Perşembe, Şubat 28

Büyük Resim






Cezanın saçma sapan olduğu bir gerçek. Herkes zaten hemen hemen aynı şeyleri düşünüyor. Dışarıda olan bir olaya kulüp ne kadar müdahale edebilir? Stadın hemen yanı evlendirme dairesi; adamın biri havai fişek ile nikahını kutlasa ve stada bir saldırı (!) olsa ne olacak? Veya ben Galatasaraylı olarak Pilzen maçında paraşütle sahaya insem ve hakemi tokatlasam ne olacak? Bunların sıkıntısını Fenerbahçe mi çekecek?

Fenerbahçe yönetiminde Şekip Mosturoğlu gibi dünya çapında bir spor hukukçusu var. Çok etkili savunma yapabilecek kabiliyette olduğuna inanıyoruz. Peki neden Fenerbahçe'nin başı ağrıyor? İki ihtimal var; birincisi "UEFA alt tarafı bir dernek, UEFA sopası ile bizi korkutamazsınız" diyenlerin aslında ne kadar yanıldığının göstergesidir. Fenerbahçe taraftarını bu cümlelerle örgütleyen kanaat önderleri dün stadyumda yoktu herhalde, çünkü tribünle boştu. Açık konuşalım; dün yine GFB vardı, yine kemik gruplar vardı, yine senelerdir sevabıyla günahıyla o tribünün kahrını çekmiş insanlar vardı. 

Buradan ikinci senaryoya bağlayalım. GFB'nin Aziz Yıldırım yöntemine karşı duruşu ve tavrı biliniyor. Yıldırım'ın da aynı şekilde restleştiği ortada. Bugün gazetelerde ve Fenerbahçeli taraftarlar arasındaki konuşmalara bakınca, alınan cezanın tek sorumlusu olarak  Aziz Yıldırım muhalifleri, daha doğrusu GFB olarak gösteriliyor. Belki bu da geniş bir komplo teorisi olarak değerlendirebilir. 3 Temmuz'un klişe cümlelerinden biri olarak: Büyük resmi görelim.

Yönetim, cezaya itiraz etmeyerek, ciddi bir savunma mekanizması kurmayarak cezaya davetiye çıkarmış olabilir. Bu sayede, hem olası bir elenmede duyulacak istfia seslerinin önü kesebilir hem de böyle bir olayda "Fenerbahçe'nin düşmanı GFB" algısı oluşturarak grubu zayıflatmayı planlamış olabilir. Ne yaptıysa Fenerbahçe için yapan bir adam bunu da düşünebilir. Veya düşünmez. Biz aklımıza geleni yazalım da, kafalarda soru işareti oluşsun, gerisi önemli değil.

Zaten bugün Twittera ve forumlara baktığımda bu planın başarılı olduğunu görüyorum. Fenerbahçeli olmayanlar, ki bunlar arasında Fenerbahçe'den inanılmaz derecede nefret edenler de var (Meireles tükürdü diyenler dahil) bugün "bu ceza çok saçma" diyor. 3 Temmuz sürecinde olan bitende 3 maymunu oynayıp, "Fenerbahçe tertemizdir" diyenler ise "Kaşındık, UEFA haklı" diyor. Bu algının yaratılmış olması bile büyük başarıdır.

Bu savaşta psikolojik avantaj hala Aziz Yıldırım'da...

Fenerbahçe 2-3 1461 Trabzon



Uzun bir aradan sonra Kadıköy'deyiz. Anlamsız ve formalite niteliği taşıyan bir maç olmasa gidemezdik. Bu sene Fenerbahçe tribünü sezonun hakkını verdi gibi. Bu tarz maçları değerlendirme dışında bırakmak lazım.

Maçın özellikle ilk devresinde ilginç bir şey görmek zordu. Fenerbahçe tribünün 90 dakika boyunca Beşiktaş'a sataşması bir derbi geleneğidir, bu geleneği, gelecek sene oynanacak stadyum konusuna da dayandırarak daha da sert devam ettirdiler. İlginç olan Okul Açık'ın bu isyanı Maraton Tribünü'ne bile ulaşmamış. Çok ilginç bir akustiği var bu Kadıköy'ün.

Bir ara UEFA da küfürlü tezahüratlardan nasibini aldı. Buna anlam veremedik ilk başta ama devre arasında olayın perde arkasını çözdük. Maçın geri kalanında gündem maddesi UEFA'ya verilen ceza oldu. Zaten maç boyunca "maç hakkında ne yazabilirim ki" diye düşünüyordum. Onu da ayrı yazdık. Maçı kısa geçelim.

Fenerbahçe'nin ilk golünde sahaya giren çocuklara yapılan muameleyi merak ediyorum. Tribün, "Çocuğu bırakın orospu çocukları" diye bağırsa da sanırım bırakılmadı. Yaşları 10-12 gibi olan iki çocuk acaba 6222'den mi yargılanacak. Tek istekleri Krasiç'e ve Semih'e sarılmak olan iki çocuğun fişlenmesi mide bulandırır.

Maçın ikinci yarısı daha fazla aksiyona sahne oldu. Goller geldi. Trabzon biraz daha istedi maçı. Fenerbahçe iyice maçı bıraktı. Trabzon'un forveti Mustafa Tiryaki'yi çok beğendim. Çok güçlü. İyi mücadele ediyor. Fenerbahçe'de Salih'e negatif gözler baktım. Genç oyuncu sevgisine karşı muhalif kalmak istedim ama başardım. Çocuk oynuyor. Temiz oynuyor.

Maçın sonunda Trabzonluların sevinci abartıydı bence. Gerçi futbolcuları anlamak mümkün. Genç isimlerin Fenerbahçe'yi yenmesi kariyerleri için de, futbolculuk dönemi anıları için de önemlidir. Prim de kazandılarsa sevinmek en doğal hakları. Ama Trabzonspor taraftarı olan arkadaşların zafer çığlıklarına anlam veremedim. Sonuçta bir formalite maçı. Grupta sonuncu olmuşsun, rakibin sana yedeklerle çıkmış, taraftarı bile maça gelmemiş sen de yenmişsin. Hak etmişsin. Ama bunu abartmaya gerek var mı? Yerel basın bile bugün destana çevirmiş bu galibiyeti.

1461 Trabzon'un bu sezon İstanbul'da kazandığı iki galibiyeti de tribünden izledim. İlkinde Galatasaray'ı yenerken sempatiklerdi. Hak etmişlerdi. Bu sefer bir şeyler eksik kaldı sanki. Belki de sahada rakip olmadığı içindir.



Çarşamba, Şubat 27

İşareti Verdi


Grande Terim sete çıkmış. Bir şey işaret ediyor. Saha içine mesajı var. Ama bütün tribün ona bakıyor. Bütün Galatasaray'ın gözü onda.

Salı, Şubat 26

Lig Başlar



Wesley Sneijder olağanüstü bir şekilde topu filelerle buluşturunca -nasıl sevindiğimi tam hatırlamasam da- büyük coşku yaşadım. Eee ne var bunda?

Sanırım bu sene bunu, bir Galatasaray golüne yerimden kalkacak kadar sevinmeyi ikinci defa yaşıyorum. Selçuk'un Arena'da Volkan'ı ters köşeye yatırdığı golden sonra ilk defa bir gole bu kadar sevindim. Braga maçında Aydın'a bile aşırı tepki vermemiştim.

Zaten her gole çok aşırı tepkiler veren bir adam değilim. Ama yine de bu sene bir durgunluk vardı. Maçtan önce konuşuyoruz ve bu sezon belki de 135.defa söylüyorum: 

"Geçen seneden sonra, Süper Final'i yaşadıktan sonra bu sezona bir türlü konsantre olamıyorum. Motive olamıyorum. Aynısını futbolcular bile yaşıyor olabilir" Hak verenler çoğunlukta.

Geçen sezon çok enteresan bir sezon yaşadık. Bunu inkar edebilen yoktur. Yaşanan 3 Temmuz süreci ve kulüpler arasındaki çatışma bir yana, takımın dışa vurduğu psikoloji bizi takıma ve maçlara daha çok bağlamıştı. Ligin daha 4.haftasında oynanan Bursaspor maçını ve Baros'un golünde yaşanan sevinci kim unutabilir? Veya yine 2-0'dan dönen Samsun maçı veya yine bir hakem faciasına neden olan Gaziantespor maçı... Bütün bunlar, bir önceki sezon yaşanan dibe vuruş ve 4 senelik hasret inanılmaz bir kenetlenme oluşturmuştu.

Bu sene hem rakipler kötüydü hem de biz kağıt üzerinde sürekli iyiydik. Kaybettiğimiz basit puanlardan sonra bile lider kalabildiğimiz bir lig oynuyorduk. Tehlike oluşturacak bir unsur yoktu ortada. İtiraf edelim, takımın gol sevinçleri bile sönükleşmişti. Şampiyon olan takıma ligin ve Avrupa'nın yıldızı isimlerini eklenince, ortada aşılacak bir engel göremeyince ligin tadı, daha doğrusu heyecanı kaçmıştı.

Fakat yine de lig bitmemişti. Kötü oynuyoruz. Daha da ilginci sıkıcı, heyecansız oynuyoruz. Gerektiği zaman golü atan ama onun dışında kendini sıkmayan, o nedenle bir çok maçta geç uyanan ve geç kalan bir takım izledik.

Bir gün önce Kadıköy. Kadıköy hep böyle bu sene. Kavgalar, istifalar, gerginlikler, sertlikler, doğru veya yanlış hakem hataları... Kadıköy tarafı sürekli ligi çoşkuyla yaşadı. Sizi bilmem ama ben yaşayamadım. Motive olamadım. Kadıköy'de kupa kaldırmak Süper Lig'e dair bütün hedef, istek ve arzuları köreltmişti.

Ondan sonra Orduspor maçı geldi. Bir kurtarıcı gibi. 4-0 yensek bu kadar etkisi olmazdı. Garip bir maç olduğunu yediğimiz ilk golde kavramıştım zaten. Bu maç değişik olaylara sahne olacaktı. 2-0 olması kötüydü ama penaltıdan yemek de başka bir kurtarıcıydı. Oyuncuların kötü giden bir şeylere tepki vermeye çalıştığını bu sezon ilk kez 30.dakikadan sonra gördüm. Penaltı kararı da tuzu biberi oldu.

Devre arasında takımın geri döneceğini biliyordum. 2 gol hatta 3 gol atardık. Yemezsek kazanacaktık. Terim'in kulübeye gönderilmesi daha da güzel oldu. Gerçi sezonun geri kalanı için sıkıntı oluşturacak ama önemli olan önündeki ilk maçı kazanmak değil mi zaten?

Böyle durumlarda geçmişle yaşayan insanlar, hemen tarihe geçmiş 3-5  maçı aklına getirir. Geçen seneki Samsunspor maçı, 2006'daki Erciyesspor maçı, hatta 4-3'lük Fenerbahçe-Gaziantepspor maçı. Bu maç en çok Erciyes maçı aslında. İttire ittire yenmek, vura kıra parçalamak, hakemi bile yenebilmek. "Büyük takım hakemi de yenmeli"nin en güzel örneği.

Sneijder'in golünden sonraki 15-20 dakika bir saldırı anı. Maçı anlatmıyorum zaten, olan oldu ve üç puanı aldık. Ama mart ayına girerken, ligin o en stresli ve en fazla konsantre olunması gereken zamana gelince takımı ve taraftarı ateşleyecek bir şey lazımdı. Onu yakaladık. 3 puandan çok daha güzel bir şey. 24 haftayı at çöpe. Lig asıl şimdi başlıyor. 

Lig eşit puanla başlar normalde, biz 6 puan öndeyiz. Onu da geçen sene Süper Final'de kaybolan 5 puana say. 

Clueless



Daha önce dediğim gibi, sıkılarak izlediğim bir gençlik dizisi/filmi yok.

Alicia Silverstone 19 yaşında, Brittany Murphy 18 yaşında, Donald Faison 21 yaşında, Jeremy Sisto 22 yaşında... Sonra dizisi de olmuş, o kötüymüş. 

Pazartesi, Şubat 25

Dalga Geçiyorlar



Kulüpleri yönetenlere çok sallıyoruz. Futbolun kirli yüzü olarak onları görüyorum genelde. Bunlar çoğunlukla başkan ve yönetici tayfası. Hatta yöneticilerin çoğunu ciddiye almıyorum. Göz önünde oldukları için başkanlara daha çok sallıyoruz.

Mesela en çok Yıldırım Demirören'e sallamış olabilirim. Beşiktaş dönemi ayrı, TFF'ye geçince sanki hiç Beşiktaş Başkanı olmamış gibi bir umursamazlığa bürünmesi apayrıydı. Ama dünkü mali kongre gösterdi ki, aslında bütün sorunların kaynağı genel kurul üyelerinin ta kendisiymiş. Öyle ya; sonuçta başkanları seçen, oy veren, geleceği tayin edenler aslında hep onlar.

Yıldırım Demirören'in başkanlığı konu başlığı değil. Tartışılır. Sevilir sevilmez, ayrı konu. Ama şu var ki, 8 seneye yakın süren başkanlık döneminde sürekli alkışlandı. Her zaman seçildi, karşısına muhalefet bile çıkarılmadı, ibra da edildi. Her şey güllük güllistanlıktı. Kral çıplak diyenler hain ilan edildi, ibra etmeyenler "Beşiktaş'ı mahkemeye götürüyorlar" denilerek suçlandı.

Sonra bir şey oldu.. Bu da Beşiktaş'ın 3 Temmuz süreci. Bir haftada TFF Başkanı Yıldırım Demirören oldu, Beşiktaş Başkanı olarak Fikret Orman seçildi. Şubatın sonunda istifa etmişti Demirören. 8 yıla yakın süren başkanlık döneminin 2 ayıydı 2012'de geçen günler. Ocak, şubat. Bakıldığı zaman belki de en masum dönemi bile diyebiliriz. Pahalı transferler, boş harcamalar belki de hiç olmadı. Sonra ne oldu?

Demirören kulüpten ayrılınca ve 103 milyon dolarlık borcunu isteyince, -hatta henüz istemedi bile- bir anda kötü adam oldu. 8 sene boyunca sesi çıkmayanlar, o iki aydan dolayı Demirören'i karaladılar. Koca çınarı borç batağına sürükleyen Demirören için üzülecek değiliz. Kılıçla yaşayan kılıçla ölür. Ama Beşiktaş'ın kaçan yıllarının hesabını kim verecek gerçekten merak ediyorum. Bu hesap sadece Demirören'den sorulamaz. Bütün o genel kurullarda alkış tutanlar da bu bilançonun sorumlusudur.

Aslında Fikret Orman'ın dediği güzel bir şey var. Bunca sene genel kurul üyeleri hesap sormadı, o zaman ben niye şimdi sorayım demişti özetle. Haklılık payı çok yüksek.

Beşiktaş taraftarı da dışarıdan izliyor. Sevgisini içinde, en derinde yaşayan o kitlenbütün bu olan bitenleri dışarıdan izlemek zorunda kalıyor, aktörü bile olamıyor. Her yerde aynı sorun...



Nostalji Rüzgarları



Fenerbahçe Stadı'nda dünkü maçtan bir kare.

3 Temmuz'dan önce yaşanan süreci hatırlatmak istemişler herhalde, böyle bir mizansen sergilenmiş.

Bugün de Ordu ile maçımız var, acaba Aziz Başkan yanlış mı anladı bu sefer?

Beckham Döndü



Beckham uzun bir aradan sonra Avrupa'daki ilk maçına çıktı. Yeni partneri Zlatan İbrahimoviç.

Pazar, Şubat 24

Dünya Turunda El Clasico




Gürkan Genç bisikletle dünyayı gezen bir ağabeyimiz. Yakından takip ediyoruz. Ortaokul öğrencileri de onu yakından takip ediyormuş. Çocuklara, "Dünya turuna çıksanız nereye giderdiniz" diye sormuşlar. Bir sürü cevap var. Aralarnda Amerika, Almanya, Fransa ve bir çok ülke var. Bizim ilgimizi çeken ve bu bloga dahil olmaya hak kazanan cevap yukarıda.


Cumartesi, Şubat 23

Mister Lonely




İsmine bakıp kafadan senaryo kurarsınız. Beklediğinizden daha farklı bir film çıkınca şaşkınlık yüksek oluyor. Bir de daha önce izlemediğiniz bir tarz karşınızda görünce şaşkınlık katsayısı artıyor.

Hikaye ne, konu ne, bu insanlar ne yapıyor? Olaya hiç dahil olamıyorsun. Hikayeyi çözemiyorsun, içine giremiyorsun. Ama yine de her geçen dakika "Acaba ne olacak" merakını içinde tutuyorsun. Ve işin aslı, filmi izlenebilir kılan, merak duygusunu uyandıran çekimler, sahneler, renkler.

Denizin ortasında dans eden Michael Jackson, ağaçların altında yan yana yürüyen Michael Jackson ve Marlyn Monroe, yataktaki Kraliçe ve Papa... 

(Spoiler) Yavaş tempoda geçen bir film olmasına rağmen "hassiktir" diyorsun. Hassiktir'i deme nedenin, ne katilin uçak çıkması, ne senaryoda yapılan başka bir hinlik. Michael Jackson'ı canlandıran karakterin saçını kseiyor olması... (Spoiler)

Seveceğinizi tahmin etmiyorum ama izlemekten zarar gelmeyecek bir film. Modern sinema hala Avatar'ı, Bulut Atlası'nı falan görsel şölen diyen sunsun, asıl görsel şölen burada. Hikaye tatmin edeici mi, değil...

