Bu fotoğrafa nereden ulaştığımı unuttum. Umarım biri çekeni hatırlatır. En azından fotoğrafın ve sahibinin kısa bir süre önce uluslararası bir yarışmada ödül aldığını hatırlıyorum. Birçok foto daha vardı ödül alan ama benim görür görmez etkilendiğim bir fotoydu. Nedeni de belli zaten. Twitter'da kapak fotoğrafım da buna benzer bir fotoğraftır. Onun Kahramanmaraş'ta çekildiğini biliyorum. Bu ise Anadolu'da mı yoksa Avrupa'da bir Türk mahallesinde mi emin değilim. Çok da emin değilim. Bizim oralardan olduğu kesin.
Çarşamba, Mayıs 31
Salı, Mayıs 30
Mystic Pizza
Ne yazık ki başarısız bir film. Bir gün denk gelirseniz ve tercih yapmanız gerekiyorsa, bu yazıyı hatırlayıp çok rahat vazgeçebilirsiniz. Daha iyisi muhakkak karşınıza çıkacaktır.
Ama eğer bir altyapı gözlemcisi tadında bakışınız varsa ilginç gelebilir. Julia Roberts'ın 21 yaşındaki, Matt Damon'ın çok az süresi olsa da 18 yaşındaki halini izlemek ilginç gelebilir. Bu ikisine rağmen filmin başrolünde Annabeth Gish var. O dönem baya güzelmiş. Şimdilerde de fena değil ama o dönem Roberts'ın önüne geçebilirmiş. Tabi film çekildiğinde 17 yaşında olmasından dolayı olsa gerek, biraz donuk kalmış.
Kısaca, kötü filmdir. Nedense seveni çoktur. Ege'de birçok pizzacının isminde buraya gönderme vardır. O kadar sevmiş insanlar demek ki. Ya da yaratıcı isim bulmakta zorlanıyorlar. Gerçi pizzacıya da iyi film diye Godfather ismi koyamazsın.
Pazartesi, Mayıs 29
Blogun En Güzel Zamanları
Bu aylar en sevmediğim aylar işte. Her şeyin şekillenmeye başladığı aylar çünkü, + 15 gün koysan bugünün üzerine ya varsın/ya yoksun.
Şampiyonlar belli olur, play-off'lar başlar, koca senenin emeği pis bir kontrpiye topta çürür gider, herkes tatil moduna girerken çalışmak zorunda olmak ve nedense tüm gündem belirleyicilerin herkesi tatil yapıyor zannetmesi gibi bir büyük resim belirir, tozunu almaya üşendiğin.
Mesela aralık-ocak-şubat falan daha çekici. Her an, her şey olabilir. Dibe de vursan, bir kaşar hoca gelir tutar elinden UEFA'ya sokabilir veya Gebze E-5 kenarında sulu karlı bir havada Aspor rejisi + futbolcu aileleri (reklamlarda evlilik programlarına zaplayan anneler dahil) + 2 liraya 29873 TL alma peşinde koşanlar hariç kimsenin izlemediği maçlarda oynarken, UEFA gruplarında oynayacağın Lille deplasmanını düşünebilirsin, "Güntekin Onay'ın Fransa'da getto dediği böyle yerler herhalde" diye yüzüne kömür sürersin Rençber gibi.
Vatani görevden sonra teskere alıp o dönüş yolculuğunda düştüğün boşluk veya 18 yaşa girdiğin gecenin 00:32'si gibi bir anlamsız boşluk. "Bu muydu yani, ee peki şimdi ne olacak" Son 15 yılda gündem oburu olduk resmen. Hep bir şeyler olsun istiyoruz, hep bir son dakika, hep bir radikal karar.
Ve bu finaller sonucunda oluşan içimizde oluşan kocaman boşluklar , cevaplanmayı bekleyen sorular, olmamışlıklar.
* Üsküdar Belediye Başkanı'nın Sivasspor ve Yeni Malatya'yı kutlaması
Senin koskoca Anadolu Üsküdar 1908'in var başkanım, Selimiye desen insan eksen sol bek çıkar, Beylerbeyi küçük Auxerre , Çengelköy desen Süper Baba'dan sonra fetret devrinde..
* Fenerbahçe'nin şampiyonluk maçında İsmet Badem'in stüdyoda olması
Önemli figürlerdendir İsmet Badem. Hikayeleri bitmez, güzel hayalleri vardır (ki kimi gerçek oluyor), bir yandan Sırbistan basketbolunu dinlerken diğer yandan Yugoslavya'nın dağılmasını da anlatırdı mesela. O gece Aspor'da idi üstad. Kırgındı. Küskündü sanki. Orada olamadığı için içi içini yiyordu. Bizim kuşak için özel adamlardandı. Nusret yerine oralarda bir yer olmalıydı. Bence sistemin dışına itildi, bir dolaplar döndü.
