Çarşamba, Ekim 31
Salı, Ekim 30
Ataman Reis
Şşşşşt, 1, 2, 3
Taraftar üçlü çektirmek için koçu çağırdığında ihtimal vermemiştim. Bir koçun, hocanın üçlü çektirdiği nerede görülmüş. Gerçi daha sonra öğrendim örnekleri varmış ama bizim camiada rastlanan bir şey değildi.
GS Bonus kartlı hocam, üçlüyü çektirdi. Yüzü güldü, tribün güldü. Yaklaşık 5 ay önce mola alsana diye bağırıyorduk. Bir kere de çapsız olan biz olalım. Duruş sergilemekten gına geldi, faydası da olmadı. Hocam gelsin, kupalar kazansın.
Anadolu Efes 73 - 83 Galatasaray
Sezonun ilk lig maçı için Ayhan Şahenk'e gidiyorum. Sanırım, 1.5 sene önceki (tam olarak Şubat 2011) Caserta ve Trabzonspor maçlarından sonra ilk defa ayak basıyorum. Son 2 senede İpekçi'de oluşan o havayı görmesem her zaman tercihim burası olurdu. O kadar sıkıntısını çektikten sonra tam metro gelmişken oradan uzak kalmak şanssızlık oldu.
Maçın resmi tatile ve resmi tatil günü için uygun bir saate denk gelmesi nedeniyle salon tamamen dolar diye düşündüm ama olmadı. Bizim taraf doluydu. Maçı basın tribününde izlemeyi düşünmüştüm ama Galatasaray tribününde olmak iyi oldu. Galatasaray tribünü iyiydi. Her zaman olduğu gibi, yine az sayıdaki Galatasaray taraftarı, çok olandan daha iyisini yaptı. Keyifli oldu.
Maç da keyifli oldu. Fazla zorlanmadık. En azından tribüne öyle yansıdı. Zaman zaman geçmişten kalan "ulan yine mi son topa kalacak" korkusu içimize işlese de, o anlarda Domercant, Gordon, Macvan ve tabi ki Hawkins devreye girdi. Bir an bile maça ortak olamadı rakip. Belki de son zamanların en rahat büyük maçını izledik. Şimdi yazarken hatırladım, geçen sene normal sezonda oynadığımız Fenerbahçe maçı en az bunun kadar, hatta bundan rahattı.
Uzun uzun basketbol analizi yapmaya gerek yok, zaten yapamam da. Başımızdaki coach, Avrupa'nın en iyilerinden. Gerekeni yapıyordur, yapıyor da. Ekim ayı bitmeden hem Fenerbahçe hem de Efes galibiyetleri gördük. Geçen seneden daha farklı oynuyoruz. Karakter daha farklı. Daha fazla klas oyuncu var. Yaratıcı oyuncu sayımız daha fazla, tempomuz daha yüksek. Bu da keyif veriyor.
Bunları yazınca sanki Oktay Mahmuti'ye sallıyormuş gibi hissediyorum. Yaz başından beri yaşanan süreçte öyle bir bölünme oldu ki sosyal medyada, ya Ergin Atamancı ya da Oktay Mahmutici olmak zorundaymışsın gibi bir hava oluştu. İki hocanın da emekleri var, yolları açık olsun, şu dakikadan sonra Ataman'ın yolu daha çok açık olsun.
Tabi içimizdeki Anadolu Efes antipatisini, Oktay Mahmuti'nin oraya gidişi de engelleyemez. Dün Güngören'den 15-16 yaşındaki çocukları toplamışlar. Güngören'den adam getirmesinler demiyorum ama aynı şeyi 3 büyük kulüp yapsa sağda solda neler yazılırdı. Her basketbol muhabbetinin "amin" cümlesi gibi bahsedilen Efes'in organizasyon yeteneği artık patlıyor sanki. Bunun da sebebi zirveye oynayan İstanbul takımları. Artık 3 büyükler var. Umarım Efes Kızları'nı da alıp giderler. Zaten bu sene Mahmuti'nin takımının erken tökezleyeceğini düşünüyorum.
Ataman ile Mahmuti arasındaki en önemli belki de dikkat edilmesi gereken tek fark taraftarla iletişimi. Oktay Mahmuti, en büyük sevgi gösterililerine bile biraz soğuk davranıyordu. Bu onun karakterinden kaynaklanıyor olabilir, eleştirilebeilcek bir durum değil ama Ergin Ataman'ın şovları takımı taraftarla daha çabuk bütünleştirecek.
Zaten takımın şovları da inanılmaz. Domercant'ın üçlüsüne Furak ve Macvan'ın eşlik edişleri müthiş eğlendirdi.
Bu takıma da bu sene çok fazla bağlanacağız. Güzel olacak.
Pazartesi, Ekim 29
Green Street Hooligans 2
Bir devam filmi nasıl rezil edilir'in derslik çalışması.
Futbola soccer diyen bir milletten futbol filmi beklemek saçmalıktı. İlk film de çok iyi değildi ama futbol topu ve tribün hikayesi görünce bize yetmişti. Bu sefer onlar da yok. Biraz Prison Break, biraz Esaretin Bedeli biraz American History X... Ortaya çıkan sonuç; rezalet.
İzleyen arkadaşlarım, sakın izleme demişti ama dinlemedik onları.
Karşıyaka Tarafı
Bundan daha iyisi düşünülemezdi. Berbat bir sezon başı. Daha ilk maça çıkmadan istifa eden bir teknik adam. Bir önceki sezon küme düşmekten son maçta kurtulma. Oysa bir anda liderlik koltuğuna oturdular. Hiç beklemiyorlardı. Sonra işler biraz bocalasa da tam ihtiyaç duydukları zamanda, tam ihtiyaç duydukları şeyi yaşadılar. Göztepe galibiyeti...
Nasıl oldu da bu takım buraya geldi. Sebebi ben bulamıyorum. Aklıma sadece Cihat Arslan geliyor. Futbol dünyasının en iyi adamlarından biri olabilir. En iyi teknik direktörü değil belki ama en iyi insanı, en sevilen teknik adamı. Kovulduğu takımdan ayrılırken onu uğurlayan kalabalık arasında, hiç forma şansı vermediği futbolcu da vardı. Daha da ötesi o futbolcu onu ağlayarak uğurluyordu. Böyle bir adam Cihat Arslan. Hiç bir somut başarısı yok. Belki de en büyük başarısı Karşıyaka'yı lider yapmak. Veya Karşıyaka'yı takım yapmak. Koca camianın üzerindeki ölü toprağını kaldırmak, umutsuzluğu yok etmek. Bunu en son 2009'da Reha Kapsal yapmıştı. O bile bu kadar kısa sürede sonuç alamamıştı.
Cihat Arslan diyor ki "Bu ligin en iyi takımı değiliz, süper değiliz, bu ligini tozunu atamayız. Ama iyi mücadele ediyoruz" Ayaklar yere basıyor.
Peki nereye kadar gider bu takım. Merakla bekliyoruz. Karşıyaka böyle hikayeleri sever. Karşıyaka'ya böyle sezonlar lazım. Uzaktan ilgiyle izledim, normalden fazla sevdiğim bir klüp. Konuşmak için çok erken ama mart-nisan gibi "O gece bu sene" türer mi acaba?
Göztepe Tarafı
Maç sonu oluşan tablo çok kötüydü. Sadece maçla alakalı değil. Uzun aradan sonra geri dönülen ikinci sezon. Bu sefer daha iddialı bir kadro. Üst sıralar hedefte. Ama 10 maç sonunda sadece 1 galibiyet. Puan durumunda geçebildiği tek takım Ankaragücü. Ve son yenilgi de, geçen sezon küme düşmekten son anda kurtulmuş, bu sezon başlamadan hoca değiştirmiş ezeli rakibe karşı... Göztepe taraftarının istedikleri, hayal ettikleri, hatta en akılcı düşünen taraftarının tahmini bu değildi.
Yaklaşık 5000 dolayında taraftar. Deplasman tribünü her zaman iyidir. Bu sefer iyi değildi. Meşale şov çok iyidi. Ama o kadar sadece. İzmir'den iki senedir çok güzel fotoğraflar geliyor. Ya İzmirli foto-muhabirler müthiş iş yapıyorlar, ya da iki takımın tribünü de muhteşem kare veriyor. Yine de olmuyor. İki takımın toplam seyirci sayısı 20.000'i geçemiyor. 7 senedir forumlarda bahsedilen "bizim derbimiz sizin derbiyi döver, ama karşı karşıya gelemiyoruz" teorisi de 3 maçta çöktü.
Göztepe'ye geri dönelim. Şimdi ne olacak? Başlarında Kemal Kılıç. Güven veren bir teknik adam. İzmirli. Ama takım onun takımı değil. Sezon ortasında gelen bir teknik adam. Takımı 17.sırada alıyor, ilk maçında ezelir akibine yeniliyor. Zor iş. Maç sonu basın toplantısında "kadro dışı olabilir" dedi. Revizyon yapacaktır. Peki ya olmazsa. Kulübün sahipler (evet sahipleri) bu kötü gidişattan sonra faturayı kendilerine keserse? Yeni isyan marşları yazılabilir.
Peki ya Şaban? Bu maçın karakteri oydu. 25 dakikada sakatlanarak çıktı. Hala golü yok. Onun ilk 11 başladığı maçlarda Göztepe'nin golü yok. Zaten Göztepe'nin pek golü de yok. Sezonun ilk golünü Hamza Gezmiş eski takımı Kartalspor'a atmıştı. O Hamza, bu maçın kaderini değiştirdi, kendi kalesine 2 gol attı. Bu maçı Şaban ile hatırlayacağımızı zannediyorduk, Hamza ile hatırlayacağız.
