Salı, Temmuz 31

Dönmek





Neresi sıla bize neresı gurbet....

Geleneksel olarak; yılın en fena günü.

Pazartesi, Temmuz 30

Anadolu Tarım İşletmesi Koşusu

Salı günü Ankara'da yine Araplar'ın önemli diyebileceğimiz koşularından Anadolu Tarım İşletmesi Koşusu koşulacak. Koşuda iddialı isimler var, son 10 yıla baktığımız zaman yine bu koşuyu kazanan safkanların yarışçılık tarihindeki ve yarışseverin gönlündeki yerlerinin bambaşka olduğunu görürüz.
***
2100 metre mesafede çim pistte koşulacak bu koşuyu 2001'de Odinhan, 2002'de Anadolu Ateşi, 2003'te fotoğraftaki Yaşarcık (Fotoğrafı Şampiyon Atlar sayfasından aldım, bir çok şampiyonun güzel fotoğrafları mevcut tavsiye ederim), 2004'te Tekelioğlu, 2005'te Özgünhan, 2006'da Ateştopu, 2007 ve 2008'de Kafkaslı, 2009'da Hayatım ve son iki yılda da Hisarbey'in kazandığını görüyoruz. Kaya ekürisi sağolsun oradan oraya sürüklenen Kafkaslı bu koşuyu tam 5 kere koşmuş, 2'sini kazanmıştır. 2006'da çok ağır favori iken girdiği zaman ise Ateştopu ve Alpak'ın arkasında 3.lük elde etmişti. Bir atın her sene hemen hemen aynı haftada yer alan koşuya 5 sene üstüste katılması, mücadelenin G2 olduğunu düşünürsek muazzam bir durumdur. Kafkaslı da zaten muazzam bir attı.
***
Salı günü ise yarışın iki isim arasında geçmesini bekleyebiliriz. Yarış Niğbolu Koşusu'nda Kurtel ve Karaüzüm'ü mağlup eden Lidertay ve rüştünü ispatlamış, koştuğu 20 yarışta 1 kez tabela dışında kalmış, 7'si G1 14 birincilik elde etmiş şampiyon Onurkaan arasında geçecektir. Bu iki safkana dair enteresan bir not da babaları Lidertay'ın babası Bozok ve Onurkaan'ın babası Demirkazık 2001'de 3 yaşlılıklarının başında bir çok açık yarışta kapışmış, çoğunda Özgünhan ellerine verse de özellikle Demirkazık adından hatırı sayılır biçimde bahsettirmiştir. Bunların jenerasyondan bir diğer kalite Anadolu Ateşi ise yukarıda değindiğimiz gibi 2002'de bu önemli kupayı kazanmıştır.
***
Yarış 31 Temmuz salı günü saat 17.00'de. Hele bir izleyelim bakalım bu adam ne diyor diyenler TJK TV ve TAY TV'den yarışı seyredebilirler.


Pazar, Temmuz 29

Kanun Namına



Oduller alan, aldigi odulleri hak eden, Yesilcam`in kirilma filmlerinden biri. Basrolde Ayhan Isik yaziyor ama aslinda Istanbul basrolu kapmis. 

Eski Istanbul`u nereden gorecegiz, nasil ogrenecegiz? Bu tarz filmlerden.

Yesilcam`in basit ask filmlerinden ibaret olmadigini nasil kanitlyacagiz? Bu tarz filmlerden.

Ayhan Isik`in onunu acan filmlerden. Omer Lutfi Akad`in ve Osman Seden`in en onemli filmlerinden

Cumartesi, Temmuz 28

Bizim Oralar Gibi



Sanki Suadiye-Erenkoy arasi, Galatasaray tribunu trenle deplasmana gidiyor.

Oyle degil tabi ama olsun...

Via>Ati

Çarşamba, Temmuz 25

Çanakkale Zaferi Koşuları



29 Temmuz pazar günü Veliefendi Hipodromu'nda 3 yaşlı Araplar'ın en önemli klasiklerinden ve kendilerine göre ilk uzun mesafe deneyimi olacak olan G1 Çanakkale Zaferi Koşusu koşulacak. Bu koşuda koşacak, kazanacak, plase yapacak at gelecekte adından çok söz ettireceği için, uzun aradan sonra blogda at yarışı yazarken önümüzdeki ilk önemli koşu olan bu koşuya değinmekte fayda var.
***
Aslında son 10-15 yılın parlak 3 yaşlılarını ve 3 yaşlılıklarında ne yaptıklarını hatırlatacağım çünkü bu isimlerden bazılarının kariyeri 3 yaşlılıklarını anlatmayla geçiştirilemez. Yalnız filmi bayağı bir eskiye sarıp geçmişte bu önemli koşuyu kazananları şöyle bir hatırlamak lazım.
1998: Yılın flaş tayı ve geleceğin büyük efsanesi Ağakaraca olsa da koşuyu Tamerhan kazanmıştı. Veliefendi'de Volga II yavrularının (bunlara ilave Babayıldız ve Devirhan da var) fırtınalar estirdiği sene,  koşuyu kazanan Tamerhan'ın yarış hayatı da parlak sayılırdı ancak koştuğu dönemde çok büyük efsaneler yer aldığından bana göre hiçbir zaman gerçek bir G1 atı olamadı. Allah rahmet eylesin.
1999: Gürbüz Refioğlu'nu herkes Dimas transferinden tanısa da benim için Odin'in sahibiydi öncelikle. At yarışını sevdiysek, bunda Odin'in ve 2000 yılına geldiğimizde değineceğim öz kardeşi Odinhan'ın payı büyük. Odin, 1999 yılı Çanakkale Zaferi Koşusu'nu 17 ağustos felaketinden sadece 2 gün önce kazanmıştı. Şirinoğlu. Çukurova, Pirkaraca o yılın önemli plaseleriydi ki Şirinoğlu'nun pis yerlerde kupon yırttırmışlığı vardır.
2000: Odin'in öz kardeşi Odinhan, 2000'de Çanakkale Zaferi'nin galibi oldu. Kısa yarış hayatında önemli koşular kazandı, Al Anood ve Daffaq'ın ardından 3.lüğü, aynı koşuda Mutabahi'yi geçmişliği vardır. O yılın plase tayı Tamerinoğlu idi. Evet sahipleri Tamerhan ile aynı eküri.
2001: Koşunun galibi Demirkazık olsa da hem o yılın hem de Kafkaslı'ya kadar geçen 4 senenin tartışmasız şampiyonu, izlediğim en büyük arap atı olan Özgünhan'dı. Şampiyonun yavruları 200bin liradan başlıyor... Demirkazık ise müthiş kalitesine rağmen sarı-kırmızı jokey forma rengi ile her daim antipatimi toplamıştır.
2002: Yine son derece parlak bir jenerasyon. Koşanefe, Yaşarcık, Tekelioğlu, Büyü, Araslı... Koşuyu Araslı kazanmıştı, Büyü çok kötü koşmuştu ancak Hatay Koşusu'nda rövanşı almıştır.  
2003: Gözüm kulağım Grand Ekinoks'ta idi, Dinyeper'le kapışmaları ÖSS sonucu bekleyerek geçen yazın keyifli yanıydı. 3 yaşlı Araplar'dan bu yıla ait aklımda kalan pek parlak isim yok, belki Saltukhan, belki Bakışbey. Koşuyu ise Karayağız kazanmıştır.
2004: Yelgeçen'e kaybetmesine rağmen Özgün yavrusu Bolkar yılın en başarılı tayıydı bence. Yelgeçen'den ve diğer rakiplerinden rövanşı hem Haralar Koşusu'nda hem de Hatay Koşusu'nda aldı, yarış hayatı kısa sürdü, Dayala'nın Yücel Bilik'le bültenleri yedirdiği İstiklal Savaşı Koşusu hayatının son koşusu oldu. Bursa'da bu sene 2 yarış kazanan Akıllıkız Bolkar'ın kızıdır.
2005: Kafkaslı... Anlatmaya gerek yok, 8 trilyonun üstünde ikramiye, sayısız kupa, sayısız G1 koşu, geçilmez denen Turbo'yu 8 yaşında geçmek... Bırakalım da 3 yaşındayken de bu koşuyu kazansın.
2006: Koşunun galibi bir Kaya ekürisi safaknı olmasından dolayı koşmaktan kafayı yiyen Zigana'dır. Zigana çok daha başarılı bir at olabilecekken ekürinin para hırsının kurbanı olmuş, sık koşturulmaktan etkilenmiş ve listebaşı atlardan olamamıştır. Yılın en parlak tayı ise İzbatur'dur.
2007: Ayabakan... Sanırım gördüğüm en güzel at ismi. Eşgali de öyleydi. Özgün yavrusuydu bir kere, kötü eşgal mümkün mü... Yarış yaşamı boyunca 2 defa geçildi, birinde %100 jokey hatası ki Halis Karataş bile itiraf etmiştir, diğerinde ise utanmadan 2800'e sürülmüş ve sakatlanmıştır. Sakatlandığı koşuyu kazanan İzbatur'un da yarış kariyerinin son koşusu budur. Ayabakan ağlatır.
2008: Bu yılı, 2009'u ve 2010'u sarsacak inanılmaz bir yarış karakteriydi Turbo. Koşuları çıktığı gibi bitiriyor, yanına kimseyi yaklaştırmıyordu. Şeyhin General'i bile Malazgirt Koşusu'nda diz çökmüştü karşısında. İlk 21 yarışını kazanan Turbo ilk defa Kafkaslı'ya geçilmiş, yarımkan Alper Kaan ile kapışırklen arızalanmış ve bir daha da toparlayamamıştır.
2009: Yılın en parlak tayı Cangıl'dır. Sonradan açık yarışlarda figüran kalsa da 3 yaşlılığı çok başarılıdır Cangıl'ın ve Çanakkale Zaferi Koşusu'nu da kazanmıştır.
2010: Darfur İstanbul'da tozu dumana katarken şu an pistlerde koşan bence en başarılı Arap olan Onurkaan ise ankara'da yeni başlıyordu yarış hayatına. Koşuyu Darfur kazanmıştır. Onurkaan bu yarış koşulurken yarış hayatını Ankara'da sürdürüyordu. 20 yarışından 14ünü kazandığını, sadece 1 kere table dışında kaldığını belirtelim ki, kalitesi anlaşılsın.
2011: Karaüzüm Ömer Kaya'nın tabiriyle "Ben herkese diyorum bu at şampiyon diye, kimse inanmıyor" dur. Rüştünü 3 yaşında kazandığı Çanakkale Zaferi ile ispatlamadı sadece, birçok G1 kazandı. Dişli rakibi ise bu aralar biraz form düşüklüğü gösteren Kurtel ve Karataş'ın 7de7 yaptığı gün ikisini birden tokatlayan Lidertay'dır.
2012: Sorunun cevabı pazar günü yanıt bulacak. Tamerinoğlu yavrusu olan Yalnızefe yılın baş tayı olmaya aday. Babamevlüt son yarışta hem Karataş ustalığı hem de Akın Sözen'in hatası ile kazandıysa da ben Yalnızefe'nin bu yıl adından çok söz ettireceğini düşünüyorum. Bu iki at dışına çıkar mı bilemem belki Kayayürekli devreye girer. Bomba ise Tekfur olur.
29 Temmuz 2012, Suç ve Ceza kadar klasik, Grange romanı kadar heyecanlı. Çanakkale Zaferi Kupası Veliefendi Hipodromu'nda sahibini buluacak.

