Salı, Nisan 29

Red Dragon



Sevgili Will:

Artık iyileşmiş olmalısın. Umarım çok çirkinleşmemişsindir. Bayağı yara izi biriktirdin. Sana onları hediye edeni asla unutma. Ve ona minnettar ol. Yara izlerimiz bize geçmişin gerçek olduğunu hatırlatır. İlkel bir dünyada yaşıyoruz değil mi Will? Ne vahşiyiz, ne de bilge. İki aradalık bu dünyanın laneti. Mantıklı bir toplum beni ya öldürür ya da benden faydalanırdı. Çok rüya görüyor musun Will? Seni sık sık düşünüyorum.
Eski dostun Hannibal Lecter.

Kötü Pazar

Pazar sabahına evde uyanıyorum. Aslında sabah denemez, öğlen olmuş. Ev arkadaşlarım kahvaltı etmişler ama yaptıkları sucuklu yumurtadan bana da ayırmışlar. Kahvaltı sofrası aynen duruyor. Çay hazır. Kahvaltımı ediyorum.

Müzik çalıyor, muhabbet ediyoruz. Hava güzel. Açık balkon kapısından çok tatlı bir hava giriyor evin içine. Birazdan işe gideceğim ama moralimi bozacak bir şey değil. Huzurlu bir an yaşıyorum, bunu da çalıştığım işe borçlu sayılırım. 

Balkonu yıkamaya karar veriyoruz. Bahar geldi, hatta yaz geliyor. İçimizi mutlu eden şeyler... Balkon yıkarken suyla haşır neşir oluyorsun. O da ayrı keyif. İşe gitme vakti geliyor. Çıkıyorum evden. Gayet huzurluyum, kulağımda kulaklık müzik dinleyerek otobüs durağına yürüyorum.

Evden çıkıp, Bağdat Caddesi'ne inmem üç dakika. Üç dakika içinde her şey değişiyor...

Güneş gidiyor, bulutlar geliyor. Kulağımdaki müzik bile değişiyor, Ahmet Kaya'a dönüyor. Karamsar bir tablo oluşuyor. Bir de Fenerbahçe bayrakları, Fenerbahçeliler.. Şampiyonluk kutluyorlar. 

Adamların şampiyon olması önemli değil de şampiyonluk kutlaması biraz rahatsızlık veriyor. Belki de böyle olması gerekiyor. Tam emin değilim. Ama başka zaman olsa, daha eskiden olsa daha farklı sinirlenirdim. Sinirimin, öfkemin nedeni tamamen bizim tarafla ilgili. 

Evden çıkarken sahip olduğum mutluluğun 3 dakika içinde kaybolmasının nedenlerini sıralıyorum; ne Fenerbahçe ne onlardan biri... Ünal Aysal, Mancini, hatta Fatih Terim, ama en başta Ünal Aysal, sonra yine Mancini, belki bazı futbolcular... Ulan bu nasıl iştir ya? Bizim kaygılarımızı, umutlarımızı, heyecanımızı taşımayan insanlar bizim hayatımıza yön veriyor. Büyük saçmalık.Tamam bu saçmalık da, ne olursa olsun bu tablonun oluşmasında da onların emeği büyük. Kendi hayatımı sorgulamak için biraz geç. Bunu Eskişehir'de kendimi yırtmadan önce düşünecektim. Şimdi bu duruma neden olanları hatırlama zamanı.

İşe gidene kadar gördüğüm her sarı-lacivert bayrak Ünal Aysal'a ah olarak geri dönüyor. Mancini ise güvensizliğin eş anlamlısı. Fark 11'ken "Bu takım şampiyon olabilir" diyen ben, seneye Mancini yönetimininde mart ayına 20 puan önde girsek heyecanlanmayacak durumda olacağım. Zaten seneye, ve bundan sonraki senelerde, şu ligden oyundan kopmak gerek. Ama dördüncü yıldız gazıyla yine kendimizi puan hesaplarken bulabiliriz. Peki bu futbolcular yine aynı şekilde mi davranacak?

Gerçekten şimdiden bunları düşünmek acınası durum. 

O değil de fark bir ara 4'e düşmüştü be... 

Bu takım hiç inanmadı. En çok o koyuyor. Bu modern futbol denilen zımbırtının en büyük handikapı transfer işleri. Keşke transfer diye bir şey olmasa. Bir futbolcu 15 sene aynı takımda kalacağını bilsin. Bilsin ki bizi bu durumlara düşürmesin. Bizim hissettiklermize benzer duygular yaşasın.

Ama öyle bir durum yok. O zaman bizim bir taktik değişikliğine gitmemiz gerek... E-bilet de var artık. Kendi kendilerine oynasınlar işte. Bizi de yormasınlar. Üç dakikada değişen halet-i ruhiye, bir dönemden sonra çok yorucu olmaya başlıyor.

Pazar, Nisan 27

Ebedi Tutku



Futbol, televizyon endüstrisine taraftarların ilgisi olarak görünür. Fakat haykırış olmadan, halk hareketi olmadan futbol bir sıfırdır. Futbol tutkunun hikayesidir ve daima öyle kalacaktır. Tutku olmadan futbol ölüdür: 22 adamın çimin üzerinde koştuğu ve bir topa vurduğu koca bir boktan ibarettir. Futbolu önemli bir şey haline getiren taraftarlardır.

Koreografi değil manifesto... E-bilet zamanında güzel oldu...

Cumartesi, Nisan 26

Kebab Connection



Tam bir tatil günü gündüz filmi. Daha fazlası değil. Fatih Akın'ın da filmle çok alakası yokmuş. Belli oluyor zaten. 

Bu arada Güven Kıraç çok ayrı bir adam...

Cuma, Nisan 25

Emenike'nin Tek Sorunu



Emenike gerçekten iyi bir futbolcu. O kadar iyi ki iyi oynamak için çalışmaya ihtiyacı yok. Sadece oynuyor. Antrenmanlarda hiçbir şey yapmıyordu. Karabük'te herkes ondan bahsediyordu ama Emenike'nin haline baktığımda onun futbolcu bile olmadığını iddia ediyordum. Çünkü onu Karabük'te tesisin etrafında bile göremezdik. Uyuyakaldığı için antrenmanlara gelmezdi... Çalışşsaydı şimdi çok daha iyi bir yerde olurdu. Şimdi duyuyorum ki spor salonlarından çıkmıyormuş. Bunu görmeden inanmam mümkün değil!

Cernat (4-4-2 Mart sayısı)


Kişisel görüşüm: Cernat haklı; çalışsaydı Real Madrid'de olurdu. Emenike > Benzema


Perşembe, Nisan 24

Sezon Özeti


Fenerbahçe'nin sezon özeti...

Bruno Alves, Emenike ve Kuyt tek bir top için savaşıyor, mücadele ediyor...

Holmen yatıyor....

Zincirbozan



Avni Özgürel, Radikal'deki bir yazısında Türk siyasi tarihinde yaşanan olayların tartışma biçimini ezberci ve sığ bulduğunu belirtirken şunu ekliyordu: Senaryosunu yazdığım Zincirbozan filmi bu sığlığa itirazdı..

Filmi izledim, hayatımda bundan daha sığ bir yakın dönem siyasi tarihi filmi izlemedim. İlkokul çocuklarının bilnçaltına ezberlettiğimiz "Her şeyi ABD yaptı" ezberinden farklı söylenebilecek tek farklı cümle "Solcular da biraz abarttı canım"dı. Zaten onu da çocuklara aşılıyorlar.

Turgut Özal dışında bütün siyasi karakterler, idealist ve dürüstlük timasli. Kenan Evren dahil. Hele Süleyman Demirel, sanki aydınlık Türkiye'nin timsali... 1974'ten başlayıp 1983'e kadar hızlıca ilerleyen filmde Alparslan Türkeş bir karede bile yok mesela. Demirel zihniyeti o kadar benimsenmiş ki, film de "Sağcılar adam öldürüyor" diyememiş. Çatlı hariç.

Zaten yaklaşık 10 yıllık süreç, ( üstelik bu zaman zarfında oldukça fazla olay var) bir çırpda anlatılmış. Ezber cümleler, kalıplar... Cesurca söylenmiş hiç bir şey yok.

Ama yine de, tekrar güzel oluyor. Siyasetle ilgilenmeye son iki senede başlayanlar için güzel bir idman olur.

Filmde en beğendiğim oyuncular Mehmel Ali Nuroğlu ile Volga Sorgu (torpil geçtim) oldu. Gençler işini yapmış ama tecrübeli oyuncular kendilerini pek vermemiş. Sosyal proje gibi davranmışlar filme. Belki de senaryoyu okuyunca hevesleri kırıldığı için olabilir. Öyle umuyorum. Öyleyse anlar, hatta hak veririm.

Yer alan bütün karakterler inandırıcılıktan ve duygudan yoksundu. Bütün siyasi isimlere, dönemin şartlarına uygun olmayan bir saygı duruşuydu sanki. O sahetlikle aklananlar  hayatın kendisi, filmdeki biz ise simitçi karakteriydi. 

Pazartesi, Nisan 21

Chopper




Buna "komedi filmi" etiketi yapıştıran adamın...

Filmin tek komik tarafı Zaza Enden'e benzeyen Eric Bana.. O kadar... Adam bu filmden sonra almış yürümüş zaten.

La Grande Bellezza


Ne filmi beraber izlediğim arkadaşlarım ne de çeşitli yerlerde okuduğum yorumlar... Büyük çoğunluk filmi beğenmemiş. En iyi bahsedeni bile "Eh işte" dedi. Filmin uzunluğu, daha doğrusu başladığı tempoyla devam edememesi önemli olabilir. Not düşürmeye hak veriyorum. Daha doğrusu anlıyorum. Bir de Oscar algısı nedeniyle büyük beklentilere girdilerse, hayal kırıklığı yaşayabilirler.

Ama ben yaşamadım öyle bir duygu. Çok sevdim. Baya sevdim. Bu sevginin, filmin ilk sahnesinde, bir adamın okuduğu gazetenin arka sayfasında gördüğümüz Totti fotoğrafıyla hiç alakası yok. Daha net gerekçelerim var. Başından sonuna kadar, benim izleyeceğim filmdi. Hatta, bir üretici olsaydım, tam benim yapmam gereken filmdi."Şerefsizim benim aklıma gelmişti" diyemiyorum. Öyle bir durum söz konusu bile olamaz. Bu açıdan, üretemeyen insanlar için üzüntü verici.

Fakat yine de seyirci olarak çok memnunum. Sanki, yıllardır, belki de benim bile fark edemeden yaşadığım travmaları, aklımda olanları, içimde yaşadığım karmaşaları, büyüttüğüm kaygıları açığa çıkarmış. Öyle hissediyorum. Tabi yine de "Bir film izledim hayatım değişti" durumu söz konusu değil. O kadar kolay olsaydı, filmi sevmeme de gerek kalmazdı. Bir filmle hayata yön veremeyeceğimizi anlayalı çok oldu.

Belki bu bahsettiğim farkındalık, baş karakter Jep'te olduğu gibi bende de 65 yaşında çıkabilirdi ama film sayesinde önceden oldu işte. En azından bunu gördüğüm için sevindim. Ne kadar sadık kalırım emin değilim. Zira bu aydınlanmayı bir sinema koltuğunda yaşamak çok etkili olmayabilir. Zaten Jep'te bile henüz oturmamıştı, onun da kafası karışmıştı. Ortak bir nokta işte. Filmle ve karakterlerle bağ kurmak için yeterli ama fazlası da var.

Bu arada; gece hayatının kralı değilim tabi. Ama, bazen -ve aslında olması gereken- filmden haz almak, filmin anlatmak istediğini yakalamak için; başroldeki karakterle aynı sınıftan veya aynı hayattan gelmeye gerek yok. 

İşin sonunda, film bitince, ekran kapanınca, düşünecek bir şeyler buluyorsak iyidir. Bir de ekstra olarak etkileyici sahneler, şahane görsellik varsa bu sefer çok iyidir. Hem kafaya hem göze...

Öznel bir film galiba. Sorrentino, bir hikaye anlatmıyor. Durum sunuyor. Seyirci bunu almak veya almamak arasında özgür. Hikayeyi almayanlar için, izlenebilecek ve mest olunabilecek çok iyi bir teknik, çok iyi bir görsellik var.

Bizim toplum çokça rekabetçi ve biraz egolu olduğu için sunulan simgenin aksini düşünüyorsa veya o simgeden nefret ediyorsa hemen bütüne karşı bir tavır alıyor. Rahibe görünce veya gece hayatında eğlenen adam karşısına çıkınca filmin tamamına bir tavır alınıyor. "Ne bu din övgüsü" diyenler veya "Ne bu yüzeysellik, basitlik". Ancak oradan sıyrılabildiğin zaman keyif (veya katkı) alıyorsun. Benim filmden sonra yaşadığım tartışmaların çoğunun temelinde bunlar vardı.

Neyse çok girmeyeceğim, yazdığım her satır filmin aleyhine delil olarak kullanılabilir. Ben jüri olsam belki de Oscar'ı Jagten'e verirdim belki ama bu film de büyük saygıyı hak ediyor. Ve sevgiyse mesele, ben bu filmi daha çok sevdim. Jagten kadar vurucu veya heyecanlı değil ama benim için çok daha kalıcı. Yönetmeniyle, oyuncusuyla, müzikleriyle, şehriyle, görselliğiyle.... Üzerine yazılacak bir şey yok, belki facebook'a yazılacak repliği bile çok azdır... Sadece 140 dakika ayırıp izlenecek, sonra da sakin kafayla bir ömür boyu düşündürecek.

Veya okumak lazım. Bazı arkadaşlar, "Gecenin sonuna yolculuk" ile bu film arasında paralellikler olduğunu söyledi.. Yıllarını edebiyata düşman olarak geçirmiş biriyim. Haliyle o kitap da eksik. Ama demek ki bir ara onu da okumak lazım. Bu filme benzeyen her şey, bundan sonra kabulümdür. Sorrentino'nun bundan sonra yapacağı her şey başımın tacıdır.


FRAGMAN

Perşembe, Nisan 17

Az Sayıdaki Taraftara Ayrılan Bölüm



Deplasmana gitmek zor, işten izin alamazsın, işi ayarlasan masrafın çok olur, para ayırsan bilet bir anda 800 lira olur, o kadar olmasa da yasak gelir, bir türlü gidemezsin, gitmemen için her şey yapılır.

İç saha maçı için de  binbir türlü zorluk çıkar, bilet çıkmaz, ya da az çıkar, çıkanı da karaborsaya düşer, aldığın biletle istediğin kişinin yanına gidemezsin, ya "burası benim koltuğum"cular gelir ya da güvenlik biter yanında, istediğin yere gitsen bu sefer ayağa kalkamazsın, hemen "otur" derler.. Hadi meşale sağlığa zararlı; davulu aldılar, pankarta el koydular, tezahüratı kısıtladılar, geriye sadece merdivenlerde sepeti koluna takarak çay-kahve satan abi kaldı.

Televizyondan izlemek için, anten alacaksın, dekoder alacaksın, fatura ödeyeceksin, kötü spikerlere katlanacaksın, onlar da kafalarına göre tribünün sesi kısacak, fikstürü bile onlar belirleyecek...

Bütün bunlar yetmezmiz gibi bir de e-bilet çıktı. "Yeter ulan artık" dedim, takım da bu sezon kötü zaten, hedefi kalmadı artık, Bursaspor - Galatasaray maçını izlemedim. İzlemediğimiz maça bak, efsane oldu. 

Yiğit bile o kadar ısrar etti "Gel bu hafta Bursa'ya gidelim" diye. Zaten kupa maçında da e-bilet geçmiyordu, son maç olurdu. Ama üşendim valla. Sıkıldım. Eskisi gibi hissedemiyorum artık... Maça gideceğime, maç izleyeceğime, maç yaparım, sokağa çıkarım, kitap okurum, müzik dinlerim... 

Derken böyle bir maç oynadı, üstelik TV'den bile izlemedim.  E-bilet viral reklam yapsa bu kadar olur. Kopamayacağız sanki bu işlerden. 

Neyse yine de aldanmamak lazım bunlara. Yaşanacak çoğu şeyi yaşadım. Ve gördüklerimden sonra, bu maç-tribün olayları var ya, hiç bir zaman eskisi gibi olmaz. Bu olayda da tatavayı yine biz yaparız. Sömürüldüğümüz yeter. Alican'ın dediği gibi, belki sonunda yine biz Don-Kişot gibi kalacağız ama olsun. Vaadettikleri şeylerin çoğu aslında yıllar önce kayboldu, neyin peşinden gideceğiz ki... En azından değirmenlere karşı at sürdük deriz.

5-2'ye, ve bundan sonra yaşanacak diğer futbol mucizelerine aldanma... Reklamında diyorlar ya, "Tutkuyla bağlı olduğun takımın heyecanla beklediğin maçı".. Abi siz o tutkuyu ve heyecanı öldüreli çok oldu.  Artık olmayan bir şeye satış yapmaya çalışıyorsunuz. Yine alıcı bulursunuz da, onların da tutkuyla çok işi yoktur.

Yalnız efsane maç olmuş anlatılanlara göre, yine de çok üzülmüyorum izlemediğim için. Gerçek şu ki;  bu maç 5-10 sene önce olacaktı aslında, o zaman efsane anılar hikayeler çıkardı...

Çarşamba, Nisan 16

Onun Stadı Onun Takımı






Bir çocuğu sevindirmek, hatta herhangi birini sevindirmek oldukça kolay aslında.

Fenerbahçe - Antalyaspor maçından geriye şu kareler kalacak benim için. Bu çocuğun da ömrünün sonuna kadar hayatının en özel günü olarak kalacaktır herhalde.

İnsanın izlerken içi ısınıyordu. Keşke Lig Tv muhabirleri, maç sonu röportajlarında Selçuk'a, Kadlec'e, Ersun Yanal'a sorsaydı neler yaşandığını. 

Çocuğun yaptığı da büyük iş. Öyle seremonide iki dakika duran resmi(!) akranları gibi değil, kuralları yıkarak sistemi bozarak ulaşıyor istediğine. Helal olsun kardeşimize. Gerçi bundan sonra maça giremeyecek herhalde, büyük ihtimal passolig almaz. Ama bu azimle turnike falan patlatır yine girer stadına.



Salı, Nisan 15

The Wolf of Wall Street


Bizim için efsane olan Martin Scorsese'nin ve hatta son 10 yılda en üst seviyeye yükselen Leonardo Di Caprio'nun adı geçince filme kayıtsız kalmadım. Oscar ile anılması da ilgimi kabarttı. Gerçi fragmandan yola çıkarak başıma gelecekleri az çok tahmin edebiliridim ama isimlere kandım. Bir arkadaşım "Gel gidelim" dedi, ben de "Sinema bilerine 20 lira vermem" dedim. O "Gel ısmarlarım" diye ısrar edince, gittik. Sinema biletine 20 lira vermekte zorlanan bir adamın, zenginliğin anlatıldığı (ve belki de övüldüğü) bir filme bakışını okuyacaksınız.

Scorsese'den psikopat takşi şoförünü, büyük şehirin diplerinden gelen karizmatik abileri, vahşi ve kuralsız New York'ta yaşamaya çalışan genci, hayatla sorunu olan boksörü ve bunun gibilerini izledik. Milleti dolandırıp orospularla alem yapan birinin hikayesi hiç sarmadı haliyle. Film güzel ve eğlenceli olabilir.  Olabilir değil öyle zaten. Dumanlı kafayla yapılan muhabbetleri veya güzel hatunların kalçalarını görmek herkesin hoşuna gider. Ama sonuç? Yok.

Adam daha önce Casino'yu çekmiş. bunun ondan ne farkı var? Daha çnce izlediğimiz bir sürü filmden hiçbir farkı yok. Casino her şeye rağmen daha iyi . Üstelik son teknoloji, muhteşem görsellik ve iyi seçilmiş şarkılar var 2014 modelde. Ama Casino'da en azından haşmet ve görkem ikinci planda. İnsan ilişkilier ve zaafları ön planda. Bu da çekiyor. Yoksa sinemada zenginliğe, hatta kanunsuz elde edilen zenginliğe karşı bir düşmanlığım yok. Ama beni yakalamakta eksik kalıyor.

Bizim filmimiz değil. Adam da artık yaşlandı tabi. Çekeceğini çekmiş, keyfine bakıyor. Eğleneceği filmler yapmak istiyor, o sırada da Di Caprio'yu geliştirirse yeterli onun için. Ama bu filme Oscar vermek gerçekten ayıp olurdu. Neye dayanılarak beklentiye girilirdi bilmiyorum. Di Caprio'nun da daha iyi filmleri vardı, Scorsese'nin de... Matthew'in Leo'nun nasıl önüne geçtiğini bile Dallas Buyers Club'ı izlemeden anlıyoruz.

Bu filmi de beğenen olacak tabi. Adam bir kültüre yapmış filmi. Sadece Türkiye'de yok, ABD belki de bu işin atası. Kısa yoldan köşeyi dönmenin yolları herkesi etkiler. Bir çok genç, "Ya abi mükemmel zeka, işte hayat bu" diyecek. Şimdiden bir kısmını uyaralım;

Kardeşim sen büyük ihtimal filmde takım elbise giyip kölelik yapan olacaksın, veya küçük bir şehirde oturup yatırımını ilk gelen telefona veren mal olacaksın. Hangisi daha iyi bilmiyorum.

Mesela benim adamım, FBI memuru Patrick Denham (Kyle Chandler) oldu. Özellikle sonlardaki metro sahnesi filmin en etkileyici anlarıydı benim için. Film hakkında bazı yorum yapan arkadaşlar, anlamamış orayı. "Adamın isteği onu içeri sokmaktı, neden o kadar üzgündü" diyenler oldu. Aslında bu tepkiyi verenleri de anlıyorum, Scorsese eskiden böyle duyguların üzerinde daha çok yoğunlaşırdı. Gerçi kurallara uyan temiz adamlara övgüye de çok rastlanmazdı ama kadın memesi yerine o çelişkiyi daha net görürdük. 




Bu film bizim filmimiz değil. 3 saat boyunca bu hayatı, bu hayat tarzını, bu kültürü, bu sistemi izlemek  benim için çok büyük kayıp, 20  lira ödemek ise üzüntü verici...  Belki evde yata yata izlesem daha çok keyif alırdım. Kıskançlık da değil yanlış olmasın, çünkü olur da bir gün biz de zengin olursak nasıl yaşayacağımızı az çok tahmin ediyoruz. Böyle değil.

Fight Club'ı beğenen, replik replik ezberleyen, başucu kitabı yaptığını söyleyen adamlar bu filme övgü düzüyor. Bir çizgi olması lazım, böyle olunca çok karışıyor.


Özür




O kadar uzun bir hikaye ki aslında bu, sadece bu sezona veya sekizli finale bağlanacak bir şey değil.

Kulübün bu şubesini kendi gönül sıralamasında birinci sıraya çıkartanlara çok büyük saygı duyuyoruz. Onların yeri ayrı. Ama bir de bizim gibiler var. Futboldan beslenip Galatasaray'ın her tarafına kanalize olan bir kitle. Onlardan biri olmaktan her zaman memnundum.

İşte o hikayenin seneler önceki kısmında ben de vardım. Bunu "ben de vardım" demek için yazmıyorum, çok iyi hatırladığım için söylüyorum. Kahramanlık destanı yazmak veya "nereden geldik" demek içimn de değil. 2005'te Fenerbahçe'ye yenilerek küme düşen takım da çok enteresandı, 2008 TKBL final serisi de... 2009'da Euro Cup kazanan kadro... Değişik insalar vardı, değişik sporcular, ilginç anlar, ilginç anılar...

Biz küme düştüğümüzde lig böyle iki takımlı değildi. Bir sürü iyi takım vardı. Erdemir, Mersin, Fenerbahçe, Beşiktaş. Bir tek biz iyi değildik herhalde. O sezon Işıl İstanbul Üniversitesi'nde, Birsel Migros'ta oynuyordu. Bağıra bağıra geliyorlardı. Sanırım aynı hafta kendi maçlarında trible-double yapmışlardı, forumlarda "vay be" demiştik. O zaman Işıl'ın Galatasaraylı olduğu çok bilinmiyordu, ama sonradan öğrendik ki Birsel GS Basket'e yazıyormuş.

