Perşembe, Haziran 30

Hahataim

2. Dünya Savaşı ile ilgili filmler bitmedi ama şekil değiştiriyor. Eskinin sıklıkla cepheyi anlatan, savaş dönemi ve biraz sonrasına eğilen filmleri artık azaldı.

Bunun iki nedeni olabilir. Birincisi, olayın o kısmına dair söylenecek bir cümle kalmadı. İkincisi ise yeni dönemin insanlarının, 70 yıl önceki savaştan dolayı başka sıkıntıları var. Ve bu dönemin senaristleri ile yönetmenleri artık bu sıkıntıları ortaya çıkarmak istiyor, zira ona aşinalar. Yani toplumsal travmalar, cephedeki acıların yerini alıyor.

Hahataim; İsrail filmi. Bu bile aslında durumu özetleyebilir. Bugüne kadar 2.Dünya Savaşı hakkında Yahudilerin çektiği çok film film izledik ama İsrail filmine pek denk gelmemiştik. Tabi ki sinema endüstrisinin payı ve yeri de önemli ama yine de savaşın içinden doğan bir ülkenin o dönemi bize daha sık anlatmasını beklerdik. Anlatmıştır gerçi ama önümüze de daha çok düşmeliydi.

Şimdilerde yeni tarz hikayelerle önümüze geliyorlar. Zira günümüzün İsrail sinemasının yönetmenlerinin direkt savaşa dair anlatıları eksik veya uzak kalabilir. Fakat toplum dinamiktir. Yeni bir kuşak var. Savaşı görmediler. İsrail'in olmadığı bir dünyayı da görmediler. Yine de önceki nesillerden aldıkları ile kendilerine has bir "sorun"u içlerinde ve ellerinde buldular.

Bu anlamda; filmin adının İngilizce'ye "Past Life" olarak çevrilmesi makul. Hikayemiz bir Yahudi ailesi  ile alakalı. Baba (fena bir şekilde Ercan Kesal'a benziyor) savaşı gören ve o günlere dair sırları olan sert, dominant bir adam. Kızlar birbirinden farklı karakterde olsalar da farklı bir dünyada doğdukları için en çok babalarından ayrılıyorlar. Hem babanın geçmiş yaşamı, hem de kızların yaşamadıkları ama kendi yaşamlarına etkileyen geçmiş yaşamları bu hikayede birleşiyor.

İlginç bir konusu var kısacası. Biraz Incendies filmini andırıyor. Konusu değil belki ama gelişimi, gidiş yolu benzer. Çok fazla bilinmemesine şaşırdım. En azından İsraillilerin ilgi göstermesini beklerdim.  IMDB'de bile çok az oy almış. Sanırım propaganda filmlerini seven toplum için biraz ağır ve gereksiz dürüst gelmiş olabilir. Öte yandan çok başarılı bir film de değil. Beklentiyi yükseltmemek gerek. Fakat ilginç konusu ve merak duygusu nedeniyle göz atmayı hak ediyor.

Çarşamba, Haziran 29

Yine Zenit Ama Bu Sefer Daha Zor

Rusya Ligi'ni en son Lig Tv'nin yayın haklarını aldığı yıllarda detaylı bir şekilde takip etmiştim. 2010'lu yılların başıydı ve o zamanlar Rusya Ligi korkunçtu! Top oynanmıyordu. Bir festival filmi bile çok daha tempoluydu.

O dönemden sonra bir daha yakınından geçmedim ligin. Bu sezon ise (yani geçen sezon) yeniden izlemeye başladım. Ligin kalitesi bir nebze daha artmıştı. Fakat yarış çok da keyifli değildi.

Zenit üst üste beşinci kez şampiyon oldu. Fakat belki de bu süreçte en çok zorlandığı sezonu yaşadı. Aslında puan durumuna bakan çok zorlandığını düşünmeyebilir. Zira, Zenit en yakın rakibi Sochi'ye dokuz puan fark attı. Gerçi 15 puan fark atarak kazandığı şampiyonluklar da oldu ama bu sezon dokuz puan farkla bitecek gibi durmuyordu. Üstelik Zenit'in şampiyonluktaki rakibi de Sochi değildi...

Dinamo Moskova, 25. haftanın sonunda Zenit'in üç puan gerisindeydi. Zirve tecrübesi, son haftaları kaldırabilme psikolojisi ve fikstür avantajı yine Zenit'i öne çıkarıyordu. Fakat Dinamo'nun tepetaklak olacağını da kimse tahmin etmezdi. Dinamo son beş maçında sadece bir puan alabildi ve sezonu üçüncü sırada tamamladı.

Aslında ne olursa olsun; Zenit şampiyonluğu hak eden takımdı. Ligin başından itibaren, diğer rakiplerinin üzerinde olduğunu gösterdi. Biri şampiyonluğu garantiledikten sonra son hafta olmak üzere; sadece iki kere yenildi. Kadro kalitesi üst düzeydeydi. Devre arasında Sardar Azmoun gibi bir oyuncuyu Leverkusen'e yollamasına rağmen sarsılmadı. Malcolm-Wendel-Barrios orta sahası müthiş iş çıkardı. Kaptan Artem Dzyuba artık eskisi gibi değil ama yine önemli işler yaptı. Yedek Alexander Erokhin bile müthiş katkı verdi. Savunma biraz savruktu ama devamlı önde oynamak isteyen bir takım için bu da normaldi. Sezonun yıldızı ise bana göre Claudinho'ydu. 25 yaşındaki oyuncu sezon başında Brezilya'dan geldi. Avrupa'ya adım atmak için biraz geç yaş gibi gözükse de Rusya'nın steplerine çabuk ayak uydurdu. 8 gol - 4 asistlik karnesi ise ışıltılı futbolunu tam yansıtmıyor.

Dinamo'nun şampiyonluğa oynaması onlar adına sevindiriciydi. Uzun zamandır zirveden uzaklardı. Şampiyonluğu kaybetmeleri de anlaşılır. Fakat son beş haftanın travması da kolay kolay akıllardan çıkmaz. Üstelik sezonun ikinci yarısını, ilk yarıdan daha iyi geçirdiler. Üstelik ara transferde Lokomotiv'den Fedor Smolov'u transfer ettiler. Smolov da katkı verdi. Olmadı işte...

Öte yandan Sochi gibi mütevazı bir takımın ikinci olmasına çok sevindim. Mütevazılık pek önemli değil ama sezon boyunca hak ettiler yukarıda olmayı. Fiziksel olarak güçlü, tempolu, rakibi boğan bir takımdı. Kasım sonunda biraz bocaladılar; belki o süreç yaşanmasaydı başka bir havayla devam edebilirlerdi sezona. Sonuç olarak ligi en iyi yerde bitirdiler. Kolombiyalı Matteo Cassiera, Claudinho'nun Zenit'e vurduğu damganın benzerini vurdu. 37 yaşındaki Christian Nboa da sezona müthiş girdi ama sonrasında, herhalde yaştan dolayı olacak, biraz düştü. Bir diğer Güney Amerikalı Rodrigao ise (Brezilyalı) savunmada, bizim ligimizin eski üyelerinden Ronaldo'yu hatırlatan bir performans ile dikkat çekti. 

Dinamo gibi sezonun ikinci yarışında düşüşe geçen takımlardan biri de CSKA'ydı. Fakat onlar son düzlükte değili daha genel bir süreçte dağıldılar. Üstelik Yusuf Yazıcı transferi, müthiş bir hava getirmişti. Yusuf sezonun ilk yarısında gol atmakta zorlanan takımda, gelir gelmez ilk altı maçta 8 gol kaydetti. Fakat sonrasında sustu. Acaba gol kralı olur mu diye sorarken, sahneden çekildi.


Zaten CSKA savunması ile öne çıkan bir takımdı. Neredeyse şampiyon Zenit ile aynı sayıda golü kalesinde gördü. Hatta sezonun ilk yarısında bu konuda Zenit'in önündeydi. 1-0'lık galibiyetlere bizi alıştırmışlardı. Ne zaman 4-2'ler, 2-2'ler havada uçuşmaya başladı, CSKA'nın da havası söndü. 

