Pazartesi, Ağustos 31

Jonah Hex


Jonah Hex, ABD'de yayımlanan ve çok okunan bir çizgi romanmış. Ben film çıkana kadar kendisinden bihaberdim. Üstelik film 2010'da vizyona girdi ama benim izlemem de bugünleri buldu. Bir western diyebiliriz ama klasik bir western değil. Daha doğrusu bir western'in, hatta özellikle 21. yüzyılda biraz daha değişen ve kendini geliştiren, iyi-kötü kavramının daha çetrefilli olduğu, daha az çatışmanın, daha az repliğin (biraz spagetti esintisi)  olduğu yeni-western'in genel kurallarına sadık. Fakat bir yandan da fantastik öğeler içeriyor.

Fantastik sinemaya oldukça mesafeli olan ben, filmi biraz çekinerek izledim ama korktuğum gibi değildi. Gayet güçlü bir anlatımı olan ve fantastik öğeleri seyircinin gözüne sokmadan, sadece hikayenin işleyişine katkı olarak sunan bir film buldum karşıma. Çok mu iyi? Kesinlikle değil. Fakat vasatın biraz üstüne çıktığını bile söyleyebilirim. Oyuncu kadrosu zaten çok başarılı. Belki kariyerlerinin en iyi performansları değil ama Josh Brolin başta olmak üzere, John Malkovich, Michael Fassbender, Wes Bentley iyi iş çıkarıyorlar. Belki en zayıf halka Megan Fox ama onun da varlığı anlaşılabilir. Bu kadar erkeğin arasında bir kadın karakter olacaksa onu iyi oyuncudan değil, güzel ve popüler olandan seçmek ticari bir hamle olarak görülebilir. Ayrıca film bir çizgi roman uyarlaması olduğunu da çok net biçimde hissettiriyor. Fakat sanırım konu olarak, çizi romana çok sadık kalmamış.

Yine de tüm bu övgülerime rağmen, ABD'de gişede adeta çakılmış (Megan Fox hamlesi kurtaramamış) ve o yüzden ABD dışında birçok ülkede gösterimleri iptal edilmiş. IMDB puanı ise 4.7'de kalmış. Dünyanın en saçma filmleri bile zaman zaman 5'i geçerken Jonah Hex'in 4.7'de kalması iyilik-kötülük kavramları üzerinden açıklanamaz. Bu internet dünyasının ve çoğunluk algısının güvenilmezliğini gösteriyor. Büyük ihtimalle çizgi roman fanatiklerinin ve Marvelci tayfanın canını sıkan bir durum vardı. Beklentiler çok yüksekti ve bu beklentiler karşılanmayınca düşük oyları bastılar. 

Kahramanımız Jonah Hex, filmde ölülerle konuşabilme yeteneğine sahip. Fakat çizgi romanda böyle bir özelliği yokmuş. Bu tip çelişkiler sadık okuyucuların canını yakmış olabilir. Fakat yine de bu kadar düşük puan almasını gerektirir miydi? Gerçi başroldeki Brolin, filmi yaparken birçok hata yapıldığını itiraf ediyor Yönetmenler değişmiş, senaristler devamlı senaryoyu değiştirmek zorunda kalmış. Fakat yine de 4.7! Bence haksızlık. Çünkü eksiklerine rağmen ortaya konan ürün hiç de fena değil. Olaya hakim olmadan izleyen herkes sıkılmadan izler. Ayrıca 80 dakika sürmesi de gayet şık. Sıkmadan bitiriyor.

Asıl bomba şu; Megan Fox bunu oynadığı en kötü film olarak söylüyor. Buna hayatta inanmam!  Malkovich gibi biri söylese anlarım. Tamam çok iyi film değil ama Fox'un oynadığı en iyi film bile olabilir!


Pazar, Ağustos 30

Yeni Değil Aynı


Herkes ikinci şansı hak eder mi? Çok tartışılan bir konu ama bizim esas sorumuz bu değil. Aslında bir sorumuz da yok. Fakat derdimizi soruya dönüştürmek istesek şu cümle çıkardı: Bir şekilde ikinci şansı elde edenler, sonrasında nasıl davranır?

Bir kişi, eğer bir ikinci şans elde etme fırsatı bulduysa demek ki öncesinde istenmeyen şeyler yapmış demektir. Baız hataları, eksikleri, yetersizlikleri olmuştur. Eğer isteklere uygun davrandıysa, neden ikinci bir şansa ihtiyaç duysun ki? Ayrıca bu 'ikinci şans' bir 'yeni sayfa' barındırdığından, kişide önceki eylemlerden dolayı bir pişmanlık veya en azından bir üzüntü hissi olmalıdır. En azından eski şansını kaybetmesi ile yeni şansını bulana kadar geçen sürede kendi içinde bir öz eleştiri yapmış olmalı. Öz eleştiri de sancılı bir süreçtir. İnsan en çok kendisine acımasız davranır o düşünme sürecinde.

Mesela yaptıklarından pişman olmayan biri, ikinci bir şansı elde etmek için kendini affettirmeye  de çalışmaz. Hatta eskinin arkasında durur. Kendisine ve yaptıklarına güveni de vardır. Doğru olduğuna inanır ve başka yerlerde başka şanslar bulacağına inanır. Fakat ikinci bir şans elde eden, eski yerine geri dönmüştür. Bir barış anlaşmasının içindedir. Ve biraz da huzur ister. Eskinin gerginlikleri onu da diğer cepheleri de (karşısındakileri) yıpratmıştır. Artık suların durulma ve olgunlaşma zamanıdır. Bu nedenle öz eleştiri esastır.

Arda Turan, Galatasaray'dan ikinci şansı alacak. Fakat şunu kabul etmek gerekir ki, Galatasaray ile Arda Turan arasında çok büyük sorunlar olmadı. Birkaç örnek var sadece. 2010 yılındaki Diyarbakırspor maçı halen akıllardadır mesela. Herkesin hatalı olduğu, kimsenin derdiğini anlatamadığı bir dönemin sembol maçıydı. Fakat Arda o maçtan sonra bir yıl daha Galatasaray'daydı. Arda ve Galatasaray arasındaki sorunların (eğer varsa) 2020'ye sarkmasını gerektiren bir durum değildi. 

Onun dışında bir de yakın dönemde Beşiktaş'a transfer olma durumu vardı. Mevzuyu yakından takip edenler, Arda'nın o günlerde Beşiktaş'a çok yakından da daha yakın olduğunu biliyordu. Oldu olacak denen transfer son anda Başakşehir'e döndü. Sonuç olarak ezeli rakibin formasını, en azından bir maçta, giymedi. Fakat giyseydi de zaten o ezeli rakip Fenerbahçe değildi ve yine dönüş için kapılar biraz aralık kalabilirdi.

O nedenle Arda Turan'a ikinci şansı aslında Galatasaray'dan almıyor. Onun Galatasaray ile bir derdi yok. Fakat Türkiye futboluyla ve hatta Türkiye toplumuyla bir sıkıntısı var. 2016'dan beri kendisini sevdirmemeyi başardı. Gazeteci dövdü, saha içinde hakem hırpaladı, hastaneye silahla girdi, kavgalara karıştı, milli takım tarihinin en göz önündeki kavgasında bir cephe oldu ve hatta milli takımdan da uzak kaldı. Spordan magazine, basından sivil toplum kuruluşlarına kadar her olgunun, kurumun, topluluğun tepkisini çekmesini başardı. Üstelik bu noktada çok eleştirilen siyasi mesajlarını bir kenara bırakıyoruz. Zira futbolcuların genelinde olan siyasi mesaj verme alışkanlığı ona yüklenemez. O konuda yalnız değildi ve ayrıca ne olursa olsun fikrini söylemesi de eleştirilemezdi.

Sonuç olarak, Barcelona'ya kadar uzanan o muhteşem kariyerini baltaladı Arda. En yukarıya çıktığı anda düşüşe geçti ve hiç görmediği kadar dibe indi. Hızlı bir süreçti. Çocukların rol modeliyken, ülkenin en sevilmeyen figürüne dönüştü. Üstelik saha içinde figüran bile değildi. Uzun zamandır futbol oynamıyordu. Uzun zamandır da sevilmiyordu. Bir daha futbol oynamayacağını dahi düşünürken, sürpriz bir şekilde, kavga ettiği isimlerden biri olan Terim'in yoğun isteğiyle Galatasaray'a geri döndü. Bir daha futbol oynayacak. Belki de iyi oynayacak. Fakat bir daha sevilen bir figüre dönüşebilmesi kendisine bağlı ve o konuda emin olamıyoruz.

Bu noktada yazının başına dönüyoruz. İkinci şansı elde edenler nasıl davranır? Geçmişteki hatalardan pişmanlık duyarlar mı sahiden? Belki de duymuyorlardır ama şartlar doğrultusunda öyle davranmaları gerekiyordur. Onu topluma ve çevrelerine hissettirmeleri beklenir zaten. O aidiyeti tekrar sağlamak, bağları güçlendirmek şansı verenin değil alanın elindedir. Onun çaba göstermesi, onun uğraşması gerekir.

Açıkçası Arda Turan gibi, pratik zekası yüksek, altyapıdan ilk çıktığı günlerden düşüşe geçtiği döneme kadar çevresine kendini sevdirmeyi başarmış, hata yaptığında bile 'Kızamıyoruz bu çocuğa' dedirten ve baskının, ilginin yüksek olduğu yerleri yaşamış birinin yeni döneminde yeniden eskisi gibi davranabileceğini düşünüyordum. Hatta bir süre 'samimi' ve 'samimi değil' diyenler arasında bir tartışma yaşanacağını öngörüyordum. Özellikle sezon başladıktan sonra, maç sonu açıklamalarıyla ve rakipleriyle ilişkileriyle "Arda çok değişmiş" dedirteceğini düşünüyordum. Hele pandemi şartları sona erip TT Arena'ya taraftarlar girince, o bağı kurma konusunda daha başarılı olmasını bekliyordum. Bunlar için hâlâ vakit var. Sezon başlamadı. Fakat ilk izlenim beni şok etti.

Arda birkaç gün önce beIN Sports'ta Nazlı Canyurt ve Raşit Altun'a bir röportaj verdi. Galatasaray'a dönüşünün ardından ilk büyük röportaj. Çok da uzun sürdü. Ben ilk başta röportajı izleyemedim. Ertesi gün internet sayfalarında açıklamalarını okudum. Açıkçası yazıya yansıyan bir sorun ortada yoktu. Ama vurgular, bakışlar, ses tonlamaları... Önemli olan bunlardır.

Bir kaç gün sonra röportajın tamamını izledim. Kesin olan bir şey var; Arda kesinlikle rahat değil ve geçmişi unutmamış. Üstelik pişman da değil. Hataları olduğunu çoğu yerde kabul etmiyor. Kabul ettiği noktalarda da hataların kendisini değil, hataların ona verdiği zararı öne çıkarıyor. Hata, yanlış olarak değerlendirdiği birçok olayda da  kendisine çok vurulduğunu ve haksız eleştirildiğini düşünüyor. Yani oralarda bile mağdur...