O gece futbol programlarının sağ üst köşede skor göstermemesi de enteresandı.
* Erzurumspor'un kupa töreninde yaşanan kupa alışverişi...
1.Lig'e yükselen Erzurumspor kupayı alınca fondan "Sen Aldırma" çalacak diye iç geçirdim merhuma selam için. (Ki bazı taraftarlar söylediler, sesleri geldi)
Bir yandan "We are the champions" çalarken bir yandan "çimler mafoluyo" diye içimiz giderken Erzurumspor başkanı kupayı kapıp birisine götürdü.
Ben bir an; İbrahim Erkal'ın eşi, şehit çocuğu veya engelli bir vatandaşa diye düşündüm. Futbolcular tur atmadan, başkan kupayı kapıp birisine götürdü.
Kimdir çözemedim ama garip bir itiş/kakış oldu orada. Hıncal Uluç gibi olacak ama; benim medyamda kimse bunun üzerinde durmadı.
İstanbul'a yaz geç gelecek ama tam gelecek. Cemrelerin düşüş sırası gibi mikro-milliyetçilerin bayrakları da semtleri süslemeye başladı. Hemşehri muhabbetlerine asıyorlar bayraklarını dükkanlara, KARDEŞLER İLETİŞİM 1.LİG'TE BAŞARILAR DİLİYOR doğduğu şehrin takımına.
Yazar: Refet
Pazar, Mayıs 28
The Double
İngiliz yönetmen, ABD'li erkek başrol oyuncusu, Avustralyalı kadın başrol oyuncusu, Rus edebiyatı... Dünya bir araya gelmiş ve bunu ortaya çıkarmış. Şahane bir film. Dostoyevski romanından (Dvoynik) uyarlama ama ne yazık ki benim okumadığım bir kitap. O nedenle filmle ilgili eksiklerimiz vardır. Belki, bu çok sevdiğimiz film, izlediğimizden çok daha iyisidir de farkında değilizdir.
Biraz Brasil, biraz 1984, biraz Fight Club, biraz Submarine, biraz Aki Kaurismaki,..
Jesse Eisenberg muhteşem bir oyunculukla filmi taşıyor. Bu alışkanlığı hiç şaşmıyor, her defasında aynı etkiyi ortaya koyabiliyor. Mia Wasikowska da hem güzelliğiyle hem yeteneğiyle ekrana kitliyor.
Muhteşem sahneler var ama bir sahne var ki, tekrar tekrar izlememe neden oldu. Üç dakikadan kısa süren sahne hem üzdü hem güldürdü. Bu da aslında filmin başarısının özeti. Bize böyle filmler lazım. Hem derinliği olacak, hem de zıt duyguları göze sokmadan insanın içinden çıkaracak.
O sahne budur; belki de abartıyorumdur. Ama sadece bu sahneden oluşan bir film olsaydı; yine yüksek bir puan verirdim.
Başta Dostoyevski olmak üzere herkesin emeğine sağlık. Kitabı da en kısa zamanda okuyacağım. Gerçi ustanın en sevmediği eserlerinden biriymiş ama olsun.
Cumartesi, Mayıs 27
Cuma, Mayıs 26
The Third Man
"İtalya’da 30 yıl boyunca borjiyalar vardı. yani savaş, kıyım, cinayet... Ama Michalengelo, Leonardo ve rönesans aynı dönemde var oldular. Oysa İsviçre’de kardeşlik, 500 yıllık demokrasi ve barış vardı. ama ne yaratabildiler? Sadece guguklu saat!"