Michael Jackson taklidini canlandıran karakter için "kız olsa güzel olurmuş" dedim, Diego Luna çıktı.


Efes'e Her Şey Mübah



Önce güzel şeyleri yazalım ki ön yargılı olduğum sanılmasın.

Bir sporcu için çok güzel bir jest. Bunu tebrik etmek lazım. Benim başıma gelse bir sonraki maç performansım yüzde 150 artar. Bir kerede çekilmediği söyleniyor, ayrıntıyı bilmiyorum, emin değilim ama sürpriz yapıldıktan sonra, tekrar tekrar çekimler yapılmış olabilir. Çok da önemli değil bence.

Şimdi olay şu; bu proje Heineken'in efsane CL projesinden arak mı? Bence öyle. Ama bunu tartışmak mümkün. Yanılıyor olabilirim. Başka biri der ki, "Hayır kardeşim, yanılıyorsun, bak burada özne sporcular, Heineken CL'nin sponsoru, Efes'in kendine ait bir takımı var, bu bile önemli bir fark" vs diyerek bir tartışma başlatabilir. Ben hala samimiyetlerine inanmıyorum. Türkiye'nin en iyi yönetilen şirketlerinden biri, en gözde markalarından biri, rakip firmanın yaptığı projeden esinleniyorsa bile ortada sıkıntı var demektir. Ben içime sindiremezdim mesela. Aklıma hiç bir şey gelmedi, biz de değiştirerek bunu yaptık demektir bu. Yabancı dizilerin Türkiye'ye uyarlanması gibi...

Gelelim hırsızlığı, çalıntı olmasını, kopyalamayı kabul etmlerine rağmen beğenenlere. Bu grubun argümanı, çıkış noktası şu: Eğelenceli, samimi, güzel, o zaman çalıntı olsa ne olur?

İşte bu noktada tartışacak birşey bulamıyorum. Hırsızlığı, sonucu pozitif olduğu takdirde meşru kılan bir zihniyet. Bu insanlar, sözlükteki entryleri başka yerde paylaşılınca, tweetler'i kullanılınca, rakip takım topçusu kendini yere atınca, blogdaki yazısı başka gazete kullanılınca, başka bir tribün kendi tezahüratını söyleyince ortalığı kasıp kavuran insanlar. O zaman gelince, ahlaktan ve vicdandan daha önemli bir şey yok onlar için. Ama biraz da Efes'in toplumdaki algısı nedeniyle olsa gerek bu olaya olumlu yaklaşıyorlar.

Toplum genelinin, az ilgilendiği bir konu hakkında sempati beslediği öznelere sinir oluyorum. Basketbolu maçı izleyen yok ama herkes Efes'i seviyor.  Kitap okuyan yok ama herkes Orhan Pamuk'u seviyor. Bu tip şeyler işte...

Kişiye Özel Not: Bahadır kardeşim, yazıda geçen kişi sen değilsin, sonuçta aynı partiye oy verdik...


Güzel İş



Fenerbahçe'nin bu organizasyondan nasıl ne şekilde ceza alacağını bilemiyorum. UEFA, stadyum dışına ne kadar karışabiliyor emin değilim. 

Yoldan geçen bir adam sahaya meşale atsa aynı durum yaşanacak mı? Veya ekstrem bir örnek verelim, gökyüzünden bir adam paraşütle sahaya inip hakeme yumruk atsa, Fenerbahçe böyle bir olaydan dolayı ceza alır mı? Sanırım UEFA, otoritesinin zedelendiğini düşündüğü için ceza verme niyetinde.

UEFA'nın otoritesi zedelendi, çünkü Fenerbahçe taraftarı oyunun sahibinin taraftar olduğunu, içeride olmasa bile aksiyon katanın taraftar olduğunu gösterdi. İyi yaptı, kim yapsa "iyi yapar" derdik.

 

Cuma, Şubat 22

Taraftarın Görevi



34 sene önce bugün. Aslında dün. Ama gazetelere bugün yansımış. 21 Şubat'ta oynanan Beşiktaş-Fenerbahçe maçı öncesi İnönü Stadı'nın zemini karlarla kaplı. Hakem sahanın temizlenmesini istiyor ama durum vahim gözüküyor. Bu noktada devreye taraftar giriyor. Dışarıda bekleyen insanlar, sahaya girip stadı temizliyor.



Taraftarların emeğiyle hazırlanan saha bu hale geliyor. 30 küsür sene öncesi için fena değil herhalde. Fakat bütün bu emeğe rağmen, taraftarlar gol göremiyor, karşılaşma 0-0 sona eriyor.

Aslında geçmiş yıllarda bu tarz hikayeler çoktur. Nereye bağlayacağız? Şuraya bağlayacağız. Schalke maçından yola çıkarak, taraftar profilinin nasıl değiştiğini görmek açısından önemli. Bugün hangi taraftar, sahanın zeminindeki karları temizlemek ister. Zaten taraftarın, maça gelenin görev tanımı nedir ayrı bir muamma. Metro ile gelişi, stada girişi, çıkışı her şeyi çile olan ve ateş pahası bilet parası ödeyen insandan bir de saha temizliği istemek çok mümkün değil.

Ama yine de şartlardan bağımsız olarak; taraftar psikolojinin, profilinin, tarzının, isteğinin, arzusunun değiştiğini görmek lazım. Futbol değişiyor, toplum değişiyor, bu da kaçınılmaz bir sondu zaten.

7



Burak her gol attıktan sonra böyle yazılar yazsam (ki yazmaya hakkım var), blog fangirl'lerin tumblr sayfasına döner. Ama şunu tekrar belirtmek lazım, Burak'ı bir hayranı gibi değil, menajeri belki de ilk hocası gibi seviyorum, takip ediyorum. 

İşte bu fotoğrafın çekildiği yıllarda Burak'ın adeta tek koruyucusu gibiydim. Yerden yere vuruluyordu.  İstanbul'a yeni gelmişti. İnönü'de 7 numaralı formayı giyiyordu. 7 numara yüzünden C.Ronaldo ile bile bağdaştıranlar oldu, belki de bu yüzden "kötü bir sağ açık" olduğu zannedildi ve İstanbul'dan gönderildi. 

Zirve yürüyüşü Trabzon'da başladığı günlerde bile Trabzonspor'u takip eden bazı gazeteciler hala ona "fiziği tam topçu fiziği ama futbolcu olmaz ondan" diyordu. Önünde olan biteni bile göremiyordu insanlar. Önyargı işte...

Uzatmayalım; 7 numara, bu sezon Şampiyonlar Ligi'ndeki 7.golünü Schake'ye attı. Portekizli, İngiliz, Alman hiç fark etmez. Avrupa'nın en büyük organizasyonun en çok gol atan futbolcusu. Ötesi yok. 


Şampiyonlar Ligi'nde en çok gol atan Türk futbolcu 13 golle Hakan Şükür. Burak Yılmaz'ın bu senesini extrem bir örnek olarak düşünsek bile ve onun bu seviyede 3-4 sene daha futbol oynayacağını tahmin edersek, her sene 2 gol atarak Hakan Şükür'ü geçebilecek. 

Hakan Şükür futbolu bıraktıktan sonra onu daha önce herhangi bir konuda geçen var mı? 

The Guardian



The Guardian denince akla o efsane dizi geliyor. Cnbc-e zamanında az izlemedik. Bu filmi de Cnbc-e'de yakaladık zaten. Klasik bir ABD filmi. Cankurtarana, itfayeciye, polise, pilota, askere, biçilen haklı veya haksız pay. 

Aslında film kilişelerle dolu olsa bile; yine de üzerine düşülerek kotarılabilirdi "İnsanların hayatını kurtarırken, kendini hayatını kurtaramadı, ailesini ihmal etti" vs tarzı bir film olsa belki daha güzel olurdu. Ama Amerika'nın ve aslında dünyanın çoğunun ihtiyacı olan kahraman algısı somut veri ve olaylara muhtaç. Çaylak'ın ustasına "Kaç tane hayat kurtardın" diye sorması da bu yüzden zaten.

O yüzden başladığımı yerde gitirelim, dizi olan The Guardian çok iyiydi, film de onu hatırlattı. Bu ara Ezel'e başlayacağım, onu bitirince The Guardian'ı bir daha izlerim.

Perşembe, Şubat 21

Efsaneler Sahada



Sene olmuş 2013; Totti, Buffon'a gol atıyor. Şikayetçi miyiz, değiliz.