Mesela en büyük hatasını milli takım olayı olarak görüyor ama o olayda insanların milli takımdan soğumasına sebep olduğunu veya milli takım kampında öyle bir sorunu büyüttüğü için hatalı olduğunu düşünmüyor. Onu esas üzen orada Fatih Terim ile karşı karşıya gelmiş olması. "Ne olursa olsun Fatih hoca ile öyle bir sorun yaşamamalıydım" diyor. Onu affeden ve yeniden Galatasaray'a alan hocasına karşı boynu kıldan ince. Ama aynı olayları başka bir teknik direktörle tekrar yaşamayacağının garantisini vermiyor. Veya benzer sonuçlara sebep olacak bir olayda geri adım atmayacağını inandırıyor bize.

Ya da Nazlı Canyurt ile bir tatil tartışması var ki evlere şenlik. Canyurt, Arda'nın popüler yerlerde tatil yaptığını söylüyor ve daha sorusunu bitirmeden (neyse ki biz anlıyoruz gideceği yeri) Arda araya giriyor ve röportajın çoğu yerinde olduğu gibi soruya şiddetle karşı çıkıyor. Popüler yerlerde tatil yapmadığını 'gerekmedikçe Bodrum'a ve Çeşme'ye gitmiyorum. Siz abartıyorsunuz" minvalinde bir cevap veriyor. "Gerekmedikçe" kısmı zaten tartışmaya müsait ama bizi bir tartışmaya sokmuyor bile, kendi cevabını veriyor, sorudan uzaklaşıyor, birilerinden bahsediyor, birilerine mesaj veriyor, anlaşılmadığını, haksız eleştirilere maruz kaldığını söylüyor. Birçok soru aynı şekilde ilerliyor.  Bilal Meşe olayının hata olduğunu kabul ediyor ama "Keşke yumruk atmasaydım da Bilal Abi'yi yemeğe çıkarsaydım" diyor. Dostane bir cevap gibi gözüküyor belki ama o yazıda, yemeğe çıkarıp sorgulama yapmasını gerektirecek bir durum olmadığını hâlâ göremiyor.

Röportajın başında 'olgun ve yeni bir Arda' izlemeyi beklerken, karşımızda yeni olduğunu iddia eden, zoraki gülen ama içten içe sinirlenen aynı Arda'yı görüyoruz. Ve daha kötüsü ekisiyi hiç unutmamış. Halen hesaplaşmak istediği bir şeyler ve birileri var. Halen içinde bir öfke var. Bu öfkenin nerede kime patlayacağı belirsiz.

Şimdi bunlar futboluna nasıl yansır? Hiç belli olmaz. Saha içi ayrı bir kulvar, ayrı bir dünya. Belki Arda bu sezonu 10 gol-15 asistle geçirebilir. Söylediğine göre kariyerinin en fit dönemindeymiş. Belli olmaz. Fakat ne kadar çok gol atarsa o kadar malzeme verecek gibi duruyor Zira özellikle Galatasaraylılar alışıktır mesaj veren futbolcular. Arda da attığı her golden sonra, oynadığı her iyi maçtan sonra birilerine saha içinden ve dışından mesaj yollayacak gibi duruyor. Belki yılın futbolcusu seçilecek ama sanki yine ülkenin büyük bir kısmının tepkisini çekecek olaylara imza atacak.

Galiba insan 7'sinde neyse, 66'sında da aynı... 

Cumartesi, Ağustos 29

Little Women


Küçük Kadınlar dendiğinde Türkiye'de akla daha çok dizi gelecektir. O da bu eserden esinlenmişti. En azından ben öyle sanıyorum, zira diziyi pek izlemedim. Ama tanıtımı bu şekildeydi. Fakat bildiğim kadarıyla Türkiye'deki dizi ile orijinalinin pek alakası yok. Çok temel bir fark var. Türk versiyonunda anne ve baba ölüyordu. Çocukların hayatı direkt dramla ve trajedi ile başlıyordu. Orijinal versiyonunda ise anne var, baba ise iç savaşta.

Çok mu önemli? Bence evet. Öncelikle baba, bir kazada ölmüyor, ülkenin iç savaşı için ailesini bırakmak zorunda kalıyor. Çok detaylandırılmasa da savaşın kötülüğüne karşı bir duruş mevcut. Ayrıca Susan Sarandon'ın canlandırdığı anne karakteri de kızlarını kendi yollarından gidebilmeleri için teşvik edebilen bir rol modeli oluyor. Ve bu eserin gücünü ortaya koyan en önemli faktör. 1800'lerin sonunda yazıldığını düşünürsek, dönem şartları itibariyle 100 yıl sonra feminizme destek veren önemli kilometre taşlarından biri dahi sayılabilir. Bizimkisi ise bir duygulara oynamayı hedefleyen ve acıyı ön plana çıkaran bir ürün olmuş. Tamamen zıtlar.

Zaten Türkiye ile kıyaslamayı bırakalım. Zira oldukça uzun yıllara dayanan bir eserden bahsediyoruz. Önce kitap olarak yazılmış. 1933'te filmi çekilmiş. 1949'da bir daha çekilmiş, 1994'te bir daha çekilmiş; ki benim izlediğim yapım bu. Son olarak 2019'da bir daha çekilmiş, onu herhalde uzun yıllar sonra ancak izlerim. Ya da hatta izlemem. Bu arada kitabın devam serileri de yazılmış. ABD'de popüler kültürün önemli simgelerinden biri olmuş.

Sadece ABD'de değil Türkiye'de de çok fazla okunmuş. Özellikle İngilizce eğitim veren okullarda okutulmuş. Bazı okuyanların ve sonrasında 1994 yapımı filmi izleyenlerin yorumlarına göre, hayatlarında izlediği kitaba en fazla sadık kalan filmmiş. Bu noktada alkışı alıyor.

Hikayemizde birbirinden farklı 4 kız kardeş var. Özellikle filmi izleyen (veya kitabı okuyan) genç kızlar arasında bu 4 kızdan birini seçme dürtüsü doğuyor. Gayet de normal. Ve genelde çoğunun tercihi Jo oluyor. Çoğunluğa katılmamak mümkün değil. Bir kere zaten Jo'yu Winona Ryder canlandırıyor! Kafadan 1-0 önde başlıyor. Ayrıca hikaye onun gözünden ilerliyor. Yani diğer kardeşlere göre daha avantajlı. Ve tabi ki diğerlerinden daha asi, daha hırslı, daha tuttuğunu koparan bir karaktere sahip. Yani daha karizmatik.

Ama bir sıkıntımız var. Karakterler güzel işleniyor, seyirci onları özümsüyor, hikaye de bir yere kadar güzel ilerliyor ama sonlara doğru tıkanma başlıyor. Mesajlarımızı filmin ilk kısmında alıyoruz, sonrasında bir boşluğa düşüyoruz. "Şimdi nereye bağlanacak" diye düşünüyoruz sık sık. Tempo da giderek yavaşlıyor.

Burada da yardımımıza erkek karakterler çıkıyor. Jo'nun, çocukluk aşkı Laurie (Christian Bale) ile sonradan tanıştığı Friedrich (Gabriel Bryne) arasında yaşadığı ufak gelgitleri görüyoruz. Birini seçecek ama hangisini? Bir tarafta genç, yakışıklı Bale diğer tarafta yaşlı ama olgun Bryne var.  O dönem Bryne 44, Bale 20 yaşında. Jo'nun tercihini burada yazmayalım ama bu konuda da bizden artı puan alıyor. Jo'cuyuz...

Oyuncu kadrosu zaten yukarıda adı geçen isimlerden anlaşılaşacağı gibi çok güçlü. Hatta filme dahil olamayanlar bile çok güçlü. Kirsten Dunst'ın rolü için Christina Ricci ve Natalie Portman yarışmış. Reese Witherspoon, Hugh Grant, John Turturro, Alica Silverstone gibi isimler elemeleri geçememiş. Hepsi tartışılabilir ama Ryder tartışılmaz. Zaten fildeki rolü ile Oscar'a aday oluyor ama Blue Sky'dan Jessica Lange ödülü kapıyor.

Özellikle kostüm konusunda da filmin birçok yarışmada adaylığı var ki bu da benim dikkatimi çeken bir konuydu. Dönem filmlerinin beni en çok rahatsız eden hususu olan abartılı kıyafetler burada yok. Nokta atış var. Öte yandan kıyafetlerin filmde kullanımı da öyküye anlam katıyor. Zira zaman ilerledikçe kardeşler arasında değişiyor ve bir sonraki küçük kardeşin üzerinde görüyoruz. Bu da yoksulluk kavramını ve kardeşlik duygusunu vermekte oldukça etkili bir detay olmuş.

Bu kadar uzun yazacağımı tahmin etmemiştim. Açıkçası bu kadar çok seveceğimi de tahmin etmemiştim. Fakat iyi bir film. Eksikleri olsa da izleyiciyi çekmeyi başarıyor. 2019 versiyonundan bu kadar iyi yorumlar almadım. Zaten merak da etmiyorum. Hem oyuncu kadrosuyla, hem duygusuyla hem vurgusuyla herkese yetecek bir Little Women versiyonu...

Cuma, Ağustos 28

Derbi Haftaları



Süper Lig

3.Hafta: Galatasaray - Fenerbahçe
3.Hafta: Antalyaspor - Denizlispor

5.Hafta: Karagümrük - Kasımpaşa
5.Hafta: Kayserispor - Sivasspor

6.Hafta: Fenerbahçe - Trabzonspor

9.Hafta: Antalyaspor - Alanyaspor

10.Hafta: Fenerbahçe - Beşiktaş

13.Hafta: Trabzonspor - Rizespor
13.Hafta: Gençlerbirliği - Ankaragücü

19.Hafta: Beşiktaş - Galatasaray


1.Lig

4.Hafta: Adana Demirspor - Adanaspor

11.Hafta: Bandırmaspor - Balıkesirspor

16.Hafta: Bursaspor - Eskişehirspor

Perşembe, Ağustos 27

Forget About Nick


İki gün önce komik olmayan bir Avusturya komedisinden bahsetmiştik. Bu sefer Almanya'da şansımızı denedik. 2017 yapımı Forget About Nick, ülkemizde de ilgi çekmişti. Zira başrollerden biri Haluk Bilginer'e aitti. Daha doğrusu biz öyle sanmışız.

Zira Bilginer, başrol olmadığı gibi filmde sadece 5 dakikadan biraz fazla gözüküyor. İki kadın karakterimiz filmin esas unsuru. Bu hanımlar, Bilginer'in canlandırdığı çapkın Nick karakterinin eski eşleri. Bir şekilde bu iki 'kazazede'nin hayatı birleşiyor. Önce geçmişten gelen nefret nedeniyle öfkeli ilerleyen ilişki, daha sonra sıkı bir dostluğa dönüşüyor. Filme adını veren Nick ise pek ortalarda görünmüyor. Belki de erkek karaktere pek yer vermek istememişlerdir. Yönetmen koltuğunda ve senaryonun başında da kadınların imzası var. Kadın dayanışması mesajlarıyla  ilerleyen film, ne yazık ki vasat bir şekilde sona eriyor. IMDB puanı da 5.3'te kalmış. Bence biraz daha fazla olabilirdi.

