat! Zira Kasımpaşa yukarıda bahsettiğimiz denkleme uyarak hemen bir üst lige (2011-12'de) yükseldi. Zaten kendileri son yılların asansör takımıdır. Konyaspor ise play-off finalinde Kasımpaşa'ya elenen takımdı. Bucaspor ise ligi orta sıralarda bitirdi. 

2012-13 sezonunda şans Bucaspor ve Konyaspor'un ayaklarına geldi. Bucaspor bu sefer daha iyi bir sezon geçirdi ve beşinci oldu. Konyaspor ise altıncıydı. Üçüncü sıradaki 1461 Trabzon'un Süper Lig'e çıkma hakkı olmayınca play-off'a yedinci sıradaki Adana Demirspor dahil edildi ve altıncı ile beşinci takımlar yarı finalde eşleşmek zorunda kaldı. Yani Konyaspor ile Bucaspor. Olayların bu kısmı bile yeterince absürd değil mi?

İlk maç Konya'daydı. Bucaspor o zorlu maçı, savunma oyuncusu Luiz Henrique'nin golüyle 1-0 kazandı. Rövanş için büyük bir avantajdı. Zira sezon boyunca oynadığı 34 maçta 38 kez fileleri havalandırabilen Konyaspor, ilk yedi sıranın en az gol atan takımıydı ve Bucaspor'a deplasmanda en az iki gol birden atması gerekiyordu.

Maçın ilk yarısı sıkıcı, daha doğrusu kontollü geçti. Her dakika Bucaspor'a yarıyordu ve ilk yarı 0-0 sona erdi. O sezon hiç gol atamayan Luiz Henrique, ilk kez Konya'da ağları havalandırmıştı. Buca'daki maçın 63. dakikasında bir kez daha fileleri havalandırdı. Bucaspor maçta 1-0 öne geçmiş, eşleşmede 2-0'ı yakalamıştı. Kalan süre 25 dakikaydı. Karşılaşmanın seyri de Konyaspor'dan yana değildi. Hatta Konyaspor kalecisi Kaya Tarakçı maçın yıldızıydı. Kaya'nın ilk maçta da önemli kurtarışları vardı. Fakat Kaya'ya rağmen işler Konyaspor'un istediği gibi gitmiyordu.

İşte o maç döndü! Önce Murat Akın beraberliği sağladı, ardından stoper Selim Ay Konyaspor'u 2-1 öne geçirdi. Maç 2-1 sona erdi. Keşke maçı özetini bulabilseydim ama golleriyle yetinebiliriz...



Uğur Tütüneker'in çalıştırdığı Konyaspor, finalde yine şimdilerde kabus yaşayan ve başka bir takımın adında can bulmaya çalışan Manisaspor ile karşılaştı. Recep Aydın ve Ars'ın golleriyle 2-0 kazandı ve Süper Lig'e yükseldi. O günden bu yana da Süper Lig'de. Hem de o biçim....

Anlattığımız sezonun başında borçları olan, transfer yasağı bulunan ve herkesin "Küme düşer" dediği Konyaspor, sezonu sonunda bir şekilde Süper Lig'e yükseldi. Zaten sık sık düşüp çıkan bir kulüp olması bu başarıyı biraz olağan karşılamamıza neden oldu. Fakat sonrasında kulüp tarihin en büyük başarıları geldi. 2015-16'da Süper Lig'i üçüncü bitirdiler. Bu, ertesi sezon Avrupa Ligi oynayacakları anlamına geliyordu. Avrupa aşaması pek iyi geçmese de ülke içinde bir kez daha tarih yazdılar ve Türkiye Kupası'nı kazandılar. Yani, ertesi sezon bir kez daha Avrupa'daydılar. Ama öncesinde Beşiktaş'ı alt ederek Süper Kupa'yı müzelerine götürdüler. İkinci Avrupa Ligi seferinde, grupta oynadıkları altı maçın sadece ikisini kaybettiler. Guimaraes'i yendiler, Marsilya gibi bir devle berabere kaldılar. Bu süreç içinde, geçen sezon olduğu gibi, birkaç kere düşme korkusu yaşadılar ama halen ligdeler ve her takım için tehlike yaratmaya devam ediyorlar.

İşte Konyaspor bunları yaşarken Bucaspor yavaş yavaş düştü. 2015'te Samsun deplasmanında 3-1 öne geçip 5-3 kaybettikleri maç da en az Konyaspor maçları kadar dramatikti, zira onların küme düşmesine zemin hazırladı. 2016'nın son maçında Kocaeli Birlikspor ile 2-2 berabere kalarak bir puanla ligde kalmayı başardılar. Kartalspor, sonuncu Tarsus İdman Yurdu'nu yenseydi İstanbul ekibi ligde kalıp Bucaspor düşecekti. Fakat Kartalspor düştü ve şimdi onlar da amatörde...Belki onlar da kapanır.

Türkiye'de futbol kulüplerinin kaderi ve tarihi, 25 dakika değişebiliyor. Bucaspor 2018'de, yani Konyaspor'un Avrupa'da puanlar kazandığı sezonda 3.Lig'e, 2019'da ise amatöre düştü. Yazı bu kadar, öykü de bu kadar! 1928'de kurulan Bucaspor'un sonu işte böyle geldi.

Bu arada herhalde o golün hatrına Selim Ay halen Konyaspor forması giyiyor ve son yedi sezonda ligde üç gol atabildi...

Perşembe, Eylül 3

Sister


Beklediğimden iyi çıkan bir film. Beklentimin düşük kalmasının önemli nedenleri var. İnternette hakkında hiç yorum yoktu. Ayrıca filmi izlediğim zaman IMDB'de puan bile verilmemişti. Şu an, 282 kişinin kullandığı oylar sayesinde  6.7'lik standart bir puana sahip.

Aslında çok standart bir öyküye ve çok klasik bir anlatıma sahip. Ailesiyle sorunlar yaşayan ve onlardan zamanla uzaklaşan Billy, sevgilisiyle bir hayat yaşamaktadır ama bu hem işinde hem sevgilisiyle sorunları vardır. Bu noktada uzun süredir görmediği küçük kız kardeşi Niki hayatına dahil olur ama istediği bir durum değildir. Ergen Niki de çevresinde sevilen biri değildir ve zor bir karakterdir. Bu uyumsuz gözüken iki kardeş zamanla birbirlerine bağlanır ve birbirlerinin zorluklarına yardımcı olurlar.

Özellikle Türkiye seyircisinin çok hoşuna gidebilecek bir film. Türk sinemasında çok işlenen 'kardeşlik' temalı filmlerden bu konuya hakimiz ve genel olarak seviyoruz. Tabi burada bir fark var. Bunu da filmi izlerken fark ettim. Her Şey Çok Güzel Olacak'tan Canım Kardeşim'e, Limonata'dan Yusuf ile Kenan'a, ve hatta Uyanık Kardeşler'e kadar; eğer kalabalık bir kardeşler topluluğu yoksa, yani iki kardeşten bahsediyorsak genelde bu iki kardeşin erkek olduğunu görüyoruz. Burada erkek ve kız kardeş var. Hatta yaş farkları da oldukça yüksek. Bu nedenle en azından bizim için bir yenilik barındırıyor.

Film birçok klişe barındırsa da sonu sürprizli sayılabilir. Bu da vasat filmler arasından sıyrılmasına yol açabilirdi. Fakat kıyıda köşede kalmak gibi bir sorunla karşılaşmış. Tavsiye edeceğim filmler arasında olmaz. "Denk gelinirse izlenir" diyebileceğim bir film ama internetteki popülerliğine bakılınca denk gelmek de pek mümkün değil. Bana nasıl dek geldiyse artık; kısmet işte...

Çarşamba, Eylül 2

Tecrübe


"Tecrübe büyük bir avantaj. Sorun şu ki, tecrübe kazandığınızda, hiçbir şey yapamayacak kadar yaşlanmış oluyorsunuz."