Perşembe, Mayıs 25
Konferans
Kadir Hs Üniversitesi, Cibali Kampüsü
Daha fazla bilgi için
KONFERANS PROGRAMI
09:40 - 10:00 Açılış Konuşmaları
10:00 - 11:00 Sporda Yenilik ve Fırsatlar
Galatasaray - Sinan Güler / Sporcu ve Girişimci
Saran Medya - Emre Günbay / Medya ve İş Geliştirme Direktörü
Monitize - Fırat İşbecer / EMEA Genel Müdürü
LEAD Accelaration Program - Natalie Sonne / Program Direktörü
11:00 - 11:20 Kahve Arası
11:20 - 12:20 Dijital Öncüler
Moderatör - Bağış Erten / Gazeteci ve TV programcısı
Maçkolik - Erhun Geyisi / Genel Yayın Yönetmeni
Nesine - Arda Uysal / Pazarlama Direktörü
Sporx - İlkan Gökyılmaz / Kurucu ve Yönetici Ortak
12:20 - 13:30 Öğlen Arası
13:30 - 14:30 Deneyimi Biçimlendirmek
Moderatör - Murat Sancar / SNCR Sports Ajans Başkanı
Technogym - Vittorio Zagaia / Kurucu
Adım Adım - Renay Onur / Kurucu ve Kaynak Geliştirme Yöneticisi
Sweaters App - Elif Boyner ve Melis Abacıoğlu / Kurucu Ortaklar
Codemodeon - Yağız Hatay / Kurucu Ortak
14:30 - 15:30 Tüketiciye Doğrudan Ulaşmak
Moderatör - Burak Gürkan / Eski TFF ve BAE Pro League Pazarlama ve İletişim Direktörü
Genart/Twitter - Göze Sencer / Twitter Medya Partnerlikleri Direktörü
World Freestyle Football Federation - Daniel Wood - Başkan
4Freestyle - Tobias Becs - Kurucu
15:30 - 15:50 Kahve arası
15:50 - 16:50 Oyun Çağı
Moderatör - Meriç Eryürek / GIST Pazarlama Direktörü
Netmarble - Aras Şenyüz / Pazarlama ve Mobil Direktör
Big Kazan - Faruk Furkan Akıncı / Kurucu
Space Soldiers - Bünyamin Aydın / Kurucu
16:50 - 17:50 Sports Startup Sunumları
17:30 - KAPANIŞ
Çarşamba, Mayıs 24
The Master
Paul Thomas Anderson filmlerini daha önce hiç izlememiştim, ama birçoğuna basit anlamda aşinaydım. Bazı sahneler ve fragmanlar bazı şeyler vaad ediyordu. Tempo, coşku ama aynı zamanda derinlik bunların en başlıcalarıydı. Bir de bütün bu kabarmayı tetikleyecek provakatif bir teknik. Aksiyon değil; coşku! Tam aradığımız gibiydi. Fakat, galiba tüm bunları zihne kazımak ve onların ardından seriye The Master ile başlamak hata oldu. En azından o heyecanlı çekimleri beklerken, 150 dakika boyunca bu kadar yakın çekime gerek yoktu.
Bu film bir Boggie Nights gibi değil sanırım. Magnolia da değil. There Will Be Blood'un da daha farklı olduğunu sanıyorum. The Master ise 2 buçuk saate yaklaşan süresi ile bizi bitirdi.
"Biz" derken, ABD dışındaki herkes olmalı. Filmi anladım, yönetmeni anladım, senaryoya saygı duydum ama bu bizim işimiz değil, çünkü arada ıskaladığımız çok fazla şey oluyor.. Gerçi bir yandan da ABD'de 1950'lerde yükselen tarikatları, burayla eşleştirmek faydalı olabilir ve bu açıdan bu film bize bir yol planı çizdirebilir. Yine de toplumların birbirlerinden farkları çok fazladır. Bir kere filmin geçtiği dönem, 50'lerin başı. Yani İkinci Dünya Savaşı'nın hemen sonrası. 1929 krizinin etkisini hisseden, savaşı yaşayan, dünyadan kopan, kendini boşlukta hisseden gençlerin tarikatlara yönelmesi kaçınılamazdı.
Türkiye'de ise durum çok daha farklı. Ne ülke yakın tarihte böyle bir savaşa dahil oldu, ne de gençlik kendini boşlukta hissedecek kadar dünyaya açıldı. Dünyaya açılma kısmı önemli bence. Filmdeki Freddie karakteri de çok önemlidir. Bize çok önemli bir Amerikan kuşağını anlatır. Hem bir yerlere gitmeye çalışır hem de otoriteye karşı zaafı vardır. Bu çelişki filmin konusunu doğurur. Master ile tanışması da böyle bir gemiye atlamasından doğar. Özgürlüğü sever. Oysa bizim tarikatçi gençlik, böyle yolculuklara kalkışmaz, aklından bile geçirmez. Özgürlük yasaklı kelimedir. Onların savaş travmaları da -eğer Güneydoğu'da askerlik yapmadıysa- pek yoktur. Sosyal hayatın ta kendisi onlar için yeterince korkutucudur, korkunç olduğu öğretilmiştir ve bir otorite her zaman korkuyu sıcak tutmuştur. Gençlik, bu korkuyu başka bir otoriteye sığınarak yeneceklerini düşünürler. O nedenle onları etkilemek için sadece iyi konuşan bir hatip olmak yeterlidir. Fakat bu başka bir konu. Bizim adamımız Freddie.. Onu etkilemek için sadece iyi konuşmak yetmez, karizmatik ve vaatçi olmalısınız.