Aslında güzel, tam komedi olarak işlenecek konu heba edilmiş. İyi oyuncular harcanmış. Nick ismi, filmin adında bile var ama kurgunun içinde pek yok. Mesela hiç olmasa, gösterilmese çok daha anlamlı olabilirdi. Belki de film çekilirken yapımcılar veya başkaları "Buraya bir adam lazım ama" demiş olabilir. Zira Bilginer'in rolünün kısalığının yanı sıra, aynı zamanda çok sıradan olması da dikkat çekiyor.

Kötü film ama bir hiç güldürmüyor değil. En azından bu açıdan beklentileri karşılıyor. Eğlencelik bir film bile diyebiliriz. Ama sıkça başvurduğu klişelere kurban edilmiş. Öte yandan enternasyonel bir film. Alman yönetmen, ABD'li senarist, Türk, Alman ve Norveçli oyuncular, İngilizce isim, bolca Almanca diyaloglar... Hiç izlenmeyecek film değil ama Bilginer gazı olmasaydı göz atmazdık ve o gaza kanıp izlenecekse hiç bulaşmamak daha iyi.

Çarşamba, Ağustos 26

Uyumsuz İkili


Erol Bulut'un bir gün Fenerbahçe'ye geleceği kesindi. Hem kendisi çalışkan ve gelişime açık bir teknik direktör hem de Fenerbahçe (ve diğer büyükler) artık eskisi kadar kaliteli yabancı teknik direktör getirecek durumda değil. Haliyle eldeki, yani ülke içindeki seçeneklere dönmek zorundalar. Hatta camiaya bilen isimler bir adım önde olacak. Gerçi Erol Bulut, kulüple özdeşleşecek kadar uzun bir futbolculuk kariyeri geçirmedi ama yine de hafızalar (derbi golleri ve asistleri) sayesinde öne çıkıyordu. Fakat yine de sürecin biraz hızlı ilerlediğini kabul etmek gerek.

Fenerbahçe bu işleri seviyor. Kendisine karşı iyi oynayan futbolcuları aldığı gibi ,büyük maçlarda zorluk çıkaran takımların teknik direktörlerine de göz koyar. Taraftarlar hemen ondan bahseder, basın onu över. "X hoca da ne takım kurdu be, bizimki o kadar parayla sıfır" denir. Ligin diğer maçları izlenmediği için o hoca dünyanın en iyisi gibi anlatılır ama aslında bir yandan da bu, kendi çocuğuna komşusunu örnek gösteren anne-baba tepkisidir. Eskiden bu söylemler sadece bu ebeveyn coşkusunda kalırdı, zira sezon sonunda her zaman o hoca değil, isimli bir teknik direktör getirilirdi. Artık Türkiye futbolunda deniz bittiği için, Erol Bulut gibi 'genç' teknik direktörlerin İstanbul yolu çok daha açık.

Gerçi Erol Bulut 45 yaşında. Fakat birinci isim olarak kariyeri 2017'de başladı. Üç sezonda Fenerbahçe'ye yükseldi. Zaman zaman yaptığı açıklamalarıyla gözünün yukarıda olduğunu da belli etti. Kartlarını doğru oynadı. Hırslıydı ve istediği görevi aldı. Peki acaba Fenerbahçe taraftarının beklentisi ile uyuşacak mı? Sezon öncesi tahminlerini pek sevmem ama vaktimiz ve satırımız bol; bir tane yapalım gitsin...

Erol Bulut ne yaptı?

Üç sezon iki takım... Bulut önce Yeni Malatyaspor'da başladı. Bence Alanyaspor'dan daha başarılı olduğu dönem burası. Lige yanı çıkan Yeni Malatyaspor, sezona Ertuğrul Sağlam ve sayısız transferle girmiş ama sezon kötü başlamıştı. İlk beş maçta bir galibiyet alınca ve hatta oyun olarak da pek ışık vermeyince Sağlam'ın bileti erken kesildi. Boşta teknik direktör bulmanın henüz zor olduğu bir döneme denk gelmesi Bulut'un şansı oldu. Belki sezonun daha ortası olsaydı bu şansı bulamayabilirdi. Fakat şansını iyi kullandığını kabul etmek gerekir. Boutaib, Adem Büyük ve biraz da Aytaç Kara dışında elinde 'vasat' sayılabilecek oyuncu dahi yoktu. Üstelik moral ve özgüven olarak dibe vurmuş bir takım vardı. Savunmada güçlü durmak her şeyi değiştirebilirdi. Adım adım gitmenin en iyi yolu...

İlk sekiz maçta sadece dört gol atabildi Yeni Malatyaspor. Fakat buradan dokuz puan çıkardı. 10. maçında üçüncü galibiyetini alması da pek tatmin edici olmayabilirdi. Hatta belki o maçı kaybedip iki galibiyette kalsa Bulut'un da Malatya günleri erkenden bitebilirdi. Fakat o 10. maçı kazandı. Giden de başkası oldu. Neydi o 10. maç? Galatasaray! 2-1 kazandı Malatyaspor. Gidense Igor Tudor oldu.  Galatasaray'ın hocasını gönderen eski Fenerbahçeli... Gelecek yazılıyordu.

Ertesi hafta Kayserispor'u da yenince, Yeni Malatyaspor devre arasına rahatlamış ve havayı yakalamış bir şekilde girdi. İkinci yarıda da işler fena gitmedi. 17 maçın altısını gol yemeden bitirdi. Yedi maçta ise gol atamadı. Fakat bu anlaşılır bir durum. Gol yememek öncelikli plandı ve bunu başarmak kıymetli bir işti. Daha da önemlisi bunu devre arasında çok fazla transfer yapmayarak başardı. Yani elindeki kadrosundan verim almayı başarmıştı. İyi bir hocalık meziyeti.

Bulut için, "Abdullah Avcı'nın yardımcılığını yaparak sahaya girdi" desek yanlış olmaz. Muhakkak Avrupa'da da çalışmaları vardı ama en azından Süper Lig kazanı için öyle. O başlangıç günlerini anımsayalım o zaman.

Avcı, Başakşehir'in Süper Lig'e yeniden çıkışının ardından bir kez daha takımın başına geçmişti. İlk sezonlarda geride kalıp, alanı kapatıp, pozisyon vermeyip, fırsat bulduğunda gol atmaya çalışıyordu. Bu sayede ilk dörde girmeyi de başardı. Sağlam durmayı başardıktan sonra, önce geçiş oyunlarını daha sistemli bir hale getirmeye başladı. Öyle "Mehmet Batdal'a uzun şişir, o indirsin" oyunu artık kalmamıştı. "Visca'yı, Cengiz'i kaçır, bekleri bindir, orta saha içeriye girsin" gibi daha planlı ve detaylı (biz kısa kestik) bir oyun vardı. Şişireceksen de Batdal'a değil, Adebayor'a şişir, en azından kalite artsın! Bir müddet sonra bunu da aşmak gerekmişti, zira Başakşehir ligin tehlikeli takımlarından biri olunca, geçiş oyunu oynamak zorlaşacaktı. Bu sefer set oyunu oyununa geçildi ve bunun da altından kalktı. Fakat bunların hepsi bir senede olmadı. Zaman lazımdı.

Erol Bulut da hep bu metod üzerinden ilerlemeye çalıştı. Zamanı Malatya'da bulabilirdi. İkinci sezon öncesi çalışmalarını ona göre yaptı ve takımın kalitesini arttırdı. Ön tarafa Aleksiç ve Guilherme geldi. Arkada Farnolle ve Mina gibi lig için ve oynanacak oyun için yeterli isimler vardı. Bir önceki sezonu 10. bitiren takım, o sezonu beşinci sırada bitirdi ve UEFA Avrupa Ligi biletini aldı. Bir önceki sezon bir devrede 7 maçı gol atamadan bitirmişti, bu sefer sezonu 7 maçta gol atamadan tamamladı. Bu maçların altısı deplasmandaydı. Yani en azından kendi sahasında üretim başlamıştı. Malatya, küçük bir Başakşehir olabilirdi. İvme o yöndeydi ama sezon sonunda Erol Bulut kulüpten ayrıldı.

Yeni adres Alanyaspor'du. Alanyaspor, Yeni Malatyaspor gibi bir kulüp değil. Öncelikle Süper Lig'de biraz daha eski sayılır. Ve kısa süresinin tamamında yetenekli hücum oyuncularına sahip oldu. Saffet Susiç döneminde de Mesut Bakkal döneminde de, Sergen Yalçın döneminde de takımın iyi bir hücum standartı vardı. Emre Akbaba, Love gibi oyuncuları İstanbul'a yollamasını bildi. Yani öyle "Önce savunmayı oturtalım ve yavaş yavaş ilerleyelim" demeye gerek kalmayabilirdi.

Cisse, Bakasetas, Junior Fernandes, Djalma Campos, Efecan Karaca. Hatta kadroya bile giremeyen kupa golcüsü Yacine Bammou, Mustafa Pektemek, devre arasında transfer edilen, alt ligin en iyi oyuncularından Emircan. Muhteşem bir hücum gücü. Bu hücum gücü ligin çoğu takımında yok. Hatta bir sezon önce santrforsuz oynayan Galatasaray'ı hatırlayınca, hatta PAOK karşısına forvetsiz çıkan Beşiktaş'ı düşününce lig standartlarının üstünde bir hücum kadrosu olduğunu görüyoruz.

Yine de bir ayrıntıyı atlamamak lazım. Alanyaspor her zaman iyi hücum oyuncuların sahipken, aynı zamanda çok kötü, adeta kurabiye gibi dağılan bir savunmaya da sahipti. Gol yeme konusunda fazla hevesliydiler. İşte o Alanyaspor, geçen sezon 37 gol yedi. Üstelik yediği gollerin 10'u penaltıdan! Ayrıca savunma oyuncularının yüksek kalitede olduğunu söylememiz de zor. Wellinton ve N'Sakala'nın PAOK karşısında nasıl zorlandıklarını gördük. 10 penaltı yaptıran takımın oyuncusunun, gittiği takımda da ilk maçında gereksiz penaltı yaptırması şaşılacak durum değil ama bu ayrı bir konu.

Alanyaspor sezonu yine beşinci sırada bitirdi. İlk iki tam sezonunda iki farklı takımı beşinci sıraya sokmak önemli bir başarıdır. Fakat Yeni Malatyaspor ile Alanyaspor'un aynı olmadığını tekrar belirtmek lazım. Burada da karşımıza hücum konusu çıkıyor. Ve hatta maç kazanma konusunda gerçekten sanıldığı kadar iyi mi?

61 gol atmış bir takımdan bahsediyoruz. Neredeyse şampiyon  Başakşehir (63 gol) kadar. Fakat eldeki kadronun daha fazlasını üretebileceğini, daha keyifli bir futbol oynayabileceğini düşünüyorduk. Mesela atılan gollerin önemli bir kısmı duran toplardan (9 gol) geldi. Tabi bunu küçümsemiyoruz. Zira duran top golleri sadece "orta-kafa-gol" şeklinde gelişmedi. Çoğu duran top organizasyonunda ikinci, üçüncü pasın yapıldığını gördük. Stoper Steven Caulker sezonu altı asistle tamamladı. Savunma oyuncuları bu organizasyonun bir parçasıydı. Erol Bulut da bir röportajında bu konunun üzerine çok fazla eğildiklerini açıklamıştı. Çalışan kazanır. Bundan yana bir sıkıntımız yok. Fakat hücum potansiyeli daha yüksel olabilirdi. Geçişlerde çok başarılı olan takım bunu sahaya her zaman koymadı. Set oyununda ise hiç görmedik. Oysa Fenerbahçe'de bunlar olmak zorunda.