8 Grand Slam şampiyonu Jimmy Connors 68 yaşında...

Salı, Eylül 1

Ölümlü Dünya


Yeşilçam eskiden popüler olduğunda ağlatırdı. Ağlatmayı severdi. Komedi filmleri de vardı tabi ki. Kemal Sunallar, Şener Şenler makine gibi devamlı film çekerdi. Ama Yeşilçam denildiğinde akla yıllarca aynı şey geldi; kavuşamayan aşıklar, trajediler, hüzünler, gözyaşları...

Tabi artık Yeşilçam kalmadı. Sektör bambaşka bir yerde, bambaşka bir tarzda. Kıyaslayacak değiliz. Fakat kıyaslayacak olsaydık en önemli fark şu olurdu: Artık seyirciyi ağlatmak değil güldürmek esas.

Şu an Türk sinemasını ve sinema salonlarını komedi filmleri sırtlıyor. Her sene onlarca komedi filmi vizyona giriyor. Ve çoğu da iyi hasılat yapıyor. Tarihin en çok hasılat yapmış 20 filmine baktığımızda listede 13 komedi filmi var. Üstelik biri film bile değil! Cem Yılmaz'ın sinemada gösterilen gösterisi Fundementals, birçok filmden daha fazla hasılat yaptı. Listede üç tane Cem Yılmaz, iki tane Ata Demirer, bir tane Yılmaz Erdoğan ve  beş tane Recep İvedik filmi var.

Henüz bitmemiş 2020'nin en çok izlenen dört filmi de komedi. Kısacası komedi tutuyor. Tutuyor ama aynı zamanda tutacağı garanti olduğu için ortaya çok fazla komedi filmi atılıyor. Bu da kaliteyi düşürüyor. Kaliteyi düşüren filmler aynı zamanda bir ekol yaratıyor ve yeni bir film anlatısı oluşuyor. Kolaya kaçmak esas oluyor.

Recep İvedik filmleri ayrı bir tartışma konusu. Öyle ürünler var ki, birçok komedi filminden daha iyi olduğunu söyleyebiliriz. Tarzı belirleyen de o oldu. Dikkat Şahan Çıkabilir ile ünlenen Şahan Gökbakar'ın serisi, aslında o programdan esinlendi, beslendi. Sonuç olarak öyküyü bir kenara attı. Öykü önemli değildi. Önemli olan komik sahneler çekmek, komik tiplemeler yaratmak, komik replikler yazmak ve skeç gibi hazırlanmış birçok sahneden oluşan bir 90-120 dakikayı izleyiciye sunmaktı.

Ölümlü Dünya'yı da bu bağlamda değerlendirmek gerekiyor. Öncelikle artılarından başlayalım. Ali Atay'ın ilk yönetmenlik deneyimini (Limonta) daha sonra izledim, yeri gelince yazarım ama ikinci filmi olan Ölümlü Dünya benim için bir ilkti ve beklentim düşüktü. Şaşırtıcı bir şekilde çuvallamamış. Kamera arkasında iyi bir ekiple çalıştığı belli oluyor. Güçlü bir maddiyat ve insan kalitesi var. Görüntü yönetmenliği çok hoşuma gitti. Oyuncu kadrosu zaten üst düzey. Kalitenin düştüğü sektörde, hem kamera önünde hem kamera arkasında fark yaratan bir ekip bize orta üstü bir film hazırlamış.