Salı, Temmuz 24

Seven Kadın Unutmaz



Yesilcam'in bazi karakterlerinin, halk tarafindan cok sevilen oyuncularin neden benim icin overrated oldugunu gosteren bir film. Turkan Soray, Ediz Hun... Yapmacilikta bir marka....

Pazartesi, Temmuz 23

Kaiser Olmadı Saftig Verelim





''Berlin'de yemek yedigim restoranda Kocaelispor Baskani Sefa Sirmen ile tanistik. Bir gun telefon edip, 'Bana Beckenbauer'i getirebilir misin` dedi. 'Karsiligi ne olursa olsun Kocaelispor'un basina onu istiyorum' dedi. O telefondan iki gun once de Beckenbauer, B.Munih'e imza atmisti. 'Saftig'i getrebilirim'' dedim. Saftig'de bir sure once Fenerbahce'ye gidip, tekliflerini kabul etmeyip Almanya'ya donmustu. Almanya'da da revactaydi. Onu alip Turkiye'ye getirdim. Yardimcisi da ben oldum.''


Hikmet Karaman

Kocaelispor Baskani'nin Beckenbauer israrina mi sasiralim yoksa\ Beckenbauer'in alternatifinin Saftig olmasina mi

Pazar, Temmuz 22

1984



Ilginc video. Soveyetler'in son donemleri. Efsane kitabin adina uygun. 1984 yili, bir milli gun. Toren var ama toren coskusu yok. Tuyler diken diken. Ister istemez bir korku olusuyor. Big Brother'in posteri de asili, bizi izliyor.

Cuma, Temmuz 20

Takım



Böyle güzel olmadı, fotoğrafı büyürmek lazım. Takım arkasındaki Terim'i ve Hasan Şaş'ı görmeden olmaz. 5'e2 top kapmaya yeni bir açılım.

Trois Couleurs



Krzysztof Kieslowski, Fransa bayrağındaki 3 renkten etkilenip, esinlenip bir üçleme yapmış. Şükürler olsun ki Fransa bayrağı sadece 3 renkten oluşuyor.

Sıralamk gerekirse; Kırmızı > Mavi > Beyaz

Kırmızı'yı diğerlerinden ayıran Iren Jacob'un varlığı, güzelliği. Beyaz'a dair ise akılımda hiç bir şey yok, hiç bir iz bırakmadı. Vasat sevici olsaydım Mavi'yi başa yazardım.

Sanırım bu üçlemenin bu kadar sevilmesinin nedeni, sinema dilolarının filmleri çeken ve yazan Kieslowski'nin kısa bir süre sonra hayata veda etmesi. CV'si bu filmlerle sona eriyor. Romantik bir hikaye.

Perşembe, Temmuz 19

Savunma Sallanıyor



Sivok izinden döndü ve kamplarda çekilen muhteşem ve arşivlik fotoğraflara o da girdi.

Gir Oyuna


Burak Yılmaz saha kenarında....

Ayrıntılı Burak Yılmaz yazısı gelecek. Senelerdir bekliyorduk, yazacağız tabi.

Uyum Sağlama




Sizce Rick Rubio Amerikan kültürüne ve yaşam tarzına uyum sağlayabilir mi?

Bu adamlar dünyayı dolaşıyor. Bizden çok daha fazla kültürlüler.Burada herkes sanki Amerikalılar çok kültürlüymüş gibi davranyor. kendi hakkımızda kendimizi çok kendini beğenmiş haldeyiz. Biz kültürlü müyüz? Dalga mı geçiyorsun. son zamanlarda hiç televizyon seyrettin mi? Amerikalıların ne yaptıklarını gördün mü? Kaç dil konuşabiliyorsun ve buna rağmen bizim kültürümüze nasıl ayak uydurabileceklerini mi merak ediyorsun? Umarım bundan ellerinden geldiğince kaçınırlar ve kendi kültürlerini korurlar.


Greg Popovic'in Rick Rubio hakkında sorulan soruya cevabı. Öznenin Rubio olması önemli değil aslında. Değişebilir. Yurtdışına transfer olan her yabancı sporcu ve ukala muhabir. Neyse ki Popovic gibi insanlar var. Bu zaten takım,spor, transfer sorunu değil, hayata karşı bir problem.

 İnsanların aralarına yeni katılan birinden faydalanmak istemeleri yerine onları kendi küçük dünyasına çekme çabası.

Pazartesi, Temmuz 16

Hayal Kırıklığı: Mehmet Topal / Hatta Umut Bulut



Zamanında bunu yazdık.