Ekim-kasım ayında Galatasaray'a rakip olan Lokomotiv, çalkantılı bir sezon geçirdi. Sezona Ralf Ragnick önderliğinde uzun vadeli bir planla girdiler ama birkaç ay sonra Alman proje insanı direksiyonu Manchester United'a kırınca hayaller yarım kaldı. Sezona başladıkları teknik direktör Marko Nikolic'i de ilk yarı ortasında gönderdiler. Marcus Gisdol ile toparlanma evresine girerken Rusya-Ukrayna savaşı patlak verdi ve bir Alman olan Gisdol, Rusya'dan ayrıldı. Devamında da sezonun fişi çekildi zaten. Aslında daha yukarıda olması gereken bir takımdı. Smolov gibi bir hücum oyuncusuna sahiplerdi, onu da ellerinde tutamadılar. Kerk, Zhemaletdinov, Lisakovich gibi hücum oyuncuları vardı; hiçbiri devamlılık gösteremedi. Çek Ligi'nden Jan Kuchta geldi, o da tutmadı. Benim beğendim Kamano'ya pek şans vermediler. Savunma da devamlı sorunluydu. Hatta zaman zaman orta saha oyuncularını stopere çekmek zorunda kaldılar. Sezonun yıldızı ise 20 yaşındaki Fransız Beka Beka oldu. Tabi bunda Galatasaray maçlarının payı büyüktü...

Sezonun hayal kırıklıklarından biri de kesinlikle Sparta'tı. Son haftalara kadar küme düşme korkusunu yaşadılar. Ne çok kötü oynadılar, ne çok kötü bir kadroları vardı... Fakat kulüp hep kaos içindeydi. Portekizli teknik direktör Rui Vitoria, takımı Napoli ve Leicester'ın yer aldığı grupta lider yaptı ama Avrupa Ligi başarısı camiayı kesmedi. Kışın hocayla yollar ayrıldı. Zaten Vitoria kalsaydı da Avrupa Ligi  son 16 turuna çıkamayacaktı. Kadro da istikrarsızdı. Geçen sezonun önemli ismi Jordan Larsson bu sezon yok gibiydi. Alex Kral hiç katkı veremedi. Taraftarların çok sevdiği stoper Gigot, iyi maçlar çıkardı ama zaman zaman büyük hatalar yaptı. Quincy Promes saha dışı olaylarla anıldı. Son haftalara damga vuran Sobolev, sezon başında hiç yoktu. Böyle yarım yamalak bir takımdı işte...

Ligin orta sıralarındaki diğer takımlar, genelde orta sıralarda olmaya uygun bir sezon geçirdiler. Yine de aralarından Rostov'u ayırabiliriz. Valeri Karpin ile yeniden yolları buluşturan Rostov önümüzdeki sezon farklı bir performans sergileyebilir. Hem takım savunmasına önem veren bir teknik direktör (bir maçın son dakikasında yedikleri skoru etkilemeyen bir gole çok kızmıştı), hem de sezonun durgun isimleri Komlichenko ve Poloz gibi forvetlerden verim almayı başardı.

Ligde kalma yarışı ise, şampiyonluk yarışından daha heyecanlıydı. Son haftada bile birden fazla senaryo vardı. Arsenal Tula haftalar önce ligden düşmeyi garantilemişti. Geriye bir aday kalmıştı. Sezon başında, hatta sezon ortasında kimsenin tahmin etmeyeceği Rubin Kazan bu son takım oldu. Bir dönem Rusya Milli Takımı'nı çalıştıran Leonid Slutski'nin ekibi; son 17 maçın sadece üçünü kazanabildi. Oysa sezona üçte üçle giren; üst sıraların adayı olmasa da oralara yakın gezecek bir takım kimliğindeydi.

Sezonun son maçı da onlar adına oldukça dramatikti. Çekiştikleri Ufa ile kendi sahalarında karşılaştılar. 1-0 öne geçtiler ama son dakika golüyle 2-1 yenildiler. Üstelik Lisakovich ile penaltı kaçırdılar. Belaruslu Lisakovic; devre arasında Lokomotiv'den gelmişti. Rubin'de daha çok şans buldu ve bence iyi bir oyuncu olduğunu kanıtladı. Sezona böyle bir olayla veda etmesi şanssızlık oldu.

O gün kazanan Ufa, play-out oynamayı hak etti. Başkurdistan bölgesinin temsilcisi, sezon boyunca 29 gol kaydetti. Bunların 19'u, yani yüzde 65'i 2000 doğumlu Gamid Agalarov'dan geldi. Genç oyuncu, önceki sezonlarda kendini tanıtamamıştı ama bu sezonun gol kralı oldu. Fakat Agalarov'un gücü, takımın play-out'tan kurtulmasına yetmedi. Bu sefer son dakika golünü yiyen Ufa oldu ve Orenburg lige yükseldi.

Play-out oynayan bir diğer takım Khimki ise oradan çıkmayı başardı. Hatta sezonun ilk yarısında puan durumunun son sırasındaydı. Yani önce dipten kurtuldular, sonra can pazarından... Devre arasında yaptıkları transferler takımın çehresini değiştirdi. O dönem gelen isimlerden biri Didier Lamkel'di.  Boğa gibi kuvvetli bir oyuncuydu. Adama hayran kaldım. 3-2 yenildikleri Lokomotiv maçında bile rakibi bayılttı. Fakat savaşın çıkmasıyla Rusya'dan ayrıldı ve Ligue 1'den Metz'e transfer oldu. Orada da fena performans göstermedi.

Son ana kadar küme düşme ihtimali olup da play-out'tan bile yırtan takım Ural'dı. Onlar da biraz Ufa gibiydi. Sezon boyunca sadece 27 gol atabildiler ama ligde kalmayı başardılar. Bu başarının kahramanı kesinlikle Rumen solak Eric Bicfalvi'ydi. Fakir Hagi'si gibiydi. Bir de  bu adam nasıl Rumen anlamak mümkün değil; tip İskandinav metalci gibi ama kendisi Doğu Avrupalı 10 numara...



Tam da bu noktada takımlardan ayrılarak, yukarıda bahsetmediğimiz birkaç futbolcuyu analım. Ligin sıkı takipçileri zaten farkındadır ama benim radarıma bu sezon girdi. Krasnodar'ın genç ama dev kalecisi Matvei Safonov, müthiş bir sezon geçirdi. Birçok maçta takımına puan kazandırdı, kazandıramadıklarında da farkı önledi. Zaten takım kaptanı. Yaşı 22 olmasına rağmen, efsane Akinfeev'i kulübeye yollayarak mili takımın eldivenlerini de takıyor.

Yine Krasnodar'ın 21 yaşındaki oyuncusu Eduard Spertsyan özellikle Mart ayıyla beraber ağırlık koydu. Ülkesi Ermenistan'ın milli takımında oynuyor. Zaten Krasnodar'ın gençlerine ayrı bir gözle bakmak gerek. Sezonun sonlarında ilk 11'in sekiz-dokuz ismi altyapıdan çıkan isimlerdi. 

Bir başka Ermeni oyuncu Khoren Bairamyan, bence ligin en iyi merkez orta sahalarından biriydi. Keşke biraz yaşı genç olsaydı da Süper Lig'e düşseydi. 29 yaş yine de fena değil. Enerjisi yüksek, tekniği yeterli bir oyuncu. Oyuncu arayanlara tavsiye...

Bakalım önümüzdeki sezon bu ligi izlemeye devam edecek miyim? Sorunun cevabını ben de bilmiyorum. Fakat Avrupa kupaları biletinin olmaması, ligdeki yıldızların ayrılmak istemesi yeni dönemde daha kalitesiz bir lig izlettirebilir. Yine de kısık veya sonuna kadar açık bir şekilde; gözümüz üzerlerinde olacaktır.

Salı, Haziran 28

Steamboat Bill Jr.

 


Charlie Chaplin - Buster Keaton savaşında, tarafım Chaplin olur. Çünkü ne olursa olsun, ben basit bir seyirciyim. Ve Chaplin filmleri seyirci için çok daha ilgi çekici. Üstelik aradan 100 yıl geçmesine ve sinemanın form değiştirmesine rağmen; şu zamanda bile hiç yadırgamadan Chaplin filmlerine girişmek ve sıkılmadan çıkmak mümkün.

Keaton da başarısız değil zaten. O da unutulmaz işlere imza atmış. Fakat seyirci gözümü yanına çekerek savaşı kazanması mümkün değildi. Öte yandan eğer bir sinemacı veya sinema öğrencisi olsaydım tercihimi Keaton'dan yana kullanırdım.

Steamboat Bill Jr. 70 dakikalık bir film. 70 dakikanın sonunda hikaye olarak ne anlattığını sorsanız, tabi ki anlatırım ama çok da etkilendiğimi ifade edemem. Ya da çok etkileyici bir öykünün varlığından da bahsedemem. Zaten biraz, yeni dönem komedi filmlerine benziyor. Birkaç skecin toplanıp arka arkaya getirilmesinden oluşturulan bir bütün var. Ama zaten bu film; konusuyla değil, Keaton'ın yeteneği ile öne çıkıyor.

İlginçtir, filmin sonunda yönetmenlik sıfatı sadece Charles Reisner'a verilmiş. Bunun nedeni halen tartışmalı. Oysa dönemin tanıkları, Keaton ile ikisinin ortak bir yönetmenlik yaptığı konusunda hemfikirler. Zaten kamuoyu hafızası da, aradan geçen yılların ardından filmi "Bir Keaton filmi" olarak anımsıyor.

Kesinlikle bir sanat eseri izlediğimi ifade edebilirim. Belki konu geniş hatlarıyla hafızamda yer etmiyor ama bazı sahnelerin kusursuzluğu (üstelik dönem şartlarını, yani 1928'i düşününce) nefes kesmeye yetiyor.

Mesela fırtına sahnesini tekrar tekrar izlemek gerek. Üstelik o sahnede Keaton'ın dublör kullanmaması ve en ufak sapmada hayatını kaybetme ihtimalinin bulunması sahneye biraz daha anlam katıyor. Rivayetlere göre, sahnenin çekiminden bir gün önce Keaton'ın stüdyosu iflasını açıklamış. O nedenle, çekim kazasında hayatını kaybetme ihtimali onu pek korkutmamış. O derbeder ve melankolik halde kameranın önüne gelirken, set çalışanlarının yarısı olası bir kazayı görmemek için seti terk etmiş.

 Bu sahne kadar üst düzey olmasa da, pek çok etkileyici sekans mevcut. Müzik şahane. Filmden çıkar,bağımsız bir şekilde çalsın; 70 dakika boyunca yine dinlersin. Sessiz sinemanın en iyi örneklerinden biri; ayrıca izlediğim en başarılı Keaton filmi de olabilir. En azından; tarihin en saygı uyandıran filmlerden biri olduğu su götürmez...

Pazartesi, Haziran 27

Pazar, Haziran 26

Stromboli

Adana Demirspor'un; İstanbul göçmeni dedeleri nedeniyle Stambouli soy adına sahip olan Fransız oyuncusu Benjamin Stambouli'nin hayatını anlatan bir belgesel... 

Demeyi çok isterdim ama değil. Zaten sinefiller filmi çok iyi biliyordur ve adına aşinadır. Bense öncesinde pek bilgi sahibi değildim. Oysa nereden baksan 70 senelik bir filmden bahsediyoruz. Hem de iyi bir filmden... Fakat benim gibi çok kişinin olduğunu düşünüyorum. Zira IMDB'de bu 70 yıllık filme sadece 7000 kişi oy kullanmış. Avrupa'nın en ünlü yönetmenlerinden birinin (Roberto Rosselini) ve sinema tarihinin en güzel kadınlarından birinin (Ingrid Bergman) yer aldığı bir film için oldukça az...

Stramboli, Sicilya civarındaki küçük adalardan biri. En tanınır özelliği ise, bünyesinde bulunan aktif yanardağ. Ben de filmi izlediğimde İspanya'nın Las Palmas adasındaki yanardağ (Cumbre Vieja) yeni patlamıştı. Daha doğrusu yanardağ 85 gün boyunca aktif kalmıştı, ben de hemen hemen tam o sürenin ortalarında (Kasım 2021) filmi izlemiştim.

Toplum olarak deprem gerçeğini çok fazla konuşuyoruz doğal olarak. Ülke fay hatları üzerinde. Fakat bir de işin yanardağ gerçeği var. Bizim bu taraflar sönmüş ama güney Avrupa bu açıdan şanssız...

Neyse; biz filme geçelim. Stromboli, Avrupa'nın gördüğü en büyük felaketlerden biriyle başlıyor; 2.Dünya Savaşı...

Savaş esnasında tanışan Litvanyalı eski bir hayat kadını ve genç bir asker; birbirlerini sever (sevdiklerini zanneder) ve evlenir. Sonrasında da yeni bir yaşam kurmak için damadın memleketi Stramboli'ye giderler.

Şu anda Türkiye'deki beyaz yakalıların en büyük hayali olan güneyde bir sahil kasabasına yerleşmeyi savaş sonrasında gerçekleştiren Litvanyalı Karen, sıcak denizlerde aradığını bulamaz. İlk günden itibaren bu kasvetli adada rahat edemez. Yönetmen Roberto Rosselini'nin en büyük başarısı da burada yatar. Her ne kadar şimdi izlediğimizde bizi tatmin etmeyecek siyah-beyaz görüntüler yer alsa da; yine de her haliyle muhteşem Akdeniz manzaraları kullanarak o gerginliği verir. Yani mekanı kötüleştirmez, havayı yağmurla-bulutla şekillendirmez. Bildiğimiz Akdeniz ortamı vardır ama Karen mutsuzdur. İşin ilginç kısmı, biz de o ada da rahat edemeyiz. Ayrıca sessiz sinema dönemini anımsatan uzun repliksiz sahneler ve gergin bir müzik de iş başındadır. Hatta bir balık avı sahnesinde, balıkçıların söylediği bir türkü vardır ki; gözlerimizi kapatsak İtalyan ultrasları kötü sonuç alan takımlarına destek oluyor sanabilirdik.

Karen mutlu değildir, evlendiği Antonio da asker kamuflajını çıkarıp sıradan bir balıkçıya dönüşünce cazibesini kaybeder. Artık karizmatik bir "kurtarıcı" değil, kurtulmaya çalışan bir yoksuldur. Karen, birkaç sene önce lavlarla yanan yıkılan, heder olan adadan kaçıp; birkaç sene önce savaşla yanan yıkılan, heder olan ana karaya geri dönmek ister.

Aslında Karen'in öyküsü; genel hatlarıyla Bergman'ın kariyerine çok benzer. Bergman, Hollywood'da yıldız statüsüne erişen bir Avrupalı'ydı. Orada hem başarısıyla hem de düzenli aile hayatıyla rol modeline dönüştü. Fakat ahlakçı ABD'yi tam da bu filmin çekimleri esnasında şaşırttı ve kızdırdı. Rossellini ile ilk kez bu filmde çalışan Bergman; oynadığı filmin yönetmeniyle evlilik dışı bir ilişki yaşar. Bu nedenle de Hollywood'dan aforoz edilir. Tabi dönemin Avrupa'sı da çok iyi karşılamaz bu durumu ama en azından Bergman'ın işini yapmasına müsaade eder. Bergman da Avrupa'da kalır ve en çok da Rossellini ile film çekmeye devam eder.

Karen'de de benzer durumlar vardır. Adaya gelir ama kaçmak ister. İtalyan maço erkek sınıfından eşi ile anlaşamaz. Zaten aralarında dil bariyeri de vardır. Derdini anlatabileceği, içini açabileceği tek insan adadaki pederdir. Fakat ona da bir 'yanlış' yapar. Ayrıca ataerkil bir toplum olan ada halkı, yanardağın eteklerinde Karen'i ayıplamakla meşguldür. Üstelik Karen kaçış planları yaparken, bir başka erkeğe sığınır ve ondan yardım ister.

Aslında kafa karıştıran bir film. İnsana çok fazla soru sordurur. Karen kocasına bağlı olmak zorunda mıydı? Zira kocası da kadının isteklerine ve duygularına hiç tepki vermiyordu. Diğer yandan Karen'in istekleri de parasız bir çift için çok fazlaydı. Savaştan çıkmışlardı, paraları yoktu ve gidecekleri tek yer bu adaydı. Bununla barışık olması gerekmez miydi?. Peki buna zorlanabilir miydi? İzleyiciyi bile boğan bu adadan başka bir yere gidemezler miydi?

Karen bunu denemek istedi. Filmin son sahnesinde, kaçış planı istediği gibi gitmez ve yanardağın gazabına uğrar. O zaman Karen Tanrı'ya yakarır ve pişmanlık dolu sözleri ağzından çıkar. Filmin verdiği mesaj ister istemez "Ailenize sadık kalın, eşinizin yanından ayrılmayın; yoksa taş olursunuz"a dönüşür. Üstelik bu mesajı veren çift (yönetmen ve star); popüler kültürde çizginin diğer tarafına geçenlerdir. 

İnsan bu sorulara kolay kolay cevap bulamaz... Ben halen bulamadım.

Yine de tüm çelişkileri ve karakterleri ile saygıyı hak eden bir filmdir. Ben beğendim. Zaten 1950'ler İtalyan sinemasının da ayağa kalktığı dönemdir. Yeni gerçekçilik beyaz perdeyi sürklase eder. Buna rağmen, bu filmin biraz geri planda kalması şaşırtıcı. Neyse ki, gözden kaçma riski olmasına rağmen ömrümüzün bir gününe sığdırdık.

Cumartesi, Haziran 25

Motivasyon Konuşması

"Genelde sesim aynı tondadır, çok yükselmez. Fakat Kayserispor maçının devre arasında çileden çıktığımı hatırlıyorum. "Ben Kayserispor'un 10-15 tane maçını izledim, en az üç tanesini de özel gözle analiz ettim, hiçbirinde böyle bir Kayserispor görmedim. Bambaşka bir Kayserispor takımı yarattınız " dedim oyuncularıma. "Hiçbir şekilde konsantre değilsiniz, hiçbir şekilde kendinizi maça hazırlamamışsınız. Benim size diyecek bir şeyim yok, çünkü ortada bir oyun yok. Nasıl batırdıysanız, düzeltmek de sizin elinizde!" diyerek odayı terk ettim.

Tabi bunları böyle efendice anlatmadım. Burada söyleyemeyeceğim birkaç kelime arada kaynamış olabilir.

Ha, ben bu konuşmayı yaptım diye m, takımım böyle bir reaksiyon verdi, bilmiyorum. Futbolun bilinmezleri bunlar. Bazı takımlar, antrenörlerin motivasyon konuşmasını çekiyorlar, sosyal medyada paylaşıyorlar. Yahu senin yaptığın motivasyon konuşması oyuncuyu en fazla İstiklal Marşı'na kadar götürür. Oyun böyle bir şey değil ki. Bir haftalık çalışmalar, saatlik analizler yapmışsın; bağırma-çağırma ile mi kazanacaksın sadece?

Kayserispor maçında içeri 2-1 geride girdik, ben bağırdım çağırdım maçı 3-2 kazandık. Ee, keşke maçın başında bağırsaymışım. Hiç 2-0 olmazdı o zaman."

İlhan Palut - Konyaspor Teknik Direktörü / Socrates, Temmuz 2022

Cuma, Haziran 24

Jazireh Ahani

Yakın dönemde izlediğim Lerd adlı filmin yönetmeni ve senaristi Mohammad Rasoulof'un külliyatına bakmıştım. Kariyerinin ikinci filmi Jazireh Ahanı, konusuyla dikkatimi çekmişti.

Bizim topraklarımızdan çıkan Sarmaşık'ı andırıyordu. Filmi izlerken de aklımdan sık sık, "Acaba Tolga Karaçelik de bu filmi izlemiş miydi" sorusu geçti.

Tabi ki iki film arasındaki en büyük ortak nokta; hikayenin bir gemide geçmesi. Ayrıca metaforlara çok fazla sığınıyorlar. Gerçi Karaçelik, kamuoyundaki metafor açıklamalarına karşı çıkmıştı. Hikayenin Türkiye'nin mevcut durumundan daha geniş olduğunu, evrensel bir meseleye dikkat çekmek istediğini söylemişti. Fakat Jazireh Ahanı, bu noktada ayrılıyor gibi. Yönetmenin bir açıklamasını bulamasam da mevcut İran'ı ve toplumunu anlama konusunda daha etkili olduğunu düşünüyorum.  Hatta bu durumu gözümüze sokuyor.

Evet elimizde iki gemi var ama Rasoulof'un gemisi biraz daha sürrealist yapıya sahip. Sarmaşık'ta denizin ortasında, borçlarını ödeyemediği için mahsur kalan bir gemi vardı. Benzer örnekleri olan, hatta benzer bir örneği haber olduğu için Karaçelik'in kalemine giren bir gemiydi bu.

İran'daki gemi ise bambaşka. Gemi, ana karanın güneyindeki denizde (İran Körfezi) bulunuyor. Geminin neden orada olduğunu bilmiyoruz. Zaten gemi hareket etmiyor. Hatta yavaş yavaş batıyor.  Çirkin, paslı bir demir yığını. Ayrıca üzerinde sadece 4-5 mürettebat yok. Kadın, erkek, çocuk, yaşlı, genç onlarca insan yaşıyor. Bildiğimiz gibi yaşıyorlar, mahsur değiller. Bir mahalle gibi, bir memleket gibi. Hatta çok ilginç bir şekilde hayvancılıkla veya tarımla uğraşıyorlar ama denizin ortasında olmalarına rağmen denizden geçinmiyorlar. Denizi sadece ana karaya gitmek için kullanıyorlar.

Aslında bu hafif sürrealist bakış açısı, zaman zaman bize Emir Kusturica'yı hatırlatıyor. Yine de bu kadar benzetmeye rağmen Rasoluof'un kendine has bir anlatım tarzı olduğunu ifade etmek gerek. Öte yandan 2005 yapımı filmi çekerken 32 yaşında olduğunu eklemeli. Bu da bazı eksikleri anlamlandırmamızı sağlıyor. Çok iyi sahnelerimiz var ama görsel açıdan biraz 'soluk' bir film. Belki de öyle olması gerekiyordur, bilmiyorum. Ayrıca metafor kullanımı fazlasıyla baskın. Bu da "mesaj kaygılı film" olarak görülmesine yol açabilir. Oyuncuların da önemli bir kısmının çok başarılı olmadığını kabul etmek gerek.

Fakat kaptan rolündeki Ali Nassirian çok başarılı iş çıkarıyor ve filmi sırtlıyor. Zaten hikayede onun sertliği, zalimliği ve kuralları kendii isteğine göre gevşetmesi önemli bir yer ediniyor. Bu anlarda altı çizilesi replikler bize ışık tutuyor. Kaptan'ın geminin battığını iddia eden öğretmenle diyalogu gibi anlarda yönetmen bize mesajını ve kaygısını yağdırıyor.

Çok daha iyi bir film olabilirdi ama bunun için bir şikayette bulunmayacağız. Güçlü, başarılı, derdi olan bir film. Avrupa'da festival festival gezmesi boşuna değil. Mohammad Rasoulof' ikinci kez bize konuk olduğunda da sınıfı geçiyor. Umarım izlemeye devam ederim...

Öte yandan filmdeki bir sahnede, insanlar televizyon izler ve televizyonda Cengiz İmren'in "Bir tanem" şarkısı çalar.

Türkiye ve İran; birbirine çok uzak değil...