Pazar, Ekim 28
3 Temmuz Bitmedi
"Türkiye'de hukuk var, mahkemeler var. Mahkemelere hepimizin güveni sonsuz. Hepimiz mahkeme kararlarına saygılıyız"
"Disiplin kurulunun CAS'taki bazı kulüplerin başvurularını CAS kararıymış gibi tercüme edip, bunları raporlarına yazdıklarını tespit etmiş durumdayız. Yakında önümüzdeki günlerde etik kurulu ve disiplin kurulu hakkında suç duyurusunda bulunacağız"
Tabi bu sürecin bugünlere gelmesinde mutlaka bazı baskılar, bazı yönlendirmeler mutlaka vardır. Bunları bizler gibi sizlerde tahmin ediyorsunuz. Bizler UEFA'ya bu konuyla ilgili gerekli yazı ve uyarılarda bulunduk. Bize incelemelerin devam ettiği bildirildi. Tahmin ediyorum bu süreç sonunda UEFA Disiplin Kurulu bir karar verecektir. Karar aleyhimize çıkarsa ki böyle bir şey düşünmüyorum, bizim UEFA Tahkim Kurulu'na başvurma hakkımız vardır. Bundan da memnun kalmazsak FIFA'ya, daha sonra CAS'a, daha sonra İsviçre Federal Mahkemesi'ne başvuru hakkımız vardır''
"Karşımızda Türkiye'de bir çok kurumun, kişinin desteklediği kulüp var. Siyasilerin, siyasi parti başkanlarının, iş adamlarının, televizyonların, gazetelerin, Silahlı Kuvvetler mensuplarının desteklediği bu kurum karşısında Trabzonspor'un mücadelesi ve duruşu takdire değerdir"
"Biz bugüne kadar dişimizle, tırnağımızla bir yerlere geldik. Bu mücadelemizin sonunda haklı çıkacağımız, alacağımız bir kupa var. Buna yürekten inanıyorum, sizlerin de inanmasını istiyorum"
Hasan Yener (Genel Sekreter)
"Bu süreç devam etmektedir, devam edecektir. Ülkemizde hukuk ne denli işliyor, onu bu sürecin sonunda hep birlikte göreceğiz''
"Sizin toplu gücünüz, karşı tarafın toplu gücünden zayıf kalıyorsa, bu daha da zorlaşıyor. Ayrıca, o topluca gücünü bütünleştirerek ortaya koyarken, sen bölünüp, parçalanarak bu gücü kullanıyorsun"
"Bizim 28 yıllık süreçte hak ettiğimiz en az 5 şampiyonluğumuz saha dışı oyunlarla gasp edilmiştir. 2010–2011'deki bunlardan biridir ama onun çalındığı hukukla tespit edilmiştir"
"Bu sadece bir şampiyonluğumuzu geri almak değildir. Tüm yok edilen şampiyonluklarımızın da iadesi anlamı taşır"
Ali Özbak (Divan Kurulu Başkanı)
''Trabzonspor, büyük bir soyguna maruz kaldı. Ne çalınması. Sevincimiz çalındı, övüncümüz çalındı, onurumuz, prestijimiz, kazancımız, her şeyimiz çalındı. Bu sade bir kupa meselesi değil. O sevinci, övüncü, onuru bize yaşatmadılar. Kan kusturdular. Bunları aramamız lazım. İhtiyacımız bir kupa değildir"
Özkan Sümer
Onu Üzünce Yıkılıyorum
O benim için endişeleniyor. Beni çok seviyor. Sanırım bu dünyada beni en çok seven insan olabilir. Benim için endişelendiğinden beni sürekli arıyor. Birbirimizi göremiyoruz, o yüzden telefonlaşmamız gerekiyor. Telefonlaşıyoruz. Daha çok o arıyor. O arayınca kötü oluyor. O arıyor, bir şeyler söylüyor. Tamamen beni sevdiği için , "şöyle olsa iyi olur, böyle yapsan, haftaya şöyle yap..." Öğütler, öneriler, tavsiyeler...
Çoğunu yapamıyorum. Yapmak istiyorum ama yapamıyorum. Yapmıyorum değil yapamıyorum. Hep başkaları yüzünden aslında. Onların yerine getiremediği sorumlulukların cezasını, benim üzerimden o çekiyor. Çünkü o, benim yapamadığımı anlıyor. Benim için daha çok üzülüyor. Yardım edemediği için daha da çok üzülüyor. O, bana yardımcı olamadığı için daha çok üzülünce, ben yıkılıyorum.
Ben kötü hisettiğmde onu arıyorum. Yardım etsin diye değil "hallederiz, hallolur" desin diye. Konuşuyoruz. Telefonu kapattığımda ben kendimi daha iyi hissediyorum. Üzülen, dertlenen yine o oluyor. Onun aklı burada kalıyor. Bütün dertleri üzerine alıyor. En azından bir dahaki telefon görüşmesine kadar. Ben yıkılana kadar. Sonuç olarak o arasa da ben arasam da üzülen her zaman o oluyor. Benim yüzümden. O arasa da ben arasam da yıkılan her zaman ben oluyorum.
Oysa ona yük olmamak için, 15-23 yaş arasını, standarttan, arkadaşlarımdan, çok farklı yaşamıştım. Askerden dönene kadar da iyi gitmişti. Onu her zaman gururlandırdığımı düşünmüştüm. Öyleydi de. Bu bana yetiyordu.
Sonrasında işler değişti. Ben sırtındaki az biraz yükü de yok etmek için evi terk ettim, İstanbul'a geldim. Çalışmaya başladım, para kazanmak istedim. Olmadı. Beceremedim. Yalan söylemekten korkmasam, "her şey iyi" derdim, onu da rahatlatırdım. O soruyor, ben cevaplıyorum. Gittikçe daha kötü oluyor. O üzülüyor.
Her telefon konuşmasında kendimi biraz daha suçlu hissediyorum. Bitse de kurtulsam diyorum ama bitse o daha çok üzülecek. O üzülmesin diye bitirmiyorum. O üzülüyor diye günde 5 vakit beddua ediyorum birilerine. Şu an elimden tek gelen bu. Beni biraz daha iyi hisettiriyor. Üzerimdeki suçluluk, beceriksizlik, şımarıklık bütün o duygular, iki beddua ile dağılıyor. Belki kısa sürede toparlarım ve yeniden mutlu ederim diye düşünmeye başlıyorum. Olmayacak bedduaya amin demek...
Umarım babam, bloga yazdıklarımı hiç okumaz, fark etmez. Kimse göstermezse fark etmez zaten ama fark ederse, okursa çok üzülür. O üzülürse ben yıkılırım.
Cumartesi, Ekim 27
Dilen, Dilen, Dilen....
Antalya'nın Alanya İlçesi'nde 2'ncisi düzenlenen Uluslararası Çocuklar Futbol Şampiyonası'nın finalinde, Rus Chertano Vo'yu 1-0 yenen Galatasaray U13 Futbol Takımı, şampiyon oldu. Final maçını izleyen Gheorghe Hagı Academy Constanta'nın oyuncularının Galatasaray lehine slogan atarak destek vermesi dikkati çekti.
Kasımpaşa 1-3 Beşiktaş
Yücel kardeşimizin ani planıyla, bayramın ikinci gününde Kasımpaşa'ya gitmeye karar veriyoruz. Bu sezonun ilk futbol maçı. Evden çıkarkan mp 3 player'da çalan ilk şarkının Kaiser Chiefs-Oh My God olması büyük tesadüf. Deplase Keyifler'i özledik.
Bu maç Beşiktaş'tan öte bir Kasımpaşa maçı benim için. Kulübün son zamanlarını yakından takip etmiş biri olarak, Süper Lig'de bir büyük takımı konuk etmesi ilginç tecrübe olacaktı. Aslında normalde bu maçın biletlerinin çok pahalı olması gerekiyordu ama 20 liraya ağaçlı tribün bileti bulunca kaçırmadık. Ligin en iyi futbolcusu Fernandes'i izlemek için makul bir ücret.
Fakat Kasımpaşa çok değişmiş. Maça giderken, 17'ye maça gittiğime dair mesaj attım, ondan gelen mesaj anlamlıydı: "Süper Lig'deki Kasımpaşa'yı desteklemiyorum". Gerçi kendisi Bank Asya'daki takımı da çok desteklemiyordu ama ara sıra maça gitmişliğimiz vardır. Sonuç olarak günün sonunda haklı çıkan 17 oldu.
Öncelikle içeri girişimiz tam bir rezaletti. Buna benzer bir sıkıntıyı en son 3 Ocak 2009'da Ayhan Şahenk'te oynanan Galatasaray-Fenerbahçe maçında yaşamıştım. O maça girememiştik ama bu maça girebildik. Stadyumun çevresi ve tribündeki manzara, geçen seneye hiç benzemiyordu. Geçen sene semt halkının toplanıp geldiği, takımı desteklediği o hava kaybolmuş. Artık herkes burada. Erasmus Parti'den daha çok yabancıya Recep Tayyip Erdoğan Stadı'nda karşılaşabilirsiniz. Maça gelen herhangi bir yabancı, İstanbul nüfüsunun yüzde 30'unun siyahilerden oluştuğunu sanabilir. Arada kendini belli etmemeye çalışsa da deplasman tribüne giremeyen Beşiktaşlılar ve bizim gibi tipler (hatta bizden bile aykırı, ıpad ile maçtan foto çeken vardı; Kasımpaşa'da). Kasımpaşalı olanın da derdi başka, onlar da daha maçın başında "bu maçı satanın..." diye bağırmaya başladılar. Onların kaygıları daha farklı.
Maçın çekişmeli geçeceğini bekliyorduk ama Beşiktaş hesabı erken kesti. Holosko'nun müthiş ortasına Almeida çok iyi yükseldi, ondan sonra güzel paslaşmalar ve 2-0. Bizim için kötüydü, maçtaki çekişme bir anda kayboldu. Özer'in karambol golü umutlandırsa da Sivok 3-1 yapınca son yarım saat formaliteye dönüştü. Tribün de tatsız olunca, makara olmayınca "bitse de gitsek" demeye başladık.