Duygular çok farklıydı o zaman. Malatya'dan, Çanakkale'ye uzanan bir hayat hikayesi 2007 yılında bizimle kesişmişti. Süper star değildi. Forvet değildi, golcü değildi, maç kazandıramazdı, sakindi, tribüne oynamazdı, kavga etmez, sert oynamazdı. Popülist taraftarın sevgisini kazanacak şov adamlarından değildi.

Genel olarak gösterişsiz bir yaşantısı da vardı. Olayı, vukuatı, sorunu, ahlaksızlığı yoktu. Futbolu fena değildi ama ben beğenmiyordum. Sakatlanıp sezonu kapattığı maçta sarı kart görüyor, yerdeki topu havada arıyordu. İlk 11'de yer bulamazdı bence. Takımla, kulüple, tribünle ilişkisi de bu yüzden gittikçe soğuyordu. Herkes seviyordu, saygı duyuyordu ama 2008'deki şampiyonluk getiren kıvamına hiç yükselemedi.

Herkes onu bir kenara koydu. Ne yapacağı merak konusuyken, o Valencia'yı, dünya ve Avrupa şampiyonu ülkenin Real ve Barcelona'dan sonra en iyi takımına transfer oldu. Yalnızdı. Tek başına, medya desteği, taraftar uğurlaması olmadan gitti. Malatyalı çocuk, nasıl 14 yaşında ailesinden kopup Çanakkale'ye gidiyorsa, nasıl otobüs parası bulup İstanbul'a geliyorsa aynı tarzda Valencia'ya gidiyordu. Alacağını bırakıp, hellalleşip, herkesin duasını alarak.

Türkiye'nin en ünlü, en güçlü futbolcuları Avrupa'ya giderken 40 kere düşünürken, o korkmadan gidiyordu. Sevdiğimiz Mehmet Topal buydu işte. Bizi de yanıltmadı. Çalıştı, didindi, formayı kaptı, golünü attı.

Ve iki sene geçiyor sadece. Dedikodulara aldırmadım, olmaz dedim, oldu. Mehmet Topal, Türkiye'ye transfer oldu. Galatasaray da olsa Fenerbahçe de olsa başka takım da olsa aynı hisleri beslerdim. Medya, basın, sistemin ekmeğini yiyenler, sistemin kendisi, örnek Türk genci olarak Arda'yı, Emre'yi pompalarken, biz çevremizdekilere, tek başına gavur ellere gidip savaşan, çalışan, ekmeğini kovalayan Mehmet Topal'ı hatta Umut Bulut'u örnek gösteriyorduk.

Sanki milli futbolcu değil de, fakir mahallede büyümüş, mahallenin ortak çabasıyla büyütülmüş, sonra da Almanya'nın yolunu tutmuş, efendi ahlaklı mühendis gençti o. Çok farklıydı. Örnekti.

Arkadaş muhabbetlerinde konu ne olursa olsun adı geçebilirdi. Geleceği için maceraya yelken açabilen, vizyonu geniş, heyecanı, hevesli, kendi ayakları üzerinde durabilen bir rol modeliydi. İşinde iyi olmasa bile herkesin sevgisini kazanıyordu. Herkes onun başarılı olmasını istiyordu.

Bu yaptığı hareket hayallerimizi yıktı. Modelimizi hasara uğrattı. Para için Türkiye'ye döndü. İspanya'da mutlu olmadığını söyledi. Valencia olmasını bir kenara bırak, Akdeniz'in en güzel ülkesinde kim mutsuz olur ki? Biz değil Valencia, Granada'da iş bulsak, burada kazandığımızın azına bile razı olurduk.

Bu sadece bir transfer hayal kırıklığı değil. Bu, rol modelinin hasara uğraması. Yoksa Mehmet Topal, Valencia'da başarısız olsa, kadroya giremese ve öyle Fenerbahçe'ye dönse hala hayranı olurduk. En azıdan denedi derdik, yine bize yol açardı. Yapmadı.

Son paragrafa gelirken yazıyı bağlamak lazım.  Gerek yok ama, sanki hislerimi anlatabildim.  Aynı duygular -kısa süreli gitmiş olsa da Umut Bulut için de geçerli ama o en azından kiralık. Belki seneye daha güçlü döner. Hem zaten o Trabzonlu'ydu ama diğeri Mehmet Topal. Beraber büyüdük, beraber yaşadık. Onun bize yaşattığı hayal kırklığı benim için daha önemli, daha unutulmaz, buraya taşınmaya değer.

Yine de Fenerbahçe de oynasa da Mehmet Topal mutlu olsun, başarılı olsun diyorum. Kimse de onun kötü olmasını istemeyecektir.


Pazar, Temmuz 15

Gurbetçiler Seviyor



Burası Avusturya.

 "Fatih Terim gurbetçileri sevmiyor" içerikli haberin çıktığı gün. Belki gazeteler henüz ulaşmamıştır. Ulaşsa da bir şey değişmez. Gurbetçiler idmanda. Gurbetçiler Terim'i seviyor. Çünkü, Terim onları sevindiriyor. 

''Atakan Çık''


İyi kötü sektördeyiz. Birimizin dediği gibi zurnanın son deliğiyiz ama olsun. Biz kimiz? Bir kaç arkadaş. Öyle bir şey ki, aynı işi yaptıktan sonra mı samimileştik, yoksa samimiyeti kurduktan sonra mu bu işlere girdik bilemiyorum. Emin değilim. Aynı işi birbirimize rakip olarak yapıyoruz, ondan sonra gece 11'de Taksim'de, Caddebostan'da beraber içiyoruz.

Birimiz bir hata yaptığı zaman diğeri haber veriyor. Oysa o hata, diğer tarafın işine gelecek. Öyle olmuyor. Sevdiğimiz hevesli arkadaşlarımızı bu işe sokmaya çalışıyoruz. Bizden eskiler "bu işe girmeyin" diye uyarsa da...

İleride nerede olacağımızı bilmiyoruz. İleride arkadaşlığımız ne boyutta olacak bilmiyorum. Ama bu kare ve şu video ne kadar güzeldir. Hakan Gündoğar ile Atakan Kurt'un arkadaşlık boyutunu da bilmiyorum ama kısa video onlar için de güzel bir anı olmuştur muhakkak.

Birisi işini yapıyor, diğeri arkada goygoyda. Arkadaki, diğerinin işini bozmamaya çalışıyor, bozuyor ama diğeri bozulmuyor. Çok hoş. Zaten muhabirliğin goygoyu çok olur gibi gözüküyor. Kendi ekibinden daha çok rakiplerlerinle berabersin. İlginç bir kafa.

Sonuç olarak, bir 10 sene sonra birbirimize "Atakan çık" tarzı bir şey diyebilirsek ne güzel olur.



Cumartesi, Temmuz 14

Festival




Aslında Mehmet Topal ve biraz da Umut Bulut hakkında bir şeyler yazacaktım ama Türkiye'de gündem değişiyor. Vicdan rahat değilken ve gündemi geriden takip etmenin yararı olmayacağından bunu öne almak gerekiyor. Belki soğukkanlı düşünerek yazmak daha doğru olacaktı ama olsun.

Acil bir yazı olacak, çünkü az sonra dışarı çıkmam gerekiyor. Arkadaşlarımla bira içeceğiz sahilde. Şu anda da yanımda bir şişe bira var. Hem yazıyorum hem içiyorum. Gerçi alkolü ve özellikle birayı sevmem. Bugün alkol yasaklansa sıkıntım olmaz. Hayatım değişmez. Zaten Lise 2'den üniversiteye mezun olana kadar, 17 yaşımdan 24'e kadar, yani hani en deli dolu yıllar denilen zamanda ağzıma içki sürmedim. Şimdi de tamamen toplum baskısıyla içiyorum. Yoksa, alkol almadığım için yobaz, gerici ve cahil olarak görülüyorum.

Lafı dolandırmadan bugunkü olaya gelelim. İçki yasağı. Festivalde içki satışı yasaklanmış. Her türlü yasağa olamasa da çoğu yasağa karşıyım. Bu da onlardan biri. İşin ilginç olan kısmı bu yasak, sadece bir kesimi memnun etmek için uygulanıyor. Yani, toplumun yararına olacak bir yasak değil.