Dört gollü, beş gollü galibiyetler çokça alındı. Sayısını verelim; dört maçta beş gol, üç maçta dört gol atıldı. Fakat bu maçların gidişatı çok ilginçti. Denizlispor deplasmanından Wellinton'un iki duran top golüyle maç bir anda koptu. Galatasaray'a dört atılan maç, iki yarının son dakikalarında gelen gollerle şekillendi. 85 dakikası golsüz geçilmişti. Sonuncu Ankaragücü'ye oynanan iki maç da istatistiğe yardımcı oldu.

O nedenle Erol Bulut'un Alanyaspor performansı çok verimli değildi ama yine de kafasındaki planı düşününce çok doğruydu. Tıpkı Avcı gibi veya tıpkı kendisinin Yeni Malatyaspor dönemi gibi. Önce sahada durmasını öğren, rakibi durdur, sonra vur. Alanyaspor, Bulut ile devam etseydi büyük ihtimalle önümüzdeki sezon çok daha verimli bir takım olacaktı.

Erol Bulut'un ve aslında bütün hocaların, İstanbul radarına girmesi, o takımlara karşı oynadığı maçlar sayesindedir. Ligin geri kalanında ne yaparsa yapsın, o maçlarda rakiplerine zorluk çıkarırsa önü açılır. Hatta bunu deplasmanda yaparsa, daha da saygı duyulur. 

Erol Bulut'un Tudor'u gönderdiğinden bahsetmiştik. Ayrıca Onur Kıvrak ve Burak Yılmaz'ı Trabzonspor'dan gönderdiğini de hatırlatmak lazım. 5-0'lık maç halen akıllarda. Peki diğer maçlar? Başakşehir'i de sayarsak Alanyaspor bu sene ligde oynadığı 10 'büyük' maçın üçünü kazanabildi. Lig dördüncüsü Sivasspor'u dahil edersek 12 maçın üçünü! Bu maçların altısında, yani yarısında gol atamadı.

Kazanamadığı bazı maçlar çok ilginçti. Mesela iç sahadaki Beşiktaş maçı. 1-0 öne geçti. Sonra geriye yaslandı. Gol yemeden maçı bitireceğini düşündü, savunmasına çok güvendi ve 2-1 kaybetti. Kadıköy'deki Fenerbahçe maçı da benzerdi. 1-0 öne geçti ve ilk yarıyı önde tamamladı. İkinci yarıda ise maç Alanyaspor yarı sahasında oynandı. Fenerbahçe erken bir golle 1-1'i yakalasa da oyun değişmedi. Maç 1-1 sona erse de, oyun Fenerbahçe'ye daha yakındı. İkinci yarıda Alanyaspor'un tek planı "At Cisse'ye" der gibiydi. Maç boyunca 5 şut çekebildiler. Fenerbahçe ise 17 şuttan 1 gol çıkarabildi. 

Kadıköy'de buna benzer bir maç daha vardı. Bir sezon önceki Fenerbahçe - Yeni Malatyaspor karşılaşması. O dönem küme düşme hattında yer alan Fenerbahçe, tarihinin en stresli maçlarından birine çıkmıştı. İlk yarı karşılıklı gollerle 2-2 geçildi ama Fenerbahçe, Mehmet Ekici'nin şutları (iki gol de ondan gelmişti) dışında pozisyon üretemedi. Malatyaspor da rakibin üzerine gitme konusunda hevesli değildi ama her gittiğinde de gol çıkardı. Fakat ikinci yarı bambaşka bir maç oynandı. Yeni Malatyaspor yarı sahasında geçen 45 dakikada konuk takımın tek planı "At Bifouma'ya" oldu. Aslında bu plan sayesinde bir gol daha geliyordu ama Bifouma atamadı. İkinci yarı boyunca ısrarla açık arayan Fenerbahçe, 86'da bir yan topla golü buldu. O gün Fenerbahçe 19 şut çekti. Rakamı anlamlandıralım. O kötü sezonda Fenerbahçe'nin en çok şut çektiği dört maçtan biri.

Yeni Malatyaspor o sezonda beş kafa takımla oynadığı 10 maçtan sadece üçünü kazanabildi. Kimileri için bir Anadolu takımında yüzde 30'u yakalamak fena bir istatistik olmayabilir. Fakat diğer yandan ligin beşincisinden bahsediyoruz.

Bu noktada üç sezonluk tecrübesiyle "Erol Bulut başarılı mıydı?" sorusuna verebileceğimiz cevap biraz eksik kalacak. Çok verimli işler yaptı ama her iki takımında ikinci tam sezonunu görmek isterdik. O yüzden Fenerbahçe için biraz erken geldiğini düşünüyorum. Peki Fenerbahçe'de ne yapabilir?

Fenerbahçe ne istiyor?

Erol Bulut - Fenerbahçe birlikteliğini bu soru üzerinden değerlendirmek daha faydalı olacak. Ne de olsa henüz resmi maça çıkmamış bir ikiliden bahsediyoruz. Hocayı az çok tanıdık ve anladık. Fakat bunun bir de kulüp tarafı var. Kulübün istekleriyle bunlar ötüşüyor mu?

Fenerbahçe 2014'ten beri şampiyon olamıyor. Yıllardır Şampiyonlar Ligi'ne gidemiyor. Son iki senede ilk  beşe giremedi. Taraftar sabırsız. 20 yıllık başkanı deviren, büyük umutlarla gelen Ali Koç daha da sabırsız. Öte yandan ligi kalitesi ne kadar düşse de, şampiyon olmak daha da zor. Başakşehir aradan sıyrılıp kupayı kaldırabildi. Sivasspor gibi mütevazi bir takım kafasını uzatabiliyor. Hatta bunu en iyi Erol Bulut biliyor; iki takımla 'giriş' sezonunda ilk beşi kapabildi. Fenerbahçe hemen şampiyon olmak istiyor. Gelen transferler, kurulan kadro da bunu gösteriyor. Tabir-i caizse "Ya herro ya merro" senesi. Böyle bir sezonda, ligi ve ülkeyi tanımak için zamana ihtiyacı olacak yabancı bir teknik adamla, hatta Nenad Bjelica gibi kamuoyu tarafından yıpratılmaya müsait bir isimle sezona girmek hata olabilirdi. Üke içindeki çoğu alternatifin bile yıpratıldığı bir gerçek. O nedenle Erol Bulut'tan daha iyi bir seçenek bulmak kolay olmazdı. O zaman akla şu geliyor; acaba sezonu mu değiştirmek gerekiyordu?

Yani bu seneyi herro-merro sezonu olarak düşünmek yerine, beklentileri düşürmek ve yönettiği iki takımın da ilk senesinden verim elde edip, ikinci senesinde daha yüksek bir performans göstermesi muhtemel Bulut'a zaman ve alan kazandırmak daha doğru olmaz mıydı?

Doğru olabilirdi ama mümkün olmazdı. İşte o nedenle bu birliktelik çok düşündürüyor. Savunmayı sağlam tutan, hızlı ama az hücum eden, zorlu maçlarda geride bekleyen, gollerin önemli bir kısmını duran toplardan bulan bir Fenerbahçe, tribünleri tatmin eder mi?

Zirveye ortak takım sayısının iyice arttığı dönemde, sezonun ilk bölümünü ilk dördün dışında geçirmeyi, takım oturana kadar beşincilikte, altıncılıkta gezinmeyi ve hatta bunlar olurken keyifli futbolu bir kenara bırakmayı Fenerbahçe tribünleri kabul eder mi?

Cevaplar pek olumlu durmuyor. Bu satırlar yazılırken Erol Bulut'un önemli bir şansı vardı. Maçlar seyircisiz oynanacağı için, Fenerbahçe oyuncuları ve teknik heyeti sahada çok daha rahat gelişme imkanı bulabilecekti. Fakat TFF'nin aldığı son karar tribünlere yüzde 30 oranında taraftarın gelmesine olanak sağladı. Bu da az da olsa zaman zaman Kadıköy'den uğultuların yükseleceğini gösteriyor. Zaten artık İstanbul takımları için doğru teknik direktör kalmadı. Yeni kuşak teknik direktörler için de doğru adres orası değil. O nedenle yazının başlığına geri dönebiliriz. Bu uzun yazının ana fikri orada... 

Yine de; her uyumsuzluk kötü sonuç doğurmaz.

Salı, Ağustos 25

Was Hat Uns Bloß So Ruiniert


Film bize komedi olarak tanıtıldı. IMDB sayfasında da bu etiket yer alıyor. Ama demek ki Avusturyalıların komedi anlayışı bu kadar oluyormuş. Avusturya Lisesi'nden mezun tanıdıklarınız varsa bu duruma çok şaşırmazsınız. Ya o mizahsız ortama uyum sağlayamazlar, ya da uyum sağlayıp mizah konusunda sıkıntılı birine dönüşürler. Bu ön bilgimize rağmen yine de biz daha farklı duygularla ekran karşısına oturmuştuk ama yanılmışız.

Filmde üç çiftimiz var. Yani altı karakter. Bu altı karakterin hepsi depresyonda ve mutsuz. İlişkilerinden memnun değiller. Orta-üst sınıf bir hayat yaşamalarına rağmen, o da çok tatmin edici değil. Herkes bir arayış içinde. Aslında böyle karakterlerin varlığı filmi komediye döndürebilir. Ne de olsa sefalet komediyi sever.

Fakat burada pek sevmemiş gibi. Karakterlerimiz komik olmadığı gibi aynı zamanda biraz gıcık. Bu karakterlerimiz sadece ilişkilerinden memnun değil; aynı zamanda çocuk sahibi oluyorlar veya olmak istiyorlar. Ve dünyanın hemen hemen her çakma orta sınıfı gibi, 'cool' ebeveyn olma yarışına giriyorlar. Belki filmin bu noktaları bize komedi sunduğunu sanmış olabilir ama yine komik değildi. Ebeveynlerimiz de 'cool' değildi zaten.

Filmin ilgi çekici tek kısmı kurgusu. Karakterlerimizden Stella, bir film akademisi diplomasına sahip olduğu için, arkadaşlarını ebeveyn deneyimlerini kamera karşısında anlatmaları için ikna eder. Böylece biz altı kişinin hayatındaki gelişmelerden sahneler izlerken, bir anda onları kamera karşısında içini dökerken buluruz. Hatta bazıları içini dökemez. Gerçeği saklayan, kendini kandıran, hayal dünyasında yaşayan.... Hepsi ortaya çıkar. Bu geçişler benim filme tutunmamı ve filmi bitirmemi sağladı.

Ama o detaylar da komik değildi...

Peki komedi diye sunulmasa, beklentilerimiz başka türlü olsa bu sefer sever miydik? Yine sanmıyorum. IMDB puanı 6.2'de kalmış. Avusturya'da biraz sevilmiştir belki. Hatta gülenler olmuştur. Ama evrensel anlamda pek yürümemiş gibi.