Beşiktaş çok iyi oynamıyor ama oynaması gerektiği gibi oynuyor. Samet Aybaba bir şeyler deniyor, Toraman'dan ön libero yaratmaya çalışıyor, Olcay'a çok değişik sorumluluklar bindiriyor, Almeida'dan (bu maç olmasa da) sol açık yaratmayı deniyor. Deniyor. Bir futbolcudan maksimum verim almaya uğraşıyor. Bu sezon yapması gereken en önemli şey bu. Ve aslında işe de yarıyor. Ama eksikleri olduğu gerçeğini de değiştirmez. Geçiş sezonunu sakatlık gibi bir sıkıntı olmazsa en iyi yerde noktalayacaklardır.
Şota ise çok sempatik olmasına rağmen gittiği yeri kurutuyor sanki. Kasımpaşa'nın Fenerbahçe maçı Fenerbahçe'nin özel durumundan dolayı ölçü sayılmaz belki ama Galatasaray'a karşı oynanan futbolla dünkü futbol arasında dağlar kadar fark var. Küme düşme korkusu yaşamayacakları bir sezonda belki de çok erken amaçsız kalacaklar. Belki o zaman Kasımpaşa maçı izlemek daha zevkli olabilir o da ayrı konu.
Maçın ve tribünün aslında en önemli çekişmesi; Paşa-Gümrük arasındaydı. Kasımpaşa tribünündeki bıçkın bir abinin maçın başında arkadaşlarına söylediği; "İnşallah Beşiktaş gol atar da bizim tribünden birileri sevinir" Kimse sevinmedi ama maç sonunda Beşiktaş taraftarının Kasımpaşa'yı inleten "Kara-Gümrük" sesleri bütün o bıçkın delikanlıları çıldırtmıştır. Batuhan'ın maç sonu üçlüsü bile o kadar koymamıştır.
Maç çıkışı semtin çıkışına doğru yönelirken bizi gören köşebaşı çocukları "çakma Paşalı istemiyoruz" diye bağırmaya başladılar. Haklıydılar. Zaten biz Paşalı da değildik, haliyle çakma da değildik. Ama Bank Asya'daki Kasımpaşa daha güzeldi.
Cuma, Ekim 26
Burak II
Burak hakkında bir şeyler yazacağız dedik, üzerinden 3 ay geçti. Transferin gerçekleştiği gün, yeni bir başlangıç gibiydi ama aslında sondu. O yüzden geçen sürede yazacak cümle bulmakta zorlandım. En azından ilk Şampiyonlar Ligi golünü attığı maçtan sonra yazmak güzel zamanlama olacak.
Daha önce çok defa yazmıştım. Burak Yılmaz'ın Trabzonspor'daki ilk günlerinden. Antalyaspor zamanlarında, Beşiktaş yıllarında blog tutulsaydı o zaman da yazardım. Beşiktaş'ta oynarken onu izlemek için idmana gidiyordum (O zaman maç parası sıkıntımızı vardı). Çünkü çok eleştiriliyordu. Biz futbolcuyu FM'den değil, alt liglerin toprak sahasından keşfettiğimiz için, yani canlı canlı bütün kariyerine (en azından görebildiğimiz kadarına) şahit olabildiğimiz için iki eleştiride onu yalnız bırakmayı şık bulmadık. Bir de aynı yaştayız, biz boşluktayız o yıllarda, o adam Beşiktaş'ta top oynuyor. O başarırsa biz de başarırız gibi geliyor. (Niye sürekli biz diyorsam)
Burak'ın Aragones'in fazla şans vermediği Fenerbahçe dönemini saymazsak her zaman standart üstü bir futbol oynadığını düşündüm. Ama Mehmet Demirkol'un dediği gibi, "başkalarını yıldız yapacak performanslar Burak için yeterli değildi". Beğenilmiyordu, yerin dibine sokuluyordu. 21 yaşında İstanbul takımında 43 maça çıktı ama yeterli görülmedi.
O zamanlar çok savundum. Ben savundukça, tartıştığım insanlar, gülmeye benimle dalga geçmeye başladı. Onlar dalgasını geçince ben daha çok savundum. Fenerbahçeliler ve Beşiktaşlılar onun topçuluğunu sorgularken ben inadına "İnşallah bize gelir" dedim.
Bütün o süreçleri hatırlayınca, Burak'ın Galatasaray'a imza attığı akşam yaşadığım mutluluk tarif edilemez. Gol attığında bile seviniyordum, bazılarına "kapak olsun" diyordum, bazılarına Cavcav tarzı kol kaldırıyordum. Şimdi, Galatasaray formasını giyecek, giyiyor..
Artık onun futbolculuğunu tartışacak değilim. İstediğimi aldım. İstediğimi gördüm. Hatta geçen 3 ayda Burak sevgimin eskisi kadar olmadığını fark ediyorum. En azından eskisi kadar hırslı değilim. Eskiden "Burak'ı oynatmayan hocanın kafasına tüküreyim" derken, şimdi "bence Umut-Elmander oynamalı" diyorum. Zaten artık Galatasaray topçusu, seveni çok, bizim sahip çıkmamıza gerek kalmadı. O yüzden bu yazı gecikti. Bursasporlu'nun 2010'da şampiyonluk yaşaması gibi. Şampiyon olduk, hedefe ulaştık, bundan sonrası işin ekstrası.
Bu yazı niye Burak II diyenler için, birincisi
Perşembe, Ekim 25
Ma Vie En L'air
Fransızlar saçma sapan aşk ve psikoljik filmler çekeceklerine romantik komedi yapsınlar. Amerikalılar'dan daha iyi yapıyorlar.
Büyük beklentilere girmeden izlenince, keyif alınabilecek bir film. Marion Cotillard güzel.
Yağmur Öldürmez İdareci Öldürür
Heyecanımın, tutkumun kaybolduğunu sandığım günlerdeyim. Şampiyonlar Ligi'nde oynanacak kritik maçtan bir gece önce aklıma o maç gelmiyorsa bir şeylerin değiştiğini kabul etmek lazım. Neden böyle olduğunu sorguluyorum, cevap alamıyorum. Acaba Süper Final'deki aşırı yüklenme yüzünden mi? 3 Temmuz süreci? Yaptığım iş yüzünden? Sami Yen'in yıkılması bence en önemli etken ama çoğunluğa göre gerçekçi bir neden değil. Belki de sadece biz değişiyoruz.
Sonuç olarak Süper Final'i saymazsak uzun bir zaman sonra heyecan duyarak maç izledim. Teşekkürler yağmur. Zaten uzun süredir de böyle oturarak maç izlemiyordum. Ya çalışıyordum ya da kalabalık mekanlarda şımarık Galatasaray taraftarının kaprisleri arasında sinirlenerek tat alamaz oluyordum. Davut'ların evine gidip çok rahat bir şekilde maç izleyince tat almak kolay oldu. Gerçi o evde sadece bir galibiyetimin olması düşündürücü, o da Ayhan'ın gol attığı Bucaspor deplasmanı. Sonu kötü biten kabus sezon.
Maç başlayınca gözüken manzara inanılmazdı. 2 sene önce açılan stadyum rezil haldeydi. Werder Bremen maçı, İsviçre- Türkiye maçı... Kötü senaryo da iyi senaryo da akıllara geliyor. Kayıp düşen futbolcular, suya takılan toplar, kirlenen formalar. Taraf olmasaydım çok büyük keyif alırdım. Ama taraf değildim ve bir de üzerine gol yedik. Kaleye şut çekmeden gol attılar. O dakikadan sonra keyif almak ikinci plandaydı.
Kötü kötü düşünceler. İtiraf edelim bir ara "ya 0 puanla bitirirsek" diye düşündüm. Şu maçı 1 puanla bitirmek ise gerçekten çok saçma. Hele sene 2012'yken.
Herkesin söylediğini yazmaya gerek yok ama bu kadar amatörlüğe de gerek yok. Bu iş Özhan Canaydın dönemine denk gelseydi kaos çoktan başlamıştı. Adnan Polat zamanında olsaydı kulüp büyük ihtimalle kongreye giderdi. Sahada kaybedilen puanların sorumluluğunu idarecilere yüklemek doğru değil. Ama bu da sıradan bir puan kaybı değildi. Futbolculara ve hocaya kızamıyoruz. Hakem bile çok iyi maç yönetti. Cluj da oldukça mertçe bir maç oynadı. O yüzden bütün eleştiri oklarının adresi doğal olarak yönetici ve idareci kısmı olacak.
Cluj'dan da bahsetmek gerekir. Ligde kaos yaşıyorlar (dün hocası kovuldu), İstanbul deplasmanına çıkıyorlar, erken dakikada 10 kişi kalıyorlar. Beyaz formalar simsiyah oluyor (bizim 2008 Gençlerbirliği maçı). Saygıyı hak ettiler, iyi mücadele ettiler ama 1 puandan fazlasını da hak etmemişlerdi. Normal bir zeminde, normal şartlarda Cluj'u yeneriz diye tahmin ediyorum. Umarım yeneriz ve heyecan devam eder.
Dün, 90 dakikalığına eski heyecanları yaşadığım içinde mutluyum. Sırf bu yüzden de kaybedilen 2 puana üzülemedim. Romanya'daki maçı hafif hafif düşünmeye başladım bile...
Çarşamba, Ekim 24
Amrabat-Riera
Dün çok garip bir maçtı. Irmak Kazuk'un maç sonu röportajında Amrabat'a dediği gibi; içinde çok fazla hikaye barındıran bir maçtı. Tabi ki baş aktör yağmur. Ama birkaç isme parantez açmak lazım.
Amrabat ve Riera. Biri bonservisiyle, diğeri aldığı ücretle her zaman eleştiri konusu olan ve olmaya devam edecek futbolcular. Ama bugün değil. Bakıldığı zaman ikisi de bu tarz sahaların topçusu değil. Amrabat alıp giden, vites yükselten, deparlı ara sıra inceci biri. Riera ise her zaman inceci, çoğu zaman kaçak dövüşen, biraz pısırık gözüken solak. Onlar düzgün sahaların,boş alanların topçusu.