Hiç bir geçerli sebep yok. Sinir bozan tarafı bu. Tamamen güç gösterisi. Kimin daha güçlü olduğunu hatırlatma çabası, kaygısı. Yoksa herkes biliyor ki orası Eyüp değil, orası sokak arası değil. Orası bir eğlence yeri ve bugün her eğlence yerinde, barlarda, clublarda içki satışı vardır.

Geçen sene yine One Love'ın olduğu günlerde Kadıköy'de büyük bir kavga yaşanmıştı. 2-3 Temmuz günlerini birbirine bağlayan gecede, sokakta içki içenlerle bir grup kavga etmişti, bıçaklananlar olmuştu.  Orada işin boku çıkıyordu. Sokakta rezalet diz boyuydu. Bir gün sonra Aziz Yıldırım'ın göz altına alınmasını bu olayı unutturmak için planlanan bir tezgah olduğunu öne sürenler oldu. Ama orada da en masum, en adablı  insanlara olan oldu. 

Aradan 1 sene geçti, bu sefer de festivalde bira içmek yasaklandı. Gerçi senelerdir stadyumlarda da alkol satışı yapılmıyor. Kimse de sesini çıkarmıyor. Ama sponsor Efes Pilsen olunca olay daha büyük yankı buldu. Bulsun da zaten. 

Yasaklara karşı bir şey demek lazım ve ben şu anda diyecek laf bulamadım. Çözüm de üretemedim. Festival ortamlarını da hiç sevmem oysa. Sırf bu alkol alan gençliğin özgürlüğü yanlış anlamasından dolayı binbir türlü sıkıntı yaşanır ve keyif alamam. Mesela en sevdiğim 5 gruptan biridir Pulp. Ama şu festıvale gitmek için herhangi bir isteğim yoktu. Ama olsun. İnsanları yasaklarla eğitemezsiniz. Yasaklarla kendinize benzetmeye çalışmak da zorbalıktır. 

İşin twitter boyutuna bakınca da, bütün hafta Eyüp'te bira festivaline hayır yazan arkadaşlarımızın da bunda payı var. Biraz eğlenmek ve gülmek istediler ama böyle bir sonuç ortaya çıktı. Yazık.

Yasakçı her zihniyete Gökmen'in Gazetesi

Böylece vicdanımı rahatlattım, boş bir yazı yazarak olaya sessiz kalmadım, artık sahile inip bira içebilirim.

Perşembe, Temmuz 12

Babam ve Oğlum


Son dönemlerde çekilmiş en samimiyetsiz sinema filmi.

İnsanların tam olarak nerede, neye ağladığını çözersem belki biraz yakınlık kurarım. Samimiyet yoksunluğu ,le yıllarını geçirmiş insanların vicdan temizliği. Çağan Irmak aslında iyi biliyor bu insanları, nabza göre çekiyor filmlerini, yazıyor senaryolarını.

Çarşamba, Temmuz 11

Dany



Dün bunu yazdık, bugün bu oldu.

Fatih Terim'in Yardımcısı




Dünyanın en karizmatik mesleği, en güzel mesleği Ümit Davala'nın. "Fatih Terim'in yardımcısı." Sıfat bu. İşin niteliği veya içeriği çok da önemli değil..

- Ne iş yapıyosun
- Fatih Terim'in yardımcısım

Bunu dedikten sonra kapılar açılır. Hazzı büyüktür. Terim'e yardım ediyorsun. Hangi konuda olduğunun önemi yok. 

Davala, yakışıklı, tarz bir adam. İş kral, patron da kral adam... Daha ne olsun

İşin şakası bir yana, 24 saat Fatih Terim gibi bir adamın yanındasın, pişiyorsun, öğreniyorsun. Güzel bir şey. İmparator, sürekli sana birşeyler anlatıyor.

Bunu, (dünyanın en karizmatik işini Davala yapıyor) daha önce Twitter'da yazmıştım, biri "Hasan Şaş ne o zaman" demişti. Hasan Şaş, ayrı bir dünya. Hasan Şaş işte,sıfata ihtiyacı yok. 

- İsminiz nedir?
- Hasan Şaş

Bundan sonra başka soruya gerek yok, isterse işi olmasın.

Zaten bu fotoğraf da bunu gösteriyor. Davala ile Terim, hararetli bir şekilde bir şeyi konuşuyorlar, Hasan Şaş, yine Hasan Şaş.

Salı, Temmuz 10

Tahliye


Futbol temalı tahliyeler sadece ülkemizde olmuyor. 

Filistinli milli futbolcu ve aynı zamanda üniversite öğrencisi Mahmut Sarsak, uzun zamandır dünya gündemini meşgul etmişti. Buralarda pek dikkat edilmemiş olabilir. Kendisi yaklaşık 3 senedir İsrail'de tutukluydu, mahkeme önüne bile çıkmıyordu ve son aylarda açlık grevine başlamıştı.

Tutuklu olma nedenini bilmiyorduk. Batı Şeria'daki milli takım kampına katılmak için yola çıkmıştı ve İsrail askerleri tarafından gözaltına alınmıştı. Gidiş izni vardı, bunu Filisitin Federasyonu ayarlamıştı ve İsrail'in bilgisi dahilindeydi. Fakat bunlar, onun tutuklanmasına, çölün ortasında sorgulanmasına engel teşkil etmiyordu.

Tutuklandığında 22 yaşındaydı ve UEFA, 2013 yılında yapılacak 21 Yaş Altı Avrupa Şampiyonası'nın ev sahipliğini İsrail'e vermişti. Genç bir futbolcuyu takımının kampına giderken tutuklayan ülkeye.

Ken Loach, Eric Cantona, Noam Chomsky, Kanoute gibi duyarlı isimlerin yanı sıra Sepp Blatter bile ona desteğini açıklamıştı. Buna rağmen değişen bir durum olmamıştı. Ta ki bugüne kadar.




Daha önceden açıklandı ve 10 Temmuz günü tahliye edileceği duyuruldu. Bugün Mahmut Sarsak, özgürlüğüne kavuştu. Kalabalık bir karşılama tabi ki. Tıpkı Türkiye'de olduğu gibi içeride daha yüzlerce yargılanmamış tutuklu olsa da sevindirici.


Stoch Gaza Bastı


Sezon öncesi kampında futbolculara salak salak poz verdirme geleneği azalıyor. Bu geleneği yaşatalım, bitmesin, çocuklarımıza mirasımız olsun.

Sadece sezon öncesinde değil, sezon içinde de istiyoruz.

Pazartesi, Temmuz 9

Kamp Geleneği



Anıl Karaer ve Uğur Uçar Karabük'te. Başlarında Skibbe. Çok inceden Galatasaray havası var. Kampa yansımış. 


Anıl Karaer almış traş makinasını kamptaki genç futbolcuların saçlarını kazıtmış. Bildiğimiz hikaye. Zamanında Galatasaray kamplarında çok olurdu. En son Arda Turan, Emre Çolak'a yapıyordu. Kamptan gelen haberler ve fotoğraflar arasında yüz gülümsetiyordu. Sonradan, bunun aslında bir "gruba giriş daveti" ritüeli olduğunu anladık. 

Sanırım geçen seneki kampta böyle bir olay olmadı. Zaten traş makinasını eline alacak adam da kalmamıştı; Sabri, Ayhan ve Aykut dışında. Sezon sonunda ise şampiyonluk geldi. Herhalde artık Galatasaray'da bu gelenek biter . Galatasaray'da biter ama Florya mezunları her yerde. 

Askerlikte devrecilik muhabbeti vardır ya, alt devre heyecanla bekler sıra kendisine gelsin diye, üst devre de "zamanında biz de yaptık bu işleri" der. Anıl ve Uğur heyecanla beklediler Galatasaray kampında traş makinasını ellerine alacakları günleri. Kalamadılar. Eh zamanında kafanı kazıtmışlar, sen de birini yapmak istiyorsun, Karabükspor'da yapıyorsun.