Perşembe, Haziran 23

Porto'nun Dominasyonu

Portekiz Ligi'nde sezonun son maçları 15 Mayıs'ta oynandı. Sonrasında da play-out mücadelesi vardı. Onlar da 29 Mayıs günü neticelendi. Fakat benim yoğun bir Haziran ayı geçirmem, bir sezon analizi yazmamı gecikirdi. Yine de "geç olsun güç olmasın" söylemini sırtımıza alarak klavyeyi tuşlayacağız. Son günlerin transfer gelişmelerini de ekleyerek geçmiş sezonun notlarını sıralayalım.

Önce tabi ki şampiyonluk yarışından başlayacağız. Gerçi buna pek yarış denmez. Yine de bizim ligimizden daha heyecanlıydı tabi. Porto, sezon boyunca sadece bir kere yenilerek şampiyon oldu. O yenilgide Nisan ayında, artık şampiyonluk için gün sayarken Braga deplasmanında geldi. Geçen sezonun şampiyonu Sporting, 85 puanla mutlu sona ulaşmıştı. Yeşil-beyazlılar bu sezon da aynı puanı topladı ama bu sefer Porto'nun altı puan gerisinde kaldı. Porto ise son beş sezonda oynadığı 170 lig maçında sadece 12 kez yenilerek ligi sadece bu sezon değil; son dönemde domine etmiş oldu.

Son beş sezonun mimarı, teknik direktör Sergio Conceicao. Çocukluğumuzun biraz hırpani, biraz serseri, çokça yetenekli ama saçlarıyla ve tarzıyla biraz vurdumduymaz gözüken kanat oyuncusu; inanılmaz başarılı bir teknik direktöre dönüştü. 2000'lerin başından böyle bir kariyer inşa edeceğini tahmin edemezdik. Şu an Porto rakamları Jose Mourinho ile kapışacak düzeyde...

Porto'nun ligde şampiyon olması veya şampiyonluğa oynaması çok şaşırtıcı değil. Fakat bu başarı silsilesi içimde kadronun yenilenmesi ve devamlı beş büyük lige ihraç yapması saygı duyulası. Conceicao, sezonun içinde dahi çok iyi oyuncularını kaybetti. Luis Diaz Liverpool'a giderken ligin gol kralıydı. Takımın eskilerinden Jesus Corona La Liga'ya (Sevilla), Sergio Oliveria ise Serie A'ya (Roma) gitti. Buna rağmen takım hiç sarsılmadan şampiyonluğa uzandı. Şampiyonluk sonrasında da 21 yaşındaki ikili Fabio Vieria ve Vitinha bavulları topladı. Ben Vitinha'cıyım ama Fabio Vieria da sezon boyunca 16 asist yaparak sükse yaptı. Biri Arsenal, diğeri PSG yolunda. Ayrıca Otavio için de Aston Villa ve Leeds United diyorlar. Hocam bu nasıl bir fabrika be? Kim oynayacak üç ay sonra?

Yine de bana göre şampiyonluğun aslan payı Mehdi Taremi - Evanilson ikilisindeydi. Taremi zaten çok beğendiğim bir oyuncu ve adının Fenerbahçe ile geçmesime de çok şaşırıyorum. Tabi artık 29 yaşında ve Porto için yaşlı duruyor... Taremi sezonu 20 golle tamamlarken, Diaz'ın ayrılığından sonra sorumluluk alan Evanilson son dört ayda 11 kez fileleri havalandırdı. Bu goller, onun adının Manchester United ile anılmasını sağladı. Bu arada Pepe (38) ile Mbemba'nın liderliğini üstlendiği savunma hattının da payını es geçmek olmaz. 

Sporting'e yazık olduğundan yukarıda bahsettik. Detaylı bir analize gerek yok gibi duruyor. Ruben Amorim'in sistemi oturdu ve istikrarlı bir takım yaratıldı. İkincilik de kötü değildi. Yapı bozulmadan yola aynı şekilde devam edecekler gibi...

Lizbon'nun diğer tarafında ise işler karışıktı ve halen belirsizlik devam ediyor. Benfica sezona Jorge Jesus ile başladı. Sezon da fena gitmedi aslında. Şampiyonluk yarışının çok gerisinde kalmadılar, Şampiyonlar Ligi gruplarından çıktılar ama Jesus'un hem yönetimle, hem takımdaki papaz oyuncularla (Pizzi ve Rafa Silva başta olmak üzere) takışması sonunu hazırladı. Devamında taraftar da sırtını döndü. Jesus ile devam edilseydi ne olurdu merak ediyorum. Bir yanım zaman tanınmalıydı derken, diğer yanım da bu kaosun sonunun belli olduğunu söylüyor. Sezonu Nelsson Verissimo ile tamamladılar ama kimse tatmin olmadı.

Sonuç olarak sezonu bir kez daha kupasız kapattılar. Yeni sezonda takımın başında Roger Schmidt olacak. Transfere de hızlı girmeye çalıştılar ama şu ana kadar beklendiği gibi olmadı. Hatta sezona damga vuran gol kralı Darwin Nunez'i de Liverpool'a yolladılar. Yeri kolay dolacak bir oyuncu değil. Kötü Benfica'da bile 26 gol atmayı başarmıştı. Onun yokluğunda Porto ve Sporting'in sağlam yapılarına yaklaşmak kolay olmayacak. Yerini doldurmak için adı geçen isimlerden biri olan Boavistalı Petar Musa beğendiğim bir oyuncu olmasına rağmen, Darwin ayarında gibi durmuyor.

Braga son 13 sezonda 11.kez ilk dörde girdi. Bu 11 sezonun sekizinde de dördüncülükte kaldı. Artık Portekiz futbolundaki yeri sağlamlaştı gibi; üç büyüğün hemen arkasında, diğerlerinin çok önünde... Sezonun yıldızı ise tüm kulvarlarda 23, ligde 19 gol atan Ricardo Horta'ydı.  Kardeş Andre Horta, orta sahada Medeiros, Kasımpaşa'dan hatırladığımız Andre Castro ve tabi ki teknik direktör Carlos Carvalhal de unutulmamalı. Son iki sezonda Braga'ya oynattığı futbolla dikkat çeken Carvalhal'ın sezon sonunda Körfez yolculuğuna çıkması ise şaşırttı.

Avrupa biletini alan son takım Gil Vicente'ydi ve bu sezon başından bakılınca oldukça büyük bir sürprizdi. Fakat sonuna kadar hak ettiler. İspanyol santrfor Fran Navarro 16, Samuel Lino 12 gol atarak başarının mimarları oldu. Bu iki oyuncuya Avrupa'nın önemli liglerinden takipler var. Fakat ilk giden Pedrinho oldu. Ligin en çok asist yapan ikinci oyuncusu olan orta saha oyuncusu (birinci sırada Benfica'dan Rafa Silva var), yeni sezonda Süper Lig'de boy gösterecek ve Ankaragücü forması giyecek. Her anlamda ilginç bir tercih... Pedrinho, bir önceki takımı Paços de Ferreira'da çok şık gollere imza atıyordu, Gil Vicente'de ise sezonu bir golle tamamladı. Portimonense'ye attığı o tek gol de şıktı.

Tabi Türkiye'ye gelen ve ne yapacağı merak konusu olan bir diğer Portekiz Ligi oyuncusu da Lincoln.... Kendisi ile ilgili yorumlarımı Youtube'da Sinan Yılmaz ile yaptığımız yayında dinleyebilirsiniz. Burada tekrara girmeyeceğim. Fakat Santa Clara'nın yedinciliği de en az Gil Vicente'nin beşinciliği kadar alkışı hak ediyor. Santa Clara'nın başarısının en önemli sac ayaklarından biri Lincoln'dü. Bir diğeri Morita ise Sporting'in yolunu tuttu. Bir de Rui Costa var ama o sanki takımda kalacak gibi...

Sezonu altıncı bitiren Guimaraes'ten daha iyi bir performans beklerdik. Famalicao'nun sekizinciliği son beş haftada topladıkları 11 puan sayesinde geldi. Yoksa küme düşme adaylarından biri olarak yaşadılar sezonu. Orada da dikkatimizi çeken isim Lens'ten transfer edilen forvet Simon Banza oldu. 25 yaşındaki oyuncu sezonu 14 golle tamamladı.