Biz Fenerbahçe'ye yenildiğimizde Esra, Şaziye, Nevriye orada oynuyordu. Bak Nevriye'den emin olamadım şu an, belki WNBA'de de olabilirdi o dönem. Bizim Ahmet Cömert, onların Caferağa günleri. Yatırım yapan kulüp yok, maçı veren kulüp kanalı yok, sosyal medya yok, haliyle biz bizeyiz. Şubeye önem gösteren eli yüzü düzgün basketbolseverler arasında birkça "futbol taraftarı"... 

Küme düştüğümüz maçı hatırlıyorum. Gitmemiştim. Param yoktu her zamanki gibi, üniversite öğrencisiydim. Dedim ya biz önceliği futbol olanlarız. Cepte para varsa öncelik futbola... O yüzden şubenin kahrını tam olarak biz çekmedik. Basketbol maçına 20 lira veremezdik. Eh aslında herkes biliyordu, oraya kadar giden kimse dışarıda kalmazdı ama yavaş yavaş bizde de aydınlanma yaşanıyor. Tamam biraz da üşenmiş olabiliriz. Ama yine de bugün bile bakınca şaka gibi bir fiyat. Takım ligde kalmak için Fenerbahçe'yi yenmek zorunda, kritik bir maç ama biletler 20 lira. O dönemin Galatasaray'ı inanılmazdı. Her kötü olay (ki bu neredeyse her hafta oluyordu) bizi, en azından beni, takıma biraz daha bağlıyordu.

Takım küme düştü, sonra çabucak geri döndü. Işıl bize, Birsel Fener'e geçti. Fenerbahçe, Beşiktaş, Mersin kendi aralarında oynuyorlardı, biz sanki hiç oraya giremeyecektik. Girdik. 2008'de final oynadık. Caferağa'daki ilk maçta Esra 20 küsür sayı atıp efsane oldu. Kariyerinin geri kalanında o günün ekmeğini yedi. Seriyi kaybettik. Caferağa'da kazanmak yetmedi. Ben askerdeydim, hafiften sevindim. "İyi" dedim, "Ben döndüğümde şampiyon oluruz"

Hala olamadık. Ama araya dünkü hariç bir Avrupa Kupası sıkıştırdık.2009'da artık ne öğrenci ne askerdim. Çalışıyordum. Cebimde para vardı. Ama bütün sezon 5 lira olan biletler o gün yine 20 lira olmuştu. Hamburg maçının üzerinden 1 ay geçmemişti. Hala daha şoktaydım. Tarihi atmosferi evde arkadaşlarla izledik. Işıl,Esra,Yasemin ve tabi ki Seimone. Kötü sezonun (çünkü bizim için öncelik futbol) tek güzel günü.. En güzel günü...

Fenerbahçe ile rekabet her alanda kızıştı. Eskiden böyle değildi. Twitter ve Facebook etkisi mi acaba? Bilemiyorum ama kadın basketboluna çok büyük anlamlar yüklemek zorunda kaldık. Bunun üzerine kafa patlattık, maçlara daha sık gittik. Ve her sene Fenerbahçe'nin kupa kaldırışını izlemek zorunda kaldık. Son 3 sezon baya üzüldüm. Baya soğudum. O eski günleri, kadın sporcuların erkek takımının formasıyla maçlara çıktığını gördükten sonra, bolluk dönemlerine alışamadım. Seimone yerine Taurasi'nin gelmesine anlam veremedim. Ekrem Memnun ve Cem Akdağ gibilerini gördükten sonra Zafer Kalaycıoğlu'na ve Ceyhun Yıldızoğlu'na alışamadım. Takımın, şubenin içinde olan bitenlerle daha çok alakalı olup Ahmet Dedehayır'ı görünce dayanamadım. Zaten futboldan geleniz, işin tekniğinden hiç anlamıyoruz. Bir de sevdiğimiz insanlar tercih edilmeyince zorlanıyoruz.

Küslük senesi bu sezona denk geldi. Artık taraftarlık algımla da hesaplaşırken gözden çıkardığım bir şube oldu. Biraz futbol, biraz erkek basketbol yeterdi diye düşündüm.Aslında buna benzer bir şeyi erkek basketbolda da yaşadım. İşgüzar insanlar yüzünden bir skandala karışıp ceza alınca, "Ulan tek salak biz miyiz, herkes yolunu arıyor biz maça gidiyoruz, gitmiyorum lan artık" demiştim ve Cem Akdağ'ın Jasaitisli efsane kadrosunun direnişine uzak kalmıştım. Belki de Top 8'e kalmaktan daha büyük başarıydı. Bu sezon da benzeri oldu. Bazen oluyor. Birilerinin hataları yüzünden çok alakasaız ve hak etmeyen insalara tavır alıyorsun. Gerçi bizimki insanlara da tavır eğildi. Ekrem Memnun'a kim neden tavır alsın. 

Gerçi şimdi düşündüm de, Işıl'a da az sallamadım. O Galatasaraylılık şovları, üçlüleri, "Sürünsem bile Fenerbahçe'ye gitmem" açılamaları ve ardından gelen başarısız maçları. Üzüyordu. Üzmekten öte sinirleniyordu. Kariyerinin en iyi maçlarından birinde Ayhan Şahenk'te kendi ribaundunu almaya çalışırken sakatlanmasaydı belki böyle konuşmayacaktık. Bir daha eskisi gibi olamaz dendi, uzun süre de olamadı. Ekrem Memnun onu baştan yarattı. Her iyi maçından sonra "Acaba bugünü bizi ne yaparak kandırdı" diye düşünmekten helak oldum. Şaka lan, helak da olmadım. O kadar izlemedim işte maçları. Salona hiç gitmedim bu sene. Televizyondan da iki Fenerbahçe maçı izledim sadece. Ben nereden bileyim Euroleague'de şampiyon olacağımızı.

2011'de şampiyon olacağımıza çok inanmıştım. Ev sahibiydik. Fenerbahçe ile aynı gruptaydık yine. Ve tabi ki yine onlar yendi. Bu sefer tribünde de ezildik. Biletler yine çok pahalıydı. Son yıllardaki derbi maçlarındaki en farklı tribün yenilgisi. Sahada da kazandılar. Gruptan çıkamadık. Fenerbahçe final oynamasın, kupa almasın diye dualar ettik. Alamadı. Bir sonraki sene (geçen sene) final oynadı. Artık kapanmaz bir fark oluştuğuna inacım yerleşmişti. O kadar para harca, o kadar isim getir, olmadı yeniden kur, sonra Fenerbahçe şampiyonluğu izle. Neyse ki Ekaterinburg diye bir takım var.

Aslında bizim dediğimiz oldu. O kadar para harcamaya, plansız, günü kurtarmalık hamlelere gerek yokmuş işte. Ekrem Memnun gibi birisi yeterdi. Yetti.

Yetti de o kadar kötü günden sonra bugünkü iyi güne sevinemiyorum. Hakkım yokmuş gibi geliyor. Bugün Ekrem Memnun NTV Spor'da çıkıp "Tarsus maçında 7 biletli seyirciyi görünce, buralardan gitmek istedim" dediği anda utandım.  Belki başka zaman olsa o Tarsus maçında da olmazdım da biraz yüklenirdik işte.

Ulan bu taraftarlık işi çok sakat. İnsan neye üzüleceğini neye sevineceğini şaşırıyor. Her olayda bir muhasebe yapıyor. Geçmiş, gelecek birbirine giriyor. Anlamlar, değerler kayboluyor. Bir de kendinle çelişiyorsun defalarca, o koyuyor. Yarın yine bir olay olacak birbirimize gireceğiz. Şube kapansın, yatırım yapılsın, şu olsun, bu olsun...