+ Evet
- O zaman dünyada tek başınasın.
Filmin genel puanı ne kadar düşük olsa da, o karakterin çizimi, anlatımı bir sinema dersi olarak sunulabilir. Ve tabi ki ona hayat veren Joaquin Phoenix için de aynısını diyebiliriz. Phoenix, son dönemde sıkça yaptığı gibi, yine filmin kendisinden, çok oynayacağı rolün büyüsüne kapılmış. Bana öyle geliyor en azından. En azından bu filmle haklı olarak Oscar'a aday oldu Tıpkı, yardımcı erkek oyuncuda, filmden iki sene sonra vefat edecek olan Philip Seymour Hoffman gibi.
Hoffman'ın karakteri daha kolay. En azından biz biraz daha aşinayız böyle karakterlere. Toplumun değerlerini, yaşam tarzını, ülkenin yapısını, tarihi, geleceği çok iyi sezen ve buradan kendisine bir güç alanı yaratan o insanlar... Lancaster Dodd, bu açıdan önemli bir karakter. Fakat film; bazı noktaları çok hızlı geçiyor. Bu sayede, bizim gibi ABD toplumundan olmayan insanlar bazı ayrıntıları ıskalıyor. Ben de birçok şeyi, filmden sonra okuduğum yazılarda farkettim/öğrendim. Mesela, çoğu yerde filmde anlatılan konunun Scientology ile alakalı olduğu belirtilmiş. Doğru olabilir ama benim onlara dair bilgilerim çok kısıtlı. O yüzden, bende böyle bir gerçeklik var olmadığı için etkilenmek zor. Peki film yapanlar, kafasındakileri açığa çıkarırken herkesi düşünmek zorunda mı? Olmayabilir. O nedenle eleştirmiyorum ama filme de ısınamıyorum.
Yine de Paul Thomas Anderson'ın referansı çok sağlam, diğer filmlere de şans vereceğiz. Ne de olsa kendisini bu filmi yaptığında 42, merak edilen diğer filmlerini yaptığında da 20'lerindeydi. Karşımızda zeki bir adam olduğunu inkar edemeyiz, bir çırpıda ondan vazgeçemeyiz.
Yine de Paul Thomas Anderson'ın referansı çok sağlam, diğer filmlere de şans vereceğiz. Ne de olsa kendisini bu filmi yaptığında 42, merak edilen diğer filmlerini yaptığında da 20'lerindeydi. Karşımızda zeki bir adam olduğunu inkar edemeyiz, bir çırpıda ondan vazgeçemeyiz.
Salı, Mayıs 23
Kaya Gibi
Geçen gün TV izlerken bir anda aklıma takıldı. Hangi ünlü ölse üzülürdüm? Leonard Cohen'e üzülmüştüm. David Bowie'ye de... Yaşım henüz ufak olduğundan Barış Manço ve Kemal Sunal'da şok olmuştum ama mesela Michael Jackson o kadar etkilememişti. Tarık Akan'a üzüldüm ama Zeki Alasya vurmadı. Bunun sebebi ne olabilirdi? Kendi kendime düşününce şunu çıkarıyordum ortaya: Bowie'nin ve Cohen'in son albümleri yeni çıkmıştı, Manço best-off'a hazırlanıyordu, Sunal film çekimine giderken gitti. MJ ise yıllardır ortalarda yoktu, Zeki Alasya kayıplardaydı. Üretime devam eden insanın ölümü beni daha çok üzüyordu herhalde.
Ondan sonra kendi kendime sorduğum soruya cevap verdim. Şu an yaşayanlardan herhalde en çok Robert de Niro'ya çok üzülürdüm. Üzülmek de değil ama baya sarsıcı olabilirdi. Adamı çok sevdiğimden değil. Seviyorum, saygı duyuyorum ama sevdiğim oyuncu sayısı çok fazla. Neden De Niro o zaman ? Çünkü öyle bir adam ki, o ölünce sinema bitecekmiş gibi hissediyorsunuz. En azından herhalde herkes ustaya saygı dolayısıyla 2-3 sene sinema filmlerine ara verirmiş gibi. Zaten aslında adam hiç ölmeyecek gibi durmuyor mu? Bu da ayrı bir şok. Mesela ilk hangi gazeteci yazar "Robert de Niro öldü" cümlesini...