Galatasaray 85 - 84 Kızılyıldız




Schalke 04 ile oynanan maçın üzerinden 3 saat geçmiş. Gündem maddesi her yerde, herkeste bu maç. Bütün Galatasaraylılar Dany'i, Hamit'i, hocayı, zemini, rövanşı konuşuyor. Ve tabi ki tribünleri. Kızılyıldız maçını buradan görerek mi değerlendirsek acaba?

Eğer zaman bulup gün içinde bu yazıya girişseydim daha farklı şeyler yazardım. Olmadı, maçın üzerinden 24 saatten fazlası geçti ve anca şimdi fırsat bulabildik. Haliyle yazının önceliği de değişiyor. 

Bir insan neden, Avrupa'nın en büyük futbol organizasyonun kritik bir maçı olan Galatasaray - Schalke 04 maçına gitmek istemez de; soğuk havada Kazlıçeşme gibi sapa bir yere, cebindeki son parayla, hedefsiz, iddiasız Kızılyıldız maçına gitmek ister? Cevap çok basit; orada olan insanlarla ortak bir duygu içinde olduğunu bilmek. "Benimle aynı hisseden kim var"ı görmek. 55.000 kişi arasında o insanları göremiyorsun, zor seçiyorsun.

14 Şubat'ın üzerinden çok geçmedi. 14 Şubat olunca Galatasaraylı'nın kapak fotoğrafı, blog yazısı, like'ı, RT'si hep aynı olur; Only You pankartı. Deportivo La Coruna maçında orada olanlar, o pankartı tutanlar, o günden hep farklı bahseder. Sevgilimizi bıraktık geldik, tek sevgilimiz Galatasaray kilişesinden daha farklı bir şey var aslında. 

Ben gitmedim ama biliyorum, hissediyorum. O gün o maça gidenler için birinci öncelik tabi ki maçın önemiydi. Ama bir de şu vardı; o insanlar o gün tribünde olmayı her maçtakinden daha çok istemişti çünkü, onlar tek bir şeyi merak ediyordu: "Benim gibi olan kim var". 

Maça, tribüne gitmeye belki bu soruya cevap aramak için başlamıyoruz. Saf bir futbol sevgisi veya baba ile ağabey ile amca-dayı ortak zaman geçirmek için gidiyorsun. Ama devamı; diğerleriyle ortak duyguyu hissedebilme merakı sayesinde geliyor.

Benim gibi olan kim var? Sırf bu yüzden Schalke maçına gitmek istemiyorum. Orada benim gibi olanların artık azınlıkta kaldığını hissediyorum. Hangisi kötü, hangisi iyi bilmiyorum, yargılamıyorum. Belki bizim gibi olanların düşünce yapısı sağlıklı değil. Kabul edebilirim. Kıyaslamıyorum. Ama farklı işte. Mesela Kızılyıldız maçı öyle değil işte. Kim var orada? O gün, o soğukta, hafta içi 9'da, hedefsiz bir maça kim gelir? Yoklamada kim var? 

Maçta takıma tezahürat bile yapılmadı. Protestodan dolayı falan değil. Kimse yapmaya gerek duymadı. Gerek yoktu. Amaç o değildi. 

Ufak maksatlar yine vardı içten içe. Kimisi  Kızılyıldız tribününü merak etti belki. Onlar da ses çıkarmadı; zaten onlar Sırbistan'dan niye geldi onu da anlamadım. Belki de burada tatil yapan Sırplardı.

Kimisi genç oyuncuları izlemek istedi. Furkan, Doğukan (oynamadı), Can, Sertaç. Zaten maçın adamı da Sertaç'tı. Mesela bu var. Olur da 3-5 sene sonra Sertaç iyi bir basketbolcu olursa; biz "onun Kızılyıldız maçında salondaydık" diyebileceğiz. Bunu yaşamayı, kovalamayı seven insanlar var.

Çok klasik olacak ama bir şey emek verildiği zaman daha güzel oluyor. Bugün oyundan çıkarken Hamit'i ıslıklarsan, 80'de stadı terk edersen; Almanya'da tur atlayıp çeyrek final maçına aynı stada nasıl geleceksin? Nasıl keyif alacaksın? O keyif ne kadar sürecek? 1 hafta sürer mi? Bence facebook'a bir fotoğraf atıp, Fenerbahçe'ye laf sokacaksın ve o galibiyeti de 3 gün sonra unutacaksın.

Ama mesela ben; olur da basketbol takımı sikindirik TBL'yi kazanırsa (siktiğimin kupasını), senin çeyrek final galibiyetinde yaşadığında daha büyük haz alacağım. Ve hatta o hazzı daha uzun yaşayacağım.




 TRİBÜN GİBİ TRİBÜN

Salı, Şubat 19

Agnelli Müzesi


Juventus'un müzesi değil, Agnelli'nin odası. Seneler içinde bir bu kadar daha ekleniyor.

Bolu Uğuru




Kartalspor, 1.5 senedir can sıkıyordu. Sıkıyordu yani. Eğlenceli, zevkli, stresli, heyecanlı hiç bir olayı yoktu. Ama son 3-4 hafta değişik bir hava geldi. Manisa ve Şanlıurfa ile beraberliklerden sonra Bolu deplasmanından da 3 puan geldi.

Bolu deplasmanı uğurlu geliyor Kartal'a. Kalplerin durduğu 2009-10 sezonunda, son hafta Bolu deplasmanında 3 puan çıkartmıştı Kartalspor. O galibiyet sayesinde Kartalspor ligde kaldı, Altay 2.Lig'e düştü, Boluspor play-off'u kaçırdı. 

Bu sefer de ilaç gibi bir 3 puan geldi. Haftaya Ankaragücü maçından gelecek 3 puan çok rahatlatacak. Osman Özdemir ile takım olma olgusunda önemli adımlar atıldığına, atılacağına inanıyorum. 

Bolu maçında golü atan İlhan Şahin hakkında Manisaspor maçından sonra yazmıştık. Onu izlemek büyük keyif. Ankaragücü maçı biletleri 30 lira civarı olmazsa, sırf İlhan Şahin'i izlemek  için maça gidilir.


Pazartesi, Şubat 18

Güreşin Olimpiyat Efsanesi




Güreşin olimpiyattan çıkarılması, birinci gündem maddesi... 

Şaka lan şaka, hiç değil. Borsa, şike, tükürük gibi mevzulardan sonra geliyor. Fakat benim için birinci gündem maddesi olabilir. İlginçtir, Londra Olimpiyatı'ndan sonra sanırım spora bakışım değişti. Şimdi burada, "ben yılların güreş sevdalısıyım, olimpik sporlara önem verelim" demeyeceğim ama Londra'dan sonra ilgimi daha çok çektiklerini inkar edemem. Bunları yazıyorum ki, yetkili kişileren iczat olmuş olalım.

Güreş aslında eskiden, 90'larda daha çok ilgimi çekiyordu. Sonra kurallar değişti veya eskisi gibi efsane sporcular çıkmaz oldu, benim de ilgim azaldı. Veya aile ile beraber TRT 3 izlemek zevkliydi, o sırada güreş, atletizm falan zevkli geliyordu. Şu an beni heyecanlandıran tek güreşçi Rıza Kayaalp, onu da zamanında Bahadır kardeşimiz işaret etmişti.

Madem güreş olimpiayattan çıkarılacak, eski karşılaşamlardan bir tanesini hatırlayalım. Bu maçı hatırlıyorum, gerçekten ilgi çekiciydi. Maçı izlememiştim ama daha sonraki günlerde baya konuşulmuştu. TRT'nin de (o zamanlar TRT 3) sık sık yayınladığını hatırlıyorum.

2000 Olimpiyatları, Aleksander Karalin - Rulon Gardner maçı.

Bu maçı efsane statüsüne sokan Karelin'in kendisi. Sanırım Rıza Kayaalp'ın de idollerinden. İkisi de aynı siklet zaten. Karelin için oluşturulan şehir efsaneleri mevcuttu. Sibirya'da doğan sporcu ayılarla güreşmiş deniyordu. Zaten lakabı da Sibirya Ayısı'ydı. Orman bekçiliği yaparken  keşfedilmiş, antrenmanlarını ormanda ağaçları kökünden sökere yapıyormuş. Bir final maçında kırık kolla güreştiği de söyleniyordu. Bütün bu şehir efsanelerinin yanında asıl gerçek vardı ki, kariyeri boyunca hiç yenilmedi. Ta ki 2000 olimpiyatlarına kadar...

2000 Olimpiyatlarında finale kadar yenilmedi. Finalde ise karşısına isimsiz bir Amerikalı çocuk çıktı. Amerika'nın ortasından, Wyoming'den gelen çiftçi bir ailenin çocuğu Rulon Gardner... Daha önce hiç bir başarısı, hiç bir uluslararası madalyası yok. Finale kadar geliyor ve yenilmez Karelin'in karşısına çıkıyor.