Ekrem Memnun'u kupa töreninde kızıyla beraber görünce iş değişiyor. Onu da nasıl anlatacağımı bilmiyorum. Bu şubelerde taraftara gerek yok. Bu spor tamamen sporcuların, antrenörlerin, emek verenlerin. Bütün başarı yüzde yüz sporcuların ve antrenörlerin. Gereğinden fazla konuşup yük bindiriyoruz.  Haksızlık yapıyoruz. Sonunu bağlayamadım ve tam olarak anlatamadım ama öyle işte




Cumartesi, Nisan 12

Şampiyonlar Ligi Finali



Gerçekten gerek yoktu. Bünyem, sezon başında planladığım Galatasaray - Fenerbahçe maçları sayısından bir fazlasını dahi kaldıramaz durumda artık. Üstelik bu sayıya, şubeden bağımsız olarak  herhangi bir "Şampiyonlar Ligi Finali" eklenince hayattan soğudum. Eskiden Galatasaray-Fenerbahçe olsun diye beklerdik, (işin aslı hala bekliyoruz) ama artık yoruyor gerçekten.

Bir de sağda solda öyle bir algı yaratmışız ki, yıllarca en önemsiz Galatasaray - Fenerbahçe maçını bile Şampiyonlar Ligi finali gibi yaşamışız ki, gerçek Şampiyonlar Ligi finalini Türkiye Kupası finali gibi hissediyoruz şu an. Maçın İstanbul dışında olması da önemli etken aslında, mesele iki sene önceki grup maçı baya ciddiye alınmıştı, yarı yarıya tribünlerin coşkusu maçın da önemini arttırmıştı.

Ekaterinburg ile eşleşmişsin, git efendi gibi elen, dönüşte alkışlarla karşılayalım bitsin gitsin. Şimdi Fenerbahçe ile oynayacaksın. Yensen tamam da yenilsen büyük sıkıntı. Rövanşı için 50 sene beklersin. Ezeli rakbetin telafisi olmayacak maçı; 20 civarı kızın omuzlarına kaldı, ki çoğunu kimse tanımaz bile. Rusya'nın ıssız bir şehrinde mahalledeki kaderimiz şekillenecek. 

Bence artık futbol dışındaki branşlarda anlaşmaya gidilmeli. Erkek basketbol, kadın voleybol bizde, kadın basketbol, erkek voleybol Fenerbahçe'de kalsın mesela... Yoksa oyuncu yetiştireceğiz, kupa kazanacağız diye biz heder olacağız.

İşin şakası var tabi, yoksa Euro Cup'u kazanınca bile mutlu olmuş adamlarız. Oraya bir Fenerbahçe galibiyetiyle Şampiyonlar Lişgi kupası getirmek çok özel olacak. Ama eğer yenilirsek, Fenerbahçe - Antalyaspor maçı baya olaylı geçsin de bu maç gündemden düşsün.

Kim Haklı?



Fazla yazmayacağım. Zaten üzerinden bir hafta geçmiş. Sadece kısa hatırlatmalar. 

Sene başında Emre Çolak, Hamit, Burak ıslıklanırken biz "Futbolcu, eğer yüz kızartıcı, saygısız bir iş yapmadıysa, sırf kötü oynadığı için ıslıklanmaz. Sezon devam ediyor. Bu oyuncular oynayacak, sezona havlu atana kadar desteğe devam edilmeli" diyorduk

Çok sevdiğimiz insanlar bize küfür bile etti. Bazıları da "Ben taraftar olarak başka nerede nasıl tepki göstereceğim" diyordu. Herkes tepki gösterme hakkını kendinde gördüğü zaman böyle oluyor işte. Biri Selçuk'u beğenmez, diğeri "Muslera nasıl gol yer" der. Sonu olmaz. Selçuk olayı da böyle. Madem kötü oynayan futbolcu ıslıklanabiliyor, Selçuk da bundan nasibini alacaktı. Aldı.

Taraftarı koruduğum düşünülmesin. Ama şaşırmıyorum. TT Arena'da böyle şeyler hep olacak. "Parayı verdim, oyna" kültürüne laf üzerinde herkes karşı çıktığını iddia ediyor ama çoğunluk sistemin yürümesine devam ediyor. Bunlar olacak. Elano'ya 10 dakika boyunca "senin oynayacağın topu..." diyen arkadaşı hırpalayanlara selam olsun. Artık stadyumun herhangi bir yerine gidip tepki koyamıyorlar. Stad büyük, stad kalabalık. Bu kitleyle karşılaşmaya devam edeceğiz. Alışalım.

Biz alışalım ama futbolcu da alışsın. Her şey çok iyiyken nasıl omuzlardaysan, kötü giderken bunlar da olacak. Altyapıda bunun eğitimi verilmeli. Menajerler bunun için var. Alışamayan topçunun da tepki gösterme hakkı var. Ama be Selçuk, bunu derbide yapma.

Bütün sezon kendinizi vermediniz, oynamadınız, Fenerbahçe'den 10 puan fark yediniz. Çıkıp derbide oynayacaksınız. Dünya yarılsa oynayacaksın, sahada kalacaksın. Bu maçı terk etme hakkın yok. Bu maçta takımını bırakan adam kaptanlık yapamaz. Yapmamalı. Biz kime güveneceğiz artık? Gerçi, Trabzonspor'da oynarken "Sene sonu görüşelim" diyerek Galatasaray'a imzalayan futbolcuya çok fazla güvenmemek gerekirdi. Taraftar psikolojisi, futbolculardan bu tip şeyler göremeye hazır olmalı.

Özetle, herkes kendi çerçevesinden haklı. İşin buralara geleceği belliydi. Biraz ukalalık yapalım. En haklı benim. Bunların olacağını söyledik. Devamı da gelecek. Guiza ağladı, Volkan Şen ağladı, Selçuk oyundan çıktı, stadyumlar büyüdü, sılıklar arttı, e-bilet geldi. Futbolun geldiği son noktayı derbide Arena'da izledik.

Galatasaray 64 - 55 Partizan



"Nereden nereye geldik" muhabbetinin basketbol şubesi için artık abartıldığını düşünüyorum. O kısmı çoktan geçtik. 2006'dan beri sistemli olmasa da adım adım ilerleyen, üzerine koyan (bazen geri adım atsa da) bir durum sözkonusu. Bu olaylara üç sene önce küme düşüyorduk diye bakmak artık yersiz. O bir kazaydı, tamam büyük bir krizdi ve belki de tarihin baştan yazılmasına neden olacaktı ama Cem Akdağ'ya binlere kez daha teşekkür etmekten başka söylenecek çok başka bir şey yok, kalmadı.

Yine de taraftarlık hissiyatı bakımından olaya ilk Euroleague maçımızdan, Unics Kazan'a yenildiğimiz maçtan bakabiliriz. 2.5 sene öncesiydi. Büyük bir heyecan vardı içimizde. Çok ayrı duygularla salona gelmiştik. Şu an takımda olan Domercant'ın üçlüğü ile buz kesmiştik. "Buraların havası başka usta" diyerek çıkmıştık salondan. Sonra o hava da değişmişti. Bir sonraki maç Barcelona gelmişti. Şimdi Top 8'deki rakip. Sopalı pankartlar, Navarro, "Barcelona Kocan Geliyor".. Kötü giden futbol takımının panzehiri olmuştu İpekçi. Muhteşem maçlar. Muhteşem sezon.

Bu sezon benzeri olmadı sanki. En azından benim için. Uzun Euroleague takvimi, sürekli değişen kadrolar, koçun kalp kıran demeçler sürekli bir adım daha uzaklaştırdı. Ama tarihi maçta, salonda olmak gerekiyordu. Senelerdir görmediğin arkadaşlarınla, bir düğünde bir araya gelmek gibi.

Büyük ihtimal Barcelona maçları da (bence iki maç oynarız içeride) aynı atmosferde geçer. Fakat bu Partizan maçı da bir saygı duruşu olarak hatıralarda kalacaktır.

Çok mu mutluyuz peki? Ben değilim. Mutsuz da değilim. Ama iki sene önce veya Ahmet Cömert günlerinde daha sağlam bağlar kuruluyordu. Tam da şube kapansın mı küçülsün mü denildiği dönemlerde. Buralarda olmak çok güzel ama feda edilen ve es geçilenleri topladığımızda değer mi emin değilim?

Oyuncuların emeğini ve başarısını takdir etmekle beraber, sevdiğimiz şeyler üzerinde bu kadar tartışmanın dönmesi, başarılara karşı mesafeli durmamıza yol açıyor.