Fakat diğer yandan genelin ezberlerine uyulmuş. Oysa bu kadronun ezber dışına çıkma lüksü vardı. Fakat denememiş. Ya da biraz denemiş ama hemen kaçmış. Senaryo ekibi beş kişiden oluşsa da, yani üzerine çok kafa patlattıklarını düşünsek de hikaye bütünlüğüne çok fazla eğilmemişler. Skeçlerden oluşan bir film gibi izliyoruz yine. Bir hikaye var evet, filmin devam etmesi için bu şart zaten. Fakat film bitince aklımızda kalanlar bazı espriler, diyaloglar oluyor. Filmin tanıtımlarında çokça vurgulanan 'kara komedi' etiketini ise buraya yapıştırmak biraz zor. Belki ekip onu denemiş ama bir suç örgütünden bahsetmek 'kara' kısmı için, içinde espriler barındırması da 'komedi' için yeterli değil. Film sanki denediği zor işin altında kalmış. Feyyaz Yiğit senaryo ekibinde de yer aldığı için olsa gerek, kendisinin canlandırdığı karakteri ön plana çıkarmış. Her sahnede bir Serbest şov izliyoruz. Bir güldürüyor, iki güldürüyor ama sonrasında da sıkıyor. Hâlâ karşımızda 'Lost bozdu' diyen çocuk gibi duruyor. Ne oyunculuğunda ne de espri anlayışında bir değişim yok. Hep aynı tondan, aynı yoldan ilerleyen espriler geliyor, filmde de bu sıkıntı kendini gösteriyor. Doğu Demirkol beklediğimizin altında. Zaten hem Serbest hem de Doğu Demirkol'un karakteri Zafer birbirlerine o kadar benziyorlar ki, ikisinden biri fazlalık yaratıyor. Ahmet Mümtaz Taylan, Alper Kul, Sarp Apak, İrem Sak çok başarılılar ama onların da komedi kısmına kattıkları şeyler çok sınırlı.

Yine de her şeye rağmen iki saate yakın sürede sıkılmıyoruz. Yalan yok, gülüyoruz. Önemli, olan da bu. Mesela birçok yerli komedi filmi güldürmüyor. En azından beni. Üstelik ben, herkesin aksine Güldür Güldür'de bile gülüyorum. Fakat sinemada çıkan ürünler bu konuda çok başarısız. Ölümlü Dünya o yüzden değerli, zira bu açıdan vaat edileni veriyor. Son kısmıyla da devamının geleceğinin sinyallerini verdi. Gerçi onun yerine, henüz izlemediğim Cinayet Süsü geldi ama olsun. Eğer ikincisi çekilirse, izlenmek için listeye konulacaktır. Çalgı Çengi'nin bile iki kere çekildiği yerde, Ölümlü Dünya'nın seri yapması şart! Fakat yerli komedinin de ezberlerden çıkması şart!

Çam ve Sakura Yemek Festivali


Türkiye'de günlük Corona vaka sayısı giderek artıyor. Hatta ne olursa olsun bir şekilde bağlı olduğumuz Avrupa'da da bir yükseliş var. Bu yükselişi iyi analiz edip kendimizi hazırlamak lazımken daha çok birbirimizi yemekle meşgulüz. Düğüne gidenler sokakta gezenleri, sokakta gezenler namaz kılanları, namaz kılanlar tatile gidenleri suçluyor. AVM'ye gideni sorumsuzlukla suçlayan bir süre sonra sinemaya gidiyor, sokağa çıkan "Bu ne kalabalık" diyerek sokağın fotoğrafını çekiyor. Farklı semtler birbirlerini, farklı görüşler karşısındakini eleştiriyor. Muhalefet iktidarı, iktidar ise en çok plaja gidenleri suçluyor!

Ülke ikiye bölünmüşken biz de bu yazıda iki ayrı kesimi değerlendirmeden geçemeyiz. Önce muhaliflerden başlayalım. Bu süreçte sınıfta kalan oluşumlardan biri. Muhalefetin, çözüm odaklı olduğunu düşünemiyorum. Bunu hissettiremediler. Toplumun önemli bir kesiminde de bu duygu var. Marttan beri de aynı şekilde ilerliyorlar. En önemli savları rakamların yanlış olduğu ama onu ortaya çıkarabilecek somut bir şey de gösteremediler. Hatta en son belediye başkanları online bir toplantıda bu konuda hakkında bir şeyler söylemeye çalıştılar ama somut bir şey gelmedi. Üstelik toplantının en sonunda Mansur Yavaş "Rakam 30'a 100 diyelim" şeklinde konuşarak çarptırmanın meşru bir yol olduğunu dillendirdi. Bir diğer konu da kısıtlama taleplerindeki tutarsızlıklar. Orta sınıf rahatına güvenerek 'karantina' isteğinde bulunan muhalefet, diğer yandan konvoylarına, festivallerine devam ediyor. Veya İBB Kurban Bayramı'nda ve 30 Ağustos Zafer Bayramı'nda otobüsleri ücretsiz yaparak halkı sokağa çıkmaya ve kalabalık oluşturmaya teşvik edebiliyor. Zaten bir yandan hükümetten sert tedbirler isterken, bir yandan da salgın kurallarına uymayanlara kesilen cezaların affını talep etmek de çelişkili duruyordu.