Maç boyunca güreşten çok itiş kakış var. Belki teknik olarak çok kötü bir güreş müsabakası, bilmiyorum ama bu hikayeleri birleştirince muazzam bir hikaye oluşuyor. Maçın ortasında Gardner tartışmalı bir puan oluyor. Ondan sonra Karelin, "iç sahada golü yedikten sonra maç sonuna kadar doldur-boşalt ile baskı kuran İstanbul takımı"na dönüyor. Fakat sonuç gelmiyor.

Gardner, Olimpiyat şampiyonu oluyor. Karelin kariyerinde ilk kez maç kaybediyor ve aktif sporu bırakıyor. 

Aslında SSCB'nin yıkılmasından yaklaşık 10 sene sonra olsa da modern ve gerçek bir Rocky 4 hikayesi.  

Şimdi buraya özlü bir şeyler yazmak lazım. Güreş olimpiyatın vazgeçimezidir falan. Ben de devamlı izlemiyorum ama olsun.


Kutsal At Kuyruk


Bir devre arası transfer geleneği...

High Fidelity



Hangisi önce geldi; müzik mi,sefalet mi?
Çocukların şiddet dolu filmler izlemesinden endişe duyuluyor. Şiddet kültürünün etkisinde kalacakları düşünülüyor. Kimse çocukların kalp yarası, dışlanma, acı, sıkıntı ve kayıplarla ilgili binlerce şarkı dinlemesinden endişe duymuyor.


Fazla kilolu değilim. Dünyanın en zeki insanı değilim, en salağı da değilim. Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği ve Kolera Günlerinde Aşk'ı okudum. Anladığımı sanıyorum. İkisi de kızlardan bahsediyor.

Filmde geçen bu cümlelerden dolayı kitabı okuma isteği artıyor.

Nick Hornby'i seviyorum. Sırf Fever Pitch'i yazdığı için severim. Zaten sırf onu okudum. Diğerlerini okumadım. Bir de bu filmi izledim. Kitap elime geçseydi kitabını da okurdum. Kitaba para veren bir adam değilim. Fever Pitch'i de biri hediye etmişti. Fever Pitch'i okuyarak ona benzer bir kitap yazma hayali (isteği değil) kurdum. Belki ileride isteğe dönüşür. Fever Pitch'i hediye eden sayesinde High Fidelity'i okumadan onu  kendi kendime yazmış oldum.

Alt tarafı film izliyoruz, kitap okuyoruz. Buradan o kadar dram yaratmak niye? Zaten onca keder nedeni varken...

Hayattaki sıkıntılar ikiye ayrılır; birincisi ileride bahsederken gülebildiklerin, ikincisi hiç bir zaman gülümsetmeyen. Bunlar biraz güldüren sıkıntılar. Ömür, bu konularda Top 5 yaparak geçebilir ve belki de eğlenceli olur. Top 5 kız arkadaş yap, ondan sonra Galatasaray'ın en acı top 5 yenilgisini sırala. Biranı yudumla, biraz daha konuş, gece uyu, rüya gör, uyan, hayat devam etsin. Böyle olunca güzel duruyor.

Filmden kopuyoruz sanırım. Ama sanırım kitaba biraz daha çok yaklaşıyoruz. Adamın güzel cümleleri var. Filmden bile bunu anlamak mümkün. Okumak lazım. Metrobüste okunur mesela. Toplu taşımadan kitap okumak lazım. Eğer toplu taşımada yalnızsan ve bir şey okumuyorsun, sürekli bir şey düşünmek zorunda kalıyorsun. Sürekli düşününce de aklına acı veren şeyler, sıkıntılar geliyor. Bunu önlemek için Nick Hornby okumak çare olabilir. 

Peki ya aklına eski kız arkadaşların, sevdiğin kızlar gelirse? Facebook'ta ve hatta sokakta onları görüyorsun zaten, eve giderken de aklına gelsin, bir şey kaybetmezsin... 

Filmle ilgili bir not; kitap İngiltere'de geçiyor, film Amerika'da. Aradaki farkı biz biliyoruz, yemiyoruz. 


Cumartesi, Şubat 16

Denizli'ye 4 Atan Hoca



Besim Durmuş, Mustafa Denizli'ye 4 gol attı. 

Mustafa Denizli kariyerinden kaç kere 4 farklı yenilgi yaşamıştır acaba? Milli takımla; Fransa, İsrail, Arnavutluk maçları vardı mesela. Son yenilgisi yine alt ligde Manisaspor ile. İstanbul BB Spor'dan 5 yedi.

Samsunspor'u çalıştıran hoca Besim Durmuş. Kartalspor'un eski futbolcusu, eski teknik direktörü. Teknik direktörken Kartalspor'da pek başarılı olamadı. Şu anda da pek iyi anılmaz. Ama Samsunspor'da başarılı işler çıkarıyor. Gerçi onun takımına yapılan takviyeler çok iyiydi. Hoca iyi bir takım buldu. Mesela hayran olduğum solaklardan biri Dimitrov 3 gol attı bugün. 

Sadede gelelim, efsane teknik adamın takımı 4 gol yedi. 4 gollü tarafın hocasına tebrikler; Besim Durmuş... 

Sorusu Olan


Drogba'nın adı ilk olarak 2011 yazında anılmıştı. O günden bugüne kadar sürekli transfer gündemindeydi. O arada hem Chelsea ile Şampiyonlar Ligi'ni kazandı, hem de Çin'de futbol oynadı. Haliyle insanlar, onun hakkında özellikle son süreçte yeterli bilgiye sahip değildi. Transfer olduktan sonra; "acaba eskisi gibi mi", "acaba sakatlığı var, fiziksel olarak nasıl" gibi sorular herkesin aklındaydı.

Onun dışında bir de lisans problemi vardı. "Çin'den geldi mi", "izin aldı mı", "FIFA onayladı mı?" 

Böyle büyük transferlerin gerçekleşmesi esnasında "illa bir sıkıntı olur" korkusu, zaten her taraftarın içinde yer alır.

Ama sonunda ne oldu? Akhisar maçında "oynayacak mı", "sakat mı", "yorgun mu", "ilk 11 mi", "Schalke mi"; derken adam oyuna girdi. 5 dakika sonra iki kişi arasından kafayı vurdu. O iki kişiden biri nerede olduğunu şaşırdı, diğeri yere düştü, top kalecinin uzanamayacağı yere gitti, kalecinin atlayışı gole renk kattı. Golden sonra korner bayrağına koştu, tam bir Premier Lig sevinci yaşadı. Zaten oyuna girerken bile ellerini havaya kaldırarak çok ilginç pozlar vermişti. 

Biz bu gole; Mondragon'un Ümit Karan'a attığı gole verdiği tepkinin aynısını verirken adam bu sefer topu aldı orta sahadan, verkaça girdi, pasını verdi, golü attırdı. Skor bir anda değişti. Ona doğru sevinmeyen gelen Burak, ona çarparak neredeyse kendini sakatlıyordu. 

Kısacası, adam son 2 senede oluşan bütün soru işaretlerini 5 dakikada ortadan kaldırdı. İster istemez akla Bursa deplasmanındaki Revivo geliyor ama şimdilik o kenarda kalsın. Cumartesi akşamı ve pazar akşamı oynanacak maçlarını izleyip, Schalke maçını bekleyelim.


Çarşamba, Şubat 13

United Bernabeu'da


Mayıs 1968


 Nisan 2000




Nisan 2003



Sizi Değil



Düşünce güzel, pankart güzel, skor kötü....

London Calling

Pazartesi, Şubat 11

Galatasaray 57 - 63 Fenerbahçe




Efes'i yendik.. 1 gün sonra Banvit'i yendik. 3 günde finale çıktık. Diğer taraftan ise Fenerbahçe çıktı. Bütün planalr, programlar değişti. Beklenmeyen bir gelişme. Fikstüre endeksli hayatlar dediğimiz işte tam olarak bu. Aylar sonra pazar günü bir boşluk ve ortaya çıkan tarihi bir final. Tarihi final; çünkü 28 senelik kupa tarihinde Galatasaray-Fenerbahçe finali ilk kez oynuyor. Eskişehir'e gitmek için güzel bir neden. AMK Spor güzel yazmış; Papaz'ın Çayırı'nda başlayan rekabet Porsuk Çayı'nda devam ediyor.

Bu rekabet İstanbul sınırlarının dışına çıkalı seneler oluyor. En yakın örnek, iki takım Türkiye Kupası'nda ilk tur gruplarında da karşı karşıya gelmişti, İzmir'de. Oraya da gitmiştik. Bu kadar şube, bu kadar organizasyon. Sürekli karşı karşıya geliyorsun. Galatasaray için şehir şehir gezmek çok güzel. İzmir'de de salonda vardık, Eskişehir'de de. Keşke İzmir'de ekim ayında başladığımız kupa serüveni Eskişehir'de kupa ile noktalansaydı.