Perşembe, Nisan 10

Oyuncu Gözü




"Ben ikinci ligde forma giyiyordum, Tigana Beşiktaş'a transfer olmamı sağladı. Benim için büyük hoca, bana çok güvendi ve 43 maçta forma şansı verdi. Ben Fransızca bilmiyorum ama ortak bir arkadaımız var. Onun üzerinden konuşuyoruz. Beşiktaş'ta bir dönem çok iyi performans gösteremiyordum. Ama kendisi beni, "Burak çok daha iyi olacak" diyerek savundu. Halen de beni takip ediyor. Önemli her maçımdan sonra beni arar ve konuşuruz"

Çarşamba, Nisan 9

Korkuyorum Anne



Film güzel, eğlenceli, keyifli.. Biraz fazla uzamış, arada sıkılıyorsun ama karakterler çok güzel. Film bitince ister istemez "Tamam çok eğlenceli de, ee yani" diyorsun. Ben dedim en azından.

Sonra filmin diğer adını öğrendim:

"İnsan nedir ki?"

Taşlar yerine oturdu. Son sahnedeki sarı-kırmızı birlikteliği de gözden kaçmadı. Galatasaraylı Reha Erdem?

Pazartesi, Nisan 7

Derbi Aldatmacası




Bir derbi galibiyeti bu kadar rahatsız eder mi? Böyle bir sezon içinde oynanınca ediyor. Tarihi bir fırsatı harcadığımız sezon sonunda bir galibiyetle içimin rahat etmesi mümkün değilmiş.

Maçtan önce, "Oturup izleyeceğim, bakalım kim bizlerle aynı hisleri, istekleri paylaşıyormuş görelim" diyordum. Böyle diyen birinin galip bitirilen maç sonunda, "Tamam önümüze bakalım" demesi beklenirdi. Olmadı.

Sezon başından beri oynanan 5 derbi, 4 galibiyet... Dün de gördük ki, takım Fenerbahçe'den daha iyi. Bu kadar iyi bir durumdayken nasıl 10 puan geride olabiliyoruz? Hadi sezona kötü başladık diyelim ama o ikinci yarının başı, o dağılan Fenerbahçe'nin puan kayıpları karşısında umursamaz Galatasaray futbolcuları.. O Antalyaspor, Rizespor deplasmanları... Tamam Fenerbahçe de deplasmanda puan kaybetti de, hep kaybedebileceği yerlerde bıraktı puanları. Konya beraberliğine, Gaziantep beraberliğine bir şey diyemem. Ama Antalya be abi, Rize be abi...

Tekrardan oraya geri dönmeyelim diyorum ama Antalyaspor'u yenseydik fark 4'tü, ertesi hafta Beşiktaş galibiyeti fark 1, Fenerbahçe Elazığ'dan 1 puan alınca fark 2... İç sahada derbi oynayacaksın. Muhteşem bir avantaj. Rakipte baskı, sende özgüven.

Dün Volkan'ın, Bekir'in açıklamalarını dinleyince iyice üzüldüm. "Puan farkını 10'a indirdiler, tebrikler" diyor. Ya ben o 10 puanlık farkın herhangi bir yerinde olmayan adamım yine de çıldırıyorum, 10 puanlık farkı bizzat yiyen sahadaki futbolcu nasıl buna imkan verir. Aklım almıyor. 

Futbolculuk mesleğine saygım sonsuz. Birey olarak her futbolcunun iyi şartlarda top oynamasını, emeğinin karşılığını almasını ve niyetinin-yaşamının haddinden fazla sorgulanmamasını düşünüyorum. 

Ama böyle düşününce de artık taraftarlık işi zora giriyor. Zaten futbol gelişiyor, büyüyor. Adapte olmak zor. Aynı halatı çekenlerin camiasında artık herkesin farklı hedefleri ve kaygıları var. O nedenle 2012'deki Galatasaray veya bu seneki Fenerbahçe taraftarına keyif veriyor. Hedef tek olunca hissiyat da ortak oluyor. O nedenle benim burada yazdığım cümleler dışarıdan "kaos seviyor" olarak yorumlanıyor. Aslında olay kaos sevmek değil, o ortak duygu kaybolmasın diye başarısızlığa bile muhtaç kalıyor insan.

Son söz; dün maçtan sonra çalınan, taraftarı coşturan, Melo'ya Telles'e dans ettiren "Fener ağlama" tezahüratının kilit mısrası, "Şampiyonluk kupası..."...

Şampiyon olamadığın sezon bu tezahüratı söylemek ve söyletmek kısa mutluluk verir sadece ama hiç bir şeyi de unutturamıyor.

Pazar, Nisan 6

Eskort Tribün


Napoli - Juventus maçı öncesi...

Napoli polisi Juventus kafilesini stada götürüyor, arkalarından takviye kuvvet de geliyor...

Via: 17

Cumartesi, Nisan 5

This is England


Faşizmin ne kadar kötü olduğunu öğrenmemize gerek yok. O nedenle filmlerin anlatmasına da çok ihtiyacımız yok belki de. Ama dünya benden ibaret değil. Ne kadar çok kişi izlerse ve ne kadar az olsa da, 1 kişi, 2 kişi, 3 kişi, ne kadar olursa olsun bir kaç kişi etkilenirse ne güzel. Film amacına ulaşmış demektir.

Öyle filmler "kötü film" olmaz. Farklı misyonları var. Yoksa biz de biliyoruz, bu filmin de eksikleri var. Önemli değil. İzlerken sinirlerini bozup, kafayı kurcalıyorsa tamamadır.

Başroldeki minik eleman Thomas Turgoose müthiş. Üstelik film esnasında annesini kaybetmiş, filmi öyle tamamlamış. Büyük yürek. Filmi de annesine itiraf etmişler. Filmdeki abileri ablaları... Acaba gerçekte nasıldır?

İnsanın aklına ister istemez bu hikaye geliyor. Tersten ama olsun.


Aziz Başkan zu Köşk?




Şimdi muhalif kesim cumhurbaşkanlığı seçim için adayını arıyor. Erdoğan'ın oy sayısı az çok belli, Bunu bir tık yukarı çıkardığı anda ilk turdan işli bitirmesi muhtemel. O nedenle karşısındaki aday çok önemli. Bütün kesimleri kucaklaması gerekiyor. "Modern"leri, muhafazakarları, milliyetçileri, Kürtleri, ulusalcıları tek potada buluşturacak bir isim gerekiyor. Adı geçenler bana göre facia.. Meral Akşener, Haşim Şahin, İlker Başbuğ, tam destek sağlayamaz, Erdoğan karşısında tutunamaz... Mansur Yavaş ise sadece bir rüzgar...

O kadar kötü ve yetersiz isim ortaya atılınca, bir tane de biz atalım dedik. Mantıklı(!) gerekçeler sunaraktan köşk yolu Fener aşkıyla dolu: Aziz Yıldırım





Kürt ili Diyarbakır'da doğdu. Oraya okullar yaptı. Kürtler tarafından seviliyor mu emin değilim ama "İçimizden birisi" siyasetiye işi götürebilir...


Orduyla her zaman yakın ilişkileri oldu. TSK ile sıkıntı yaşamayacak, hatta desteğini alabilecek nadir şahsiyetlerden biri...






Muhafazakar kesim ile sıkıntısı yok. Yakın temas halinde, mesafeli değil. Hoşgörü ve anlayış içinde..






Ülkücü camia her zaman desteğini vermiştir. Yine verir... Bilmeyenler için ayrıntı...

Gözü her zaman Batı'da oldu... Avrupa'da yaşanan gelişmeleri takip etmekte zorlanmadı, sırtını dönmedi.







Komşu ülkelerle ilişkileri sıkı tuttu, ziyaretlerde bulundu, hoş anılarla ayrıldı...

Erdoğan'ın olası "Ben hapis yattım, mağdurum" dillendirmesine karşı koyabilecek bir duruma sahip. Kontradan vurabilir. Hadise daha taze olduğu için bu konuda Erdoğan'a üstünlük bile kurabilir...


Tek sıkıntı Fenerbahçeli olmayanların oyları.. Ülke menfaati için Fenerbahçe'nin eksi puan cezasını kabul ederse, o tarafla da buzlar eriyebilir... Zaten Trabzon şehri AKP'ye oy veriyor, Galatasaray camiasının soru işaretlerini ortadan kaldırdığı anda yüzde 60 oy alır...