Fakat yine de bu işin esas sorumluluğu devlete ve iktidara aittir. Zaten esas konumuz orası. Ortalıkta karman çorman bir durum var. Çok sıkıntılı geçmesi beklenen salgın sürecinin (Mart-Haziran arası) çok da kötü yönetildiğini düşünmüyorum. Fakat bugünlerde, yani normalleşme sonrasında oluşan kaosun bir sebebi olmalı. Ve bu bir iletişim sorunundan kaynaklanıyor. Sağlık Bakanlığı (Bilim kurulu ile beraber) ilk başta önlemlerini iyi aldı ama sonrasında diğer bakanlıklarla beraber sürecin nasıl yönetileceği ıskalandı.

İşte o ıskalanma halinin sembolü benim gözümde geçen hafta yaşandı. Pandemi döneminden en kârlı çıkan isim Acun Ilıcalı'ydı. Önce iki ay boyunca herkes evde oturup Survivor izledi. Yarışma izlenme rekorları kırdı. Tahmin ediyorum ki normalleşme sürecine denk gelen final maratonu o kadar izleyici bulmamıştır. Ona rağmen yine de listelerde devamlı zirvedeydi. Aynı izlenme oranları yakalamasa da şu an zirvede yeni bir yarışma var; Masterchef.

Melih Şendil'in kariyerini bitiren dostum Mustafa, esasında son altı ayını spor programlarına değil TV 8 yarışmalarına ayırmıştı. Kendisiyle de Whatsapp üzerinden devamlı yarışmalar hakkında konuştuk. Hatta Survivor zamanında Evrim'e karşı bir cephe de oluşturduk. Sonra ben normalleştim o izlemeye devam etti. Masterchef'e de başladı. Bense ucundan bakıyorum. Elemeler sonra erip esas kadrolar oluşur oluşmaz, henüz ilk haftada Mustafa bana "Acun neden dış çekim yapmadı" dedi ve ekledi: "Eğer Acun'u biraz tanıyorsam, kesin sağlıkçılara yemek yapar"!

Ben ihtimal vermedim ve karşı çıktım. Şu an salgın dönemindeyiz. Ne kadar normalleşme olsa da, hastaneler yoğun. İnsanlar hastaneye gitmeye korkuyor. En basit rahatsızlıkları olanlar hastalıklarını sineye çekti, evde duruyor. Bazı kemoterapi gören hastalar bile zar zor randevu alarak, korka korka hastanelere gidebildi. Televizyonlar devamlı "Zorunlu olmadıkça hastaneye gitmeyin" uyarısı yapıyor. Böyle bir dönemde bir kanalın 16 yarışmacı ve dev bir çekim ekibiyle bir hastaneye gideceğine ihtimal vermemiştim.

Mustafa "Olacak" dedi ve oldu. Hem de gerçekten ilk haftadan. Masterchef yarışmacıları, zor şatlar altında olan sağlıkçılara moral olması açıcından Çam ve Sakura Hastanesi'ne gitti ve yanlış hatırlamıyorsam 9 sağlık çalışanına yemek yaptı. Eminim tüm sağlık personeli çok mutlu olmuştur bu ziyafetten!