Eskişehir'e üçüncü gidişim. 3 senedir gidiyorum, her gidişimde biraz daha hoşuma gidiyor, daha çok seviyorum. Mart ayında bir maç daha var. Bakalım o zaman da gider miyiz? Saat 7'de otogardaydım. Maç saat 15.00'te. Şehrin sokakları bomboş. Yürüyorum. Yürünecek bir şehir zaten. Tramvay yolunu yakip ederek her yere ulaşabilirsin. Otobüs yolculukları güzel ama artık treni çok özledik. Trenle gidip gelmenin keyfi bambaşkaydı.

Salon, üniversitenin salonu. Üniversitenin kampüsü ise şehre biraz uzak. Saat 12'de salon çevresinde olunca maç başlayana kadar yapacak birşeyimiz olmadı. Tribünler yavaş yavaş doldu. Hatta tam dolmadı. 8'li finallerin riski. Beşiktaşlı bir adam bu finale bilet aldıysa niye gitsin? Aynı gün Fenerbahçe'nün futbol takımı Mersin deplasmanında, Galatasaray'ın İstanbul'daki rakibi lig ikincisi Antalyaspor. İstanbul'da yaşayan bir taraftar tercih yapmak zorunda. Galatasaray tribününün abileri, tercihlerini Eskişehir'den yana kullanmış. Fenerbahçe tribününün yükünü ise Anadolu'da yaşayanlar çekmiş. Hal böyle olunca üstünlük kuran bizimkiler oluyor. Her iki tribünün de ortak sorunu Anadolu örgütlenmeleri. Nicelik çok yüksek ama etki çok düşük. Galatasaray'ın Avrupa örgütlenmesi bile Anadolu'dan daha iyi. Neden "bile" dedim onu da bilmiyorum, sonuçta her hafta Avrupa'da maç yapan bir şubemiz oluyor.

Maç öncesi konuşulan birinci konu, maddi sıkıntılar. Şube yne krize girmiş. Biraz biliyordum ama bu kadar ciddi boyutlara ulaştığını bilmiyordum.  

Maça kötü başladık. Hatta erken kopacağımızı bile düşündüm. Fakat devre sonunda 13-1'lik bir seri yakalayarak öne geçtik.Momentum dedikleri şey bize geçmişti. İyi oynadık, iyi savunma yaptık.Kötü hücum ettik sayılabilir ama Fenerbahçe bizden daha kötü hücum etti. Andersen'in girişi biraz dengeyi boza da maç genelde bizim kontrolümüzde gitti. İki tane sıkıntımız vardı, şutlar girmiyordu, ribaund alamıyorduk. Fenerbahçe, bir hücumda 4 kez şut deniyordu neredeyse. Bu.hem onların ne kadar hücum ettiğiniz, hem de bizim ribaund sıkıntımızı gösteriyordu.

Üçüncü periyot tatlı tatlı giderken, Fenerbahçe ağırlık koydu. Terazideki dengeyi bozan ise üzgünüm ama hakem kararları oldu. McCalebb'in potaya dokunuşunu es geçmelerini anlıyorum, görülmemiş olabilir. Hatta potaya dokunmasa bile top giriyordu denilebilir,  Ama Engin'in pozisyonu tam bir saçmalık. İşin ilginci Bo'nun pozisyonuna dair her yerde videoya-fotoğrafa rastlamak mümkün ama diğer tartışmalı pozisyonları (Gordon'un atılması vs...) hiçbir yerde göremedim.

Böyle yenilgilerden sonra hakemler hakkında konuşmak üzüyor. Maç zaten başa başa giden bir maçtı. Son topta da kaybedebilirdik. Hatta iyi niyetli ama yanlış hakem kararıyla da yenilebilirdik. Bu kadar koymazdı. Ama bir yerden alınıp diğerine vermek.... Basketbol hakemlerinin iyi niyetlerine inanmıyorduk. 3 Temmuz'da ortaya çıkan bazı tapelerden sonra bazı hakemlere hiç güvenmiyoruz zaten. Yine aynı isimler aynı şeyleri yaşatınca artık nefret eder duruma geliyoruz. Şu bir gerçek; futbol hakemlerine de zaman zaman taraftar psikolojisi gereği tepki gösteriyoruz, ama iki grup arasında çok büyük bir fark var. Futbol hakemleri; sadece kötü hakemler. Kötüler yani. Tribünden etkilenirler, etiketlenmiş oyuncuya karşı önyargılıdır, psikolojiden anlamaz, düzgün rapor yazamaz, üzerine tükürük geldi mi gelmedi mi onu bile kavrayamaz, sahada kavga çıktığında düdüğünün peşinden koşar vs...

Fakat basketbol hakemler böyle değil. Onların hataları bu kadar insani gerekçelerle oluşmuyor. Aslında onlar hata da yapmıyor. İstediklerini yapıyor. Kafalarına göre. Hata dediğin biraz istem dışı oluşur. Bizim Banvit maçı da böyleydi. Banvit 14 sayı geriden gelirken, tehlikenin farkında değillerdi, idare etmek adına Orhun Ene'ye teknik çalamadılar. Sonra baktılar maç Banvit'e gidiyor, son hücumda faulleri vermediler. Maç uzadı, ilk olarak Orhun Ene'yi attılar. Rüzgar nereden eserse... Neyse, çok yazmamak lazım, bunlar senelerdir değişmeyen şeyler, alıştığımız şeyler. Biz değişme ihtimali olan şeyleri yazalım.

Maddi sorunlar gittikçe büyüyor. Ben bu yazıyı yazmaya başladığımda var olan karamsar ortam, siz yazıyı okurken çok farklı bir hale gelebilir. Çarşamba günü Kazan maçı var. Perşembe ve cuma günü kazanan özgüven ve yaratılan umut bir anda sona erdi. Kimse ne olacağını bilmiyor. Oyuncuyu ve hocayı da böyle bir durumda yargılamak yakışık alan bir durum olmaz. Fakat ben ödemelerin, özellikle internette oluşan hava sayesinde, 1-2 gün içinde yapılacağını öngörüyorum. Eğer öyle olursa, takım içinde çok farklı bir örgütlenme olur, birlik beraberlik olur. Ergin hocam oradan bir "OHAL durumu" çıkartırsa, 3 ay boyunca hırs yapıp "Oynayın çocuklar"a girersek önümüz açık. Zaten dünkü oyunumuz her türlü ligi götürecek durumdaydı. Sadece iki şeye ihtiyaç var. Birincisi ödenmesi gereken maaşlar, ikincisi Arroyo'nun ceza şutları. Arroyo kritik anlarda iki tane şut soksa, takım devamını getirecek zaten.




Pazar, Şubat 10

Öldüren Güzellik


Kadıköy, Rex'in orası.... Dünyanın merkezi....


Cumartesi, Şubat 9

Telaş Yok




Muhteşem başlayan sezonun kötü dönemi. Aksilikler üst üste gelirken, araya sıkışan bir Türkiye Kupası. İlk rakip Efes. Efes, belki de son yılların en formda dönemini yaşıyor Avrupa'da fırtına gibi. Söylenenler, tahmin edilenler; ilk turdan İstanbul'a döneceğiz.

Maça da iyi başlayamıyoruz. Ama son virajı güzel dönüyoruz. Efes'i yenip yarı finale yükselmek, böyle bir zamanda, yarı finalden bile daha önemli belki.

Bir sonraki rakip, bir sonraki gün Banvit. Ligde yenildiğin takım. Zirve hedefi olan kadro. Evet, maçın içinde olan biteni yazarsak canımız sıkılır ama onları da yeniyoruz. Sonuç: Finaldeyiz.

Finalde olmaktan daha öneml, arka arkaya Efes'i ve Banvit'i yenmek. Ama final yeniden önem kazandı, çünkü rakip Fenerbahçe. 28 yıllık kupa tarihinde ilk kez Fenerbahçe ile finalle oynuyormuşuz. Bize denk geldi. Sonu güzel biter inşallah.

Cuma, Şubat 8

Die fetten Jahre sind vorbei



Goodbye Lenin'deki çocuk , Leverkusen'de oynayan uzun boylu forvet, Canım Ailem'deki Eda; ulvi bir iş yapıp, varlıklı ailelerin evlerini talan ediyor. Topluma verdikleri mesajı takdir ediyor, hatta kıskanıyordum. Ama bir anda dengeler değişti, bir anda Lenin, Leverkusen'in manitası olan Eda'ya yazılmaya başladı. Leverkusenli çocuk bunu çok sonra öğrenecek. Daha da kötüsü Newman'în Almanya'da yaşayan kardeşinin evini talan ederken yakalanıyorlar.