Pazartesi, Ağustos 24

Tek Maçtan Yatan Kuponlar #6


Tek maçtan yatan kuponların dramatik olması için iki ayrı senaryoya ihtiyaç vardır. Ya en düşük oranlı, yani en güvenilir maçtan yatılacak ya da en son maçtan... Eğer en son maç ise, o maçın sonucunun bir son dakika golüyle değişmesi işe iki kat acı katacaktır.

Serimizin altıncı kuponunda son dakika golü yok. Fakat bir son maç var. Üstelik oynadığımız ve güvendiğimiz takım öne de geçiyor. O maça geleceğiz. Önce diğerleri...

Cuma gününe Romanya ile başladık. Yaklaşık üç haftalık aranın ardından sonra yeni sezona başlayan Romanya'da açılışı Arges ile Botosani yaptı. Botosani'yi biliyorduk ama Arges'in adını ilk defa duyduk. Programda öyle görünce bize yabancı geldi. Meğer eski meşhur kulüplerden Arges Piteşti'ymiş. Uzun zamandır bu seviyede yoktu. Bir ara üçüncü lige kadar düşmüştü. 11 sezon aradan sonra en üst lige geri dönmüş. Hoşgelmiş. Pandemi, kulübe yarmış, kulübün talihini değiştirmiş. Mart ayında liderin 12 puan gerisindeydiler ama takım sayısı arttırılınca lige çıktılar. Bu bilgiler önemli; zira tercihimizi belirleyen faktörlerdi. Geçen sezonu dördüncü sırada bitiren Botosani ile Mart ayından beri maç yapamayan, alt ligden gelmiş bir takımı tartıya koyduğumuzda ağır basan netti. Gerçi maçın son anları bize biraz stres yaşatsa da Botosani deplasmanda 3-2 kazanmasını bildi. 1.75 oran cepte...

Saat 20.00 seansında iki maçımız vardı. Biri Beyaz Rusya'dan, diğeri yeni başlayan bir diğer ligden; Fransa'dan. Beyaz Rusya'da Dinamo Brest - Belshina maçına KG Var tercihimizi yaptık. 53. dakikada işlem tamamlandı. Öte yandan Belshina'nın son dönemdeki çıkışı takdir edilesi. İlerleyen maçlarda bu takımı göz ardı etmemek lazım.

Fransa Ligi'nin açılış maçı ise sanıyorum herkesin beklediği gibi bitti. Bordeux ile Nantes ikilisini programda görenler "Sabaha kadar oynasalar gol olmaz" demiştir. Oranlar da buna işaret ediyordu. Ben biraz daha güvenli olanı tercih ettim ve direkt beraberlik oynadım. Genelde beraberliğin oranı 3.00 olur. Eğer çok dengeli bir maç ise 2.70'e kadar düşebilir.  Fakat bu sefer beraberliğe nazaran oldukça düşük bir oran vardı. 2.55! Yine de fena bir oran değildi. Sadece iki isabetli şutun çekildiği maçta beraberliği de yakaladık ve akşam keyif ve umutla Avrupa Ligi finali için ekranın karşısına kurulduk.

Tercihimi Inter'den yana kullanmıştım. Hatta "Lukaku gol atar" ile Inter galibiyeti arasında çok gidip geldim. Fakat açıkçası maçta çok fazla gol olmayacağını düşünerek Inter galibiyetini tercih ettim. Eğer Inter öne geçerse, canlıdan Sevilla yenilmez tercihine oynayıp kazanmayı garantileyecektim. Daha maçın 5. dakikasında hem  Inter öne geçti, hem de Lukaku gol attı. Gol erken gelince rehavete girdik. "Sevilla yenilmez" seçeneğinin oranının ilerleyen dakikalarda daha da artacağını düşünerek risk aldık. Ne de olsa bir Conte takımı golü bulduktan hemen sonra savunmasında açık verip gol yemezdi! Ama maalesef yedi. 12'de 1-1 oldu, 33'te Sevilla öne geçti. İlk yarı 2-2 bitince biraz rahatladım ama açıkçası maçın Inter'e gelmeyeceğine ikna olmuş gibiydim. Sevilla daha iyi oynadı. Inter çok zorlandı. Gerçi ikinci yarıda Gagliardini ve Lukaku'nun kaçırdığı pozisyonlar çok netti. Sevilla o kadar net pozisyona giremedi. Yine de topu gezdiren, topu kontrol eden ve hatta sahaya iyi yayılan hep Sevilla'ydı. 

Gerçi Diego Carlos'un şutu da auta gidecekti ama Lukaku sağolsun, ayağını uzattı ve kupayı Sevilla'ya gönderdi. Bizim de, yaklaşık 13 oranlı bir kuponumuz daha çöpe gitti. 

Bu arada ilk yarıdaki pozisyonda Diego Carlos'un eli topa gidiyordu... Sağlık olsun.





Pazar, Ağustos 23

Classe Tous Risques


Ne varsa eskilerde var. 1960 yapımı Classe Tous Risques, sinemada olması gereken her şeyi sunuyor ve olmaması gereken her şeyden uzak duruyor. Bu dönemlerin ve bu tarzın filmlerini izleyince 2000 sonrasında oluşan yeni sinemaya üzülerek bakıyorum. Eskiye özlem (zaten 1960lı değiliz) veya sulu bir "ah o eskilerin saflığı" düşüncesi değil. Burada ciddi anlamda yüksek kalite var.

Zaten bu filmde de olduğu gibi, o dönemin Avrupa sinemasında "Yeşilçam saflığı" bulmak zor olur. Classe Tous Risques de oldukça sert bir film. Daha doğrusu sert karakterler ve onların sert dünyaları var. Anti-kahramanlarımız, karizmatik abilerimiz, suç dünyamız, suçlularımız, ihanetlerimiz, trajedilerimiz var. 

İdam cezasına çarptırılan mafya Abel Davos, İtalya'dan Fransa'ya kaçmaya ve orada saklanmaya çalışır. Fakat Fransa'ya döndüğünde en yakın arkadaşları, sırdaşları ondan uzaklaşır. Ona yardım eden ise makul bir ücret karşılığı tanımadığı Eric Stark olur. Hikaye de böyle gelişir. Efekt yok, abartma yok. Fakat aslında hikaye de yok. Yani var ama meselemiz öykünün kendisi değil. Zaten sonundan çok bahsetmez film. Girişi ve sonucu anlatıcıya bırakır, seyirciye sadece gelişmeyi verir. Ama ne gelişme...

Ortada duran ama anlatılmayan öyle bir hikaye ve öyle karakterler var ki heyecanlanmak mümkün değil. Bir aksiyon filmi kadar heyecanlı ama pek de aksiyon yok. Kovalamaca var ama atlayan adamlar, patlayan arabalar yok. Öte yandan bu filmde de gördüğümüz gibi, kovalama - takip sahneleri arabaların içinden çekilmeli...

Bu arada filmde pek fazla replik de yok. Hatta o kadar iyi çekimler, görüntüler var ki az sayıdaki altyazıyı kaçırmak bile mümkün. 1960'ların Avrupa sokakları (Nice, Paris, Milano), filme adeta başrol oluyor.

Oyuncular çok klas. Bir tarafta Belmondo, ki henüz 27 yaşında, diğer tarafta isminden çok cismi hatırlanan Lino Ventura. Abartı rol kesmeler yok ama ceketten sigara çıkarırken bile karizmalar. Oysa baktığımız zaman çok da çirkin adamlar.

Belki de şu dönemin sinemasına aşina olanlar için de bu film öyledir. Çirkin ama karizmatik film.

İşte o yüzden; ne varsa eskilerde var...

Cumartesi, Ağustos 22

Yeni Bir Oyuncu


En iyi zamanlarında Jesus Navas hayranı değildim. Gerçi en iyi zaman ne zaman ki? Bence bu zaman işte...

Fakat kabul etmek gerekir ki, Navas'ın gençliğinde seveni, hayranı çok daha fazlaydı. Çok estetik, çok yetenekliydi. Çalım atamayacağı savunmacı yok gibiydi. Topla dans ediyor gibiydi. Youtube videoları varsa (illa vardır ama ben izlemedim) kesinlikle çok keyiflidir. Otur izle. Fakat maça gelince... Hep bir eksiklik. 

Tabi en üst seviye için bu yorumlarımız. Yoksa yıllarca La Liga'da oynamak, araya bir Manchester City sıkıştırmak, kariyeri boyunca milli takım eklemek boş işler değil. İyi oyuncuydu. Çok iyi olabilirdi ama o iyide  kaldı. Bir hücum oyuncusuna göre skor katkısı hep düşük kaldı. Sezon içinde 5-6 golden fazlasını atamadı. Asist sayıları da çok yukarıya çıkmadı. Her defasında bir çalım daha fazlasını isteyince topu kaleye yollamak hep ikinci planda kaldı. İşte yukarıda bahsettiğimiz eksiklik oydu. Kendisi iyiydi ama büyük resme bakınca takıma katkısı kısıtlıydı.

City dönüşü Sevilla'da kariyeri kısa sürede sona erecek sanmıştım. Hızlıca düşüşe başlayacağını düşünmüştüm. Fakat yanıldım. Ama o da beni yanıltmak için başka bir yol denedi. Artık bambaşka bir oyuncu. O artık bir sağ bek. 

Sadece bir pozisyon değişimi değil elbette. Oyuna bakışı, oyun anlayışı, sahadaki duruşu; her şeyi değişti. Bazı iyi hücum oyuncularının yaş aldıkça savunmaya geçtiğini çok gördük. Fakat o oyuncuların hemen hepsinin oyun karakterleri de değişim için uygundu. Mesela ben Navas'ın bek olacağını tahmin etmezdim. Onun rakip kaleden uzaklaşacağını, maç içinde daha az topla oynamayı kabul edeceğini düşünemezdim. Bunu onaylatmak için çok önemli bir ikna kabiliyeti gerekiyor. Kariyeri boyunca topla vedalaşamayan ve o yüzden çıtasını yukarıya çıkaramayan bir oyuncudan bu fedakarlığı yapmasını istemek ve ona kabul ettirmek çok önemi bir iş. Tabi ki sadece teknik direktörlerin ikna gücüyle alakalı değildir, aynı zamanda Navas'ın da bunu istemesi gerekiyordu.

Navas 34 yaşında, 35'e girmek üzere. 1985 doğumlu. 2004-2005-2006 yıllarında ilk defa sahne almaya başlamıştı. O dönem Galatasaray'ın sağ kanadında da 1984 Aralık doğumlu Sabri oynuyordu. Renkli gözlü, genç, iki sağ kanat oyuncusu arasında benzerlik yakalamak istiyorduk. Fakat işler beklediğimiz gibi olmadı. Biri Premier Lig'e kadar giderken, diğeri Türkiye'de sıkıştı kaldı. Gerçi Navas City'e transfer olunca, Türkiye'de "Sevilla Navas'ın boşluğunu doldurmak için Sabri'yi istiyor" haberleri çıkmıştı ama inandırıcı değildi. Zaten o yıllarda Sabri çoktan bir sağ beke evrilmişti bile. 