Fakat asıl sorun işte burası. İletişim! İnsanlardan olayın ciddiyetini kavramasını talep etmek, kurallara uymasını istemek, hatta kötü gidişattan onları sorumlu tutmak için elinizden gelen her şeyi yapmalısınız. Onlara sadece kural dayatamazsınız. Eğitim, insanları yeni düzene alıştırmaktan ve onları ikna etmekten geçer. Bu hamle, toplumu yönlendirmek için çabalamadığınızı gösteriyor. Televizyonu açan bir insan (en çok izlenen programdan bahsettiğimize göre milyonlarca insan), bir hastanede yarışma programı çekildiğini görüyorsa ertesi gün nasıl hareket eder? İnsanlar iyi veya kötü, az veya çok bir şekilde kendilerini sıkarken, bazıları akrabalarını dostlarını uzun zamandır göremezken veya toplum kendi içinde 'siz plaja gittiniz, siz düğüne gittiniz' kavgası yaparken, bir hastanede yemek yarışması düzenlenmesi ne anlama gelir?

Bu yeni bir durum değil zaten. Normalleşmenin Haziran'ın ilk haftasında başladığını sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Normalleşme CNN Türk'te, Corona konuşan Mehmet Ceyhan yerine darbe söylentilerinden bahseden Mehmet Metiner konuk olduğunda başladı. İnsanlar Corona haberlerini daha az görünce normalleştiler aslında. Kırmızı bantlar alt ekrandan kalkınca "Demek ki ciddi bir şey kalmadı" diye düşündüler. Doğu bir bakış açısı mı? Elbette değil. Fakat bu toplum böyle besleniyor ve siz toplumu yönetiyorsunuz toplumun ezberlerine göre hareket etmelisiniz. Üstelik böylesine olağanüstü ve bilinmedik bir durumla karşı karşıya geldiğimizde, her şeyi halktan beklemek de mümkün olamaz. İnsanları yönlendirmek sizin göreviniz. Üstelik sene 2020'yken; yani elinizde bir sürü imkan varken bu çok daha kolay...

Şu an vaka sayıları 1500 civarına yükseldi. Mayıs ortasında da benzer rakamlar, hatta belki biraz daha az, en azından aşağıya doğru inen bir ivme vardı. Fakat o zaman insanlar biraz daha tedirgin, biraz daha korunaklı, biraz daha ilgiliydi. Zira tüm televizyon kanalları (Survivor dışında) Corona ile ilgili yayınlar yapıyordu. Şimdilerde vaka sayılarını düzenli olarak kontrol eden insan sayısının bile çok az olduğunu düşünüyorum. Zira toplumun mantığı şöyle işliyor; ciddi bir şey varsa televizyon söyler.

Bu "Rakamlar doğru mu yoksa saklanıyor mu?" veya "Televizyon doğruyu mu söyler" tartışması değil. Neredeyse tüm televizyon kanallarını yönlendirebilen, onlara istediği yayınları yaptırabilecek güce sahip bir hükümetten bahsediyoruz. Halkın bilinçlenmesi veya biraz kendine gelmesi için günde bir saatlik Corona yayını yaptırsa, Bilim Kurulu üyeleri yine çıkıp azar azar konuşsa çok faydası olur. Belki de yönetenlerdeki genel düşünce bir panik havasından kaçınmaktır. O nedenle televizyonu böyle sert haberlere ayırmak istemiyorlardır. İkna olmasak da bu da kabul. Fakat bir hastanede yemek yarışması ne demek? Bu işte bambaşka bir mesaj...

Bütün haber kanalları Haziran'da darbe söylentilerini tartıştı, şimdi 'Doğu Akdeniz' konuşuluyor. Acun yarışmasına devam ediyor. TFF maçları seyircili oynatacağını açıklıyor. Sağlık Bakanı her gün sıcak ve komik tweet'leriyle virüs korkusunu azaltıyor. Sonra dönüyoruz birileri "Siz niye düğüne gittiniz" diye kızıyor, öbürleri tatile gidenlere küfür ediyor. Gerçi bu kendi hayat tarzını yücelten, diğerini yeren anlayışın plakasını Mart ayında almıştık. Fakat artık sorunu başka yerde aramak lazım. Televizyona bakınca gördüğümüz manzara daha rahatsız ediciyken, veya televizyonda gördüğümüz karakterler hayatlarına devam ederken birbirimizi yemeye gerek yok...

Önce onlar kısıtlasın kendilerini!