Maç öncesi kadro açıklandığında, Amrabat-Riera ikilisinin önlü arkalı sol tarafta oynamasından korkmuştum, hatta Twitter'a Cluj'da oynayan sağ açık ben olsaydım fiyatımı katlardım yazmıştım. Ama o maç bu maç değildi. Yağan yağmur, daha da ötesi rezalet saha zemini, bambaşka bir maç izlettirdi. Cluj sağ açığının o kadar etkili olamayacağını görebiliyorduk ama Amrabat ve Riera'nın bekleneni veremeyeceğini maç başladığında bile savunabilirdim.
Riera maça iyi başladı. İyi devam etti. Maçın en çok top kapan ismi olmuş. Amrabat ise ilk yarıya kötü başladı. Saha zemininin kötü olduğunu anlaması için 15-20 dakika geçmesi gerekti. O dakikaya kadar, top sürmeye çalıştı, ince oynamaya çabaladı, ayağı kaydı. Ama 20.dakikada sonra bir kere bile yıkılmadı. Top kaptırmadı. Oynaması gerektiği gibi oynadı. Sol tarafa geçince daha da etkili oldu. Riera verdi, o ortaladı, gol geldi.
Bir de negatif taraftan bakarsak Emre Çolak gerçeği var. Topçu eleştirmeyi sevmem ama yazmasam içimde kalacak. Bu sahada oynayan topçuya kızılmamalı fakat Emre Çolak hakikaten sınırları zorladı. Bu tarz sahalarda nasıl oynamamak gerektiğini gösterdi. Amrabat için dediğimiz "20.dakikadan sonra saha zeminini anladı" cümlesini Emre'ye uyarlarsak, bu sabah yataktan kalkınca bile hala anlamamış olabilir. Emre yetenekli adam ama zekası adeta yeteneğine ihanet ediyor. Acaba idmanlardan sonra 1 saat su doku falan mı çözse? Bu sahada inadında dripling yapıp, adama geçmeye çalışmak gerçekten kolay iş değil.
Son paragrafta Amrabat ve Riera'ya dönelim. Bravo. Özellikle Riera. Geçen sene Kadıköy'de çektirdiği fotoğrafla sempatimi kazanmıştı. Sol ayaklı olduğu için sol bek oynamak zorunda kalan adamları kendime yakın hissediyorum. Riera'yı da ayrı gözle izliyorum.
Sabri'yi Neden Seviyoruz?
Türkiye'nin en çok dalga geçilen futbolcusu. Ne yapsa ergen zihinleri memnun edemez. En fazla alay konusu da, çektiği şutlar olur. Artık zamanında nasıl koyduysa, uzaya adam çıksa onun hakkında espri üretilmeye çalışıyor. Bunların çoğunu bildiğini, okuduğunu, gördüğünü biliyoruz, kendi söylemişti. Taş olsa çatlar.
O ise, berbat bir zeminde oynanan kader maçında oyuna son koz olarak giriyor ve ayağına gelen doğru ilk topta kaleye vuruyor. Çıkacak uğultuyu bilmesine rağmen, çekinmeden. Hocadan "vur" emri almıştır muhakkak, ona da güvenmiştir ama en ufak tedirginlik yaşamaması, "bu pozisyonda pas vereyim, biraz sahaya-topa alışayım" demeden kaleye vurması.
Zaten kaleye vurmadan da gol olmaz. Çok yaşa Sabri. Onu bu yüzden seviyoruz, kimseyi takmıyor, işine bakıyor.
Salı, Ekim 23
Eylem
Yunanistan'da eylemler devam ediyor. Böyle olacaksa hep olsun zaten. Öğrenciler, kaldırılan servisler için sokağa çıkmışlar. O yüzden o kızcağız çocuğun omuzunda. Temsili olarak yani.
Edebiyat
- Roman, masaldan farklı. (Masaldaki) kötü kalpli cadı, romana girdiğinde geceleri yalnız kalınca sessizce ağlayan birine dönüşür genellikle.
+ Kelime oyunu denince 'Nimetle oyun olmaz' diyorsunuz. Siz yaptığınıza ne isim veriyorsunuz?
- Edebiyat.
- Gazetecilik, bir kerede anlaşılacak metni yazmaktır. Romancılık ise ikinci defa okunmaya değecek metni yazmak.
- Sizin bir dahi olduğunuzu söyleyenler var?
+ Dahi filan değilim. Çünkü kendi esprilerime gülüyorum
- Twitter cehenneme benziyor, herkes orada.
Tıks
Pazartesi, Ekim 22
Kezman'ın Ziyaret Zamanlaması
25 genç adamın hatta egosu yüksek hocaların ve yöneticilerin birbirleriyle yaşadığı savaşları, çekişmeleri izlemek ne kadar güzel... Keşke içinde olabilseydik, ama böyle dedikodularla ve parçaları bütünleştirip kendimiz senaryo yazınca daha zevkli oluyor.
Fenerbahçe'den adeta zorla gönderilen Kezman, kulübü ziyaret etmiş. Ne zaman? Alex'in İstanbul'u terk etmesinden 1 hafta sonra. Kezman yerine Semih'e pas atan Alex. Ama diğer yandan penaltı atışı için Alex'e porfavor diyerek yalvaran Kezman...
Bu arada Kezman, menajerlik ajansı kurmuş o yüzden İstanbul'a gelmiş. Yazalım, aklımızda bulunsun...
Sakaryaspor Dili ve Edebiyatı
Dün Alsancak Stadı'nda gördüğüm pankartı yazmıştım ve o pankartın (AYAĞA KALK VE SAVAŞ) aslında Sakaryaspor tarzına çok uygun olduğunuz yazmıştım. 24 saat geçmeden doğruluğum kanıtlandı.
Geçen sene 1.Lig'den 2.Lig'e düşen, geleceğe dair hiçbir ışık vermeyen Sakaryaspor'da geçen hafta sonu teknik direktör Murat Bölükbaşı istifa etmişti. Yeni hocası Onat Çetin ile ilk maçlarına Güngörenspor karşısında çıktılar. Maçı 2-1 kazandılar ve 280 gün sonra ilk defa bir maçtan 3 puanla ayrıldılar.
Ondan sonra bu fotoğraf paylaşılmaya başlandı sanal alemde. Maçtan önce taktik tahtasına, "Bugünden başlayarak, ölmek var düşmek" yazıyordu. Futbolcular bu gazla çıkıyor sahaya ve kazanıyorlar. Yaş ortalaması 23'ten fazla olmayan, hocasız takım.
Onat Çetin'in maç sonu açıklamaları da Sakaryaspor'un bu edebiyatına uygun:
'Bir takım şeyleri yitirdik, bunun farkındayım. Ama kurtuluş bu şehrin çocuklarında. Bu şehir, küllerinden kendini yaratan bir şehir. Bu şehrin çocukları da bugün buna layık oldular. Yokluktan, sıkıntılardan kurtulup neler yapabileceklerini gösterdiler''
Şehir, kurtuluş, çocuklar, küller, yokluk, sıkıntı... Gerçekten çok seviyorum bu kentin takımını ve direnişini. Bize de gaz oluyor.
Eskiden Barış Vardı
7 Haziran 1962'de ligin şampiyonunu belirleyen maç. Galatasaray ile Beşiktaş karşılaşıyor, maç 1-1 sona eriyor. Bu skor, sezonun bitimine 2 hafta kala Galatasaray'ın şampiyonluğunu garantilemesini sağlıyor.
Stadyumda ise baya olaylar oluyor. Sahaya şişeler atılıyor, Beşiktaşlılar, Galatasaray tribünü üzerine yürüyünce iki takım taraftarları kapışıyor, sahaya girenler oluyor. Saha içindeki kemik kırılmalarını, oyundan atılmaları (futbolda daha kırmızı kart yokken) saymıyorum, onlar saha içidir olabilir.
Şimdilerde çıkan her tribün olayında, "bizim zamanımızda kardeşçe maç izlerdik, kimse kimseye saldırmaz, en ağız küfür 'bir baba hindiydi', rakip takım taraftarları beraber, yan yana oturarak maç izlerdi" diyen büyüklerimize de selam olsun.
Arşivler açıldı, artık bizi yiyemezsiniz...
Pazar, Ekim 21
Ayağa Kalk ve Savaş
Her şey çok kötü ve sıkıcı giderken, biraz nefes almak için, biraz kafayı boşaltmak için İzmir'e gitmiştik ayın başında. Tabi, Galatasaray-Fenerbahçe maçının olması da büyük bir etkendi. Ama yolda olmak, kimsenin tanımadığı başka bir kentte olmak daha güzeldi. Yoksa Galatasaray-Fenerbahçe, bir sezonda 78 kere karşılaşıyor.
İşte o İzmir günü, sabah Karşıyaka'da bir kahvaltı ile başladı. Vapura bindik, boyoz yedik, askerde çarşı iznine çıkanlar gibi internet cafeye girdik, Fuar'ın banklarında uyuduk. Çünkü çok vaktimiz vardı. O kadar çok vaktimiz vardı ki, neredeyse 24 saat. Kimseye kolay kolay nasip olmaz bu kadar boş vakit.
İşte bu vakit bolluğu nedeniyle Alsancak'tan Halkapınar'a yürümeyi tercih ettik. Bilmediğimiz sokaklarda, bilmediğimiz şehirde. Zaman geçer... İşte tam o yürüyüş esnasında karşımıza Alsancak Stadı çıktı.
İstanbul'dan İzmir'in İnönü'sü gibi gözüken tarih kokan stad, hafta içi boş bir şekilde bizi karşılıyordu. Duvarlarında, İzmir takımlarıyla ilgili sloganlar. Bu kısmı gayet İstanbul'a benzer. Stadın kapıları, kaldırıma çok yakındı. İçeriye ufaktan göz atalım istedim, turnikeyle karşılaştım. Turnikeyi çevirdim, döndü; kilitli değildi. Bir dakikadan daha kısa bir süre içinde efsane stadyumun içindeydim. Çimlerinde. Fileleri olmayan kale direkleri, taraftarı olmayan tribünleri. Sanki idman sahası gibi. Bir tane gençten çocuk top sektiriyor sadece. Sanki, futbol ve taraftarlar bu stadı terk etmiş gibi. Ve futbolla ilgili sadece karşı kale arkasındaki bir pankart karşılıyor bizi; AYAĞA KALK VE SAVAŞ
Tam da ihtiyaç duyduğumuz cümle, tam da zamanında. O İzmir yolculuğunun amacı da buydu ve Alsancak Stadı'nda bu pankart bizi karşılıyor. İstesen denk getiremezsin.
Pankart Altaylıların. Zaten stad onların. Bir anda 2.Lig'e düşen Altay'ın. Ayağa kalkmasını bekliyor herkes. Aslında bu tarz cümleler tam Sakaryasporluk. Mücadele, savaş, direniş, kent, umut, hatta umut kelimesinin İspanyolcası Esperanza... Sakarya tribünlerinde çok fazla yeri olan kelimeler (oraya da gittik). Kendine has bir dil oluşturan tribün Sakaryaspor.... Sakaryaspor Dili ve Edebiyatı diye bir gerçek var.
Sonuç olarak, Ayağa Kalk ve Savaş... Hayata futbolan tutunan adamlara da böyle pankartlar lazım.
Cuma, Ekim 19
48
Bu Gangnam videolarını sevmiyorum. Sevmemek demeyelim de ilgilenmiyorum. Djokovic'inki hariç. O da zaten Gangnam'dan öte Djokoviç ile alakalı.
Bu da Bodrum'dan, ilk 30-35 saniye sanki bir Deplase Keyifler. Arkasından Gangnam. Turgutreis'te bir düğün. Sanırım belediye başkanının evladı evlenmiş. Allah mesut etsin.
Bodrum gerçekten çok başka bir yer. Herkes yaşadığı yer için bunu diyebilir ama burası gerçekten başka. Anadolu'da bu kadar kendi halinde yaşayan, boşlukta olan , kafası rahat olan başka bir halk yoktur. Herkes, her daim kafası güzel. Bu video da bunun örneği. Uğraşmışlar böyle bir şey yapmışlar. Kimin aklına gelir, aklına gelen niye dışa vurur, diğerleri niye kabul eder?
Dünya Savaşı'nda mermi sıkmayan, İtalyanlar gelince "siz takılın" diyen, savaş bitince yine mermi sıkmadan İtalyanlara "abi savaş bitti, siz evinize gidin artık" diyen bir halk. Çok farklı tarz, hayata bakış çok farklı..
Videonun en güzel tarafı da, özlediğim sokakları, denizi görmem...
Pele-Cantona Buluşması
Ne için bir araya geldiklerini bilmiyorum, Matthaus ile Baresi niye yancı olmuş onu da bilmiyorum acaba onlar mı aracı olmuş. Ama Cantona ile Pele'nin kucaklaşması çok enteresan. Maradona da olsaydı iyi polemik çıkardı. Tam Türk milli takımı kampı ortamı oluşurdu...
Yasaklara Karşı
Siz gidin hala, rakibin stadına bir geceyarısı operasyonuyla Koyduk mu? yazıp kaçın. Asıl isyan ve direniş sokak arasında.
Bazıları için futbol 10 harflidir: TOP OYNAMAK
Perşembe, Ekim 18
200 Numaralı Forma
20 yaşındaki Neymar, Santos formasıyla 200.maçına çıktı. Gerçekten olağanüstü. Çocukta bir yetenek olduğu kesin. Tartışılan, Avrupa'ya giderse başarılı olup olamayacağı. Bir kısım, başarılı olacağından çok emin. Bir kısım ise aslında Neymar'ın o kadar iyi olmadığını, Brezilya Ligi'nin düşük kalitesiyle parlayan ve Brezilya'nın Messi'ye karşı bir yıldız üretme zorunluluğundan pompalanan bir balon olduğunu söylüyor.
Biraz ağır oldu ama ciddiye alınması gerek. Özellikle bu 200 numaralı forma olayı ilginç. Diğer futbolculara izin veriliyor mudur, yoksa sadece Neymar'a özgü bir şey mi? Eğer Neymar'a özgü ise, Neymar'ı diğerlerinden ayıran fark ne?
Belli ki Brezilya'da bazı kurumlar, Neymar'ın öne çıkmasına yarayacak şovlara izin veriyor. Fakat, Neymar'ın da yetenekli olduğu gerçeğini görmemezlik edemeyiz. 200. maçında attığı gol, bu özel maça yakışacak cinsten.
GOL
Inglourious Basterds
Kötü film denemez. Güzeldi. Ama çok güzel de değildi. Filmi izledikten sonra tokat yemiyorsun, umutlanmıyorsun, 1 saatliğine de olsa kendine sözler vermiyorsun. Eh o zaman, çıtırlık film. Bunların kategorisi farklı.
Bu kadar...
Atladı Lan Vallahi
Bir pazar günü. Diğer pazarlardan daha farklı. Avrupa'nın en üst düzey liglerinde maç yok. Sıkıcı yani. Yapacak, izleyecek bir şey yok. Biraz PTT 1.Lig'e göz atıyoruz. Göztepe'nin Erciyes deplasmanı. Uyuklamamak için neden yok.
Derken bir anda, bir şeyler konuşulmaya başlandı sağda solda. Adamın biri uzaydan dünyaya atlayacakmış. Ne oluyoruz lan? Sanki, mahallede "adamın biri çatıya çıkmış aşağıya atlayacak" denmesi gibi, bir panik ve heyecan. Aniden, bir anda.. Bu işler o kadar kolay mı? Yani uzaya gidip atlamak. İnsan böyle bir olayı önceden bir fişekler. Pompalar, gaz verir. Herifi yolda yakaladık resmen. Gerçi daha önce de denemiş, planlamış ama olmamış. Bizim ilgisizliğimiz ama ne biliyim daha planlı olsaydı.
30-40 sene öncesi bu yüzden güzel işte. Dünyada olan biten olay çok az ve bütün dünya buna odaklanabiliyor. Aya mı çıkılacak, herkes çıkıyor, savaş mı var, bütün dünya savaşıyor, Muhammed Ali'nin maçını herkes izliyor, Dallas başlayınca tüm Türkiye izliyor, herkes aynı filmi sinemada izliyor... Neyse, bunlar ayrı konu...
Bu arada gerçekten bu işler bu kadar kolaymış. Herif uzaya çıkıyor, gittiği mesafe 39 km. Ben bir günde bisiklete biniyorum, iki kere İdealtepe-Fenerbahçe yapsam aynı mesafe, herif uzaya çıkıyor. Yalnız o mesafeye 2 saatte çıkabilmiş olması da hayret edici bir şey. Bu konuda o kadar çok anlamadığım şey var ki, "bu herif niye atladı" sorusunu sormaya henüz fırsat bulamadım.
Yalnız herşeye rağmen, adamın, kapsülün kapağını açtığı anda ve ayağa kalktığında oluşan sahne, manzara vs.. baya iyidi. Adamın yerinde olmak isteyeceğim tek an o andı. Yukarıdan aşağıdakilere bakmak. Ve aslında aşağıdakilerin onu izlemesi. Müthiş. O an "atlamıyorum" dese bile önemli değildi. Mesele kimsenin görmediğini görmek, kimsenin gitmediği yere gitmekse, adam onu yaptı zaten.
Ama yaşadığı heyecan falan çok da sarmadı. Bizim Kadıköy deplasmanları öncesi yaşadığımız şeyler işte. Aynı heyecan. Adam basın toplantısında "Beklentiler, kırılacak bir rekor, ego... 52 yıldır kırılamayan, çok zor bir görevdi" falan demiş. Bir de klasik kelimeler; heyecan, zevk, korku. Tam Kadıköy deplasmanı işte.
İşin şakası bir yana olaya biraz ayar da oldum. Şimdi bu başarıyı ve rekoru Felix sahiplendi. Helal olsun, feda olsun. Ama biraz ebeveyn tarzı olacak. Ya başına bir şey gelseydi? Umrumda da değil ama herhangi bir başarısızlıkta ve kötü sonuçta ihale bütün insanlığa kalacaktı.
Göz göre göre öldü
Dünya ölümünü izledi
Canlı yayında intihar
İnsanlığın büyük ayıbı gibi bir şey olacaktı. Canlı yayında atlıyor adam. 10 sene sonra çocuğumuza anlatamayız. Bir de sponsoru Red Bull falan olunca, eğlence adı altında geçiyor. Tabi ki atlamasın demiyorum, herif kahvaltıda yürek yemiş, ne yaparsa yapsın ama keşke canlı yayın olmasaydı. Zaten sıkıcı bir pazar günüydü, bütün dünya aynı anda onu izledi. Gerek yoktu sanki.
Salı, Ekim 16
Hayalimi Yaşayan Adam
Kız olsaydım bu şarkıya tapardım. Erkek olduğumuz için videonun görselindeki kıza ve şarkıyı söyleyen kıza tapıyorum.
Sevdiği insanın başka biriyle olduğunu gören insanın dramı. Şarkıyı söyleyen kız olması, onun ağzından yazılması talihsizlik. I'll kill her diyor büyün şarkı boyunca. İngilizce olması asıl sıkıntı zaten. Sadece O dese yine bize yeterdi, sahiplenirdik.
Şarkıda geçen bütün o saçma sinema restaurant planları bir yana...
I'll kill her dedikten sonra, She stole my future,she broke my dream kısmı gelince şarkıya giriyoruz.
Öldürmek için çok geçerli bir sebep. Var böyle insanlar. Geleceğimizi çalanlar, hayallerimizle beraber olanlar, hayalimizi yaşayanlar. Onları görüyoruz, hatta tanıyoruz.
Şarkıyı söyleyen kız öldürmek isteyerek bir duruş sergiliyor. Ama biz ne yapıyoruz, onu öldürmek bir yana; "Benim hayalimi yaşayan insan, inşallah hakkını veriyorsundur" diyoruz, yazıyoruz. Onu da yazmıyoruz, yazanı favoriye alıyoruz.
Gerçekten beceremedik diyeceğim bu sefer de aklıma bu gelecek.
Sıfır Motivasyon
Hiç bir şey yapmak istemiyorum. Bir şeye kızdığımdan veya üzüldüğümden değil. Veya öyle ama neye olduğunun farkında değilim.
Hiçbir şeyin farkında değilim zaten. Hiç bir şey yapmıyorum ama çok yorgun hissediyorum. Bazen biraz boş kalmak istiyorum, dinlenmek için. Hem vücüdumu hem kafamı dinlemek için. Bazen biraz boş kalıyorum ama dinlenemiyorum. Boş boş televizyona veya PC'ye bakıyorum. Sanki ilahi bir şey olacak, onu kaçırmamam lazımmış gibi. Hiçbir şey olmuyor.
Çalışmak istemiyorum. Ama çalışınca kafam dağılıyor. Çok ve iyi çalışırsam kafam dağılıyor, güzel oluyor. 8 saat, 9 saat, 10 saat... Ondan sonra daha kötü oluyor. "Niye bu kadar çok çalışıyorum" sorgulaması başlıyor.
Her şeye kızıyorum. Herkese kızıyorum. Kız arkadaşım olsa iyidi, sadece onunla kavga ederdim. Şimdi, zamanında en kötü günümde yanımda olan arkadaşlarımla, 10-15 hatta 20 senelik arkadaşlarımla kavga ediyorum. Daha çok üzülüyorum. Babamla en az günde 2 kere telefonla konuşuyorum. Birinde babamla kavga ediyorum, ikincisinde arayıp özür diliyorum. Başka bir baba olsa veya 3-5 sene önceki babam(veya ben) olsa, ikincide telefonu açmazdı. O da şaşırıyor, dinliyor, ne derdin var diyor. Bilmiyorum diyordum önceden, şimdi ruh hastası sanmasın diye garip garip dertler üretiyorum. Belki somut bir sorunum olduğunu sanıp çözüm üretince hoşuna gider.
Güzel, umut veren, gaza getiren, ayağa kaldıran şarkılar dinlemeye karar veriyorum. Dinliyorum. Yine olmuyor. Acaba mevsim değişikliğinden mi diye düşünüyorum. Nasıl insanlar pazartesi sendromunda pazardan girmeye başlıyor, ben de kış gelecek diye ekim ayından stres mi yapmaya başladım acaba? Ama daha önce 20 küsür kere kışa girdik. Şimdi niye böyle olsun?
Hadi olsun, olmasına da itirazım yok ama bitecek mi? Hep mi böyle devam edecek. Hayatımda daha kötü günlerim oldu. En azından depresif-melankolik olmak için nedenlerim vardı. Ama yine de bu kadar içe kapanmamıştım, soğumamıştım. Ya bu süreç uzun sürecekse, ya bitmeyecekse.
Hayaller ve istekler vardı. Vardı. Artık çoğunun gerçekleşmeyeceğini biliyorum. Boşa olmasa bile zaman geçmiş. Başa dönmek istiyorum. Belki de içimdeki tek istek. Dönmek mümkün değil. Arkadan bakınca her şey daha güzeldi, ileriye gitmek istemiyorum. Daha fazla gitmek istemiyorum. Aynı yerde kalıp daha fazla gitmek istiyorum. Senelerdir 3 aşağı 5 yukarı aynı yerdeyim. Aynı yerlerdeyim. Eğer hep böyle kalacaksa çok kötü...
Bunları niye buraya yazıyorum? Sırf bir şey yapmış olduğumu görmek için. Sizle alakası yok. Ya da işte, sokakta görüp "ya hacı artık az yazıyorsun" diyen olmasın diye.
Pazartesi, Ekim 15
Futbol Karın Doyuruyor
Klasik ebeveyn cümlesidir; özellikle maça giderken denilir: ''Yeter artık hep maç-top-takım, ekmeğini onlar mı veriyor, karnını onlar mı doyuruyor"
Al işte cevabı...
Samet Efsanesi
Samet Güzel, çok sevilen bir figür olmasa da, her taraftarın yapmak istediği şeyi yapmış, yaşamış biri. Türk erkekleri arasında idol olarak görülecek bir kişi olabilir. Acun'dan sonra tabi. Tuttuğunuz takımın tercümanlığını yapıyorsunuz. İdmanlar, maçlar, soyunma odaları, takım otobüsleri, yedek kulübesi, yabancı futbolcular, kamplar, futbolcularla arkadaşlıklar... Rüya gibi. Üzerine bir de para kazanıyorsunuz.
Hal böyle olunca, zaman içinde özellikle bizim orada (Kadıköy) Samet hakkında, bu işe nasıl girdiğine dair efsaneler türemişti. Mesela bir efsaneye göre; yurtdışında Portekizce öğrenen Samet, Fenerbahçe'deki Brezilyalı nüfusunun arttığını görünce belki FB TV'de bir iş çıkar diye, kanala gidip CV'sini bırakıyor. Kanaldaki yetkililer, "biz seni ararız" diyor. Kanaldan umutsuz ayrılan Samet'e daha sonra bir telefon geliyor ve tercümanlık yapıp yapamayacağı soruluyor. O da kabul ediyor. Bu hikayeye inanan pek çıkmamıştı.
Diğer hikaye ise daha ilginçti. Alex bir gün bir imza töreni düzenler. Fenerbahçeli hayranları, ellerindeki formaları ona verir. Yoğun ilgi karşısında başını kaşıyacak vakti olmayan Alex, her formayı imzalamaya çalışır. Tam o anda, farklı bir forma uzatılır kendisine. Alex'in Cruzerio formasıdır bu. Alex, formayı uzatan çocuğa bakar ve onunla konuşmaya başlar. O genç Samet'tir. Brezilya'da geçirdiği günlerde hayran olduğu Alex'in Cruzerio formasıyla gelmiştir imza gününe. O günden sonra da ikili yakınlaşır ve Samet, Alex'in tercümanı olur.
Bu hikaye daha inandırıcı ve güzeldi. Fakat sonra, Alex bir basın toplantısı düzenledi. Fenerbahçe'de son yıllarda olan bitenleri açığa vururken öyle bir cümle kullandı ki, biz yine bir konuda bilinmezliğe düştük.
Alex, "Ben onu Fenerbahçe formasını imzalatmak isteyen bir çocuk olarak tanıdım ve sonuçta bugünlere geldi" dedi. Böyle olunca işler karıştı. Madem Samet, Fenerbahçe forması imzalattı o zaman Samet'in diğerlerinden farkı neydi? Samet'i Fenerbahçe'de herkesi kıskandıran konumuna getiren olayı neydi? Yine bir bilinmezlik ortaya çıktı, yine değişik efsaneler türeyecek.
Edit: Yiğit düzelttirdi, hikayede geçen Cruzerio değil Coritiba formasıymış
Pazar, Ekim 14
Nasıl Olsa Yeniliriz
Milli takım formasıyla ilk (resmi) maçıma çıkıyordum ve gerginliği had safhada yaşıyordum. Yanımda Rıdvan vardı ve bana "Oğlum niye geriliyorsun? Nasıl olsa yenileceğiz. Rahat ol sen" demişti. Biz de maçı 2-0 kazanmıştık. Sağ olsun gerginliğimi almış oldu.
Engin İpekoğlu (Four For Two Ekim sayısı)
O maç
Magdeburg panteri
Cuma, Ekim 12
İmparator Locası
Eski Roma filmlerinde klasik sahne vardır. İmparator, ayağa kalkar, baş parmağını ya yukarı kaldırır ya da aşağı indirir. Kararı o verir, verilen karar göre gereken yapılır.
Florya'da durum biraz daha farklı. Parmağın herhangi bir işaret vermesine gerek yok. Yüz ve mimiklerden belli oluyor. Yine bir gladyatörün canı yanacak.
Çarşamba, Ekim 10
Koalisyon Hükümeti
2 gün önce Dayen'e subay eşi dedik, bugün Başbakan ile beraberdi. Teyzeme göstersem Tansu Çiller der. Devlet gibi kadın Dayen. Yarın da köşke çıkar gitmeden.
Salı, Ekim 9
Heyecan Başlıyor
Milli maç arası lig için kötü ama entrika ve dedikodu seven bizler için müthiş. Kadro yeniden toplandı. Yeni olaylar, kavgalar. Yüzler gülüyor, mutlu başladılar, bakalım ne olacak yeni bölümde. Merakla beklemeyen kendini kandırıyordur.
Previously on Milli Takım
Alex'in Son Maçı
Basın toplantsından sonra üst üste 3.Alex yazısı. Belki de blog tarıihinin en uzunu olacak. 8.5 sene artı 127 dakika, kolay değil.
Gece birçok kanalda konu bu oldu. Gazetelerde yorumlar yapıldı. Hepsini okumak istiyorum. Herkesin ne düşündüğünü bilmek istiyorum. Çok ilgi çekici bir konu var çünkü ortada. Birçok Fenerbahçeli arkadaşımla konuştum zaten, yazıyı onlar şekillendirdi biraz da.
Futbol değil mesele. Güç savaşlarından bahsediyoruz. Bu konuyla ilgili, filmler diziler yapılıyor. Bu sefer senaryo yok, herşeyi izliyoruz. İlgi çekici değil mi?
Değerlendirmeye nereden başlayacağımı kestiremiyorum. Önce genel bir şeyler yazalım. Öncelikle Alex hakkında...
Alex'e, Türk futbolseverinin genel yargısının aksine hep olumsuz bakmıştım. Saha içindeki Alex; evet çok yetenekliydi, hatta daha önemlisi bu kadar boş ve yeteneksiz savunmacının olduğu bir ligde standart üstü zekasıyla şov yapıyordu. Attığı goller seyirlikti. İnkar edilemez bir yetenek. Ama sahada lider olduğuna inanmıyordum. Bir Tuncay değildi mesela. Kötü giden takımı ayağa kaldırmak gibi bir isteği yoktu. Ama fırsat ayağına, özellikle sol ayağına geldi mi affı yoktu. Bir Appiah da değildi mesela. Bir sezon boyunca 10 üzerinde 8-9 oynama garantisi yoktu. İstemesi gerekiyordu. Ve hatta, bir PVH hiç değildi. Sahaya, takıma, oyuna hükmedişi onunla aynı seviyede değil. E peki ne oldu da bu kadar sene Fenerbahçe'de kaldı? Üstelik herkesin sevgisini, beğenisini kazanarak... O kadar iyi değilse nasıl bu kadar gol attı, nasıl bu kadar asist yaptı? Hepsinin cevabı aynı aslında. Adam, inanılmaz zeki. Ve basın toplantısında bunu bir kez daha gördük.
Türk futbol tarıhinin, en azından yakın dönemdeki, en dikkat çekici basın toplantısı. Belki de Türkiye'de, cumhuriyet tarihinde hiç bir konu hakkında bu kadar açık, net bir basın toplantısı yapılmamıştır. Alex, çıkıyor ve her şeyi anlatıyor. Cümleler seçilmiş, dersine çalışılmış, sakinlik en üst düzeyde. Düşünsenize, takım kaptanı olduğunuz kulüpten ayrılıyorsunuz, kendi deyimiyle "hayatınızda hiç ağlamadığınız kadar ağlıyorsunuz" ve sonra çıkıp bu kadar sakin kalıp, arada küçük espriler yapıp, gerginlik yaymadan konuşuyorsunuz. Bu meziyetin, saha içinde de saha dışında da sağlayamacağı başarı yok. Alex, sanki yeniden sahaya çıktı ve topunu oynadı. Bildiği şekilde. Bu kadar boş savunmacının olduğu bir yerde, standart üstü zekasıyla yine şov yaptı.
Geri dönelim. Alex'i sevmeme nedenim. Aslında sevmemek de denemez. Güvenmemek. Bana ne oluyorsa. Fenerbahçeli bile değilim. Ama taraftar gözüyle bakıyoruz olaylara. Alex Türkiye'ye geldiğinde, ben öğrenciydim. İşim gücüm futbol, Süper Lig. Haliyle olaylara hep o gözle bakıyoruz. Taraftar gözüyle. Rakibi de irdeliyoruz. Fenerbahçeli arkadaşlarla konuşuyorum, onlarla tartışıyorum. Onlar Alex'i çok seviyor. Sahaya bakıyorum, tamam İstanbulspor'da oynayan Yalçın'ı rezil ediyor ama Avrupa'da yok. Gazetelerde "Juninho Fenerbahçe'ye doğru" haberi çıkıyor, yalan olduğunu biliyoruz belki, ama Fenerbahçeliler, heyecanlanmak bir yana, "Alex varken ne gerek var Juninho'ya" diyor. Tarihi fırsatları bu yüzden kaçırdıklarını düşünürüm. Anelka'yı, Ortega'yı getiren kulüp, o dönemde Alex'ten daha iyisini bulabilirdi. Aramadı bile. "Türkiye Ligi şampiyonluğu yeter" diye mi düşündüler acaba, bilmiyorum. Alex büyüdü, Alex sevgisi büyüdü. Bir de ne olursa olsun, kişilerin peşinden gitmeyi bir taraftara, taraftarlık anlayışına yakıştıramıyordum, rakip de olsalar.
Alex bir kahramandı onlar için, bunu anlıyordum ama yaptıkları ile yaratılan ismi arasında fark olduğunu düşünüyordum. Süper Lig'de atılan goller güzel ama Fenerbahçe yine aynı yerdeydi. Fenerbahçe yine Türkiye'nin büyük kulübüydü, daha öteye gidememişti. Alex'in, Fenerbahçe'ye bir çıta atlattığını düşünen var mı?
Şöyle soralım, efsane futbolcular kimdir? Mesela Galatasaray'da Metin Oktay'dır. Çünkü kulübün sınırlarını liseden halka açmıştır. Bir çıta atlanmıştır. UEFA Kadrosu efsanedir, nedeni bellidir. Beşiktaş'ta Metin-Ali-Feyyaz efsanedir, çünkü 3.büyük Beşiktaş'ı ülkenin en üstüne taşımıştır, rakipsiz hale getirmiştir. Peki Alex? 8 senede 3 şampiyonluk yeterli mi efsane olmak için? Bence değildi. Hatta Alexli yıllarda Fenerbahçeli daha büyük acılar çekemedi mi? Ama ne önemi var bunların, sonuçta Fenerbahçeliler'in ortak kararı, onların ortak sevgisi. Benim tezimin karşılığını şimdi göreceğiz. Bakalım Alex yokken Fenerbahçe ne yapacak? Belki de biz yanılırız.
Alex'in benim gözümde negatif değerinin olma nedenlerinden biri de saha dışı tavırlarıydı. O, gerçekten büyük bir papazdı. Çok büyük güçtü. Çok büyük egoydu. Bunu görebiliyorduk. Semih, Kezman, Guiza, Nobe, Luciano, Dayen, Zico, Daum, Can Arat, Samet... Herkesle kurduğu ilişkiden bu belli oluyordu. Ben de o yıllarda papaz topçuları sevmiyordum. Şu an seviyor muyum bilmiyorum ama saygım her geçen sene daha çok arttı. Alex'e de saygım arttı. Sonuç olarak o takımın üzerinde bir güce sahipti ve benim o zamanlardaki hakim görüşüm olan "herkes takım içinde eşittir ve son söz hocanındır" düsturuna göre ters bir durum vardı ortada.
Öyle böyle 2012'ye geldik. Güç savaşları zirve yaptı. Alex, Kocaman, Yıldırım. 3 Temmuz'da güç dengeleri sadece futbol ortamında değişmedi, kulüpte de değişti. Takıma sahip çıkan ve hocalığının yanında başkanlık da yapan Aykut Kocaman artık daha güçlüydü mesela. Takımı zor durumda terk etmeyen Alex de öyle. Uğruna yürüyüşler de yapılsa, her zaman kafada "acaba" sorusu olan ve hala Yargıtay'ı bekleyen kaos içindeki Aziz Yıldırım ise öyle değildi. Bu değişikliklerin ve egoların kriz yaratacağı tahmin edilebilirdi. Acaba Aziz Yıldırım yokken Alex mi daha çok güçlendi Kocaman mı? Belki de Alex bunu test etmek istedi ve kaybetti.
Son 1 ayda yaşananlara bakarsak, ben Fenerbahçeli olsaydım tarafım net bir şekilde Aykut Kocaman olurdu. Taraf demeyelim de hak vereceğim kişi o olurdu. Çünkü o, bu takımın teknik direktörü. Ve bazı yaptırımlar yapmaya yetkisi olmalıydı. Kimi oynatacağı veya kimi yedek bırakacağına o karar vermeli, bu karara da herkes saygı göstermeliydi. Alex bunu yapmadı. Kıskançlıktan tweeti, Volkan Ballı'ya atılan SMS, Sivas maçında oyundan çıkışı, Kasımpaşa maçında tribüne gidişi. Ben bir Galatasaraylı olarak, Cafercan oyuna girince, oyundan alınan Hakan Şükür'ün, bırak yedek kulübesine gelmesini soyunma odasına bile gitmeyip merdivenlerde maçı izlemesini hayatım boyunca unutamayacağım. Alex'in yaptıklarının sayısı ise bu olaydan çok daha fazla..
Alex, basın toplantsında bunlara açıklama getirdi ama sonuçta haksız olan taraf oydu. Aykut Kocaman'ın artık bir karar alması gerekiyordu. Kararı aldı, Alex kadro dışı kaldı ve sonra gitti. Bundan sonra çıkıp "ben buralarda hata yaptım" demesi, özeleştiri yapması, bir saygınlık kazandırabilir ama Kocaman'ı kötü yapmamalı.
Şöyle ki, bir ilişki düşünün. İşçi, işe geç geliyor. Sürekli sorun çıkarıyor. Otoriteyi sarsıyor, düzeni bozuyor. Şirket içinde olan bitenleri 3.kişilere açıyor. En sonunda amir karar vermek zorunda kalıyor ve işine son veriyor. Bu dakikada sonra işçi çıkıp "ben hata yaptım ama zaten o da beni göndermek istiyordu" dese, ne kadar haklı olabilir ki? Alex, bugün basın toplantsının sonunda birçok kişi tarafından haklı olarak görüldü. Çünkü o çok zeki, ve insanlar onu çok seviyor. O zaman artık basın toplantısına geçelim. Olayları, bu güç savaşını daha özel konular üzerinden irdeleyelim.
Taraftara ve Samet'e teşekkür ederek başlaması şıktı. Sahada her zaman yaptığı hareketler gibi göze hoş gelen türdendi. Samet ile olan ilişkinin son günlerde aldığı halin boyutlarını bilmiyoruz. Ama ne olursa olsun zor durumdaki birini yedirmemesi artı puanıydı. Taraftara söylediği sözler de güzeldi. Seçilen kelimeler tam taraftarın duymak istediği kelimeler; ağlamak, rüya, teşekkürler.. Cümleyi sen kur, her taraftarın hoşuna gider. Santradaki topu, rakip yarı sahanın en uzak bölgesinden taca atıp, prese başlamak gibi. Kontrolü ilk dakikada ele aldı Alex.