Her ne kadar Sabri hakkında yapılan tartışmalarda azınlıkta kalsak da, Sabri'den de daha farklı bir kariyer beklemiştik. Burada Sabri tartışmaları yapılırken, Navas İspanya futbolunun altın döneminde yer aldı. Sayısız kupa kazandı. Sevilla'nın UEFA hanedanlığı onunla başladı. İspanya'nın kupa kazanan 2010 ve 2012 kadrolarında yer aldı. Biz Sabri'den Navas olmasını bekledik, olmadı. Yıllar geçti; bu sefer Navas, Sabri oldu. İyi de oldu. Onu izlemek ilk defa bu kadar büyük keyif veriyor... Üstelik eskisinden daha çok asist yapıyor. Ve o yaşta halen milli takıma seçilmeye devam ediyor.

Yabancı


Nobel kazanmış bir edebiyatçının 29 yaşında yazdığı güçlü ve bu zamana kadar çok okunmuş romanını analiz etmeye gerek yok. Gayet şık, vurucu ve kısa olmasıyla da takdir edilesi. Yabancı ve Camus hakkında sıkça söylenen edebi olarak 'zorlayıcı' ve psikolojik olarak 'depresif' genellemelerini taca atıyor. En azından ben attım. İdama doğru giden bir adamı konu almasına rağmen, beni "Bir okudum ve hayatın ne kadar boş olduğunu keşfettim" düşüncesine götürmedi.

Neyse fazla girmeyelim bu konulara. Benim esas meselem başka. Yabancı'dan önce okuduğum son kitap "Fikrimin İnce Gülü" olduğu için kafam çok karıştı. Malum orada da bir 'yabancı' var. Daha doğrusu Bayram'ın yabancılaşma sürecini, yedi saatlik bir yola sığdırarak okuyoruz. Fakat bir anlatıcı var. Kitap üçünce tekil şahıs üzerinden ilerliyor. Çok da güzel ilerliyor.

Yabancı'da ise birinci tekil şahıs var. Mösyö Meursault kendisini anlatıyor. Peki insan kendisine ne kadar dürüst olabilir ve her şeyi ne kadar net gözlemleyebilir? Acaba atladığı, göz ardı ettiği, pas geçtiği durumlar olabilir mi? Fiziksel durumlar; şaşırmalar, sakin durmalar, heyecanlanmalar ya o öznenin anlattığı gibi değilse. Bu bir macera romanı olmadığına göre, olaylar  silsilesi gibi bir durum olmadığına göre, bir insanın duygu ve düşünceleri merkezde olduğuna göre ve bir insanın kendi hikayesinde anlattığı kadar dürüst olduğuna göre... Acaba burada da roman üçüncü tekil şahıs üzerinden mi ilerleseydi? 

Gerçi Meursault ile Bayram arasında fark var. Bayram kendisini ifade edemezdi. Etse bile hem karşısındakini hem kendisini kandırmaya çalışırdı. O nedenle bir anlatıcıya muhtaç duymuştu. Fakat Meursault kendi hikayesini anlatabilecek birikime sahip biri. Ayrıca onun kendisini kandırmak gibi bir derdi de yok. Onu başka biri anlatamazdı. Anlatsa eksik kalırdı. Ama yine de...

İki kitabı arka arkaya oturunca, şekil üzerine bir konuda kafam karıştı. Yoksa ikisi de çok iyi romanlar.

Yabancı'dan biraz daha bahsedelim. Böylesine bir konuyu bu kadar az sayfaya sığdırmak çok büyük iş. İki günde oku, düşün, bitir. Tasvirler çok detaylı ama bunaltıcı değil. Okurken olayların (mesela Arap'ın öldürülmesi) içinde buluyorsunuz kendinizi. Hatta sadece olaylar esnasında değil; sanki Meursault ile yan yana koğuştasınız. O kadar net bir anlatım var ama bu duyguyu verebilmek için çok fazla cümle kullanılmıyor. Hem devamlı bir şeyler okuyan ve çoğu zaman detaylarda boğulan hem kendi kendine yazan biri olarak bu tip maharetler beni mest ediyor.

Al işte; kısa bir blog yazısı dedik, yine kaç paragraf oldu mesela! Camus bunu iki paragrafa sığdırırdı.

Cuma, Ağustos 21

2020 Şampiyonu


Şu an dünyadaki birçok futbolseverin, Pazar günkü final için Bayern'i desteklediğinden eminim. Her ne kadar Bayern, yıllardır kendi ligini domine ederken ve çok büyük hakimiyet kurarken, güçlenen rakiplerinin en iyi oyuncularını transfer ettiği için antipatik gözükse de; yine de Bayern Münih'tir. En azından bir futbol kulübüdür. Peki diğerleri ne? Onlar son zamanda şirkete döndü.

Bayern de ekonomik kaygılar güden bir şirket değil mi? Evet ama onlar için halen sportif rekabet çok güçlü bir hedef.

Ayrıca bir de  bu sefer karşısında PSG var. Tez - antitez gibiler. Ortadoğu parasıyla zenginleşen, güçlenen ve yapay duran PSG, futbolseverlere hiçbir zaman sempatik gelmedi. Hatta başarısızlıkları birçok insanın hoşuna gitti. PSG ile alay etmek bir alışkanlığa döndü. Başarıları da (genelde yerel ligde) her zaman küçümsendi. Belki Pazar günü şampiyon olurlarsa, yine aynı akıbete uğrayacaklar.

Fakat benim tüm bunların dışında bir Bayern Münih şampiyonluğu isteğim var. Malum bu sene çok farklı şeyler yaşadık. Bu blogda da zaman zaman o konuları işledik. Bir ara, uzun süre futbol oynanmayacağını düşünüyorduk. Hatta bu senenin liglerinden, turnuvalarından vazgeçmiştik bile.

Oysa şu an Şampiyonlar Ligi şampiyonunun kim olacağını bekliyoruz. Tribünlerde seyirciler yok, format biraz değişik oldu, hatta bu nedenle bazı takımların yara aldı ve 'kader' değişti ama  yine de bu turnuva bitecek ve bir şampiyon belirlenecek. Ve finalde bir Alman ile bir Fransız olacak.

Fransızlar kendi liglerini bitirmediler. Hatta yeni sezon bu hafta sonu başlayacak. Kendi liglerini bitirmedikleri için adaletsiz sonuçlara imza attılar. Amiens fikstür avantajına rağmen küme düşürüldü, Şampiyonlar Ligi'nde yarı final oynayan Lyon Avrupa'nın dışında kaldı. Eğer dünya futbolunun akıbetini Fransızlar belirleseydi, şu an ortada final falan yoktu.

Kimse Almanlara da sormadı ama onlar cevabı verdi. Onlar adım attı ve o adımların devamında biz Şampiyonlar Ligi finalini beklemeye başladık. Onlar cesaret etti, planladı, inat etti ve futbola döndüler. Kendi liglerini bitirerek hem diğer ülkelere yol gösterdiler hem de UEFA'nın içini ve işini rahatlattılar. 

Ve Pazar akşamı bir Alman ve bir Fransız olacak. Avrupa futbolunda bu senenin şampiyonu zaten Almanya. O zaman Şampiyonlar Ligi şampiyonu sıfatı da bu sene bir Alman takımına gitmeli. Bundesliga'nın şampiyonuna yakışır.

Salı, Ağustos 18

We're the Millers

Farklı ülke ve kültürlerde, komedi filmleri nasıl yankı bulur? Genellikle mizah evrenseldir belki ama her espri ve mizah anlayışı da genel geçer değildir. Özellikle sinemada gösterilen uzun bir filmde (yani en az 90 dakika boyunca güldürmesi gerekecek bir filmde) yapılacak sık göndermeler, kelime oyunları, ince işler biraz yerel kalır ve dünyanın öbür ucundan zor anlaşılabilir. Yine de önemli değil, iyi bir hikaye veya tarz sizi kurtarır.

Vasatın biraz üstü bir komedi filmi olan We're the Millers'in Türkiye'de çok sevilmesi sanki biraz kültürel farklardan. Yani aslında yukarıda bahsettiğimizin tam tersi. Bir uyuşturucu satıcısı (Jason Sudeikis), yaptığı bir hatayı telafi etmek için Meksika'ya gitmek zorundadır. Özellikle havalimanı güvenliğini ve devamında peşine düşecek olası tehlikeleri kandırmak için en mantıklı yolu kendine sahte bir aile oluşturmak olarak belirler. Bu nedenle yakın çevresinden kendisine bir aile oluşturur. Striptizci komşusunu eşi yapar, hafif asosyal ve salak ergeni oğlu olarak seçer, asi ve seksi bir genci de kızı olarak kadroya dahil eder. Film böyle başlar ve bu eksende devam eder

Bu zoraki aile, bize bir komedi ve yol filmi izlettirir. Türk seyircisinin pek göremediği esprileri Amerika kıtasından ulaştırır. Özellikle anne (Jeniffer Aniston) ve kız (Emma Roberts) seks konusundaki tecrübeleri filmde çokça müstehcen espri olmasını sağlamış. Komik mi? Eh iste. Fakat Türkiye'de okuduğum yorumlar 'eh işte'nin üzerine çıkmış. Uyuşturucu, kanun kaçaklığı, cinsellik gibi konuların bizim komedi filmlerimizde yer almaması (mafya komedisi hariç) sanırım ülkede bu tarz mizaha bir açlık oluşturmuş sanki. Gerçi bu filmde de bir esrar taşınmasından bahsetsek de filmdeki hiçbir karakterin esrar tükettiğini görmüyoruz.Belki de film ABD standartları için muhafazakardır.

Filmin 7.0 olan IMDB puanı abartı sayılmaz, film fena değil. Ama sözlüklerde ve çeşitli sitelerde okuduğum yorumlara göre, eğer sadece Türkler oy kullansaydı, puan 8-9 arasına çıkabilirdi. Yine de fena film değil. İzlenmeyi hak ediyor. Güzel bir zamanda hoş vakit geçirmek için ideal. Ama beklentiyi yüksek tutmamak lazım.

Aralarında kan baği olmasa da bir ailenin filmini izliyoruz. Buradan aile kavramı üzerine güzel bir eleştiri çıkmış. Ayrıca bir yol filmi ve hemen her yol filmi gibi eğlenceli. Son dönem komedi filmlerinin modası haline gelen filmi adeta skeçlere bölme sorunu burada yok; iyisiyle kötüsüyle başıyla ve sonuyla bütünleşen bir hikaye var. Oyuncularımız fena degil. Aniston, Cake'ten sonra bir kez daha Meksika sınırını aşıyor. Kendisi sevdiğim bir oyuncu değil ama -Cake 'teki kadar olmasa da- burada da fena değil. Fakat çok beğenilen striptiz sahnesinde etkileyici olmadığını söylemem lazım. Zaten bu kadının bir doğallık sorunu var bence. Güzel bir yüzü var ama doğal görünmeye çok fazla çabalaması o yüzünden bir enerji geçmesini engelliyor. Sudeikis filimi sürüklüyor. Genç oyuncuları da beğendim ama kardeşlerimizin ilerleyen yıllarda öne çıkan bir isi olmamış. Özellikle Emma Roberts'ın, Julia Roberts'ın yeğeni olmasına rağmen çok fazla öne çıkamaması şaşırttı.