Hani bir yandan gülümsetiyor falan ama sıkıntısı da çok oldu senelerce.


Şöyle de bir video var.

Asfalt Üzerinde Futbol




Efsane fotoğraf. Twitter'dan yayan, paylaşan; Ezgi Aysal

2012 yılında Türkiye'de futbol hala niye seviliyor, nasıl seviliyor bazen anlamıyorum. Bizden öncekilerin sevmesi belki de dünyanın en normal şeyiydi. Futbolu 90'ların başında seven bizim için de normaldi. 

O zaman Türkiye 1.Futbol Ligi adı altında olan Süper Lig'i, TRT'den açık kanalla izleyip, maç sonrası akşama doğru sokağa çıkıp top oynamak. Hayat böyleydi ve futbolu sevmek olağandı. Hem izliyor hem oynuyorduk

Şimdi yeni kuşak nasıl sevecek bu oyunu? Oynamıyor, izlemiyor. Bu dönemde futbolu seven çocuk net gerizekalıdır.

Oysa bu toplumun içinde yer alan futbol sevgisi işte bu fotoğraftaki gibiydi. Trafik sıkıştığında, ders boş olduğunda, nüfus sayımı olduğunda, akla ilk gelen şey futbol oynamak olurdu. Şimdi böyle fotoğraflar görünce yüzde tebessüm oluşuyor, "vay be" diyoruz.

Eminim ki bu fotoğraf Brezilya'da çekilseydi bir çoğumuz cümleye "ya adamlar işte" diyerek başlayacaktı. 

Before Night Falls



Sanırım Javier Bardem'in oynadığı en kötü film. Kendisi yine çok iyi de film çok kötü. "Küba'da devrimden sonra sıkıntılar çeken eşçinsel sanatçı" konulu film. Konuyu anlatsan film tek başına ilk 3'e girer. Ama yönetmen becerememiş. Sadece "eşcinsel sanatçı" kısmına vurgu yapmış. 90.dakikadan sonra sıkıyor.

Bu arada Javier Bardem'i film için ikna eden Al Pacino olmuş.

Kısa rolüne (rollerine) rağmen Johnny Depp de müthiş. Ulan bu film nasıl bu kadar sıradanlaşır. Oluyor işte.

Bu arada bir araba sahnesi vardı. O araba sahnesine sanırım Seinfeld'de gönderme vardı. Filmi izleyince fark ettim. Jon Voight'un kalemi muhabbeti. Bu da bana filmden kalan tek anı.

Cumartesi, Temmuz 7

İnönü'de Okumak



Samet Aybaba ile Beşiktaş birlikteliği ne getirecek merak konusu. Yapılan transferler kafalardaki soru işaretini arttırıyor. Herkes dikkat kesilmiş. Beşiktaşlılar endişeli, geri kalanlar hafiften dalgasını geçiyor. 

Her şey bir yana, böyle bir zamanda takımın başında Samet Aybaba'nın olması sanırım daha iyi.

Aybaba bugün basın karşısına çıktı. Neler dediğine baktım. Gayet tatmin edici cevaplar. Ben Beşiktaşlı olsam bana umut aşılamıştı. Özellikle de bir cümlesine çok takıldım. İnönü Stadı hakkında "Zorlanacağımız bir süreç içindeyiz. İnönü Stadı bizim evimiz ve orada daha iyi kenetleniriz. Ben orada 11 sene okudum" dedi. Anahtar cümle bu.

Okudum diyen biri Samet Aybaba. Oynadım değil, yaşadım değil, okudum. Stadın anlamını en iyi bilenlerden biri o. Demek ki kulübün, camianın ve taraftarın ne istediğini bilen de o. 

Gerçi böyle laflara bakmamak lazım ama sanırım bu sene Beşiktaş, tarihe geçecek bir performans sergileyecek. 

Hak




Euro 2012 hakkında çok yazamadık. Zaten beklediğim heyecan ve kaliteyi yaşayamadım. Genele baktığımız zaman futbol yine doyurdu diyebilirim ama 4 sene boyunca beklenen Avrupa Şampiyonası'nın standartlarının altında kaldı. Sanki Avrupa Şampiyonaları yavaş yavaş eski güzelliğini kaybediyor.

Tarihin en büyük futbolcularının neredeyse tamamını bir araya toplamış Euro 2000, hem tatkstiksel olarak hem görsel olarak futbolun zirve noktalarından biri olan 2004 yazı artık yok. 2008'e tat veren bizdik, bu sefer kırmızı-beyaz da olmayınca eksik kalan bir şeyler oldu.

Yine de futbolsever olarak İtalya'yı, Almanya'yı, hatta gıcık olduğum Portekiz'i izlemek güzeldi. İspanya ise şampiyonluğuna rağmen ekrandan bana tat vermedi. Vermesi gerekiyor muydu?

İşte futbol konuşan, tartışan, yaşayan insanların en büyük yanılgısı burada başlıyor. Futbolsever, tatmin olmak istiyor. Futbolseveri tatmin etmeyi düşünen teknik adam ise yok. Zaten olmamalı da. Takımların, sorumlu oldukları, başarısızlık halinde hesap vermek zorunda oldukları tek bir yer olmalı; kendi taraftarları.

 Sanıyorum ki Del Bosque'nin aklında da, ekran başından turnuvayı takip eden insanları mutlu etmek gibi bir düşünce yoktu. Daha çok İspanyollara yeni bir gurur sayfası açtırmanın peşindeydi. Bunu, oyun kurlları içinde nasıl yaptığının çok da önemi yok.

Yapılacak şey basitti. Topu al, rakibe verme, gol at, gol yeme. Bunu çok iyi yapan bir takımı izlemek sıkıcı olabilir. İspanya maçlarını izlemek gerçekten tatsız. Ama bu şampiyonluktaki alın terine leke düşüremez.

Türkiye'de artık hak ve etik kavramları anlamlarını değiştiriyor. Futbol sahasında olan biten de bundan etkileniyor.  "Maçları izleyelim bakalım hak etmiş miyiz" savunması gibi. Hak etmenin karşılığı güzel futbolmuş gibi sunuluyor. Güzel futbol ile iyi futbol ve had bilerek oynanan futbol ayrılamıyor. Mesela Yunanistan'a yapışan ön yargı gibi. Yunanistan'dan beklenen sağlı sollu ataklar. Savunma yapmak ise büyük bir meziyet olmasına rağmen futbol cinayeti gibi görülüyor.

İspanya'nın yaşadığı da bu. Kimseyi tatmin etmek zorunda değiller. Sahaya çıkıyorlar, topu alıyorlar ve vermiyorlar. Doping yok, şike yok, eyyam yok Verilen penaltı, verilmeyen gol yok. Barcelona'dan bildiğimiz yenik duruma düşünce yere atmalar da pek yok, zaten olsa bile bunlar da her takımda az çok olan şeyler.

Eğer onların hak edecek kadar iyi oynamadığını düşünüyorsan yapman gereken basit. Topu onlardan al ve gol at.

Ve bu kadar övgüden sonra, şunu da eklemeliyim. İspanya maçları gerçekten çok sıkıcı ve artık izlenmiyor. Barcelona'da en azında Messi'yi izliyorsun, İspanya'da o da yok. Ve son 3 turnuvada da kazanan aynı takım olunca, turnuvaların tadı kaçtı. FIFA önlem almazsa, artık yayın gelirleri düşecek. Düğmeye basılsın.

Cuma, Temmuz 6

Kaynarca Sınavı



Öylesine, bir deneyelim belki lazım olur mantığıyla yarın (birkaç saat sonra) KPSS'ye gireceğiz . Nisan ayında, başvurunun son gününde güç bela kaydımızı yaptırmıştık. Daha fazla zorlanmayız derken, sınav günü geldi çattı. Daha da kötüsü, geçen hafta sınav yeri açıklandı ve daha fazla zorlanacağımız bir aşamanın daha olduğunu öğrendik.

