Çarşamba, Mayıs 24

Night on Earth


Bu tarz filmleri seviyorum. Dünyanın çeşitli noktalarına dikiz. Bazen arka planda bir olay olur, bazen de hiçbir şey olmaz. Mesela One Day in Europe, bir Şampiyonlar Ligi finali esnasında Avrupa'da yaşananları konu alırdı. 1991 yapımı Night on Earth'te öyle bir olaya gerek yok. Tamamen doğal ve sıradan geceler...

Jim Jarmush'un sekiz günde yazdığı senaryonun ilk bölümü Los Angeles'ta başlıyor. 1991'de sevimliliğin zirvesinde olan (henüz 19 yaşında) Winona Ryder, sert mahallenin kızı olarak direksiyonda. Yine fazlasıyla sevimli. Sertleşmeye çalışsa da olmuyor. Sonunda da bir tamirci olma hayali nedeniyle ünlü bir oyuncu olmayı reddediyor. Fena başlamıyor film.

 

Daha sonra New York'a gidiyoruz. Kendi ülkesinde bir palyaço olan Doğu Alman göçmeni Helmut, ABD'nin yerlisi ama ezileni olan bir Afroamerikalıyı (ten rengi sebebiyle tüm taksiler onu pas geçmişken) arabasına alıyor. İşin hüzünlü tarafı hayatını sürdürmek için dilini bile iyi bilmediği bir ülkeye gelen Doğu Alman'ın, esas olarak araba kullanmayı beceremesiydi. Onu belki de en iyi New York filmleriyle kariyer inşa etmiş İtalyan asıllı aktör Giancarlo Esposito'nun canlandırdığı YoYo anlardı. Direksiyona da o geçiyor bir yerden sonra.  Bir yerden sonra üzülerek izliyoruz ama sonunda dayanışmanın ne kadar önemli olduğunu hissediyoruz... O nedenle favori iki bölümümden biri...



Daha sonra Paris'e geçiyoruz. Önce Kamerunlu müşterilerinin ırkçılığına maruz kalan Fildişili şoför (adını bilediğimiz tek şoför), bu sefer kör bir Fransızı alıyor arabasına. Bu sayede hayatının en büyük aydınlanmalarından ve şoklarından birini aynı anda yaşıyor. Ayrımcılığın sadece ırk ve milliyet üzerinde sınırlı almadığını anlıyor. Filmin politik unsurları en keskinleşen bölümü burası bence. Diyaloglar da şahane... New York ile diğer favorim...


Ardından Roma'ya uzanıyoruz. İtalya'nın çomarı; çocukluğunda balkabağına, ergenliğinde köydeki koyunlara, gençliğinde de yengesine hallenen şoförümüz, günah çıkarma işlemini bir kiliseye gitmek yerine arabasına binen rahip sayesinde kısa yoldan halletmeye çalışıyor. Tabi ki pek başarılı olamıyor. Diğerlerine göre daha hareketli, gürültülü ve biraz daha esprili duruyor...


Sonra Helsinki'ye uzanıyoruz. Bence en zayıf olan kısım burası. Fakat öyle bir bitiyor ki; hüzünle ayrılıyoruz koltuktan. 

1.5 saat içinde dünyayı dolaşıp türlü türlü insan tanıdıktan sonra elimizde kalan en güçlü duygu hüzündü. Ve bu hüzün; bana dünyada ne kadar yalnız olduğumuzu hissettirdi. Belki son dönemde yaşadıklarımızdan dolayıydı, belki de filmin esas vurgusu buydu. Gerçi Helsinki; yalnızlık hissi için en ideal mekan olabilirdi ve yönetmen orayı sona bıraktığına göre bir bildiği vardı. Zaten Jarmush'un tarzına da uyar.

Fakat bu tip filmleri ne kadar çok sevsem de ben bu sefer .çok hoş ayrılmadım. Zira benim gibi toplumcu birisinin, bu tarz 'çoklu' içeriklerden beklentisi daha bütünleştirici hissiyatlar uyandırmasdır. Ya film ya da ben bunu ıskaladık bir yerde.

Öte yandan dünyaca ünlü oyuncularımızın performansları çok iyiydi. Adeta kafa patlatan bir şekilde ara vermeden konuşan Roberto Benghini'nin, senaryo metninde herhangi bir repliği olmadan tamamen doğaçlama oynadığını öğrenmem onu bir adım öne çıkardı. Üstelik taksinin hızlı ve artistlik kullanıldığı sahneleri önce bir dublorün denemesi ve başarısız olması, ardından da Benghini'nin bunu başarması filmle ilgili öğrendiğim ilginç notlardan biriydi.

Hemen hemen taksilerde geçen bir film için kaliteli bir yönetmenlik ve kamere kullanımı mevcuttu. Burada da görüntü yönetmeni Frederick Elmes öne çıkıyor. Öte yandan iki paragraf önce olumsuz cümlelere kullanmış olsam da bir sosyoloji meraklısı olarak bu beş şehrin, beş ülkenin ve beş toplumun fotoğrafının bu kadar net çekilmesi de takdirlikti. 

Yine de bizim beş şehir daha güzeldi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder