Salı, Haziran 29

İrfan Can Oyundan Çıkar Mı?


Türkiye - İsviçre maçının en çok konuşulan konularından biri İrfan Can Kahveci'nin attığı golden sonra oyundan çıkmak üzere olmasıydı. Sonrasında karar değiştirildi ve İrfan oyunda kaldı. Peki ama olması gereken bu muydu?

Derdimiz İrfan'ın iyi oynayıp oynamaması değil. Bunun değerlendirmesini yapmayacağız. Oyundan çıkar mı, kalır mı sorusuna da cevap aramayacağız. Aslında arayacağız ama bizim bakışımız İrfan'ın performansıyla alakalı olmayacak. İşin o kısmı başka bir konu.

İrfan ilk iki maçta 11'de değildi. Birçok kişi onu ilk 11'de görmek istedi. Onsuz kadroya eleştiriler de çok artmıştı. Sonunda İsviçre maçına ilk 11'de başladı. Fakat kötü giden turnuva performansına, onun da çok önemli bir katkısı olmadı. O sıra telefonuma gelen Watsapp mesajlarının bir kısmı, İrfan'ın çok kötü olduğunu belirtiyordu. Bazıları ise "İrfan ne yapsın?" diye cevap veriyordu.

Derken İrfan, ceza sahası dışından harika bir gol attı ve skoru 2-1'e getirdi. Golden önce oyuncu değişikliğe hazırlanan teknik heyet, İrfan'ı kenara almaya planlıyordu. Hatta kenardan kalkan tabelada da onun numarası gösterildi. Maçı anlatan Erdoğan Arıkan da duruma tepki gösterdi ve "Biraz daha kalamaz mıydı?" diye sordu mikrofon başından.

Güneş de aynı fikirde olacaktı ki, İrfan değişikliğinden hızlıca vazgeçti. İyi de 90 dakikalık bir oyunda, (o ana kadar 62 dakika diyelim) ceza sahası dışından atılan bir şut tüm ölçümleri değiştirir mi?

İrfan'ın 62 dakikalık performansını 10 saniyelik sekansla ölçmemiz, aslında oyuna ne kadar yanlış baktığımızın göstergesi. Demek ki maçı izleyen taraftar da, anlatan spiker de, kararını değiştiren teknik heyet de aynı ezberlerden devam ediyor.

Eğer bir oyuncu kötüyse ve oyundan çıkması düşünüldüyse oyundan çıkmalıdır. Sonuçta bu bir basketbol maçı değil. Eli ısınan forveti, oyundan çıkarmaktan vazgeçebilirsiniz. Zira 30 saniye sonra tekrar eline top gelecek ve şuta kalkacaktır. Bir futbolcu için aynı şans söz konusu değil.

Üstelik skorun 2-0'dan 2-1'e geldiğini de unutmamak lazım. Yenilgiden beraberliğe veya beraberlikten galibiyete geçişlerde planlar değişebilir. Fakat yenilgi devam ediyordu. Golden önce de golden sonra da bir diğer gole ihtiyaç duyma hali devam ediyordu. Yani İrfan için, takım için, oyun için değişen hiçbir şey yoktu. Sadece bir gol atılmış ve skor değişmişti. Mesela aynı gol 'al da at' dercesine verilen bir pasla boş kaleye atılsa, oyuncu yine sahada kalır mıydı?

Tabi bu olay sadece bir maçın bir dakikası ve bir oyuncu değişikliğinden ibaret. Geniş perspektifte de aynı hataları yapmaya devam ediyoruz. Ölçme ve değerlendirmeyi, atılan goller ve alınan sonuçlar üzerinden değerlendiriyoruz.

Galibiyet sevindirir, yenilgi üzer. Bunlar normaldir. Fakat kötüyseniz, kazanmanız kötü olduğunuz gerçeğinizi değiştirmez. İyi gününüzde de yenilmeniz, iyi olduğunuz gerçeğini değiştirmez.

Her yenilgiden sonra karalar bağlayan ve günah keçisi arayan, her galibiyetten sonra da dev aynalarının karşısına geçen bir toplumun ölçme ve değerlendirme konularına sağlıklı bir şekilde kafa yormasını beklemek de pek mümkün değil.

Sonuçlar önemlidir ve bize bir şeyler anlatır. Fakat gerçekleri saklamayı başaracak kadar da  güçlü değillerdir. En azından öyle olmalılar. Öte yandan gerçeği görmek de, biraz çaba gereklidir.

Bu arada İrfan, 18 dakika daha sahada kaldı. 80. dakikada bir kez daha onun numarası tabelaya yansıdı. Bu sefer onu sahada tutacak bir gol de gelmedi. Peki İrfan iyi mi oynadı, kötü mü? 62'de oyunda kalmasını sağlayan şey 80'de ona yardımcı olmadı. Peki o an bir gol daha atsa, yine sahada kalır mıydı? 

Pazartesi, Haziran 28

Joséphine

Fransa'dan çıkan kötü komedi filmlerinden biri.

O kadar kötü ki, komik bir sahneye denk gelmek oldukça zor. 

Josephine, genç ve bekar bir kadındır. Hayata dair genel kaygılara sahip. Ayrıca iyi ve kariyer sahibi bir eş arıyor kendine. Tabi ki bulamıyor. Zira kendisi biraz salak karakter. Filmdeki komedi unsurları da onun salaklıklarına yüklenmiş. Başroldeki karakterin saflıklarıyla ve salaklıklarıyla güldürmeye çalışmak çok eskide kaldı sanıyordum. Alıcısı var yine...

Konusu ve Josephine'in hayalleri itibariyle filmimiz, Türkiye'nin genç / orta sınıf mensubu bir kitlesine hitap edebilir. Zaten son dönemde bu tarz çok fazla film çekildi. Hiçbirini izlemediği için emin değilim, belki de bundan uyarlanan bile vardır. Pucca izlediyse, kesin esinlenmiş olabilir mesela. Kısaca, Türkiye'de tutacağından kesinlikle eminim.

Yine de iyi noktalarından bahsedelim. Çerezlik izlenecek filmlerden biri. Aç ekranda dönsün, sen de muhabbetini et. Sıkmıyor. Sadece komik değil. Süresi de ideal. Keşke mutlu sonla bitmeseydi daha güzel olurdu.

Fransa'da çok sevilmiş olsa gerek ki, ikincisi de çekilmiş. Filmi sevmesem de ikincisine de çok boşta olduğum bir zamanda şans verebilirim. Ama umarım o kadar boşluğa düşmem...

Pazar, Haziran 27

Festivalin Dışında Kalmak


Teknik direktörlerin saha içindeki kararlarını eleştirmek tarzım değil. "O neden oynamadı?", "bu sistem neden tercih edildi?", "analiz yapıldı mı?" gibi soruları sormanın bir amacı yok. Zaten soru soranların cevapları öğrenmek gibi bir kaygısı da olmuyor genelde. Soruların vurgusundan, amacın soru sormak olmadığı bile çok net anlaşılıyor. Mesela, "O neden oynamadı?" cümlesi, sonunda bir soru işareti barındırsa da aslında "Onu oynatmak hataydı ve sen suçlusun" anlamını taşımaktadır.

Zaten basının görevi de sanıldığı gibi eleştirmek veya yargılamak olmamalı. Hem de Türkiye gibi tüm organizasyonların yarım yamalak olduğu bir ülkede, profesyonelleri bu yarım yamalak şartlar altında değerlendirmeye tabi tutmak esas görevinin tam tersi gibi duruyor. Önce bu bozuk alanın dikenlerini, ve çöplerini ortadan kaldırmak, çalışanlara huzurlu bir ortam sunulması için uğraşmak gerekiyor. Bu sağlandıktan sonra zaten sağlıklı bir değerlendirme ve ölçme, ardından da eleştiri ortamı sağlanabilir. Bu ortam sağlanana kadar da, iletişim bölümlerinden beslenen basının aslında bir köprü kimliğine bürünmesi ve saha ile tribün arasında bir iletişim sağlaması gerekiyor.

Tüm bunlara rağmen Şenol Güneş'e ve A Milli Takım'a da ufak bir eleştiri getirmek mümkün. Zaten ortada kötü olduğu tartışılmayacak bir sonuç var. Bunu inkar edemeyiz. Aynı zamanda bunları tekrar deşmeye de gerek yok. Sebepler ve sonuçlar sık sık tartışılıyor zaten. O topa girmek yersiz olur. Fakat ülkede bir hayal kırıklığı yaşandığı da gerçek.

İnsanların hayallerine ket vuramayız. Fakat beklentilerin yükselmesi normal değildi. Bu 'uçuş' hali engellenebilirdi. Bu noktada sanki biraz "Beklenti yüksek olsun, bu bir coşku yaratır. Biz fazla ilişmeyelim" havasına girilmiş olabilir. Biraz istemem sağ cebime koy tarzı... Kitleleri yönlendirmek de bu işin bir parçası sonuçta sonuçta. Belki de en önemli kısmı. Yine de bizim esas değinmek istediğimiz nokta burası değil.

Şenol Güneş; uzun yıllardır Süper Lig'de hücum futbolu oynatmasıyla tanındı. Bu konuda çok başarılı imzalar attı. Hatta gözden düşen futbolcuları baştan yaratmasıyla kendine has bir kimlik edindiğinde bile bu baştan yaratılan futbolcuların büyük kısmının hücum odaklı olması tesadüf değildi.

Fakat sanki onun için çoğu şey Napoli- Beşiktaş maçıyla değişti. 2016 yılında oynanan maçta topun arkasında bekleyen Beşiktaş, İtalya'dan 3-2'lik galibiyetle döndü. O günden sonra Güneş'i birçok 'büyük' maçta benzer bir anlayışı uygularken gördük. Ertesi sezon oynanan Monaco maçından, A Milli Takım'daki Fransa ve Hollanda maçlarına kadar... İşin ilginç kısmı Güneş, bu maçların büyük bir kısmından sonuç da aldı. Sonuç aldıkça daha da bağlandı.

Oysa biz Güneş'i pragmatik bir teknik direktör olarak bilmezdik. O hücumdan, daha doğrusu oynamaktan hiç vazgeçmezdi. Kariyerine dair hatırladığımız en eski sekans bile 1996'daki unutulmaz Fenerbahçe maçında skor 1-1'ken ve şampiyonluk için yeterliyken, oyuncularına 'ileri' işareti yapmasıydı.

Sadece hareketleri değil, demeçleri de bu yöndeydi. Her zaman oynamaktan, yapmaktan, keyif almaktan bahsetmiştir. Mesela Socrates'e verdiği röportajda şu ifadeleri kullanmıştı:

"Bizim de oyunu bozduğumuz maçlar oldu, Fransa maçı gibi. Olacak da zaten. Ama her maça da bozma ilkesiyle çıkılmaz. Kolay bir şey  çünkü bozmak. Oyunu, yaşayışı, ilişkileri... Yapmak, bozmaktan daha zordur. Oyun kurmak da... 

Amaçlarımızdan biri de Türkiye'de iyi oyuncuların, iyi bir oyunun olduğunu göstermek. Bir de gruptan çıkarsak daha da iyi futbol oynayacağımıza inanıyorum. Fakat gruptaki oyun, sonuçlardan çok, Fransa ve İzlanda maçlarında oynadığımız oyunlardan daha iyi olmalı."

Yapmak bozmaktan zordur gerçekten. Bozmak kolaydır. Ve sene boyunca çok az defa toplanan, oyuncuları farklı takımlarda ve hatta farklı ülkelerde olan milli takımlarda, oyun kurmayı sağlamak daha da zordur. Son yıllarda bunu başaran kaç takım oldu ki? Barcelona temelli İspanya ve Bayern temelli Almanya için işler daha kolaydı. Başka?

O yüzden bir milli takımın savunma temelli olması gayet anlaşılabilir. Fakat aynı zamanda burası da bir turnuva. Turnuva diyoruz ama daha çok bir festival. İki senede bir, tüm dünyanın uzlaştığı ve aynı yöne baktığı bir organizasyon. İki sene boyunca tek bir maç izlemeyen yaşlı teyze de, sezon boyunca sadece kendi takımının maçına bakan çocuk da yazın aynı anda oturup aynı maçı izliyor. Tüm kıtanın bu coşkuya katılmasını bir kenara bırakalım (ki bu da önemli bir detaydır), ülkelerin maçlarında tüm toplumun ekran başında olduğunu biliyoruz.

İşte bu noktada daha heyecanlı bir futbolu tercih etmek köprülerin sağlam atılmasına neden olabilirdi. Sadece hücum oynamak değil kastımız. Savunmak ve beklemek planların merkezinde olacaksa da, ekrana ve tribüne keyif vermeyi öncelik sıralamasının başına yazmaktan kaçınmamak gerekir.

Muhakkak herkes bunun olmasını ister. En başta da teknik direktörler. Fakat bu turnuvada bizim adımıza sanki kazanmak, beğeni yaratmanın önüne geçti.

Üç maçı kaybetmiş bir takımın ne kadar eleştirildiğini görünce, bir teknik heyete "kazanmayı önemsemeyin" demek de acımasızlık olur ve biraz da gerçeklerden kopukluktur. Fakat diyoruz ya, burası turnuva...Yani bir festival. Bu gösteriye ne kadar çok katkı sunarsanız, bıraktığınız iz de o kadar kalıcı olur. Ayrıca bu sayede yaşanan yenilgilerden sonra hiç olmazsa  arkanızda az da olsa bir destek bulabilirsiniz. Şimdi ise elde üç yenilgi var ama projeye güvenen ve istikrardan yana olan birkaç idealist dışında kimseden destek yok.

Şova katkı sunmak, günümüz futbol dünyasında çok değerli. Bilet paralarının bu kadar yüksek olduğu, yayın haklarının zirve yaptığı ve insanların zamanının değerli olduğu bir çağda bundan azade olamazsınız.  90 dakika insanlar için çok uzun bir süre. Sadece kazanmak, ateşli taraftarlarınızı memnun eder. Fakat 'bozucu' oyun, kazansanız bile beğeninin düşmesine neden olur. Alev alev yanan lig maçlarında beğeninin ikinci plana atılmasını anlayışla karşılayabilirim ama 80 milyonun ve kıtanın izlediği tek müsabakada öncelikler değişebilirdi.

Napoli maçıyla başladık, Bayern Münih karşılaşmasıyla devam edelim.

Beşiktaş, 2017-18 sezonunda Şenol Güneş yönetiminde çok başarılı bir Şampiyonlar Ligi sezonu geçirdi. Grubunu namağlup lider bitirdi. Beşiktaş taraftarı ve Vodafone Park, Avrupa'nın gözdesi oldu. Aralık ayında çekilen kurada rakip Bayern Münih olarak belirlendi. Avrupa, diğer tüm eşleşmeler gibi iki ay boyunca bu maçı bekledi. Beşiktaş ilk maçı deplasmanda 5-0 kaybedince turu geçme ihtimali mucizelere kaldı. Rakip Bayern olunca hiç sürpriz bir sonuç değildi.

Fakat 5-0'lık yenilgi rövanşa bir formalite maçı olarak bakmayı gerektirmezdi. Mucizeyi gerçekleştirmek için sahaya çıkmak kesinlikle beyhude bir çaba olurdu. Fakat şova katkı sunmak mümkündü. O sezonun Avrupa'da en çok dikkat çeken takımı Beşiktaş'tı. Avrupalılar, birbirlerine "Bu takım nasıl başarılı oldu?" diye soruyordu. Bayern Münih ile oynanacak rövanş maçı TSİ ile 20.00'de başlayacaktı. Yani o gün o saatte oynanacak tek maçtı. Barcelona - Chelsea maçı öncesi insanların göz atacağı bir karşılaşmaydı. Bu sayede hem Beşiktaş'ı, hem turnuvanın favorisi Bayern'i, hem de ateşli Beşiktaş taraftarını odaklanılmış bir şekilde izlemek mümkün olacaktı.

Fakat Beşiktaş, o maça rotasyon yaparak çıktı. Sakatlar, cezalılar vardı ama hem sahadaki oyun hem de sürülen kadro o sezonun Beşiktaş'ı değildi. Karşılaşmayı Bayern 3-1 kazandı ama sonuç önemli değildi. Ortaya sıkıcı ve 'Bitse de gitsek' havasında bir 90 dakika çıkmıştı. 

Beşiktaş'ın Avrupa'da yarattığı biraz otantik soslu merak duygusu, ortadan kaybolmuştu. Ne o eşleşme ne de o sezonun Beşiktaş'ı hak ettiği kadar hatırlanmıyor belki de. Zira nasıl biterse bitsin, bir romanı ve bir filmi vurucu yapan sonudur. Bu da sonu sönük kaldığı için arada kaybolan bir öyküydü.

Fransa ve Hollanda'yı yenen Türkiye'nin yarattığı da biraz bu oldu. Avrupa'yı es geçelim; yıllar sonra televizyon ekranına oturup maç izleyenler de bu 10 gün boyunca biraz sıkılmış olsa gerek. Seneye Katar'da oynanacak maçlar öncesinde aynı ilgiyi yakalamak çok zor olacak. Turnuvanın dışında kalmak için sadece üç maç kaybetmek veya rakiplerden az puan toplamak gerekmiyor. Bazen oradayken de sizi görmezden gelirler. Bazen de kazanmasanız bile, o coşkunun bir parçası olursunuz.

Aslında yazı bir teknik heyet eleştirisi olsa da, hangisinin daha değerli olduğunu tüm ülkenin ortak bakış açısı belirler. Kendiniz için faydalı olanın peşinden gitmek mi, yoksa festivali oluşturan tüm paydaşlara keyif vermek mi?

Cumartesi, Haziran 26

La Isla


İspanya - Fas ortak yapımı, tadında bir komedi. Konusu bize de aşina geldiği için, içine girmekte zorlanmıyoruz, yabancılık çekmiyoruz.

Yunanistan ile yaşadığımız Kardak krizi gibi politik bir mesele ve mülteci sorunu filmin esas konuları...

Kısaca bahsedelim. Fas ordusu Akdeniz'de bulunan ve daha önce kimsenin farkında olmadığı ufak bir adaya saf çavuşu İbrahim'i yollar ve ondan ülkeye girmesi muhtemel mültecileri rapor etmesini ister.

Fakat İbrahim'in adaya çıkarak Fas'ı temsil etmesi İspanyolları kızdırır. İki ülkede adanın kendilerini ait olduğunu iddia eder.

Bu politik sorun kara tarafını hararetle meşgul ederken İbrahim'in keyfi yerindedir. Fakat bir anda bir misafiri olur. Kuzey Afrika ile Avrupa arasındaki bir noktada bulunan adaya, Batı Afrika'dan Mamadou  iştirak eder.

İbrahim ile Mamadou ilk başta pek anlaşamaz ama sonrasında olaylar gelişir. Hatta Avrupalı'nın ırkçılığına maruz kalan Arap'ın, adasına gelen Afrikalı'ya üstünlük kurmaya çalışması biraz rahatsız  da eder. Yine de yerinde bir bakış açısı olduğunu kabul etmek gerekir. Dışlamanın sadece tek bir tarafa ait olduğunu göstermemesi önemliydi.

85 dakikalık süresiyle tam çerezlik, keyiflik bir film. Komedi filmi olarak beklentiler 'kahkaha' olacaksa, biraz hayal kırıklığı yaratabilir. Fakat politik taşlamalar çok yerinde. 

Bu arada uydurulmuş bir hikaye de değil. Mülteci kısmı zaten onlarcasına aşina olduğumuz bir durum. İspanya ile Fas arasındaki ada krizi ise gerçek bir olaya dayanıyor. 2002 yılında iki ülke arasında böyle bir olay yaşanmış. ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell devreye girmese, İspanya Fas'a saldıracakmış. Demek ki bu olaylar bize özgü değilmiş.

Perşembe, Haziran 24

Siyasi mi Kapris mi?

2013'teki Gezi Parkı protestolarının ardından Cenk Akyol'un NTV mikrofonunu iterek medyaya tepki göstermesi milli takımdaki geleceğini etkiledi mi?

Alakası yok. Hidayet, Mehmet ve Kerem'e gerektiğinde "Siz gelmeyin. Kadroyu başka türlü kurdum" diyorum da Cenk'e mi diyemeyeceğim.? Ben de politik bir insanım. Ayrıca milliyetçi değilim. Nasyonalizmi savunmam. Ama Cenk'in durumu farklıydı. Akdeniz Oyunları'ndan sonra kapris yaptı. Yahu seni oynatabilmek için içim kan ağlayarak İbrahim Kutluay'ı kesmişim ben. Üstüne üstlük bir de Fenerbahçe'de Ömer Onan'ı düşündüğümü, planlarımda yer almadığımı İbo'ya bildirmişim. Yıllarca konuşmamışız. Ne zamana kadar? Harun Erdenay'ın anneannesinin cenazesine kadar... Ben doğrularım uğruna kardeşlerimden vazgeçmişim, biz neyi konuşuyoruz?

Cenk daha sorumlu davranmalıydı. Milli takımı politikaya alet etmemeliydi, orası ayrı. Ama kadrodan kesilmesinin bununla alakası yok. Karar benim.

Bogdan Tanjevic / Socrates Ocak 2021

Çarşamba, Haziran 23

All the President's Men

Namusu maaşından fazla olan gazeteciler Carl Bernstein ve Bob Woodward'ın, bir polis ekibi gibi titizlikle çalışarak Watergate skandalını  ortaya çıkarmasını anlatan film.

Ben nedense bu filmi yıllar önce izlediğimi sanıyordum. O nedenle sık sık adını duyduğum ve 4 Oscar kazandığını bildiğim filmi listeme hiç almadım. Fakat sonradan fark ettim ki izlediğim film, Watergate'i anlatan başka bir filmmiş.

Adeta elektrik faturasının son gününü fark etmiş gibi, telaşla program yapıp 45 yıllık filmi izlemek ilginç bir deneyim oldu. Ayrıca güzel de oldu. İzlemek için en doğru zamana denk geldiğini bile diyebiliriz.

Gazeteciliğe zurnanın son deliği olarak dahil olmuş ve gazetecilik yapılmayan bir ülkede yaşayan biri olarak böyle filmler izlemek küçük çaplı bir heyecanlara ve yükselişlere neden oluyor. Sonra o duygular yavaş yavaş kayboluyor tabi. Spotlight'ta da böyle olmuştu. Fakat All the President's Men'in Spotlight'a 10 bastığını belirtmem gerek.

Müthiş Dustin Hofman ve olgunlaşmış bir Robert Redford'u (yaş 40) izlemek de ayrı bir keyif. İşin güzel tarafı Watergate, 1972-1974 yılları arasında yaşanan bir skandal. Film ise 2 sene sonrasında çekiliyor. Hemen, anında, sulandırılmadan, unutmadan, sıcağı sıcağına...

Allah bana uzun ömürler verirse, yaklaşık 10 sene sonra bir daha izlerim. Üstelik bu payeyi de çoğu filme vermem. Zaten 1977 Oscar adayları, Şampiyonlar Ligi gibi. Rocky kazanıyor; All the President's Men, Taxi Driver, Network kaybediyor. Çok sağlam yıllar...

Pazartesi, Haziran 7

Pazar, Haziran 6

American Animals



Son dönemde izlediğim en kaliteli filmlerden.

İzler izlemez, ABD'de yaşayan doktor arkadaşım Uğur'a filmden bahsettim. Kendisi yoğun olduğu için, film aramakla zaman kaybetmemek için sık sık film önerisi ister. Bu filmi söylediğimde hem sevindi hem üzüldü.

Beğenmeme sevinmişti ama onun önerilerini kulak arkası ettiğim anlaşılmıştı. O benden aylar önce bu filmi izlemiş ve bana bahsetmiş.

Fakat benim de haklı gerekçelerim var. Film çok popüler olmadığından Uğur söylediğinde aklıma yer etmedi. Adını sık sık duysaydım, hafızaya atmam kolay olurdu. Hatta filmi de tesadüfen izledim. Bir beklentim de yoktu. Zaman geçirmek için açtım ama daha fazlasını buldum.

Şimdi biraz 'spoiler' verelim.

Film bir soygun hikayesini anlatıyor. Gerçek bir hikayeden uyarlanıyor. Fakat diğer çoğu soygun filminden farklı olarak, başarısız bir soygunu anlatıyor. Hatta karakterlerimiz 'cool' da değil. Soygunu planlarken heyecanlanan, hatta kusan 20li yaşların başlarında olan gençlerden oluşuyor. Çok da iyi oyuncular... Favorim Barry Keoghan.

Soygunu gerçekleştirememiş kahramanlarımız da filmin aralarına röportajlarıyla konuk oluyor. Yani gerçek 'hırsızlar' da bu filmde. Anlatımıyla, konusuyla, derinliği ile çok başarılı bir iş.

Bir soygun filmi olarak sadece aksiyon ağırlıklı da değil. Zaten hırsızlarımız Kentucky Üniversitesi'nin kütüphanesinden, çok nadir bulunan 'The Birds of Amrerica' kitabını çalmaya karar veriyorlar. Bir bankada veya kuyumcuda geçen bir film değil. Bir üniversite kampüsündeyiz. Hırsızlarımız üniversite öğrencisi. Para kazanıp zengin olmak tabi ki amaçları ama tek motivasyonları bu değil.

Yönetmen Bart Layton, benzer bir işe daha önce de imza atmıştı. The Imposter, yine ilginç bir hikayenin benzer bir tarzla sinemaya aktarılmış haliydi. İki filmi de ağız açık bir şekilde izlemek mümkün. IMDB'de Imposter 7.5, American Animals 7.0 puana sahip. Fakat bence American Animals çok daha iyi bir film.

Bunda müziklerin de payını yadsıyamayız. Leonard Cohen'den Sixto Rodriguez'e kadar hoş bir yelpaze var. Favorim ise Elvis çalan soygun provası sahnesi. Hatta şimdi bir daha izledim; hikayenin sonunu düşününce çok komik geldi.

Güçlü olan tek taraf müzikler değil tabi. Yönetmenin kamera kullanımı, karanlık, sessiz ve gergin bir atmosfer yaratmadaki başarısı çok değerli. Aksiyonun kısıtlı sürede kaldığı bir filmde tempoyu düşürmemek çok önemliydi.

Güzel iş...

Cumartesi, Haziran 5

Ronaldo Gibi Başla Ronaldo Gibi Bitir

Karim Benzema, Real Madrid tarihinde en çok maça çıkan üç yabancı futbolcudan biri. Diğer ikisi Brezilyalı sol bekler; Roberto Carlos ve Marcelo. Sol bekleri ķüçümseyecek değilim ama bir santrforun başka bir ülkeden gelip Real Madrid'de yaklaşık 10 sene kalması ve bu süreçte en az 500 maça çıkması müthiş bir iş.

Tabi işler her zaman kolay gitmedi. Çok eleştirildiği dönemler, gol atamadan geçirdiği haftalar oldu. Real Madrid'de iki maç üst üste gol atamamak bile sıkıntı yaratır. Fakat Benzema bunun altından kalkmayı başardı.

Aslında kişisel olarak sevdiğim bir santrfor değildi. Hatta, sanki bir asır öncesiymiş gibi hayal meyal hatırladığım Lyon'daki Benzema, çok daha farklı bir profildi. Hızlı, teknik, bitirici... Brezilyalı Ronaldo gibiydi adeta. Bu tip melekelerini Real'de çok az gösterdi. Aklıma gelen yegane örnek Atletico maçındaki çalımı ve attırdığı goldü.


Biz onu gençliğinde Brezilyalı olana benzettik ama o zamanla Portekizli olana dönüştü. Tamam aynı oyuncu değiller ama gidiş yolları benzedi. Sporting'den Manchester'a gelen cılız çalımbaz çocuk, zaman içinde bir canavara dönüştü. Yazının başlığı da bu yolculuğu ve dönüşümü anlatıyor.

Benzema da ceza sahası içinde çalımla varyeteyle uğraşmayan, direkt golü düşünen bir santrfora evrildi. Fakat bu golü düşünme son iki sene öncesine kadar başkalarının golüydü; özellikle de Cristiano'nun...

Geçtiğimiz günlerde Gonzalo Higuain bir röportaj verdi. Tarihte hem Messi ile hem Ronaldo ile beraber oynayan az sayıdaki oyuncudan biri olarak konuşuyordu.

"Onları en iyi ben anladım" diyordu. Psikolojik olarak belki de öyleydi. Hatta Lionel Messi için de öyle olabilir. Ama sahada oyunu tamamlama konusunda (ve en çok da Ronaldo özelinde) Higuain doğru parça değildi.

Arjantin'den gelen genç bir çocuk olarak her defasında kendini şöhretli forvetlerden daha çok gösterip formayı kaptığı zamanlar ben de Higuain'ciydim. Hatta Paris'ten gelen yapılı, havalı, biraz getto, biraz büyük şehir soslu daha sonraki yıllarda Rihanna ile takılacak Benzema'ya göre Higuain daha bizim çocuktu. Ama Higuain gitti. Barınamadı Real Madrid'de... Hem de Ronaldo varken. Fakat Benzema kaldı. Hem de Ronaldo'dan sonra da...

Çünkü Ronaldo'nun hızına ayak uydurabilecek, topla kavga etmeden ona pas istasyonu oluşturabilecek ve topu aldığında kaleyi bulabilecek tek santrfor Benzema'ydı. Higuain ceza sahasında çıldırtabilir, Lewandowski ve Suarez o driplinglere eşlik edemezdi. Başkası olamazdı.

Benzema oldu. İşin ilginç olan kısmı, Ronaldo sonrası dönemde de birinci role geçti ve onu da başardı. Hatta Ronaldo'yu aratmayacak kadar.

Tamam; yıllar önce Paris'ten gelen havalı çocuğun yetenekleri aşikardı. Bütün dünya onu Youtube'dan izlemeye başlamıştı. Yani bir peri masalı gibi kendini geliştiren futbolcu hikayesi yazmaya gerek yok. Fakat Benzema bu role 32-33 yaşında geçti ve yaşından beklenmeyecek bir devamlılık gösteriyor.

33, yeni futbol dünyasında yaşlı bir çağ sayılmaz. Benzema'nın formunun zirvesinde çok akranı var. Fakat yine de onların çoğu; eğer Zlatan veya Cristiano gibi anormal bir fiziğe sahip değillerse, artık saha içinde daha farklı hareket ediyorlar. Kendilerini daha az yorup, daha çok zeka ve tecrübeyle fark yaratıyorlar.

Benzema ise halen 23 yaşındaki gibi. Belki o eski hızı yok. Ya da Valdedebas'taki küçük saha onun gaza basmasını engelliyordur. Hızı göremiyoruz ama halen tank gibi. Ona çarpan yanıyor. Maç içinde de yorulmuyor. Bu sezon oynadığı 46 maçın 33'ünde  90 dakika sahada kalıyor. 75'ten önce çıktığı sadece iki maç var.

Bunun nedeni ne olabilir?

Son zamanlarda çok tartışılan ve muhteşem formunun ardından yeniden gündeme gelen Fransa Milli Takımı, onun kariyerini uzatmış olabilir mi?

Benzema uzun bir süredir milli formadan uzaktı. Diğer meslektaşları, her sene kıta kıta, ülke ülke gezip maç yaparken ,yazları turnuvalarda yıpranırken Benzema dinleniyordu. Senede 4-5 milli maç arası olsa; 10 haftalık bir dinlenme imkanı doğuyordu. Sezon bitiminde kendisini yenileyebildi. Tamam belki müzesinde Dünya Kupası madalyası olmadı ama aksi halde şu an Real Madrid oyuncusu da olamayabilirdi.

Futbolcuların günümüzde en çok şikayet ettiği yoğun maç takvimi Benzema'ya uğramadı. Belki ona verilen ceza, onun şansı oldu.

Sonuç olarak,özellikle iki senedir çok özel bir oyuncu performansıyla karşı karşıyayız. Bazı futbolcular olgunlaştıkça tat verir ve saygı uyandırır. Önceleri biraz göz ardı edersiniz ama kariyerlerinin son virajına girdiklerini fark ettiğiniz anda daha fazla izlemeye ve ona saygı duymaya başlarsınız. O da bunun karşılığını verir ve akranları gibi elden ayaktan düşmeden topunu oynar.

İste Benzema o tür topçulardan...

Peki şimdi yeniden milli takıma çağrıldı, ne olacak? Bir kereden bir şey olmaz. Hem belki de bu onun için 'son yaz' olabilir. Onun bu gelişimini ödüllendirmemek ona değil, Fransızlara ceza olurdu. 

Cuma, Haziran 4

Pierrot le Fou

 


Ferdinand, namı diğer Pierrot (Belmondo)  bizi ilk anlardan itibaren kaybediyor. Ailesini bırakıp genç ve güzel kadınla Akdeniz yoluna çıkması 'şiirsel' gibi duruyor ama bizim anlamlandırmamızı zorlaştırıyor.

Karakterleri, hikayeyi anlatan kişinin çizdiği yönle algılıyoruz. Ferdinand, toplum dışına kaçan bir karakter olarak kahramanlaşıyor. Bunu da ailesini geride bırakarak başlatıyor.  Burjuva hayatını bırakıp anarşist oluyor. Filme 'politik' bir sos katmaya buradan başlıyor. Fakat hikaye başka bir şekilde işleseydi o ailesini bırakıp giden 'kötü' adam olacaktı ve politik özellikler gözden kaybolacaktı.

Kılıçla yaşayan kılıçla ölür misali Ferdinand'ın sonu istediği gibi bitmiyor. Peki bu önemli mi? Filmin ve yönetmenin (Godard) böyle bir derdi yok. Onun öyküyle de çok derdi yok. Giriş ve sonuç çok mühim değil. Gelişmeye önem vermiş. Onu da bir şey anlatmak için kullanmamış. Bir şey 'çizmek' istemiş sadece.

Filmin doğaçlama çekildiği gibi bir şehir efsanesi var. Doğru da olabilir. Ama doğru değilse de bu anlatıya en uygun filmlerden biri. Doğaçlama çekilmiş gibi ilerliyor. Karakterler de doğaçlama ilerliyor. Belki de o yüzden Marianne'nin (Anna Karina) sondaki planı bizi tiksindiriyor. Ahlaki olarak değil, filmin ruhuna uygun olmadığı için sinirleniyoruz. Bu kadar planlı bir son olmamalıydı ve 'duygularla konuşuyorum' diyen karakterimiz bunu yapmamalıydı.

Belki Ferdinand da ailesini geride bırakırken biraz daha planlı olmalıydı ve daha çok düşünmeliydi. Film boyunca her konu hakkında konuşmuşken belki bize bundan daha çok bahsedebilirdi. Böylece bunun politik bir tavır (ve film) olduğuna daha güçlü inanabilirdik. Fakat o zaman da 'az sonra' izleyeceğimiz Ferdinand'ın (ve Marianne'in) o serseri bir kurşun gibi Akdeniz'e savrulmalarından keyif alamazdık. Biraz eğri dururdu. Zor bir film olacağı buradan belliydi.

Zaten başlarken de zor başlamış. Godard, "Çekimler başlamadan iki gün önce elimde hiçbir şey yoktu. Bir kitabım vardı, bir de birkaç mekan. Sadece filmin deniz kıyısında geçeceğini biliyordum" diyor. Doğaçlama olduğuna buradan ikna oluyoruz. Fakat diğer yandan seyircilerin algıladığı ve sandığı bir derinliği olmayabilir. Bu da sorun yaratmamalı. Yönetmen biçimle daha çok ilgilenmiş ve bunu da başarmış. O zaman uzun analizlere ne gerek var?

Fakat biz de izleyiciyiz ve bir beğeni hissimiz var. Film ilgi çekici mi? Kesinlikle. Peki keyif aldık mı? Pek sayılmaz. Fakat bir yönetmen olsam böyle bir film çekmek isterdim. En azından böyle bir film çekme lüksüne sahip olmayı isterdim. Bulunduğunuz camianın kalıplarını ancak böyle işler üreterek kırabilirsiniz. Zaten Godard da buna 'film' değil 'sinema ' diyor.

Sene 1965'tir ve ne olursa olsun bunu düşünmeden değerlendirmemek gerekir.

Sıradan bir filmdir ama sinemanın mihenk taşlarındandır.

Perşembe, Haziran 3

19 Sene Sonra

Portekiz Ligi'nde 19 sene sonra şampiyon değişti. Böyle ifade edince 19 senedir aynı takım şampiyon oluyormuş gibi bir hava çıkabilir. Fakat iki, takım da çok değil. Porto ve Benfica, son 18 seneye damga vurmuştu. Porto 11, Benfica 7 sezonu şampiyon olarak bitirmişti.

En son 2001-02'de şampiyon Sporting'di. Rumen hoca Laszlo Bölöni yönetiminde ve 42 gol atarak ikinci defa Altın Ayakkabı kazanan Mario Jardel önderliğinde kupaya uzanan Sporting'in önü açık gibi duruyordu. Ama öyle olmadı.

Uzun seneler boyunca ilk ikiye bile girmekte zorlanan Sporting'in hasreti bu sene sona erdi. Bu sefer şampiyonluk biraz daha farklı bir yoldan geldi. 42 gol atan bir santrfor yoktu mesela. 23 gol de az değil ama! 22 yaşındaki Pedro Gonçalves, yaşından daha çok gol atarak sezonu gol kralı olarak bitirdi. Kesinlikle sezonun sürpriz isimlerinden. Öncelikle kendisi bir orta saha oyuncusu. Bir yeteneği olduğundan bahsedebilirdik ama geçen sezon Famalicao'da 5 gol attıktan hemen sonrasında sezona gol sayısıyla damga vurup tarihe geçmesi beklenmiyordu.