Erenköy'de oturan ben, sınav yeri tercihi olarak Kadıköy ve Üsküdar'ı seçen ben, sınava Kaynarca'da gireceğim. Hayatım boyunca Kaynarca'ya bir kez belki gitmişimdir, onda da gittiğimin farkında değilimdir. Erenköy'den Kaynarca'ya direkt bir vasıta yok. Hani Pendik falan olsa, devletin "hacı bin sabah 17'ye git" mantığında olmasını anlardım. Ama Pendik'ten bir vasıtaya daha binmek gerekiyor.

Aslında sınava girmekten vazgeçmiştim ama bir arkadaşımın ısrarıyla girmeye karar verdim. Zaten bu arkadaş ısrarlarıyla başvurmuş ve 35 lira harç parası vermiştim. Bari o para boşa gitmesin.

Neyse ki, Peralta kardeşimiz Kaynarca çocuğu. Tarif etti, kolay bir şekilde ulaşacağımızı söyledi. Fakat, sınava giriş yerini Kaynarca olarak belirleyen sisteme hasbelkader dahil olursam, başıma neler gelebileceğini düşünemiyorum bile. Bunlar atamayı da Bakü'ye falan yapar.


Çarşamba, Temmuz 4

Çocukluk Anısı


Kraliyet ailesine mensup olsa da çocuk, çocuktur. 

Leonor ve Sofia, acaba hala çocuk olduklarının farkında mı? Bu çocukluk anısının değerini ilerleyen yaşlarda iyi bilirler umarım. 

''Bir gün eve İspanya milli takımı geldi. Ellerinde kupa. 2 sene önce de aynısı olmuştu. Kalecilerden biri bizle şakalaşmıştı, diğeri fotoğraf çektirdi. Genelde her yaz, bizim evde böyle şeyler yaşanır zaten"

Kupayla büyüyen nesil dedikleri bunlar işte. Her gelen kupada biraz daha büyümüş oluyorlar. 10 seene sonra diğer uluslardan çocuklara "Ama bizim Dünya Kupamız var"derler, demeliler.



Salı, Temmuz 3

ODTÜ Farkı



"Yüzlerce öğrenci hala tutuklu"


Daha fazlası burada

Bakış



"Fatih Terim değişti ya..."

Geçen sene bugün


O gün sabah
Tam 1 sene oldu, geçen sene bugün kapımın zili çaldı. Galatasaraylı komşum alacaklı gibi kapıya dayanmış, bu utanç size yeter diyip Trabzonspor'u tebrik etme işgüzarlığını da araya katarak hadi eyvallah dedi. Döndüm televizyonu açtım, Sivas maçında şikeden, Eskişehir-Trabzon maçında teşvikten gözaltına alınmıştı. Sadece onunla da kalmadı, 41 ilde eş zamanlı operasyonla bir çok isim gözaltına alındı. İlk tepki öğleden sonra serbest bırakılır oldu. Ama serbest bırakılması 1 yılı buldu, ben sadece öğleden sonra kısmını tutturmuş oldum. Nasıl lan, nasıl yani, allah allah gibi tepkiler verdik...
Bombardıman