Perşembe, Nisan 3

Karhozat



Bela Tarr değişik yönetmen, zor yönetmen. Filmlerini izlemek gerçekten çok zor. Bu onun tarzı ve beğeneni de çok, karşı çıkmamak lazım aslında. Zaten ben de yeni izlemeye başladım filmlerini, hem çok hakim değilim, hem alışkın değilim, hem de belki eleştiri getirmeye hakkım yok.

İzlerken zorlanıyorum ama. Bir yandan üzülüyorum da. Elinde çok güzel bir senaryo var. Adam kare yakalama konusunda da usta, boş boş baktırıyor ekrana, görsellik denilen olaya şiirselliğe dönüşüyor. Ama işte dedim ya, biz alışkın değiliz. Adapte olmak zor.

Ukalalık yapacağım, keşke bu kadar radikal bir usluba sahip olmasaydı. Birine bunu demek çok rahatsız edici ama "keşke standarta biraz daha yakın olsaydı"

Werckmeister Harmoniak


Filmi izlemedim anlamadım. Anlamamak da koymadı. 

Ama adam o kadar güzel film yapmış ki, o yavaş tempoda öyle fotoğraflar çekmiş ki anlamakla uğraşmıyorsun. İşte açılış sahnesi. "Bunu anlamak için Macarca bilmeye gerek yok"

Bela Tarr 3 saate yakın bir film çekmiş. Tamam anlaşılır değil, ağır aksaklık da koparıyor ama ağzın da açık kalıyor. Bazı adamlarla oturup konuşmak istiyorum, "abi kafandan ne geçiyordu" diye sormak istiyorum.

Seçim Okuması




Seçimden önce yaptığım tahminde;
Genelde AKP yüzde 42 alır dedim (şu an 43.6 gözüküyor)
İstanbul'da Topbaş en az yüzde 4 farkla alır dedim (sanırım  yüzde 8 ile kazandı ama herhalde gerçek fark 4'tür)
Ankara belli olmaz dedim (Harbiden şu saate kadar belli olmadı - tutturduğum en net tahmindi)

Ben demiştim demek için yazmıyorum ama bu tahminleri yapmak için çok fazla kehanet yeteneğine gerek yok. İki şey önemli; birincisi anketlere ve kendi cevrendeki söylentilere inanmayacaksın, ikincisi internetin başından kalkıp sokağa çıkacaksın.

"Ama hile var" demeyin, hile şehirlerde oluşan ufak farkları değiştirebilir ama genelde büyük oynamalar yaratmaz (algıyı çok fazla değiştirir, orası gerçek). 

Uzun bir yazı olacak, hatta ikiye bölebiliriz. Burada işin özeleştiri kısmını yazalım, daha sonra "şimdi ne olur" sorusuna cevap ararız (veya bu kadar hile dönerken aramayız).

Gerçi özeleştiriyi benim, yan en sonunda bir  avuç kalmış tarafımından birinin, yapmasına pek gerek yok. "Tatava yapma" diyenlerin, AKP karşısında duran partilerin, halktan uzak kalanların tek tek yapması lazım, bize belki sonra gelir.

Bu kaçıncı tokat oldu? 3 yerel 3 genel.. Arada referandum... Erdoğan tam bir winner belki ama karşısında durmaya çalışanlar da bir o kadar loser. Ve loser olmak da hoşlarına gidiyor herhalde. Başka bir açıklaması olamaz. Gezi Parkı'ndan beri geçen kısa sürede bu ülkede çok şey yaşandı ama pek bir şey değişmedi. O kadar olaydan, çatışmadan, kandan, yolsuzluktan ve tapeden sonra Erdoğan'ın tek çıkış yolu sandıktı. Adam sandığı işaret etti. Sandık dediğimiz de yerel seçim... Önem derecesi kağıt üzerinde en düşük olan seçim belki de. Oraya gelin dedi ve herkes (karşısında olan) peşinden gitti. Nedenini sorgulayan olmadı. Ya da olana da "tatava yapma bas geç" dendi. Erdoğan'ın seçim kazanması bir yana, balkon konuşmasına oğlu Bilal ile çıkması bazı şeylerin silindiğini gösteriyordu adeta. Gereksiz bir kapışmanın içine girildi. Olay şuna benzetilebilir: Mahalle maçında haksız gol atan güçlü çocuk, hakkını isteyen çelimsiz çocuğa "O zaman gel kavga edelim" diyor. Çelimsiz "tamam" diyor.

Dayağı yedik. Adam müthiş bir hamleyle olayı sandığa yöneltti ve üstündeki baskıyı kaldırttı. İstediğin kadar tatava yapma, bu halk CHP'ye oy vermiyor. Bunu sen Anadolu'nun cehaletine veya samanla beslenmesine bağladığın müddetçe de vermeyecek. CHP'ye güvenmeyeli seneler oldu benim için. Bende böyleyse, Anadolu standartında yaşayan halkın kolay kolay kıramayacağı bir sendrom bu... 

Bugün CHP'nin sadece adı değişip AHP veya BHP veya XHP olsa daha çok oy alırdı. Çünkü Anadolu'nun CHP ile algısı çok farklı. Bu adam boşuna vurgu yapa yapa, bağıra bağıra "Cehape zihniyeti" demiyor. Yaşanmışlıklar var. Darbelerle, ekonomik krizlerle, savaşlarla, tüp gaz kuyruklarıyla, yaşayan, bunları gören koca bir nesil sandığa gittiğinde sadece (bölge partisi sayılabilecek BDP dışında) 3 tane parti görüyor. Ve kabus gibi hatırladığı o senelerin temsilcisi olan iki parti ile hala pusuluda karşılaşıyor. O iki parti, ona geçmiş karanlık günleri hatırlatıyor. CHP, 90 yıllık parti, ülkede ne yaşanmışsa onu sırtında taşımış. Ülkenin kendisi artık bunu taşıyamazken CHP nasıl taşısın? Ülke kendi içinde hesaplaşamaya doğru giderken (belki ilizyondur bu ama gidiyor sanki) CHP nasıl kendini bundan soyutlayabiliyor? 1923'ten beri yaşanan her toplumsal olayın iyi veya kötü tarafında olan tek adres CHP. Değişmeyen, değişmek için çaba sarf etmeyen ve sırtında taşıdığı yüklerin, geçmişinin altında ezilen CHP mi daha aciz, yoksa başka alternatif kurmak için çaba sarf etmeden köklü ve güçlü diye CHP'ye kendi tabirleriyle "mecburen" (sanki silah dayıyorlar) oy veren kesim mi?

İnsanların AKP'ye oy vermesini cehalet üzerinden tartışan herkese; sosyalistler, alternatifler, mücadele edenler, şunlar, bunlar da "CHP'ye oy verdikleri için cahiller" diyebilir mesela... 

Size kötü bir haberim var, duyunca şok olacaksınız: Herkesin kendine ait bir yaşam tarzı var. 

İnsanların hayattan beklentileri, kaygıları, korkuları, istekleri, geçmişleri çok farklı olabilir. Sizinkilerle örtüşmeyebilir. Tamamen "Onlar kötü biz iyiyiz" siyaseti ile oy almayı beklemek hayalcilik bile sayılamaz. Herkes CHP değişti diyor, ben nedenini-nasılsını sorunca da "Görmüyor musun" dışında bir cevap gelmiyor. Somut bir şey yok. Reklamdaki başörtülü teyze değişimin kendisi olamaz, en fazla simgesi olabilir. Ama maalesef o bile değil. Olmayan şeyin simgesi de olamaz.