Sporting'in kadrosu böyle sürprizlerle dolu. Hatta teknik direktörü bile! Benfica'da futbol oynadığı dönemden hatırlayabileceğiniz Ruben Amorim, teknik direktörlük karıyerinde çok hızlı yükseldi. Geçen sezonun devre arasında, Braga'nın B takımından A takımına atladı. Yarı finalde Sporting'i, finalde Porto'yu yenerek Lig Kupası kazandı. Pandemi arasından sonra da Sporting'in yolunu tuttu. Ve bu sezon şampiyonluk geldi. 

La Liga'dan hatırladığımız Antonio Adan, 34 yaşında kariyerinin en muhteşem sezonunu geçirdi. Gerçi ara ara, özellikle sezon başında hatalı goller yedi ama sezon boyunca 20 gol yiyen takımın en dikkat çeken oyuncusuydu. 4 kere ayın kalecisi seçildi. 

Bir başka İspanyol Pedro Porro'nun adını ileride sık sık duyarız. 22 yaşındaki Jovane Cabral ilginç bir tarz. Parçalar birbirini buldu ve şampiyonluk geldi.

Sporting, sezonun büyük bölümünde açık ara öndeydi ve bu da şampiyonluk yarışını zevksiz kıldı. Fakat bir ara "şampiyonluğu verirler mi" sorusunu da sordurdular. Nisan ayındaki dört maçta altı puan kaybedince bir ufak heyecan hissedildi. Fakat hemen toparladılar. Sezonun tek yenilgisini, şampiyonluğu garantiledikten sonra oynadıkları Benfica deplasmanında yaşadılar.

Benfica ve Porto istedikleri gibi bir sezon yaşayamadılar. Benfica sezonun ilk yarısını çok kötü geçirdi. Geçen sezon pandemiden sonra da benzer bir düşüş içindeydiler. İkinci yarıda muhteşem bir çıkış yakaladıklarında iş işten geçmişti. Yine de önümüzdeki sezon için bir ışık verdiler. Porto'nun ise ağırlığı Şampiyonlar Ligi'ndeydi. Çeyrek finale kadar yükseldiler, Juventus'u elediler. Geçen sene 82 puanla şampiyon olmuşlardı. Bu sezon 80'de kaldılar ama 82'yi yakalasalar yine şampiyon olamayacaklardı. Zira bu sefer çok iyi bir Sporting vardı. 

Sıkışık bir fikstürün olduğu sezonda Sporting'in en büyük şansı, belki de Avrupa'dan erken elenmek oldu. Ezeli rakiplerinin önüne geçmesinde avantaj sağladı. Yeşil-beyazlılar, ekim ayında LASK Linz'e 4-1 yenilerek Avrupa'ya veda etti. Belki o maçtan sonra tepetaklak da olabilirlerdi ama zirveye yürüdüler. Bu açıdan Beşiktaş'ın şampiyonluğuna benzetebiliriz.

Beşiktaş da önce PAOK'a, sonra Rio Ave'ye yenildi ve Avrupa defterini kapadı. Beşiktaş şampiyonluğa giderken Rio Ave Portekiz'de küme düştü. Açıkçası son ana kadar inandırıcı duran bir senaryo değildi. Rio Ave kötü bir takım değildi. Hatta uzun süre düşme korkusu da yaşamadı. Orta sıralarda gezindi. Fakat son 12 haftada sadece 1 maç kazanabildiler. O galibiyet de son haftada geldi ve direkt düşmekten kurtuldular. Play-out'ta ise daha büyük bir sürpriz oldu ev alt lig takımı Arouca'ya iki maçta beş gol yiyerek elendiler.

Ligin en az gol yiyen 7. takımı küme düştü. Fakat diğer yandan ligin en az gol atan takımıydı. Bu da sorunun nerede olduğunu gösterdi.

Ligin ilk dört sırasındaki takımlar sürpriz değildi. Sporting, Benfica, Porto, Braga'nın arasına son yedi sezonda sadece bir takım (Guimaraes) girebildi. Adeta beşincilik, başka bir ligin şampiyonluğu demek. Mesela geçen sezon bunu Rio Ave başarmıştı ama sonu kötü oldu. Bu sezon ise Paços de Ferreira oturdu oraya. Kesinlikle hak ettiler. Sezonun son bölümünde 'salmasalardı' belki ilk dörde de girebilirlerdi.

Geçen sezon lige yükselen Nacional ve Faranse ise aynı hızla geri döndüler. Famalicao'nun berbat geçen ilk yarıdan sonra sezonu 10. sırada bitirmesi de sezonun hikayelerinden biriydi.

Son bölümde öne çıkan bazı oyuncuları sıralayalım. Benfica'nın İspanya 2.Ligi'nden transfer ettiği (Almeria) Darwin Nunez, 44 resmi maçta attığı 15 golle dikkat çekti. Şampiyonlar Ligi'ne damga vuran Mehdi Taremi'den ayrıca bahsetmeye gerek yok. Braga'dan Iuri Medeiros, Avrupa'da çok gezdiği yılların ardından en iyi dönemlerinden birini yaşadı. Paços'un Güney Afrikalı hücum oyuncusu Luther Singh, uzun zamandır bu ligde ama halen 23 yaşında ve bu sezon en etkili ışığını yaydı. Takım olarak 36 gol atan Tondela'nın İspanyol oyuncusu Mario Gonzelez, 26 maça 14 gol sığdırdı. Daha iyi bir takımda daha iyi işler yapabilir. 

Çok keyifli ve heyecanlı bir sezon değildi ama pandemi zamanında Avrupa'da kaç ligde güzel sezon vardı ki? Yine de alışılmışın dışına çıkan bir senaryo, değişiklik yarattı. Bu da fena değil.