Aslinda tam 12 kisilik bir arkadaş grubu evde otururken arkadan açılacak film. Muhabbet esnasında ara ara bakıp gülünür, hikayeyi takip etmek için ekstra çaba sarf etmeye gerek kalmaz, espriler de idare eder. Kotu espri çıkarsa da evdeki 12 kişiden biri tamamlar zaten.

Öte yandan 39 milyona çekilen filmin 200 milyon hasılat yapması da ayrı başarı. 2013'ün en çok hasılat yapan 16. filmiymiş. Bu nedenden dolayı yıllardır ikincisinin çekileceği söyleniyor ama yedi senedir ortada bir şey yok. Varsa da ben kaçırmışım.

Bu arada filmi izleyen herkesin aklında, en sondaki Friends göndermesi kalmış ama bir futbolsever olarak Kenny Miller ismini duymak beni daha çok mutlu etti. Gönderme değildi ama biz kendi kendimize mesajı aldık

Çarşamba, Ağustos 12

Pandemi Golcüsü


Corona salgını, tüm hayatı ve dünyayı olduğu gibi futbolu da alt üst etmişti. Evlere kapandığımız günlerde birçok soru da aklımızda geziniyordu. Futbolla ilgili de çok fazla soru, cevaplanmayı bekliyordu. Sonuna gelinen sezon tamamlanacak mıydı? Sezona devam kararı çıkarsa aylardır idman yapamayan oyuncular nasıl dönecekti? Maçlar daha mı gollü olacak, genç oyuncular mı oynayacak, seyircisiz tribünler maçları nasıl etkileyecek?

Bütün bu soruların cevaplarını aramaya devam ediyoruz. Çok şükür; futbol geri döndü, sezon tamamlandı. Artık istatistiklere bakarak sorulara cevap bulma zamanındayız.

Türkiye'de iki lig kaldığı yerden devam etti ve sona erdi; Süper Lig ve 1.Lig! İkisinde de maçlar oynandı. Peki kalan maçlarda en çok gol atan isim kim oldu? Süper Lig'in gol kralı Sörloth mu? Yoksa alt tarafın golcüsü Paixao mu? Belki Cisse diyenler çıkabilir. Ama cevap başka biri: Keçiörengücü'nden Cem Ekinci

29 yaşındaki oyuncunun sezonuna bakarsak, bir Türk spor basını manşeti tarzıyla "Corona günlerinde gol" diyebiliriz. Zira sezon boyunca, Mart ayına kadar sadece 1 gol atabilen Cem Ekinci, aradan sonra çıktığı altı maçta yedi gol attı. Üstelik bu maçların sadece üçüne ilk 11'de başladı ve sadece birinde 90 dakikayı tamamladı. Galiba bu garip sezonun son kısmı en çok ona yaradı. Geçen sezon 2.Lig'de Bodrumspor forması giyen Cem, belki de bu sayede tekrar 2.Lig'e dönmekten kurtuldu.

Cem'i takip eden diğer oyuncuları da unutmayalım ve listeyi tamamlayalım.

6 gol atan iki isim var. Biri salgın döneminde Süper Lig'in en golcüsü olan Papiss Cisse. Diğeri ise altı golünü de penaltıdan atan Erkan Zengin.

Süper Lig'in gol kralı ve 1.Lig'in gol kralı Sörloth ile Paixao beşer gol kaydetti. Kasımpaşa'nın ikilisi Koita ve Thiam da beşer kez fileleri havalandırdı. Koita sakatlanmayıp bazı maçları kaçırmasaydı belki Cem'i de geçerdi. Skoda (Rizespor) ve Maksim (Gaziantep FK), Süper Lig'in diğer beş gollü isimleri. 1.Lig'de ise iki oyuncumuz daha var. Daha doğrusu biri artık Süper Lig oyuncusu. Karagümrük'ün Slovak yıldızı Eric Sabo ikisi Play-Off yarı finali maçlarında olmak üzere beş gol atarak takımına son virajda hayat verdi. Menemenspor'dan Samed Ali Kaya'nın da istatistiği çok ilginç. Sezonun ilk bölümünde 17 maça çıkarak beş gol attı. Aradan sonra altı maça yine beş gol sığdırmayı başardı. Yani gollerinin yarısını salgın dönemine sıkıştırdı.

Son olarak dört gol atanları da sıralayalım o zaman. Göztepe'den Alpaslan Öztürk, Kayserispor'dan Kravets, Trabzonspor'dan Novak, Alanyaspor'dan Bakasetas, Boluspor'dan Gökhan Sazdağı (üç golü son maçta attı) ve Osmanlıspor'dan Mertan Caner Öztürk...

Salı, Ağustos 11

Nicht Mein Tag


Klasik bir suç-komedi geleneğidir. Hayatı sıkıcı, kariyeri stabil, ilişkisi yok veya varsa da kötü 'süt çocuğu' ile küçük suçlar işleyerek hayatını sürdüren karizmatik 'bad boy' istemeden veya tesadüfi bir şekilde bir araya gelir ve olaylar gelişir. Film ilerledikçe süt kardeşimiz, korkarak başladığı yeni çılgın yaşantısına adapte olur ve kalıplarını kırmayı öğrenir. Serseri kardeşimiz ise zoraki ekürisinin iyiliği ve dürüstlüğünden etkilenerek yeni bir yaşam, temiz bir sayfa için ilk adımlarını atar. Zıtlıklar, güzel bir uyuma neden olur ve izleyen keyif verir.

Sinemaya bu kadar uygun olan konunun bir romandan uyarlanması şaşırtıcı olsa da Nicht Mein Tag'da bunların hepsi var. Bu klişenin Almancası. Tabi her Alman filminde olduğu gibi yine Moritz Bleibtrau karşımızda... Ama bu sefer biraz daha farklı; uzun saçlı haliyle. Bence yakışmış.

Alman yönetmenler isimlerini duyurmak için sanki Bleibtrau ile bir film çekmek zorunda hissediyorlar. Yani bana öyle geliyor. Gerçi bu filmin yönetmeni Peter Thorwarth'ın çok daha başarılı bir filmi var. Die Welle. Çok sevmiştim. Bloga da notumu almıştım. Geri dönüp ne yazdığıma baktım ve "Bleibtrau'nun oynamadığı en iyi Alman filmi" cümlesini gördüm. Yönetmen herhalde bu eksikliği hissetmiş olacak ki bir sonraki filminde onu da yanına almış.

Açıkçası film çok merak uyandırıcı bir öyküye sahip değil. Fakat mizahı yerinde. Güldürüyor. Oyuncular da oldukça başarılı. Öyküye ne kadar aşina olsak da temposu çok yüksek. Bu da yönetmene artı olarak yazar. İzlenmeyecek bir film değil ama büyük beklentilerden kaçınmak lazım. Özellikle filmin ikinci yarısından sonrası biraz sıkıyor. Bu noktada kahramanlarımız Almanya'dan Hollanda'ya geçiyor, yani film Hollanda'ya taşınıyor ve bir Arnavut çetesi ortaya çıkıyor. Fakat bu kısımlar sanki zorlama olmuş gibi... 

Öte yandan filmden bağımsız; Avrupalı filmlerde karakterlerin çok rahat bir şekilde ülke değiştirmesi, filmlerin, öykülerin çok kolay bir şekilde başka bir ülkeye aktarılmasını oldukça kıskanıyorum. Her ne kadar burada film zarar görse de genel olarak öyküye bir zenginlik katıyorlar. Daha da önemlisi; gerçekten de insanların bu kadar rahat hareket edebiliyor olması hafif sinirlendiriyor. Neyse, izlemeye devam...

Pazartesi, Ağustos 10

Pazar, Ağustos 9

The School of Rock

The School of Rock, uzun zamandır aklımda olan bir filmdi. 2003 yılında gösterime girdiğine ben üniversiteye yeni başlamıştım. Lise günlerimiz yeni bitmişti ve liseye büyük bir özlem duyuyorduk. Lise dediğime bakmayın, yedi yıl boyunca aynı okulda hem orta okulu hem liseyi okumuştuk. Haliyle, bir bireyin en çok geliştiği, kendini bulduğu, yeni arayışlara girdiği bir dönemde aynı arkadaşlara ve öğretmenlerle beraber yıllar geçirmiştik. Yani yeni bitirdiğimiz okula ilk adım attığımızda bu filmdeki çocuklarla aynı yaşlardaydık.

O günlere duyduğum özlem her geçen sene azalsa da, yine de bu tip 'okul' filmleri hoşuma gider. Gençlik filmlerini de çok severim ama burada bir 'gençlik'ten söz etmek kolay değil. Yaş ortalaması biraz daha düşük. Fakat bu sefer devreye 'okul' girince yine kabulümüz.

Açıkçası ben daha derin bir film beklemiştim. En azından Nick Hornby kitapları (ve filmleri) havasında geçmesini tahmin ediyordum. O açıdan biraz hayal kırklığına uğradım. Belki de High Fidelity'de Jack Black ile John Cusack'i beraber izledikten sonra, burada da Black'in yanında bu sefer Joan Cusack kadroda olunca zihnim bir serbest çağrışıma maruz kalmış olabilir. Oysa iki film arasında 'müzik' dışında ortak nokta yokmuş.

Yine de eğlenceli bir film. Zaten bir Hornby filmi değil Linklater filmi. Linklater ergenliğe dönmeyi sever. Bunu da iyi başarır. Hatta bu filmde başroldeki yetişkini bir ergene dönüştürmüş. Hatta onu ergenlikten hiç çıkarmadan önümüze sunmuş. Gerçi senaryo Linklater'a ait değil (Black'in canlandırdığı Dewey karakterinin kankası Ned'i oynayan Mike White'a ait) ama yönetmenlik yetenekleri sayesinde bize kendi tarzını sunmayı başarıyor. Her haliyle bir Linklater filmi diyebiliyoruz. Hatta filmi kabul ederken de tek bir şart sunması o hisse önem verdiğini bir kanıtı. Çocuk oyuncuların enstrüman çalabilmelerini istiyor. Kadro ona göre seçiliyor ve yarım yamalak bir iş ortaya çıkmıyor. Haliyle tüm o detayları göz önünde bulundurunca son yılların sulandırılmış 'ergen' filmlerin yanında oldukça olgun duruyor. Fakat bu olgunluk sıkıcılıkla eş anlamlı değil.

Filmin sulu bir mizahı da yok. Jack Black zaman zaman abartarak üst perdeye çıksa da oyuncu kadrosu çok başarılı. Buna çocuk oyuncular da dahil. Hatta özellikle onlar çok iyi bir performans sergiliyor. Sadece çalmıyorlar. Hem çalıyorlar hem oynuyorlar. Öte yandan film normal olarak çok iyi bir soundtrack'e sahip. Hatta Linklater'in dediğine göre bütçenin büyük bir kısmı şarkıların telif hakkına harcanmış. 

Yani filmdeki tüm unsurlar çok iyi değil ama her şey vasatın üzerinde. Bu da filmi keyifle izlenebilir hale getiriyor. Yaz günleri için tam çıtırlık bir film. Aradan 17 sene geçmiş, izleyen izlemiştir ama izlemeyen için de iyi bir fırsat.