Bruno Pinheiro önderliğindeki Estoril sezonun sürpriz takımlarından biri olacakmış gibi başladı ama ne zaman hocanın adı Beşiktaş ile anıldı (ve transfer yattı) takımın da düşüşü başladı. Yine de lige yeni yükselen bir takım için 9. basamak fena değil. Ligin diğer yenileri Vizela ve Arouca da ligde kalmayı başardılar.

Sezonun en kötü takımı olan Belenenses, son virajda bir kıpırdanma gösterse de yeterli olmadı ve küme düştü. Fakat Tondela'nın düşmesi şaşırtıcıydı. Ligin iyi top oynayan takımlarından biriydi. Hatta kupa finaline kadar yükseldiler. Fakat hem ligden düşmenin üzüntüsünü yaşadılar hem de finalde Porto'ya yenildiler. Ben sezon başında pozitif futbol oynamaya çalışan bu takımın ligde kalmasını isterdim ama bazen pragmatik olmak gerekir. Berbat zeminli deplasmanlarda, yağmurlu havalarda bile yerden pasla oynamayı tercih ettiler. Sezon boyunca attıkları 41 gol, alt sıralar için fazlasıyla yeterliydi ama kalelerinde gördükleri 67 gol, felaketin habercisi gibiydi.

Ligden düşen son takım Mayıs ayının sonunda belli oldu. Moreirense, play-out mücadelesinde alt ligin üçüncüsü Chaves ile karşılaştı. Geçen sezon Gaziantep FK'da da görev yapan Ricardo Sa Pinto, sezonun son bölümünde Moreirense'yi kurtarmaya geldi ama tatmin edici bir performans gösteremedi. 2-0 kaybettiği maçın rövanşını 1-0'la kazanınca, Moreirense alt lige düştü. Bu arada Sa Pinto da yeni sezonda İran'ın İstiklal takımında görev yapacak. Futbol topunun peşinde gezmeye devam...

Lige yükselen diğer iki takım ise, kısa bir veda sezonu yaşayan Rio Ave ve 83 sene sonra en üst lige dönen Lizbon temsilcisi Casa Pia oldu.

Bu arada 34 maçın 17'sini berabere bitiren Boavista'ya da ayrı bir alkış....

Yeni sezonda görüşmek dileğiyle...

Bir önceki sezonu hatırlamak için TIKS

Çarşamba, Haziran 22

Ojing-eo geim

Her zaman dizilerin ve filmlerin orijinal dillerindeki isimlerini başlığa taşımaya dikkat ettik. Bu geleneğimizden yine taviz vermiyoruz. Fakat bu başlık, sizde bir boşluk hissi yaratmış olabilir. O yüzden açalım; bu yazı, dünya çapında Squid Game olarak bilinen o popüler Güney Kore dizisi hakkında...

2021 yılında çok konuşulan  Squid Game'i, senenin sonlarında izlemiştik. Altı bölümlük diziyi hemen de bitirdik. Fakat bloga yazmam uzun sürdü. Zira yeni sezonun geleceği konuşuluyordu. Gelecek, gelmeyecek, çekimler başlayacak, başlamayacak derken ben bunaldım. Daha doğrusu ilk sezonu unutmaya başladım. Bu kadar uzun bir aradan sonra ikinci sezonu izler miyim bilmiyorum. Canım sevgilim ikna ederse izleyeceğiz tabi ama benim pek hevesim kalmadı.

Fakat izlediğimiz ilk sezonu bloga taşımanın zamanı artık geldi. Aslında notumuzu da sanırım bir önceki paragrafta hissettirdim. Bu bunalmam ve kaprisim, aslında ilk sezonu çok da beğenmediğimin göstergesi olabilir. Şaşaalı ve etkileyici bir ilk sezon yaşasaydık, ikinci sezonu senelerce bile beklerdik. Fakat vasat bir ilk sezon, devamını aylarca beklemek için heyecan uyandırmadı.

Oysa, ilk bölümün yayınlandığı Eylül ayıyla beraber çok büyük övgüler aldı Squid Game. Bir ay içinde 111 milyon kişi izledi ve Netflix tarihinin en çok izlenen dizisi oldu. Bu çılgınlık haline aslında şaşırmadım. Türkiye'den bakınca hele; hiç şaşırmadım. Türkiye ile Güney Kore arasındaki benzerlikleri düşününce şaşırmanın uzaktan yakınından geçmedim.

Konusu bize, neden popüler olduğunu anlatıyordu zaten: Borç batağına sürüklenmiş, para ihtiyacı ile yanıp tutuşan olan bir grup insan, aldıkları gizemli davetleri kabul ederek bir yarışmaya katılırlar. Yarışma denizin ortasında kimsenin yerini bilmediği bir adada yapılır ve  çok büyük para ödülüne sahiptir. Ancak sonradan anlaşılır ki; kaybedenler ölümle burun buruna kalacaktır.

Bu konu neden bize yabancı gelmedi? Zira yerel kanallarımızda Survivor, Masterchefs, O Ses, Yeteneksizsiniz gibi yarışmalar mevcut. Tabi ki bunların sonunda ölüm yok. Gerçi Survivor parkurları artık çok başka seviyeye geldi; birilerinin başına çok kötü işler gelebilir ama yine de Squid Game ile kıyaslanamaz. Fakat her iki yerde de gördük ki; toplum bu yarışmalara dahil olmak için çok hevesli. Sadece şöhret olmak değil mesele; o yarışmalarda elde edilecek başarı, bundan sonraki hayatlarında ciddi bir gelir elde etme şansına ulaşmalarını sağlayacak. Örnekler zaten ortada...

Squid Game'deki yarışmaya katılan yüzlerce insan, o nedenle bizden çok uzak değil. Türkiye'de ve benzer ülkelerde ilgi görmesi bu açıdan doğal. Neoliberal politikaların iflas ettiği son dönemde Batı'nın da böyle bir fikre ilgi göstermesi şaşırtıcı değil. İnsanlar artık yetenekleriyle para kazanmanın daha olası olduğunu düşünüyor. Bu sporculuk da olabilir, bir yarışma becerisi de; fark etmez. Hizmet sektöründe senelerce çalışmanın sağlayacağı getiriden daha fazlasını verebilir. Üstelik daha hızlı bir şekilde...

Ve aslında; bizim yarışmalarımızı (özellikle de Survivor'ı) izleyen biri olarak; Squid Game'de yarışmaların/oyunların diziye heyecan kattığını belirtmem gerek. Fakat onlar da altı bölüm ve yaklaşık altı saatten oluşan dizide çok fazla yer kaplamıyor. Bunu bir eksi olarak sunmuyorum, zira o sahnelere daha çok zaman ayrılsa bu sefer başka sıkıntılar da oluşabilirdi. Esas sorun, dizinin geri kalanında o heyecanın sağlanamamış olmasıydı.

Heyecan yok, zira dizi benim için oldukça tahmin edilebilir şekilde ilerledi. Belki inanmazsınız ama durum buydu. Normalde film ve dizi yorumlarında "Tahmin edilebilir bir yapımdı" diyenleri hiç anlamazdım. ''Artistlik olsun diye yalan söylüyorlar herhalde'' diyerek de hafiften kıskanırdım. Zira öyle bir tahmin becerim yoktur. Daha doğrusu öyle bir bakış açım da yoktur. Filmleri tahmin etmek için izlemem, tahmin pek yapmam, yaparsam da tutmaz..

Fakat, Squid Game sağolsun, beni de o noktaya çekti ve tahminlerim tuttu. Hatta herkesin diziye çok fazla anlam yüklemesine neden olan son periyotta dahi ben ters köşe olamadım. Spoiler vermemek için detaya girmiyorum ama 3-4. bölümden belliydi neler olacağı... 