Bir bombardıman başladı. 3-10 temmuz haftasında yazılan haberleri gerçekten unutamıyorum. Dönemin fenomen yalanı Emenike'nin para sayma görüntüleri olsa da en aklımda kalanı, Ekrem Açıkel'in "... ve buraya dikkat Rasim, 19 maçta şike ve teşvik olduğu belgelendirilmiştir. Devletin resmi evrağı bu.." diye devam eden cümlesiydi. Buradaki Rasim'in kim olduğu malum. İnanılmaz haberler okuyorduk her gün, işte şikenin belgesi, işte şikenin fotoğrafı, işte o maç, tarlalar vs vs.. Bir de o sene oynadığımız maçlara bakıyordum, aklım almıyordu rakipten herhangi bir futbolcuya maddi çıkar sağlayarak (transfer, at, avrat, araba, para) kasıtlı olarak kötü oynamasını. Haberler akla izana sığmıyordu, bilerek vurmadım, Fener'i şampiyon yapmaya geldik, çok şey anlatan çanta, imam olayı (gerçek), he tamam, Galatasaray-Trabzonspor maçında Adnan Sezgin aracılığı ile teşvik dağıtılması, Yadigar Boğa efsanesi, Buca maçı... Anlatmakla bitmez. Savcı doksandan çakmıştı işte. Suçlayan tarafın böylesine övüldüğü bir basın düşünün. Trabzonspor'un şampiyonluğunu 3 Temmuz 2011 öğleden sonra tebrik eden romantikler de vardı. Trabzonspor'un tebrikçilerden 6 maçta 18 puan alması da ilginçti tabi o sene için. Sezon içinde M.Ali Şahin'in Karabük'teki çıkışı Faruk Çelik'i hatırlatmıştı, öyle karışıktı ki herşey bu haber silsilesi içerisinde, Korcan'ın mini cooperı, ablası, olmayan ablası, yok öbürünün karısı falan biz de mavi ekran verdik. 10 Temmuz Bağdat Caddesi'ndeki yürüyüş biraz ölü toprağını atmıştı camianın üzerinden, ama o da başımıza farklı bir bela açtı, aşağıda değineceğim.
Aktörler
Ortalık yanıyordu resmen, dün gerçekleşen tahliye kararlarından sonra ama bu beraat değil tahliye diyerek (Erman Toroğlu dahil) hukuk uzmanı olan güruh, o günlerde infazı çoktan gerçekleştirmişti. Bir de tabi Aziz Yıldırım sevilmeyen bir adam, bu fırsat ele geçmişken savunmasız anında yakalayıp vurmak, dışarıda husumeti olan kişilere çok tatlı gelmişti. Kulübe 90'lı yıllarda tarihinin en istikrarsız dönemini yaşatan grup liderleri yeniden hortladı, Aziz Yılmaz piyasaya çıktı. Yönetimde iken problem yaşadığı eski yöneticiler, Sadettin Saran ve H.Bilal Kutlualp fırsat bu fırsat muhalefetin dozunu arttırdı ki, bu dönemde yaptığı yayınlar ve yayına bağladığı isimlerle Saran'ın Radyospor'u Taraf Gazetesi'ni aratmadı açıkçası. Atilla Türker (Mr.Uefa Sopası), Türker Arslan, Alpay Köse (bir programda ceza ağır olsun, kendine güvenen suç işlemez diyebilen bir hukukçudur kendisi), ve tabii ki Barış Ertül (bu zat çok koyu Fenerbahçelidir, kendisini eleştiren her Fenerbahçeliye siz Azizbahçelisiniz savunmasını yapar)... Emre Bol, Emenike'nin para sayma görüntüleri var, açıklayabilirse sorun yok tabii twitiyle o günün bir başka fenomeniydi. Telegol programı, Erman Toroğlu'nun yıllardır içinde biriktirip de korktuğu için dışarıya vuramadığı Aziz Yıldırım ve Fenerbahçe nefretini kustuğu bir başka programdı. Serhat Ulueren, onlarla birlikte para için ağzını bantlayan (hem mecazen hem madden) Ziya Kaptan...
Ama en başa koyulması gereken isimler kesinlikle Mehmet Baransu ve Rasim Ozan Kütahyalı oldu. Cemaate yakın bu adamların neden bu topa bu kadar girdiklerini kimse açıklayamadı. Bu bir devrimdir diyen Mehmet Baransu, Şekip Mosturoğlu'nun intihar haberinden tut, sorgulamalarda gözlatındaki isimlerin önüne paralar konduğunda sustuklarını falan söyledi. ROK ise bağırarak konuşması, söz kesmesi, saygısızlığı, gülmeleri, canlı yayında çişim geldi demesiyle falan karısıyla tencere kapak biçimde bu günlerde devam etti bombalamaya. Programın bir başka yorumcusu ise Ahmet Çakar'dı, babam mezardan çıksa Fenerbahçe şike yaptı dedi. Beyler dedi kameraya bakarak, şikecisiniz dedi. Güldüler falan, güzel günlerdi tabi bu adamlar için. Nefret ettikleri kulüp kulağının arkasına kadar dokunulur olmuş, nefret ettikleri ve korktukları adam ise elinde serum şişesiyle oradan oraya sürüklenerek aciz bir hale gelmişti. Zaman gazetesi de bu işi İŞTE YENİ TÜRKİYE BU, HERKESTEN HESAP SORULUYOR İNŞALLAH diye boyuyordu.
***
Dönemin aktörlerini saymakla bitmez. M.Ali Aydınlar 2011'in en çok konuşulan adamı olabilir. Delil yok dedi, hastanede durum vahim dedi, playoffu getirdi, istifa etti, yanlış anlamışım dedi. Mehmet Helvacı ve %1 bile masum değil dediği Fenerbahçe'nin ezeli rakibinde futbol AŞ genel müdürlüğüne terfi eden Lüfi Arıboğan ve tabiiki müfettiş Cornu. Dupont ve Emin Özkurt da CAS çekilene kadar en çok konuşulan adamlardandı. Tabi dönemin aktörleri demişken bu dönemde kendilerine inanılmaz bir önem atfeden Lube Ayar'a, Alpaslan Akkuş'a, 12 Numara'ya da değinelim.Az evvel yukarıda bahsettiğim Bağdat Caddesi yürüyüşü bu açıdan bela oldu başımıza işte. Geldin gelmedin, gittin gitmedin, millet birbirine Fenerium fişi gösterir hale geldi bak ben daha çok destek verdim diye. Benim en çok ilgimi çeken kişi Av.Emre oldu. 3 Temmuz Fenerbahçelisi oldular, yalan yok hepsini twitterda takip ediyorum, Lube Ayar ve Av.Emre bloklamasa takip etmeye devam da ederdim. Bu insanlar da kulübün ali çıkarlarını savundukları için arkalarında inanılmaz bir destek buldular. Ben desteği verenlere kızamıyorum, karşı safta ROK varken bizim safta Lube'nin prim yapması kadar normal birşey olamaz. Neyse aktörler kısmını geçiyorum, en önemlilerine değindim bence. Bir de bu adamların çoğu dönemlikti, inşallah öyle kalırlar zaten.
CAS
24 Ağustos en az 3 Temmuz kadar can yaktı geçen sene. Ne de olsa tarafsız bir kurum nezdinde cezalandırıldık, şikeci damgası vuruldu üstümüze. Herkes dedi ki, bakın biz gereğini yapmadık, UEFA geldi ve kolumuzu kesti. Halbuki kolu kesilen de süreçte zarar gören de sadece Fenerbahçe oldu. Oyuncularımızı satmak zorunda kaldık, bir önceki sezon şampiyonluğun mimarı olan Lugano, Niang, A.Santos satıldı, maddi kriz kapıdaydı, taraftar kart alın diyordu kulüp açık açık. 1 günde 1 milyon TL kampanyaları başladı. Süreçte mağdur olan sadece Fenerbahçe değildi, Trabzonspor da ben mağdurum diyordu. Şenol Güneş playoff öncesi yapılan 4lü zirvede bile çıktı dedi ki, bu süreçte en çok mağdur olan taraf biziz. He amk he dedik biz de. Bu işin hukuki boyutu neydi peki, haklılığımızı nerede ispat edecektik, CAS'a gittik, davayı kazanacaktık ve gerçekten tarafsızın tarafsızı bir uluslararası mahkemede suçsuz bulunacaktık, bu bile başlı başına herşeye değerdi. Ama artık arada ne pazarlık döndüyse Nisan ayında Fenerbahçe TFF ve UEFA aleyhine açtığı CAS davasındaki bütün haklarından feragat ettiğini bildirdi. Konuyla ilgili 10-15 gün açıklama yapmadı kulüp sonra memleket çıkarı dediler ki ilginçtir 10 aydır hapiste tutuklu bulunan başkan Aziz Yıldırım bile böyle dedi. Çok kızgındım, yönetimden, twitterda taraftarla şakalaşan sünepe yönetimden herşeyi beklerdim de CAS'ın çekilmesi en büyük darbe oldu.
Etik Kurulu
Soruşturma üzerinde gizlilik kararı varken, savcılığın nasıl oldu da bu kurulla onlarca klasörü paylaştığını benim aklım halen almazken, bu belgeler UEFA ile de paylaşıldı. Basit ergen mail organizasyonu değil, baya paylaşıldı. Temmuz ayındaki belgelerde ortalık yanarken buradan ne üfürüldüyse, UEFA da ağustos ayında, polisin yürüttüğü bir operasyonda elinde herhangi bir somut delil olmamasına rağmen ve suçlamalar net değilken kendisi yapamadığı infazı TFF'ye yaptırdı. Yukarıdaki paragrafta anlattığım CAS süreci de böyle başladı işte.
UEFA Sopası
Dediler ki; cezaları hemen verelim. Savunma yok, olsun. Suçlamar belli değil, yani savcı iddianamesini yazmamış, tutuklu sanıkları neyle suçluyor belli değil, olsun. Cezaları verin. Vermezsek? Uefa gelir cezayı kendi keser, milli takımlar düzeyinde ceza alabiliriz. Tüm takımlarımız ceza alır. Şimdi ben evde babamı öldürsem, o gün dışarıda olan ve olaydan habersiz abim ceza alır mı? Onun gibi birşey bu. Galatasaray bu işi çok iyi işledi. İhtarname yolladı, Adnan Öztürk çıktı açıklamalar yaptı, ilk haftadan ezeli rakibin planı belliydi. Üfleyerek sönmeyecek ateşi yurtdışından itfaiye çağırıp söndürmek. Çünkü kendilerinin ceza almayacağını adları gibi biliyorlardı. Bunun şike konusunda başka bir örneği yoktu dünyada, bu korku imparatorluğunu birkaç kalemşör ve genel olarak Trabzonspor-Galatasaray işbirliği yarattı diyebilirim. Aslında bu işbirliği gel işbirliği yapalım diye değil, Trabzonspor Fenerbahçe'nin tarihi hasmı, Galatasaray ezeli rakip, doğal olarak farklı argümanlarla aynı safta tesadüfen buluştular. Bugün bile halen milliyette Cemal Ersen kırmızı alarm diye haber yaptı. Bunun gibi onlarca haber, duyum, koskoca M.Ali Birand'ın "Arkadaşlar UEFA'cılarla konuştum gerekli cezalar verilmezse Avrupa'dan toplu men edileceğiz" açıklamaları... Halbuki M.Ali Aydınlar, Aykut Kocaman'a yaptığı ahlaksız teklifte Fenerbahçe'nin cezasını (henüz suçu sabit değilken üstelik) geçen sene doldurduğunu, önümüzdeki yıl için sıkıntı olmadığını belirttiğini biliyorduk. Satır arasındaki bu itiraf gölgede kaldı. UEFA'da ne halta yaradığı belli olmayan Şenes Erzik'in milli takımlar düzeyinde ceza almamız söz konusu değildi açıklaması aslında bu sürecin içinin ne kadar boş olduğunu gösteriyordu. Ama bunu bu sene için davet yazısı geldikten sonra söyledi Erzik. Müthiş zamanlama yani (!) Peki dünkü kararlardan sonra kararda değişiklik olur mu? Ben ihtimal vermiyorum, açıklanan cezalar geçen seneye ait, ve Fenerbahçe'ye geçen sene yaptırım uygulandı. Tabi yaşanan bütün mağduriyete rağmen ligi 2.bitirmemiz, işi son maça kadar kovalamamız ve Trabzonspor'un mağduruz edebiyatı prim yaptığından Fenerbahçe'nin Şampiyonlar Ligi'nden ihracı pek de mağdur olmadılar lan işte gibi algılanmış olabilir. Ayrıca aktörler kısmında değindiğim güruhun da yüreği soğumamıştı henüz.
Mahkeme
Açıkçası hepimiz bu süreci bekledik ve dün bu sürecin sonuna gelindi. Kararlar hayal kırıklığı, benim gibi şike olduğuna, maçlarda şike yapıldığına inanmayan insanlar için ceza elbette moral bozucu. Beraat isterdim ama Aziz Yıldırım savunma yaparken sözünü kesen, böyle uzatırsan 3 ay sonraya gün veririm diyen, Cihan Oskay'ı gizli tanık yapan mahkemeden bu kararın çıkması da imkansızdı. Nitekim aynı mahkeme, Karabükspor maçında şike yapıldı kararını verdi. Hani Tomic'in 90+4'te kornerde ileri çıktığı maç... Bülent Ataman'ın ayakkabısıdır bu maçın en büyük tanığı, başka da birşey konuşmak yersiz. Şike kimle yapıldı Karabük'te, gerekçe ne bu da merak konusu. Keza aynı şey A.Gücü maçı için de geçerliydi. Bu kulüplerde kimlerle ne üzerine anlaışlıp şike yapıldığı belirsiz. İtirafların görmezden gelinmesi ise komedi. Başka bir tanım getirmek zor, resmen komedi. Ümit Karan açık açık, ki kendisi savcıdan şikayetçi olunca temmuz ayında tekrar ifadeye çağırılmıştı, "ben Fenerbahçe'nin şampiyon olmasını istemem, Trabzon maçında daha müsait durumda olan Sezer'e bilerek pas vermemiş olabilirim" demesine rağmen bu ifade görmezden gelindi. Tıpkı Mehmet Yıldız ve Mecnun Odyakmaz'ın ifadeleri gibi. Hayır bizim lehimize değil, bari Trabzonspor'un aleyhine olsun diyorum bu durum, yani konu Fenerbahçe olunca buluttan nem kapan savcı bunları da dikkate alsın diyorum eğer bu operasyon temiz kramponlar operasyonuysa (bu tamlamanın yaratıcısı da ROK'tur) adamlar toptan beraat ediyor. Elle turulur tarafı yok yani mahkemenin. Ortada hukuki yollarla değil polis devleti yöntemiyle elde edilmiş yığınla telefon konuşması var, bunları çıkardığın zaman hiçbirşeye benzemeyecek bir iddianame ve savcı mütalaası var. Savcı mütalaası da, Aziz Yıldırım'ın 400 sayfalık savunmasına rağmen en ufak biçimde değişmedi. Aziz Yıldırım'ın savunması basında da pek rağbet görmedi. Aziz Yıldırım kendini savunurken rakiplerini de suçlama yoluna gittiği için biraz da istemeden milletin ekmeğine yağ sürdü. Bak işte kendini savunamıyor bile, anca rakiplere bok atsın anlayışı hakim oldu bir anda ama işin aslı hiç öyle değildi. Tabi sen savunmanın tamamını okumayıp basında haber değeri taşıdığı için yer verilen Graz maçı örneğine takılıp onun üzerinden işi sulandırırsan belge ve evraklarla ortaya konan 1 kuruş bile usulsüz para transferinin olmamasını açıklayamazsın. Bütün bunlar, basında Fenerbahçe'yi asmak daha tatlı olduğu için 4 ay boyunca hasıraltı edildi.  1 seneyi bulan mağduriyetin dün bitmesi sevindirici, başkanı görmek de öyle. Herşeyen önemlisi ise, Fenerbahçe Spor Kulübü'nün başkanının kulübün başında olabilecek olması. Bu çok önemliydi. Peki cezalar? Ben yargıtaydan döneceğine inanıyorum, hala buna inanan kaç kişi vardır bilmiyorum ama umarım döner ve toptan aklanırız. Allah bir daha hiçbir Fenerbahçeliye böyle bir sene yaşatmasın, amin.