İnsanlar partilere oy verirken eğer milliyetçilik ve din öğelerine aşırı bağlı değilse ekonomik nedenlere dayanarak oy verir. Bizde öyle olmuyor. CHP, sosyal demokrat olduğunu iddia eden bir parti, yine zengin mahallelerde şovunu yaptı. Yine varoşun oyunu alamadı. Bu nasıl oluyor? Taksi şoförünün, bankadaki güvenliğin, AVM'deki tezgahtarın oyunu niye alamıyor?  Çünkü onlara hitab edemiyor. Şehirde kıt kanaat geçinen kültürlü üniversite öğrencisi ile hali vakti yerinde olan, Şişli'deki evlerinin kira parasıyla geçinen yaşlı teyze aynı yerde buluşuyor. Nasıl oluyor bu?  Çarpıklık da burada başlıyor. Belki çarpıklık da değil. Bu seçimler tamamen şehirli ve taşralı arasındaki çekişmeye döndü artık. Kent yaşamına adapte olanlar CHP'ye kayıyor. Taşrada kalan ve tırnak içinde sabit yaşam tarzına sahip insanlar (sadece maneviyatla alakalı olmayan muhafazakarlık) ise AKP'de kalıyor. Ve AKP kazanıyor. Çünkü CHP'nn onlara götürebileği hiç bir şey yok. Son 20 senede de olmadı da. Oysa onlara bir alternatif, çözüm üretecek parti CHP olmalıydı. Veya o kanattan bir şeyler çıkmalıydı. Çıkmadı, olmadı. Tarihin en tembel sosyal demokratları... Buna rağmen CHP  her zaman yerinde sayarak oyunu korudu. Kötü örgütlenmesi, kendi içinde statükocu zihniyeti, muhalefeti sadece TBMM'de önerge vermekten sanan yapısı her daim ödülünü aldı. Her seçimde biraz daha güçlendiğini sanıp "bir dahaki sefere olacak" umudu verdi. Olmasa da onlara koymaz ya; peşinden gidenlerin yaşadığı hayal kırıklığı büyük oldu. Ondan sonra da öfkeyle, CHP'ye oy vermeyen insanlara yönelik çıkışlar geldi...

Cahil dediğiniz halk nasıl oluyor da bu ülkede zamanı geldiğinde sosyal demokratlara oy verdi ben de onu çzöemiyorum. Tamam ülkedeki atmosfer çok farklıydı da mesela 1977 seçimlerinde nasıl oluyor da Bülent Ecevit'e yüzde 43 oy çıktı. Ülkenin her yerine "Umudumuz Karaoğlan" yazıldı, çocukların adı Bülent veya Ecevit oldu. O gün yüzde 43'ün içinde olanların bir kısmının çocukları bugün AKP'ye oy veriyor olmalı ki bu sonuçlar çıkıyor (Harita aşağıda, dün sarı olanlar 30 sene önce kırmızı). Babaları çok zekiydi de çocukları mı aptal oldu? Yoksa çocukların ihtiyaçlarına uygun siyaset mi yapılmadı?




Aslında çocuklar aptal olmuş olabilir. Ne de olsa Ecevit 43'ü koyup sol taraf güçlenince araya darbe girdi. Engeli koydular. O zaman toplumun genleriyle oynandı. Ama hak geçmesin hepimiz aptal olduk. 80'den sonra doğan nesil aptalsa hep beraber aptal, duyarsızsa hep beraber duyarsız. Sıfatı siz koyun, biz darbenin yetiştirdiği çocuklarız.

Buna rağmen darbeden kısa bir süre sonra 1989'da SHP yerel seçimlerde yüzde 29 oy aldı. Bugün alınamayan Ankara ve İstanbul (ve alınan İzmir) SHP'nin eline geçmişti. Bu partiye oy verenler, birinci yapanlar kimdi? Demek ki bir yerlere bir şey sunduğun zaman, gittiğin zaman karşılığını alıyorsun. CHP götürmez, götürmeye uğraşmaz. Şu an daha net görüyoruz ki kendisine verilen oyu bile kovalamaz.

O nedenle Gezi Parkı'nda heveslenmiştim. Bir şeyler doğardı belki. Ama darbe çocukları işte. Hem sabırsız hem çabuk yılıyor. Sokağa çıktı karşılığını alamadı ve tükendi. Sadece 10 ayda. Daha büyük çabaya girmedi. "Direniş" olayı sona erdiğinde tam anlamıyla evine döndü herkes. Çıkın çatışın demiyorum, çıkın çalışın... Sokak kavramı sadece çatışma alanı olarak anlamlandırılamaz. Diğer insanlarla iletişime girebileceğin tek yolu, sokağı göz ardı ettin. Kendi içinde bile... 

Gezi Parkı için her kesimden insan sokağa çıktı ama kimse kimsenin kaygısını dinlemedi. İletişim yarıda kaldı. Kendi içinde bile fazla yakınlaşmayınca karşı tarafa adım atmamanın çok da şaşılacak bir tarafı yok.  Belki de zor geldi. En güçlünün karşısında olmak için en güçlü ikinci olana yamanıldı. Aksini iddia edene "tatavacı" dendi. Ki keşke öyle kalsaydı. Hakaretin sınırı olmadı. Beraber çarpıştığı, mücadele ettiği insana sırf inandığı düşünce farklı diye küfür edenler, hakaret edenler "hain, maşa" diyenler; tabi ki bir yerden sonra direkt karşısında olana da saldıracak, küçümseyecek, aşağılayacak. Kim şaşırabilir...

Bu iş etkileşim işiydi ama kimse iletişime girmek istemedi. Adam belki de ülkenin ortasından çizgiyle çekilen iki grubun bir iletişim alanı oluşturmasını istemediği için bu kadar kutuplaştırdı. Neden olmasın? Kendi tabanını korumak için mantıklı bir hamle. Benim başörtülü bacım veya milletime göbeğini kaşıyan adamldiyorlar çıkışları bunun tezahürü belki de. Eh diğer taraf devamlı çanak tuttu bu söylemlere.

Gezi'den sonra eylemler Kadıköy'de veya Taksim'de veya Kızılay'da yapıldı. Tamam Tophane'de eylem yapılırsa sıkıntı olur eyvallah da, mesela Sultanbeyli'ye GOP'a, Bayrampaşa'ya gidildi mi? İlişkiye girildi mi? Sanmıyorum. Uzun konular.

 Ama şunu da atlamamak lazım. Bu kadar eleştiriden sonra hak verelim. Belki de bize aylarca tatava yapma diyenler, bugün niye tatava yaptığımızı anlayacaklardır. Çoğu hala sandık peşinde, oyunun peşinde. Kollektif hareket adına önemsediğim bir adım. Halk kendisi oy atıyor, kendi sandığının başında duruyor, yetmiyor kendi oyunu sayıyor, kendi oyunu teslim ediyor... Her şeyi kendi yapıyor. Bu sayede hem peşinden gidilen siyasi partilerin, "abi değişti onlar" denilen partilerin, ne kadar hantal ve umursamaz olduğunu görüyorlar, hem de bir taraftan sokağa çıkmadan, gaz yemeden (muhakkak saldırı da oluyor Ceylanpınar gibi), gözaltına alınacak ortam oluşmadan, hep birlikte otoritenin karşısında durup fayda getirecek bir işin temelini atıyor (En azından kimse "bunlar yüzünden esnaf kan ağlıyor" demez). 

Mesela şu an başta Ankara'da olmak üzere bir çok yerde yaşananlar çok hoşuma gidiyor, kısa vadede sonuç alınamasa da az da olsa umut veriyor. Ama yalan yok, ben de o mücadelenin içine girme hevesimi kaybettim, girdikten aylar sonra "tatavacı" damgası yiyeceksek, aynı yol için çabalamak biraz saçma geliyor şu an, üzgünüm. Sonuçta ben de 80 sonrasında doğdum, ben de çabuk yılıyorum.

Atladığımız çok şey olmuştur. İşin özü, artık bir özeleştiri zamanı gelmiştir. Belki de bu yenilgi iyi olmuştur, sevindirir bile. Belki bu seçim gündemi biraz soğuyunca, öfkeniz azalınca dışladığınız insanlara ulaşmadan, onları kazanmadan sizin de kazanamayacağınızı anlarsınız.

Eğer mesele seçimse, önemsenen buysa burada "biz haklıyız, o zaman kazanacağız" diye bir durum söz konusu değil. Oy alacaksın. Oyu da insan atıyor. O zaman insanı kazanacaksın. Kazanmak için çabalamıyorsan sonunda ya sandıkta tokat yiyip Facebook'a Aziz Nesin haklıyımış yazmaya devam edersin, ya da Uruguay konsolosluğu önünde tek sıra olursun. Tercih senin ama sanıyorum ki Facebook'ta Aziz Nesin paylaşacaksın. Çünkü o daha kolay ve zahmetsiz. Şimdi kim kalkıp gidecek Uruguay'a...