Toplantıyı pazartesi yapmasının nedenini takımın iki kritik maçı olmasına bağladı. Haklı olabilir. Bu konuda samimi ve dürüst olabilir. Ama şu da bir gerçek ki, çoğunluğun beklediği gibi bu maçlardan kayıplarla çıkılsaydı, Alex'in basın toplantısında ağzını açmasına bile gerek kalmayacaktı. Derbide yenilen Fenerbahçe'nın geçen hafta kovulan kaptanının pazartesi sabahı konuşması.... 127 dakika yerine "Taraftara teşekkürler, çok ağladım, bir de dün maçı izlediniz mi?" dese yetecekti. 12.7 saniye bile yeterdi. Öyle bir pazartesi sabahında, Alex "şunu asın" dese, o kişiyi asacak 30.000 kişi bulabilirim. Ama iki maçta 6 puan, bu toplantının biraz daha uzamasına neden oldu bence.
Alex önce hatalarından bahsetti. Bu özeleştiri herkesin hoşuna gitti ve Alex'e toplantının basında bir saygınlık kazandırdı. Ama unutulmaması gerekir ki, Alex'ın bu duruma gelmesindeki nedenler o hatalardı ve o hatalar 8 senenin son 1 ayına denk geliyor. Bunlar arka arkaya olunca, ister istemez bir disiplin kararı almak zorunda kalıyorsunuz. Bu nedenle Aykut Kocaman'ın kararının tartışılması üzüntü verici.
Kocaman iyi bir teknik adam değil bence de. Ama kafasında bir şey var ve bunu uygulamakta zorlanıyor. Alex'i düşünmüyor, bunu geldiğinden beri belli ediyor ama ondan da vazgeçemiyor. Kindar biri olsa Young Boys maçından sonra ona "kal" demezdi. İnsanlarla iletişimi zayıf olabilir, yıldız oyuncuları yönetmekte başarısız olabilir. Aykut Kocaman, dünyanın en kötü teknik direktörü olabilir ama bu konuda yapması gerekeni yapmıştır. Krizi daha iyi yönetebilirdi ama 100 yılı aşan Fenerbahçe'de son 10 sene dışında kim kriz yönetebilmiş ki? Üstelik 90'ların Fenerbahçe'sini bilen Aykut, her hamlesinde başına bir şey geleceğini tahmin etmiştir, bundan korkmuştur. Bu işi daha sessiz, etliye ve sütlüye bulaşmadan halletmek istemiş olabilir. Bunun için suçlayabilir misiniz?
Mesela, 3 sene öncesinden bahsediyor Alex.. Kocaman ile ilk tanışmaları sorunlu oluyor. Alex o kadar güzel anlatıyor ki, hak vereceğiz neredeyse. Benim iznim 7 Temmuz'a kadar diyor, sevdiklerim ve ailem diyor. Hiç bir insan evladı, bahanesi sevdikleri ve ailesi olan adama kolay kolay karşı gelemez. Ama öte taraftan bakınca, kampa katılmayan bir futbolcu var. Ve bu oyuncu, takımın kaptanı. Takım içinde eşitlik? Diğerleri antrenman yaparken Alex'in olmaması? Bu bir sorun değil mi? Papazların Kral'ı Hakan Şükür bile bunu yapmazdı, idman günü onu Florya'da görürdünüz.
Alex bunun sorun yaratabileceğini bilemeyecek biri mi? Teknik ve idari heyetin bir yaptımı olmayacağını mı düşündü (Üstelik olmadı, sadece konuştular, o da mı olmasın?). Üstelik Alex, hatalı olduğunu kabul etmişken. Kocaman'ın ne demesini bekliyordu? Sen hatalısın ama olsun biz seni seviyoruz, oh captan, my captan mı?
Kocaman'ın teknik direktörlük görevinde çok tartıştıklarını ama kararlara katılmasa da saygı duyduğunu söyledi. Sen kimsin? Futbolcu. Karşındaki? Teknik direktör. Evet hocayla futbolcunun saha içi konularda tartışması aslında güzeldir, takımı ileriye taşır ama herkesin de bir yeri vardır. Üstelik Aykut Kocaman, bu tartışmalara rağmen Alex'ten vazgeçmemiş, onu yollamamış, cezalandırmamış. Güç gösterisi yapmak istese yapacak fırsatlar eline geçmiş, en azından Alex böyle anlatıyor, ama yapmamış, takımın iyiliğini faydasını kendi otoritesinin gücünden daha önde tutmuş..Belki de bu yüzden saha içinde başarısız olmuş, kredisi azalmış. Kocaman sırf bu nedenle bile saygıyı hak ediyor.
Bu arada eğer Aykut Kocaman basın toplantısı yaparsa, "antrenmanda oyuncular gelişmez" lafına bir açıklama getirsin. Bunu diyecek belki de en son hoca Kocaman'dır. Bana hiç inandırıcı gelmedi. Belki de tercüme hatasıdır. Belki Alex, ona saha dışında saygı gösteren, saha içinde biat eden topçuların (yani arkasına saklanan ve özgürlük veren), daha fazla gelişip sorumluluk almasını, ona sahada yardım etmesini istedi. Bu yüzden onların gelişmesini istedi. Yeni isimlerin gelmesini istemedi, yeni isimler onun hanedanlığa zarar verebilir diye korkmuş olabilir. Eldekiler daha iyi olsun istedi. Belki de böyle bir tartışmada Kocaman'ın demek istediği, "burası Fenerbahçe, oyuncuyu biz geliştirmeyiz, gelişmiyorsa gider, daha iyisi gelir" düşüncesidir. Çünkü, Kocaman, Fenerbahçe'yi biliyor, takip ediyor, 88'den beri Fenerbahçe'de. İşler her zaman böyle yürümüştür.
Alex'in Aykut Kocaman'ın gol sevinçlerinden dem vurması da şık değildi. Kocaman, böyle bir adam işte. Gole sevinmiyor. Sadece Alex'in değil, atılan hiçbir gol sevinmiyor. Zıplamıyor, atlamıyor. Alex, MTK maçında attığı golü örnek gösteriyor ama kusura bakmasın Galatasaray, MTK'ya değil hazırlık maçında, Şampiyonlar Ligi'nde gol atsa ben de sevinmem. "Şükür amk sonunda attınız" der geçerim. Üstelik, burada bir teknik adamdan bahsediyoruz. Değişen skordan sonra aklından geçen kırk tilkiye selam yollayan adamlar bunlar.
Gökhan Gönül'ün Beşiktaş'a attığı goldeki sevinci de bütün bu stresli dönemin boşalması değil mi? Kocaman, Alex'i kadro dışı bırakarak ortaya kellesini koydu ve Beşiktaş maçında Gökhan'ın golüyle kellesini kurtardı. Burada sevinme nedeni çok başkaydı ve bunu görebilmek çok kolay.
Alex'in Yıldırım kardeşler hakkında anlattığı şeylerde ise çok haklı olduğunu görebiliyoruz. "7 Eylül'den beri toplantı bekliyorum, 15 dakikanın lafı mı olur", "takımdan ayrılmak üzereyim ve eşime konuyla ilgili mesaj atıyorum", bunlar Alex'in haklılığını arttıran şeyler. Bir başkanın transfer döneminin bitmesine 3-4 gün kala takımın en önemli yıldızını göndeme karar alması şaşırtmadı. Bunu Aziz Yıldırım'ın yapması yine şaşırtmadı. Şekeri yükselince radikal kararlar alabilen ve takıma zarar verebilen bir adam. Bazıları için büyük başkan. Bazıları için Fenerbahçe'yi büyüten adam. Bazıları onun için sokağa çıkıyor.
Yine de Yıldırım'ın da haklı olduğu bir nokta var. Felipe olayı. Felipe'nin sahada top oynaması. Kimse kimseyi yemesin abi. "Yıldırım çoçuk üzerinden politika yapmış veya Alex'in öyle yaptığını düşünmüş" demesin. Bunu anlatmak zor, kelimeleri seçmek için dikkat etmek lazım. O yüzden topa da girmek istemiyorum. Ama burası Türkiye. Alex de burayı iyi biliyor. O yaptığını ilgi toplamak için yapmamış olabilir ama bunun ilgi çekici birşey olduğunu tahmin etmemesi, bilmemesi mümkün değil. Bu da Yıldırım'ın haklı olduğu nadir konulardan biri.
Herşeye rağmen, bütün bu olumsuz Alex cümlelerime rağmen Alex'e olan saygım arttı. Dünkü toplantıda R yapmadı. Bildiği her şeyi anlattı. Yalan da söylemediğine inanıyorum. Sadece olayları kendisine göre yorumladı. Olayları kendisi nasıl yorumladıysa öyle anlattı. Kendisini hocayla bir gördüğünü hissetirdi. Evet bu yanlıştı ama olaylara hep o açıdan yaklaştı. Başkan'a da aşçıya aynı şekilde davrandığını söyledi. Karakteri neyse onu yanısttı. Hatta ne kadar güçlü bir karakter olduğunu da gösterdi. Aklını kullandı.
Kendisinin ilginç bir ideali vardı belki de. Futbol takımındaki iplerin daima onun elinde olmasını istiyordu. Ve bu ilginç egoya ve isteğe rağmen insanlara saygı göstermeyi de ihmal etmiyordu. Evet çatışıyordu, hatta savaşıyordu ama saygı duymayı da ihmal etmiyordu. Alex, romantik bir savaşçıymış, düşmana hakkını veren, saygı duyan bir adammış. Pusu kurmamış, düelloya girmiş. 8 sene kazanmış, son düelleyu kaybetmiş. Fakat kaybederken bile, Kadıköy'ün bir sokağına heykelini diktirmiş ve ülkesine giderken, Türkiye Cumhuriyeti'nin Başbakanı onu onu uğurlmaya gelebilir. Tarihi bir kalabalık olabilir. Ve belki de zaten tüm bunları, 8 sene boyunca yaptığı her şeyi, aldığı her kararı, "bir gün bu ülkeden giderken sevgi seliyle uğurlanma" hayaline ulaşmak için yaptı. Son düelloyu kaybetti ama savaşı kazandı.
8 senelik hikayenin böyle bitmesi, hikayeyi çok güzel yaptı.