Yanlış tahmin yaptığım tek sekans ise ilk bölümün sonunda yapılan oylamada yaşlı amcanın verdiği son oydu. O da diziye ekstra sıkıcı bir bölüm (2.bölüm) katmış. Yoksa zaten oradaki oyu değiştirip, ikinci sezonu pas geçsek çok fazla değişiklik olmayacaktı.

Öte yandan Squid Game konsepti; sinemada aşina olmadığımız bir durum değildi. Daha önce benzer bir konuyu içeren diziler ve filmler vardı. Benim aklıma ilk gelen Andron oldu. Andron, IMDB'de gördüğüm en düşük notlrdan birine sahipti ama kesinkikle o notu hak etmemişti. Teknik anlamda eksiklikleri vardı ama kurgusu üzerine konuşmayı hak ediyordu. Squid Game, Andron'u biraz daha değiştirip, daha iyi bir teknikle sunmuş. Bunun da ödülünü, daha çok ilgi görerek almış.

Yönetmenimiz; yarışma temalı bir yapım için ayrıca öneme sahip olan kamerayı ustaca kullanıyor ve bizi olayın içine çekebiliyor. Oyuncularımız harika iş çıkarıyor. Müziklerini de çok beğendim. Kostümler de ikonik bir ürüne dönüşmeyi hak edecek yaratıcılıktaydı. En azından Vendetta çakması La Casa de Papel gibi olmadı...

Fakat yine de çok sevdiğim Kore sinemasından daha iyisini beklerdim. Tabi bu sinema değil; bir dizi. Format farklı, içerik farklı. Ayrıca uluslararası sinemada önümüze her zaman en iyiler gelir. Kötüler zaten ülke içinde elenir ve bize iyileri sunarlar. Dizi ise bizim para verdiğimiz platform için özel olarak hazırlanmıştı. 

Yine de Kore yapımları iyidir ve ben de Kore dizisi olunca çok heveslenmiştim. Fakat olmamış. İzlenir mi izlenir, daha kötü çok fazla dizi var ortada. Fakat abartıldığı da maalesef gerçek. Aslında Netflix yapımı birçok dizide yaşadığım buydu. Çok fazla piyasa, çok fazla reklam, çok fazla beklenti ve sonrasında vasatı kabullenme.. Aslında beklentimin dışına da çıkmadı. Fakat daha ustaca ve daha farklı bir iş çıkabilirdi.

Bir de böyle kalabalık karakterleri yapımlarda insan taraf tutar. Ben çoğunluğun 'naif' gördüğü ve biraz renksiz bulduğu esas karakterimiz Seong'u sevdim. Vicdanına yenilenler, her zaman gönlümüzü kazanırlar. Göçmen Ali de iyi bir karakterdi ama o saflığının kurbanı oldu. 

Bu arada ikinci sezon da sıkıntılı olacak gibi. Yönetmen ve senarist tek sezonda kalması için ısrar etmiş ama elde edilen gelir ekibi ikna etmeye yetmiş. Böyle örnekler genelde başarısız olur; biliriz.

Fakat diğer yandan bakınca da, dizinin ruhuna uygun olmuş. Para tatlı gelince; setlere ve yarışmaya geri dönüyorlar... Aslında yönetmen Hwang Donk Hyuk'un yarattığı projenin 10 yıl boyunca ret almasını ve sonrasında turnayı gözünden vurmasını düşününce; dizinin kendi hikayesi bile ruha çok uyuyor. Adeta Rocky gibi...

Çarşamba, Haziran 15

Takımların Kralları


Sezonun gol kralı, onun takipçileri belliydi ama bir de her takımın kendi içindeki en golcü oyunculara bakalım. Neden böyle bir içerik yazıyoruz? Çünkü hava sıcak, Uluslar Ligi tat vermedi ve sıkıldık... 

Trabzonspor / Andreas Cornelius: Trabzonspor bir yabancı santrforlar mezarlığıdır. Çok sayıda oyuncu gelmiş, bir kısmı iz bile bırakamadan gitmiştir. 15 gol barajına ulaşansa çok azdır. İki kez Şota başardı bunu. 25 golle kral olmuştu, bir başka sezonda da 15 golü buldu. Onun dışında Trabzonlular, Sörloth (24), Cardozo (17) ve Rodallega'yı (15) gördü. Listeye bu sezon Cornelius da eklendi. Üstelik burada adı geçen oyunculardan farklı bir özelliği de var; Süper Lig şampiyonluğu! Kendisini sezonun 11'ine de almıştık. Ayrıntılar orada...

Fenerbahçe / Serdar Dursun: Fenerbahçe'ye yeni transfer olan her forvetin golle başlaması lazım. İşte Serdar Dursun'un şanssızlığı da bu. Sezonu 15 golle tamamladı. Bu gollerin 10'u 2022 yılında, 5'i 2021 döneminde geldi. Mesela Vedat Muriqi de 15 golle bitirmişti kendi sezonunu. Fakat sezonun ilk devresinde 10 gol attığı için algı daha başka oldu. Vedat halen aranan santrfor, Serdar ise biraz üvey evlat. Vedat'ın yolu Lazio'ya gitti, imkan olsa Serdar'ın önüne bir santrfor alınır! Öyle veya böyle; bu listede o var. Takımın kralı o... Bu arada 15 golün altısını Ç.Rizespor'a, dokuzunu da küme düşen takımlara atması da ayrı bir nokta... 

Konyaspor / Sokol Cikalleshi: Cikalleshi istikrarsız bir sezon geçirdi aslında. İlk yarıdaki performansı yavaş yavaş eridi. Formayı da zaman zaman kaptırdı. Fakat 10 golle sezonu bitirdi. Herhalde Konyaspor'un bu sezonunda gol dediğimizde akla gelen isim Ahmed Hassan olur ama Mısırlı ligde sekiz gol kaydedebildi.Ve takımdan da ayrıldı. Seneye görev yine Cikalleshi'de olabilir. Bir santrfor önüne geçse bile, yedekten katkı verebilecek sadık ve çalışkan bir oyuncu profiline sahip olması çok değerli.

Başakşehir / Stefano Okaka: Başakşehir sezona çok kötü bir giriş yapmasaydı belki Okaka'nın gol sayısı da daha fazla olabilirdi. Üstelik en verimli dönemi de o zamandı. Sezonun ilk yarısında Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş'a gol atmasını başardı. Sonra düşüşe geçti. Yine de sezonu 12 golle tamamladı. Peki o zaman niye Başakşehir sezona iyi girseydi, daha çok gol atardı diyoruz? Zira her ne kadar ilk dört hedefi baki kalsa takımın heyecanı zamanla kayboldu. Bu Okaka'ya da yansıdı. Şampiyonluk yarışına, heyecanına ortak olan bir takımda çok daha fazla gol atabilirdi.

Alanyaspor / Famara Diedhiou: Alanyaspor'un tüm sezonunda Emre Akbaba ve Famara Diedhiou eşit sayıda gole imza attılar. Fakat Emre, 13 golün üçünü kupaya sakladı. Diedhiou ise lige 11 gol sığdırdı. Ocak ve Şubat ayında, Afrika Kupası için milli takımına (Senegal) gitmeseydi gol sayısı daha da fazla olabilirdi. Fakat yine de son dönemde Alanyaspor'da parlayan Wagner Love, Papis Cisse gibi golcüler gibi iz bırakmadı. Biraz sönük kaldı sanki... 

Beşiktaş / Michy Batshuayi: Sadece direkten dönen topları gol olsaydı belki de ligin kralı olacaktı. Öncelikle şunu kabul etmek gerek. Aboubakar'ın üzerine kurulan oyun yapısı ona çok tersti. Başka bir düzlemde daha başarılı olabilirdi. Kariyerinde hiçbir zaman bir takımın bitirici gücü olmadı. Buna rağmen kariyerinin en çok gol attığı sezonlarından birini yaşadı. Fazla pozisyona girebilmesi onun handikapı oldu. Bu nedenle gözden düştü. Oysa kaçak güreşip, az pozisyonda 14 gol atsaydı el üstünde tutulurdu! Avrupa futbolunun en eğlenceli isimlerinden biri, Türkiye'de depresif triplere girdi. Bu toplum herkese zarar. Yine de biz senden razıyız...