Ondan sonra mecburen dağlara çıkıyorlar. Zaten örgüt 3 kişi de olsa bir müddet dağa çıkmalı. 

Kızı en az iki kişi sik, her gece esrara takıl, herfilerin cebinden evlerinden paralarını al gasp....

İlginç, farklı bir hikaye değil aslında. Yüzyıllardır konuşlan bir konu da diyebilir,z. Ama 1968'den de başlatabiliriz. Hadi 68 jenerasyonu büyüyünce oluşan çarpıklık milat olsun; yine nereden baksan 15 senede defalarca konuşulmuş bir konu. Ruhsar'da bile inceden vardı bunun mesajları.

 Ama özellikle görüntüleri ve müzikleri güzel. Son sahnede çalan şarkı  polisiye-macerası havası katıyor, Hallelujah sayesinde O.C tarzı bir gençlik filmi hissiyatına bürünüyorsun, Mondo 77 ile eğlenceli bir film izlediğini düşünüyorsun. Aslında zaten film üçü de...

Ciddi bir konuyu tutarlı şekilde ele almaya çalışmaları güzel. Tutarlı şekilde ele alınıyor ve tüm karakterler tutarsız davranıyor. O yüzden hoşuma gidiyor. Tam gerçek hayattaki karakterler. Zaten filmin sonunda verilen "Biz dünyayı kurtarmak için değil kendimizi kurtarmak için bu işlere girdik" mesajı veriliyor.

Alman filmlerinden hala "kötü" diyeceğim bir film çıkmadı. Belki bana hep iyileri denk geldi, veya Almanca'yı duyunca 1-0 önde başlıyorlar. Tam hafta içi iş çıkışı yatmadan önce izlenecek bir film. 1 gün sonra işe absürd bir kafayla gidebilirsin, belki bünyene cesaret de katar. Fena olmaz.


Perşembe, Şubat 7

Değişen Bünyeler




Pazar günü, saat 19' yaklaşıyor. Ofisteyim, televizyon açık, bir yandan da twitter-forumlar.

Galatasaray taraftarı yine sinir krizlerinde. Drogba'nın Fildişi forması ile maçı var. Drogba'nın elenip, erkenden takıma katılmasını istiyorlar. Dünya yıldızı transferinin yarattığı son tahribat, son çılgınlık.

Tam o anda Fenerbahçe, Sivasspor maçı için sahaya çıkmak üzere. Fenerbahçe tribünleri koreografi yapıyor. 2000'lerin ortasında, stadın koreografi yükünü çeken tribün bu sefer "İnanın!" yazıyor. Daha önce "İtaat et", "Çıkış Yok", gibi sert mesajlar veren ve daha çok rakipleri hedef alan koreografiler yerine takıma, oyuncuya, camiaya mesaj verilmiş. İnanın.

Bu daha çok bizim tarzımızdı. Konsantrasyon, Size İnanıyoruz, Hakkını Ödenmez vs... 

Yıldız oyuncu transferini beklemek ise Fenerbahçeli'nin uğraşıydı. 

Şimdi ikisi de değişti. Aynı saatlerde, iki takım taraftarı da zıtlar birliğini yaşadı. Eskiden ben çocukken bazı filmler vardı. Baba ile oğulun bedeni bir elektrik şoku esnasında değişiyor. Oğul, babanın bedenine giriyor, işe gitmek zorunda kalıyor; baba da oğlunun bedenine girip okula falan gidiyor. Biraz buna benziyor. Bir şey oldu, bir şok yaşandı ve kimse anlamadan bir değişim yaşandı.

Neyse ki yine de günün kazananı biz olduk. Drogba kaybetti takıma katılacak, Yobo kazandı devam edecek, Fenerbahçe yenildi ve inanmadı....



Çarşamba, Şubat 6

Anatomi



Güçlü ve atletik bir adam, koşuyor, sağ elinde top var, hafif yana eğilmiş, sol eli yere değiyor. 

Müthiş bence, 6 milyar insanın yüzde 80'i yapamaz.

Hoca Hesaplarda





"Üç maçta asgari 7 puan üzerinden hesap yapıyorduk. Ancak üç maçı 6 puan ile kapattık. Maç başına iki puanın altına düşmememiz lazım. Bu oran 2,2 olursa hedefimize daha rahat ulaşırız. Ancak yüzde 50'si yeni oyunculardan kurulu bir takım için üç maçta altı puan iyi bir tablodur'"

Mustafa Denizli


Bir de kehanet beklerdim ben, "şu haftada lider oluruz" tarzı ama buraso PTT 1.Lig, planlar işlemez, kehanetler tutmaz.

Salı, Şubat 5

Barcelona Sahaya Çıkamadı


Sene 2000, aylardan nisan. Maçı hatırlayan var mı?

Kral Kupası yarı finali. Barcelona ile Atletico Madrid karşılaşıyor. Daha doğrusu karşılaşamıyor. Atletico sahaya çıkıyor ama Barcelona çıkamıyor. Çünkü Barcelona sakat oyuncuları nedeniyle kadro kuramıyor. 10 kişi var takımda. Böyle anlatınca, sanki hikaye 1950'lerde geçiyormuş gibi hissediyosun. Ama sene 2000, aktörler tanıdık, kaptan Guardiola, Xavi, Puyol...

Van Gaal'in boykotu. Kupa angaryaydı herhalde onun için. Bunun cezası da oldu, o sene diskalifiye edildiler, bir sene sonrası için kupadan ihraç edildiler. Çok umurlarında mı bilmiyorum.

Biz de o zamanlarda Leeds United'ı elemiş, finale çıkmışız. Galatasaray, Avrupa Kupası'na doğru ilerliyor, Barcelona sahaya çıkacak 11 kişi bulamıyor.

Giray'ın Dönüşü




Şu yazıyı yazalı daha 1 ay olmadı. "Giray'ın yeniden futbola döneceği gün, yeniden sahaya çıkacağı o ilk gün... Merakla, hevesle bekliyoruz" yazmıştık. Açıkçası bu kadar çabuk döneceğini de tahmin etmiyordum. Ama döndü.

Gaziantepspor maçında sonradan oyuna girdi. Şansına; takımı erkenden farkı yakaladığı için, son dakikalar stresli geçmediği için sembolik olarak oyuna girme fırsatı çıktı karşısına. Avni Aker'de, kendi seyircisi önünde... Oyuna girdikten kısa bir süre sonra Trabznspor gol yedi ama zaten Giray'ın oyuna girmesi başka türden bir goldü.

Sevindik. İnşallah bundan sonra böyle durumlarla karşılaşmayız. Ya da Ediz'inki gibi kötü sonlar yerine Giray'ın hikayesi gibi mutlu sonlar olsun.

Pazartesi, Şubat 4

Devlet Eliyle




Uşak Sportif Olta Balıkçıları Federasyonu (OBAF) ve Uşak Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından, geçen ay Banaz İlçesi'ne bağlı Çamsu ve Hatiplar köylerine öğrenim gören öğrencilere dağıtılan eldiven, bere ve atkılardan bazılarının Galatasaray'a küfür içerdiği ortaya çıktı.

Galatasaray'a küfredenin, Galatasaray taraftarına zorluk çıkaranın bakan olduğu yerde bu da normal aslında. İyi ki bir stadyum yapıldı....

Bu arada Olta Balıkçıları Federasyonu ne yahu?



Düdük Sevdası




Biraz geç bir yazı olacak. Galatasaray-Beşiktaş maçının yarattığı gündem söndü. Melo, tükürük, Oğzuhan vs.. Bir hafta idare etti. Yeni hafta başlayınca unutuldu, iyi de oldu. Ama kıyıda köşede kalan bir şey var. Biraz bekledim acaba ne kadar konuşulacak diye, konuşulmadı. 

Olayı hatırlıyorsunuz, Melo ile Necip itişirken ve oraya Oğuzhan ile diğer futbolcular koşarken, yani ortalık alevlenirken hakem Tolga Özkalfa düdüğünü düşürdü. İnsanlık halidir, düşebilir, "hakem düdüğün düşüremez" gibi cümleler kullanmayacağım ama düdüğünü almaya çalışması komik değil mi? Belki de tirajıkomik...

Melo, sabıkalı bir adam. Maç; kritik bir derbi. Ortam gergin. Yaşanan hararetli olay var. O esnada siz hakem  olsanız ne yaparsınız? Düdüğü yerden almaya mı uğraşırsınız, yoksa olayı mı takip edersiniz?

Bazıları diyor ki "olayı düdükle sonuçlandırması gerek, o yüzden acilen düdüğüne kavuşmalı"

Hakemi polis, hatta mahalle bekçisi yerine koyarsan bu olur. Hakem, 20'li yaşlarındaki yetişkin insanların peşinden koşup düdüğüyle "yapmayın etmeyin" diyecek. Görevi buymuş. 