Cumartesi, Ağustos 8

Şeytan


“Biz atlet değildik… Bayrakta adam yok, Çetin gel. Yüksek atlanacak, Çetin atla. 100 koşulacak, Çetin koş. Disk atılacak, Çetin at. Fahir de öyleydi, Ekrem de, Aydın da… Dörder branş yaptığımız için şeytan diyorlardı bize.”

Çetin Şahiner (8 Ağustos 1934 - 3 Ağustos 2017) 

Cuma, Ağustos 7

Once Upon a Time... in Hollywood


Gerçekliği belli olmayan ama herkesin gerçek olmasını istediği ve o yüzden de meşhur ettiği hikayedir. Picasso, İspanya İç Savaşı esnasında Almanların (Nazilerin) 28 uçak yollayarak Bask şehri Guernica'yı bombalamasından esinlenerek bir tablo yapar. Tablo çok beğenilir ve uzun yıllar  boyunca sergilerde gösterilir. Bir sergide bir Alman subayı eseri çok beğenir ve Picasso'ya "Bu tabloyu siz mi yaptınız?" diye sorar. Picasso da "Hayır, siz yaptınız" diye yanıtlar.

***

Quentin Tarantino, yakın dönemin en tartışılan yönetmenlerinden biri. Bir yandan inanılmaz geniş kitleler tarafından sevildi. Belki de, "Ne yapsa izlerim?" diyen o sadık hayranlara en fazla sahip yönetmen oldu. Fakat diğer yandan da çok fazla eleştiri aldı. Yani sevmeyeni de bol. Eleştirilerin nedeni filmlerindeki şiddet dozu. Bu şiddet sevdası, birçok çevreyi rahatsız ediyor. Belki de şiddeti ve kanı ondan daha fazla kullanan yönetmen çoktur ama Tarantino yetenekli bir yönetmen olduğu için onun şiddeti daha tehlikelidir ve daha çok konuşulur. Zira onun şiddeti ve tüm sineması etkileyicidir. 

Tarantino, birkaç sene evvel Roman Polanski ve Sharon Tate hakkında bir film çekeceğini açıkladığında üzerinde çok durmamıştım. Daha doğrusu daha çok Polanski üzerinde durmuştum. Hatta film vizyona girene kadar, hatta ve hatta filmi izlemeye başlayana kadar Sharon Tate detayını unutmuştum bile. Polanski de en az Tarantino kadar tartışılan bir yönetmen oldu. Üstelik onun ABD'den kaçmasına neden olan olay (13 yaşında bir kıza tecavüz) nedeniyle de en fazla nefret edileni dahi olabilir.

Tam da "Me too" akımının çıktığı dönemde bir Roman Polanski filmi çekmek çok riskli duruyordu. Üstelik filmin ilk planlanan yapımcısı da cinsel taciz suçlamalarının ardı arkası kesilmeyen Harvey Weinstein'dı. Daha sonra Tarantino bu birliktelikten vazgeçti ama ortaya çıkacak film hakkında kuşkular devam ediyordu.

Böyle bir gündemden sonra çok konuşulacak bir film bekliyorduk. Sharon Tate detayı aklımdan çıkmıştı ama film başladıktan sonra kendini hissettirdi. Margot Robbie'nin çekiciliği konunun Tate üzerinden gideceğinin sinyali gibiydi. İki yakışıklı adamın (Brad Pitt ve Leo Di Caprio) canlandırdığı bir bitik oyuncu ve bir bitik oyuncu yancısı figüran; bende bir yasak aşk izleyeceğimiz hissi uyandırdı. Oysa alakası yokmuş ve sadece gerçekle kurgunun iç içe girdiği, film içinde filmlerin olduğu, film içinde geçmişe selamlar yollandığı  bambaşka öyküymüş.

Tate hakkında biraz bilgi verelim. Bu bilgiler film hakkında bilgiler içermez. Gerçi içeri de bu bilgilerden uzak durmak filmi anlama konusunda engel teşkil edebilir. Gerçi nedense gerçek hayatların anlatıldığı veya gerçek hayatların referans alındığı filmlerin bilgiler, bazen filmi henüz izlemeyenleri rahatsız ediyor. Sanki Atatürk'ün hayatının anlatıldığı bir filmden bahsederken "Kurtuluş Savaşı'nı kazanıyor, Cumhuriyet'i kuruyor ama erken yaşta ölüyor" demek ağır bir sinema suçuymuş gibi görülüyor.

Neyse biz Tate'e dönelim. 1960lı yıllarda Polanski ile mutlu bir birlikteliği olan Tate, sinema kariyerinde de ufak ufak ilerlerken bir de eşinden hamile  kalır. Çıkışa geçen kariyerini, mutlu aile tablosuyla taçlandırmaya çok yakındır. Fakat hamileliğin sekizinci ayında 20. yüzyılın en şöhretli tarikat lideri ve seri katili Charlie Manson'ın müritleri tarafından öldürülür. 

Tarantino bize bu hikayeyi hatırlatır. Bu hatırlatma seansı esnasında, 1960'ların Los Angeles'ını çok iyi resmeder. Tabi ben şahsen ne 1960'ların ne 2000'lerin Los Angeles'ına hakimim. Fakat bir dönem filmi izlettirmenin ne kadar zor olduğunun farkındayım. En ufak abartı kötü bir taklide dönüşebilir. Bazı unsurların eksik kalması ise özensizliğin göstergesi olarak sayılabilir. Ayrıca dönemin atmosferini izleyiciye, üstelik o dönemi hiç yaşamamış bir kitleye hissetirmek de oldukça zor bir iştir.

Zaten bir önceki paragrafta anlattığım konu, filmin merkezini oluşturuyor. Benim bir paragrafa sığdırabildiğim konuyu ne kadar uzun anlatabilirsiniz? Zaten olayın kendisi de filmde çok kısa işleniyor. Fakat filmin kendisi 200 dakika! Sıkılıyor muyuz? Kesinlikle hayır! İşte o dönemin atmosferini vermek, 1960'ların Hollywood'unu tasvir etmek için çok uzun zaman harcıyor Tarantino. İlmek ilmek işliyor. Bu çabayı göstermese 'Bir zamanlar' kısmı eksik kalırdı. O zamanları anlayamazdık.

Fakat diğer yandan 200 dakikalık filmi izlemek de 2020 model sinema izleyicisi için kolay değil. İşte burada da oyuncular devreye giriyor. Zaten yan rollerle beraber çok zengin bir kadro var. Al Pacino'yu bile çok kısa olsa da görüyoruz. Başroldeki Brad Pitt ve Leonardo Di Caprio, seyirci gözünü filmden kaçırmasın diye  her şeyi yapıyor. Mesela alakasız bir şekilde çatıda üstünü çıkaran Pitt, belki sadece cinsel bir obje olarak sunulurken bir yandan da "Ulan şimdi bir şey mi olacak?" şeklinde bir merak uyandırıyor. Ve pek bir şey olmuyor. Ama gözler ekranda kalıyor. Veya Pitt'in canlandırdığı Cliff karakterinin sette Bruce Lee ile dövüşü filmden ayrı bir skeç gibi dursa da, izleyici için bir gülme arasına dönüşüyor. 

Manson tarikatıyla tanışmalar, çiftliğe gitmeler, sokaklarda görülen Hippi'ler sadece kurgunun bağlanması açısından bir öneme sahip değil. Aynı zamanda Manson tarikatının hem o dönemde hem de sonrasında miras bıraktığı korkuyu hatırlatmak açısından uzun uzun işleniyor. Gerilim dozu yükseliyor, düşüyor, o esnada mizah devreye giriyor. Mizah azalınca heyecan başlıyor. 200 dakika böyle sürüyor. Arkada da Los Angeles. Üstelik bilgisayar tekniklerine pek fazla başvurmadan, sokaklarda setlerde çekilen bir film olması da dönemin havasını yansıtmak açından faydalı oluyor.

Filmin adının Once Upon a Time... in Hollywood olması boşuna değil. Konu ne olursa olsun arkada bir dönemin Holywood tasviri. Fakat bu bir belgesel değil. Tarantino kendi tarihini yazıyor. Hâlâ unutulmayan eski bir konuyu referans alarak kendi paralel evrenini üretiyor. Gerçekle aynı ama sonu tamamen farklı.

Tarantino filmlerindeki şiddet son dönemde sınırları daha da aşmıştı. 90'larda Reservoir Dogs veya Pulp Fiction ve hatta Jackie Brown silahların bolca çıktığı filmler olsa da 2000 sonrası Kill Bill veya Django'da olduğu gibi kan akışları, vücut parçalanmalarını pek görmezdik. Son dönemde Tarantino vücuttan çıkan kanı durdurmaz. Açıkçası 'şiddet' unsuru beni rahatsız etmiyordu ama Tarantino'nun sanki kendisini eleştirenlere "Bakın şimdi nasıl vücut parçalayacağım" der gibi filmden koparak verdiği o uzun sahneler hoşuma gitmiyordu.

Once Upon a Time... in Hollywood ise öyle değil. Uzun süre sakin ilerler. Bir Tarantino şiddeti yok orada. Fakat filmin sonunda her şey değişir. Hem filmin şiddet dozu, hem de bilinen gerçek değişir. Hem de öyle bir değişir ki, şiddet bu sefer kimseyi rahatsız etmez. Resmen kamuoyu vicdanı rahatlar. Olması gereken en azından bir film sahnesinde gerçekleşir ve film mutlu bir sonla sona erer. Güzel oyuncular, güzel sahneler, güzel görsellik, güzel mizah ve güzel bir son...

***

Dünya tarihi şiddetle çok içli dışlıdır ama hiçbir zaman son 100 senedeki kadar göz önünde değildir. Kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması bu noktada önemlidir. İnsanlık tarihi yiyecek için birbirini öldürenlerle, sudan sebeplerle düello edenlerle, kan davalarıyla, yıllarca süren savaşlarla doludur ama üçüncü sayfa haberleri sadece son 100 senede vardır. Başka yerde öldürülenlerin ve öldürenlerin evlerimize konuk olması çok yenidir. Bu sadece televizyonların ve gazetelerin isteği ya da suçu değildir. Toplum da buna daha çok ilgi duyar. Bu hikayeler merak uyandırıyor. Bu merak da her geçen süre de yeni figürlerin ortaya çıkmasına neden oluyor. Şiddete ilgisi olan toplumun şiddete meyilli figürlere sahip olması kaçınılmaz değil.

Öyleyse tam bu noktada sinemada apaçık şiddeti gösteren Tarantino'yu nereye koyacağız? Yıllardır bu konu tartışılıyor ve herkesin cevabı var. Once Upon a Time... in Hollywood da Tarantino'nun cevabı.  Bu film onun Guernica'sı. Ona yıllardır sorulan "Bu şiddet dolu sahneleri siz mi çektiniz" sorusuna verdiği "Hayır, siz çektiniz" cevabı...

 Once Upon a Time... in Hollywood, kesinlikle Tarantino'nun en iyi filmi değil ama Tarantino sinemasını en iyi özetleyen film olabilir. Zaten bu da onun 9. filmi. 10. filmden sonra sinemayı bırakacağını söylediğine göre son sözlerini buralara saklaması oldukça normal.