Antalyaspor / Haji Wright: Sezon başında biri çıkıp, bu listede Wright'ın olacağını söyleseydi kolay kolay inanmazdım. Öyle bir görüntü çiziyordu ki, o fiziksel durumla sezonu tamamlayacağına bile ihtimal vermezdim. 24 yaşında olduğunda şaşırmıştım, zira 32 yaşındaki futbolcular gibi oynuyordu. Zaten Mart ayına kadar da beş gol atabildi. Fakat son 2.5 aya dokuz gol sığdırdı. Buradaki en büyük pay, yanına eklenen Luiz Adriano takviyesi. Ve tabi ki Nuri Şahin'in de hakkını vermek gerek. Sezon sona erdiğinde ABD Milli Takımı'na çağrıldı. Önümüzdeki sezon daha dikkatli ve ön yargısız bir şekilde izleyeceğiz.

Karagümrük / Aleksandar Pesic: İlk haftalarda izledikten sonra gol kralı adayımdı. Seviyorum böyle çalışkan, tempolu ve aynı zamanda gol atabilen santrforları. Sezonun ikinci yarısında bir dönem formasından uzak kaldı, sonra dönüşü de çok sağlıklı olmadı. Yine de 14 kez fileleri havalandırdı. 

Adana Demirspor / Mario Balotelli: İlkesel olarak transferine karşı olsam da adam iş yaptı. Gerçi zaman zaman egoist düşüncesi nedeniyle takımına zarar verdiğini de düşünüyorum. Yine de 18 gol atmasını beklemiyordum. Süper Lig tarihinin bir sezonda en çok gol atan İtalyan oyuncusu oldu. Adı İtalya Milli Takımı için geçti, şimdi de Serie A söylentileri mevcut. Adam öyle bir deli ki, Adana gibi bir yerde kafayı boşaltarak kendini buldu!

Sivasspor / Mustapha Yatabare: Sezonun son bölümünde ailevi nedenlerden dolayı ülkeden ayrılan Pedro Henrique, sezonu kulüpte tamamlasaydı belki bu unvanı elinde tutardı. Pedro sekizde kaldı, Yatabare 10'u yakaladı. Sezonun son beş ayında sadece üç gol atması onun eksisi.. Bu istatistik, biraz da Sivasspor'un durumuna işaret edebilir. Öte yandan kendisi 36 yaşında (listenin en yaşlısı) ve son üç sezondur Sivasspor'da çift haneli gol sayılarına ulaşıyor. İnanılmaz bir istikrar. Atom Karınca Rıza Çalımbay'ın santrfor hali gibi..

Kasımpaşa / Umut Bozok: Burayı kısa geçebiliriz. Ne de olsa adam ligin gol kralı. Ya da bir ara ona ayrı bir yazı da yazabiliriz. Fakat biraz şanssız. Kasımpaşa denilince akla o değil, Muleka geliyor artık. Sezonun ikinci yarısını kulübede geçirdi. Ligde gol kralı oldu ama milli takımda ilk tercih olamıyor. Akıbetini merak ediyorum. Yaklaşık 120 dakikada bir gol atıyor. Aynı zamanda 7 de asist yaptı. Çok daha fazla saygı görmesi gerekirdi.

Hatayspor / Ayoub El Kaabi: Boş geçtiği iki aylık dönem olmasa belki de kral oydu. İddaa'da sezon başında gol kralı kim olur bahsinde çok verimli bir oranı da vardı. Yazık oldu. 

Galatasaray / Kerem Aktürkoğlu: Mbaye Diagne, Mostafa Mohammed, Halil Dervişoğlu; sonrasında Gomis... Dört tane beklentisi yüksek santrforun arasından sıyrılıp bu listeye giren kişi Kerem Aktürkoğlu oldu. Üstelik doğru dürüst ilk tam Süper Lig sezonunda. Geç parlayan bir oyuncu. Futboldan alacakları var. Fakat tahsil etmeye başladı bile. Umarım önümüzdeki sezon takımın tek planı "At Kerem'e" olmaz. Neredeyse her maçta oynamak onda bir yorgunluk da yarattı. Daha ekonomik kullanılsaydı, gol sayısı daha da artabilirdi. Öte yandan bu listeye giren Türkiye doğumlu iki oyuncudan biri. Ayrıca bu listenin ay farkıyla (Wright'ı geride bırakıyor) en genç oyuncusu.

Kayserispor / Mame Thiam: Takım arkadaşı Gavranovic ile bu unvan için bir rekabete girdi. Ben Gavranovic'ten yanaydım ama Thiam da çok iyi sezon geçirdi. Afrika Kupası da onu biraz frenledi. Jason Muleka'dan sonra; 10 gol barajını yakalayan oyuncular arasında en az maça çıkanı. Diğer bir deyeişle; iyi bir ortalaması var.

Gaziantep FK / Alexandru Maxim: Bu listenin kaleye en uzak ismi olabilir. Ne santrfor, ne de bir kanat forvet. 14 gol attı, 7 de asisti var. Toplam 21 gole katkı. Gaziantep'in attığı gollerin (48) neredeyse yarısı. Geçen sezon 15 atmıştı. İlk geldiği sezonda da yarım devrede 7 tane sallamıştı. Lig tarihine adını yazdıran Rumenlerden biri oldu. Bu sezon Moldovan'ı geride bıraktı; Stancu ve Hagi'den sonra en çok gol atan üçüncü Rumen... 

Giresunspor / Umut Nayir ve Fousseni Diabate: Sezonun ilginç takımından da bu beklenirdi. Hem iki oyuncu birden çıkaran tek takım, hem de kendi krallarına en az gol attıran takım. Bu listeye altışar golle girdiler. Umut Nayir, Türkiye'den yetişerek Kerem'i yalnız bırakmamış oldu. 

Ç.Rizespor / Joel Pohjanpalo: Küme düşen bir takımda 16 gol. Hiç fena değil. Ayrıca bu gollerin neredeyse yarısını (7) Galatasaray, Beşiktaş ve şampiyon Trabzonsor'a attı. Penaltıları sıklıkla kullanması ona olan ilgiyi azaltmış olabilir ama yine de sezona iz bıraktığı gerçek. Annti Sumiala'nın taşıdığı Fin bayrağını artık o dalgalandıracak.

Altay / Daouda Bamba: Geçen sezon Norveç Ligi'nde Brann forması giymişti ve takımın çoğu oyuncusu gibi bitiricilik noktasındaki zaaflarıyla dikkat çekmişti. Sonra Altay'a geldi. Üst üste ikinci defa, küme düşen bir takımın parçası oldu. 7 kere fileleri havalandırdı. 2022'de hiç gol atamamasına rağmen hiçbir takım arkadaşı onu yakalayamadı. Altay'ın tüm sorunlarını buradan okumak mümkün.

Göztepe / Cheriff Ndiaye: Göztepe'de geçirdiği günlerde fena performans sergilemedi bence. Fakat taraftarlar arasında sevmeyeni çoktu. Takımda kalsaydı; kurtarır mıydı? Belli olmaz. Çok da oynamamaya başlamıştı zaten. İki sezonda da 10 golü gördü. Süper Lig'e çıktığından beri santrfor katkısı alamayan bir takım için kötünün iyisiydi. Daha iyisini bulamadıkları için yolun sonu aşağısı oldu. O, Diedhiou, Thiam; listenin üç Senegallisi....

Yeni Malatyaspor / Benjamin Tetteh: Sezon boyunca sadece sekiz oyuncusu gol atan bir takımdan bahsediyoruz. Üstelik bunların ikisi; Adem ve Mounir sezon devam ederken takımdan ayrıldı. Haliyle krallık Tetteh'e kaldı. Tetteh'in oynamadığı dönemde takımın ligden düşmesi şekillendi zaten. Yeni Malatyaspor, eskisinin yolundan gitti ama herhalde Tetteh Süper Lig'de kalır