Pazartesi, Temmuz 2

Gerçekleşti


Şampiyonluk geldi, Servet gitti.

Ulak



Boş-beleş ve basit işlerin adamı olan Çağan Irmak'ın en güzel işi sanırım bu. Fakat çok da güzel değildir. Türk sinemasında üretilen bütün işlerin ortalamasından daha yukarıda değildir. Ama izlenmeyi hak ediyor. Babam ve Oğlum, Issız Adam ve Mustafa Hakkında Herşey yaptıkları gişelere rağmen, benim nazarımda hiç bir zaman iyi film olamayacaklar. Ama Ulak'ı saygıyla anabilirim. Adam e azından farklı bir şey denemeye çalışmış.

Ki yine de Çağan Irmak faktörü yüzünden bu filmin çok daha iyi olması engellenmiş. Mesajın gözümüze sokulmak için çabalanması, oyuncuların inanılmaz kötü kullanımı, bazı sahnelerin okul müsameresi kılığına sokulması...

Bunlar olmasaydı daha iyi olurmuş. Bir de aklıma takılan, Çağan Irmak neden hep aynı oyuncularla çalışıyor, neden Ziya Doğan - Ayman ilişkisini, Hümeyra, Çetin Tekindor, Şerif Sezer de yaşatıyor?

Filmin yıldızları, çocuklar. Çocuk oyuncular. Belki de benim için filmi güzel yapan da odur. Normalde çocuk oyuncular, rol yapamazlar ve şirinlikleri ile halkın sevgisini kazandıkları için göze batmak bir yana hep iyi anılır. Bu filmdeki çocular böyle değil. Hepsi, iyi, güzel, başarılı. Belki hayatlarında ilk kez kullandıkları kelimeler var, belki daha önce oyunculuk yapmadılar ama altından kalkmışlar.

Kelime demişken, küfür işi de zorlama olmuş. Yüzyıllar öncesinin atmosferini yaşatırken, "siktir" falan duymak garip, Osmanlı'da siktir var mıydı acaba?

Bu arada yazıyı baştan okuyunca, uyuz, ukala sözlük yazarı gibi film değerlendirmesi yaptığımı fark ettim. Neden? Çünkü, izlediğim filmeri sözlükten okumayı severdim eskiden, bu alışkanlıktan vazgeçemedim. Sözlük öncesi filmlerde sıkıntı yok ama film son yıllarda vizyona girdiyse yavşaklığın ve boka batırmanın sınırı olmuyor, herkes tuttuğu yerden sallıyor. Ben de o jargonun etkisinde kaldım herhalde.


Pazar, Temmuz 1

2012 Şampiyonu


Fenerbahçe'nin amatör şubelerde hakimiyet kurduğu yıllarda, bir söz ortaya çıktı: 5 ana branş. Birkaç sene öncesine yüzüne bakılmayan voleybol ve kadın basketbol bir anda ana branşa yükseldi. Ana branş kavramı tartışılmaz bir gerçek olarak kabul edildi. Bence, kürek, muhakkak bir basketbol değildir ama voleybolla yarışabilir, hatta ana branş olarak kabul edilebilir. En azından, mesele Galatasaray-Fenerbahçe rekabeti ise, bunu en iyi görebileceğiniz amatör branş, kürek şubesidir.


Bu sene Sapanca'ya yine şampiyon belli oldu. Galatasaray şampiyon oldu. Futboldan sonra kürekte de geldi. Oktay Mahmuti'nin takımı da şampiyon olsaydı 3 ana branşta şampiyon olacaktık. Olmadı. Seneye inşallah. Kürek takımı, genelde futbolda paralel gidiyor. Mesela hala, son yıllardaki en unutulmaz şampiyonluk olarak 2006 hatırlanır. Futbol takımının o sezon kazandığı şampiyonluğa çok benzer. Futbol takımı ne zaman şampiyon olsa, kürek takımına da bir güç gelir. Mayıslar futbolun, temmuzun kürekçilerin olur.



Bu da Sapanca klasiği. Şampiyon takım, göle atlıyor. Kupayı düşürüp  kaybetmediklerini sanıyorum.

Resmi Site

33



Haziran ayında toplam 33 post yazmışız. Az ama klasik yaz ayı, standart. Geçen sene de hem haziranda  hem  temmuzda 33'er post çıkmış. Son 2 yılın en düşük 3 ayı.

Sezon bitince böyle oluyor değil aslında. Yazacak çok şey var da yazın oturup birşey karalamak sıkıcı. Yapacak daha başka şeyler var. Yine de temmuzda ve devamında sayıyı yükseltmek lazım, boşlamak lazım. Yazınca rahatlıyor insan.