Ben hakem olsam, düdüğü düşünmeden olayı izlerim. Bakalım kim ne yapıyor, ne ediyor. Olaylar yatışınca düdüğü alırım, duruma göre kartları çıkarırım. Futbolda düdük, daha çok topla ilgili bir mesele, topçuyla ilgili değil. Top oyuna girerken düdüğü çalarsın, oyunu durdururken (faul-ofsayt vs) bir daha çalarsın. Kavga eden futbolcuları ayırırken, bekçiler kralı gibi düdük öttürmeye gerek var mı?

Aslında fotoğraf çok şey anlatıyor. Hakem, otorite, üniiforma, düdük... bu kelimelerden yola çıkarak uzun bir yazı yazılabilir. Benim vaktim yok. Kısaca konuyu özele indirlim; Tolga Özkalfa kötü hakemdir, hatta hakemliğin misyonunda yola çıkıp bu fotoğrafa bakarsak; hakem bile değildir.


Pazar, Şubat 3

Kasımpaşa 0-0 Elazığspor



Cumartesi günü saat 4'te Kasımpaşa'da maça geliyoruz. 8-9 sene önce, belki de 3-5 sene önce nasıl bir atmosfer olurdu, düşünün. Bu sefer turnike girişinde, çizmeli, siyah gözlüklü kız turnikede arkadaşını bekliyor, kombine ile içeri girecekler. Sırt çantam olduğu için güvenlik sıkıntı yaratır, her yeri didik didik arar diye düşünüyorum; o da öyle olmuyor. Fotoğraf makinası, mp3 player kalem gibi şeyler sorun değil burada, Kasımpaşa tribününde ipadler açık, Erasmus öğrencileri  tribünde.

Kan çekiyor herhalde, Kasımpaşa alt yapısında oynayan çocukların önüne oturuyorum. Onların muhabbeti eşliğinde izledim maçı. Bilmedikleri topçu yok. İzlemedikleri maç yok. Sahada olan olayları kendi maçlarına bağlıyor. "Sen Eyüp maçında penaltı kaçırmadın mı"

Semt muhabbetleri, futbol muhabbetleri, devre arasında köfte ekmek. Stadyum dışında köfte ekmek 5 lira, stadyum içinde de 5 lira. Kalite farkı ise daha fazla. Sırf acıktığın için maça girip köfteni alıp oturabilirsin. 

Maç keyifli, sıkmıyor. Sıkıldığımız ufak  bir an vardı, ikinci yarının başında onda da gökyüzü muhteşem bir renge büründü. Fotoğraf makinası ile çekecektim ama makinanın pili bitmiş. Neyse ki internette yakaladık. 

Golsüz maç ama izlemesi çok zevkli. Pozisyon zenginliği var. Ivesa çok iyiydi. Kasımpaşa daha iyi oynadı bence. Ibrıçiç çok ayrı bir topçu. Şota'ya kötü teknik direktör dedik, adam ikinci yarıda takımı toparladı. Şu maç için yapacağı bir şey yok. En iyi adamı (Özer) maç içinde sakatlanmış, ilk yarıyı bile bitirememiş; penaltı kaçmış, gol kaçmış, daha ne yapabilir.

Elazığspor ise yürekle bir yere kadar diyorum. Adem, Köksal gibi adamlar iyi günlerinde çok faydalı olurlar ama vasat olduklarında da hiç çekilmezler. Mücadele de bir yere kadar.

Maç saat 17.53'te bitiyor. Tünelle Karaköy. 18.10'daki Karaköy vapuruna yetişiyorum, Haydarpaşa 18.30 treni ile eve varışım 18.45. Muhteşem bir stadyum demiştik değil mi? 



Cuma, Şubat 1

Nip-Tuck




 Top 5 en iyi sezonlar

1-) 2.sezon
2-) 1.sezon
3-) 3.sezon
4-) 6.sezon
5-) 4.sezon

5.sezon = rezalet

 Top 5 sevdiğim karakter:

1-) Liz
2-) Kimber (seksi oluşu ikinci planda)
3-) Christian (erkekler için idol olması umrumda değil, net ve tutarlı adam)
4-) Annie (diziden alakasız)
5-) Escobar Gallardo

Top 5 sahne

1-) Rosenberg ikizlerinin ameliyatı
2-) Sean ve Christian'ın Ava'nın doktoru ile konuşmaları
3-) Sean'ın Escobar'ın evine gidişi
4-) Sean ve Christian'ın arabada gidişleri
5-)  yoruma açık

Bundan sonra izlediğim dizilerde top 5 yapacağım. İzi ile arkadaş olmanın laneti




Beşiktaş 55 - 77 Maccabi Electra




Geçen sene bu aylarda Euroleauge maçı için İpekçi'ye giderken yaşanan coşku hala akıllarda. Evet, bir Galatasaraylı olarak benim hissetiğim duyguların farklı olması normal ama sokağa yansıyan atmosfer arasında bu kadar fark olması normal değil... Vapurda, trende, salon çevresinde derken en son salonda. Sanki Avrupa'nın basketboldaki en üst organizasyonu değil de TBL'deki en iddiasız maç. Seyircisiz diye küçümsediğimiz Anadolu Efes bile, Sinan Erdem'i iyi kötü bir çeşit organizasyonlarla dolduruyordu.

Beşiktaş'tan TOP 16'da zirve mücadelesi yapması beklenmiyordu muhakkak. Kötü sonuçlar olması normal.Hatta, kötü sonuçlardan daha çok, zaman zaman isteksiz oyunlar sergilenmesi taraftarı kötü daha çok üzmüş olabilir. Ama özellikle geçen hafta Siena maçındaki direnci gördükten sonra bu takım desteği hak ediyordu.

Geçen sene sopalı pankartlarla dalga geçen, her maç salonu doldurmayı küçümseyip "biz de yaparız" diyen, yapılan tezahüratı bile eleştiren kitleyi, bu akşam salonda görmek isterdik. Göremedik. Ama tabi bu cümleler salona gelmeyenlere. Salona gelenleri bu bağlamda değerlendirmek haksızlık olur. Maç öncesi sürekli Galatasaray'a küfür olunca ve skor ilk devrede 20 sayı farka ulaşınca o dakikadan sonra bize saracaklarını tahmin ettim. Ama yanılttılar.  Sürekli takıma destek verdiler. Zaten her zaman söylediğim birşey var; eğer az taraftar varsa o gün güzel tribün olur. Oraya gelen şovmen değildir, hesapçı adam değildir, sevdasının peşindedir. Kendileri için anlamlı olan "Ateşini yolla bana" nostaljisi ile başladılar, "Her gece efkarım" iledevam ettiler, "Gündoğdu" ile bitirdiler. Ufak bir eleştiri; çok kopuktular. Sahaiçinde pşduğum için fazla görme şansım olmadı ama sanırım kafa abiler de pek yoktu. Bir bütünlük sağlanamadı tribünde, lider eksiği vardı sanki. Olsun, bu da onların problemi.

Bir de illet olduğum dj rezaleti. Tribün coşmuş, 20 sayı gerideki takımına bağırıyor, mola alınıyor ses daha çok çıkıyor, o sırada dj basit, kötü, rezalet bir kulüp marşını köklüyor. Neden yapıyorsun abi bunu? Neyin şovu. Bırak tribün sazı eline almış zaten, kesme...

 
Tribün böyle, saha içi ise, özellikle Maccabi bench kısmı takım elbiseli adamlarla dolu. Güvenliği sağlayan İsrailliler. Gerçekten ilginçti. İsrail'i hiç görmedim, ama Maccabi benchinin civarı filmlerde gördüğüm 1970'lerin Avrupası gibiydi. Ortada hayat devam ediyor, dış tarafında ajanlar kol geziyor.


Maçı çok anlatmaya gerek yok. Beşiktaş kötüydü. Gücünün yetmemesi normal ama isteksizlik yakışmadı. Erman Kunter de maç sonu basın toplantısında bahane üretmeden açık açık konuştu Takdir etmek bize düşmez, ama kendisi takdir edilmesi gereken bir karakter. Beşiktaş'ın başında uzun yıllar kaldığı müddetçe çok büyük işler başaracaktır.

Maccabi ise saha içinde gördüğüm en eğlenceli, daha doğrusu en çok eğlenen takımlardan biri. Sahaya çıkışları ayrı, oyunları ayrı. Sharpe'ın salonda çalan müziğe kenardan kafa tutuşu, Blatt'ın oyuncularının sürekli sırtına vurması ( basketbol koçlarında buna pek alışkın değiliz)... Bana sempatik geldi.

22 sayı farkla biten bir maç için söylenecek fazla şey yok. Ama organizasyona dair bir eleştiri, değişen Top 16 turu rezalet olmuş, hiç heyecan yok. Umarım eski sisteme dönerler.