Ardından iki üç isim daha aklıma geldi. Fakat fark ettim ki hepsinin yaşları belli bir sınırın üstündeydi. İnsan kafasında kurgularken bile 'sıralı ölüm'ü düşlüyor. Ve derken, o kendi kendime konuşmanın hemen iki gün sonrasında Chris Cornell'ın ölüm haberi geldi.
Sarsıcı oldu. Oysa listede hiç adı geçmemişti. Üstelik haşır neşir olduğum bir isimdi, her sabah dinlediğim MP3 player'da 3-4 tane şarkısı vardı. Sesini sık sık duyuyordum. Yeni şeyler yapmaya müsait biriydi. Ve çok gençti. Babamdan gençti, Benden de daha genç duruyordu. Bitik bir durumu yoktu. O seviyelere çok yaklaşmıştı ama artık orada değil gibiydi. Mesela İbrahim Erkal öyle değildi. Devamlı dibe vuruyordu ve en son Küçükyalı sahillerinde, alkollü mekanlarda bol alkol tüketerek geceler geçiriyordu. Cornell ise bizim gördüğümüz açıdan sağlıklıydı.
Ardından iki üç isim daha aklıma geldi. Fakat fark ettim ki hepsinin yaşları belli bir sınırın üstündeydi. İnsan kafasında kurgularken bile 'sıralı ölüm'ü düşlüyor. Ve derken, o kendi kendime konuşmanın hemen iki gün sonrasında Chris Cornell'ın ölüm haberi geldi.
Sarsıcı oldu. Oysa listede hiç adı geçmemişti. Üstelik haşır neşir olduğum bir isimdi, her sabah dinlediğim MP3 player'da 3-4 tane şarkısı vardı. Sesini sık sık duyuyordum. Yeni şeyler yapmaya müsait biriydi. Ve çok gençti. Babamdan gençti, Benden de daha genç duruyordu. Bitik bir durumu yoktu. O seviyelere çok yaklaşmıştı ama artık orada değil gibiydi. Mesela İbrahim Erkal öyle değildi. Devamlı dibe vuruyordu ve en son Küçükyalı sahillerinde, alkollü mekanlarda bol alkol tüketerek geceler geçiriyordu. Cornell ise bizim gördüğümüz açıdan sağlıklıydı.
Sonuç olarak insani her ölümden etkilenecek bir şey buluyor. Bazen yaştan, bazen ölüm şeklinden, bazen ölenin dünyaya katkısı ve üretiminden, bazen başka bir sebepten. Yeter ki kendi içinde ölümü takıntılı hale getirmiş olsun ve bağ kurabildiği birinin daha "gittiğini" fark etsin.
Esasında insan doğduğu veya aklı ermeye başladığı günden beri ölümü fark ediyor. Fakat sorgulamaya başlaması için biraz daha zaman geçmesi gerekiyor. Ya sert bir ölümle karşılaşmalı ya da bilinci bir anda açılmalı. Tabi bunları ergenlikte, yolun hemen başında olmalı.. Yoksa ilerleyen yıllarda sıkıntılar baş gösterir. (Veya belki de bu yol daha sıkıntılıdır).
Audioslave albümü 2002 yılında çıkmıştı. Benim Akmar'dan aldığım son çekme kasetti. Artık yeni bir yüzyıl başlamıştı ve sonuna yetiştiğimiz 90'ların efsane Akmar'ının son anlarıydı. Kaseti 2002'nin sonundan 2003'ün ortasına kadar dinledim. 2000 de benim ölümü sorgulamaya başladığım seneydi. İdrak etmiştim artık. Bu hayatın bitebileceğini gerçekten anlamıştım. Kafamda düşünceler vardı. Bu hayat bitecekti ama yenisi başlayacak mıydı? Cennet, cehennem, dinler, inanışlar. Tasavvuf da deizim de; akla gelecek her şey merakımdı. Cevap arıyordum. Bir yandan sorulara cevap ararken bir yandan ÖSS soruları çözüyordum. 2003 yazında ÖSS'ye girmiştim. Arkadaşlarımla sabahlamalara yeni yeni başlamıştım. Güneşin doğuşunu ve sabah ezanını yakaladığımda, sanki bir cevap bulabilirmişim gibi hissediyordum.. Sonra da Like a Stone dinliyordum. Hayatımdaki her şey değişiyordu ve ben en çok ölümden korkuyordum. Fakat İngilizcem berbat olduğu için Like a Stone'un sözlerini anlamıyordum.
O 2003 yazının sıkıcı gündüzlerinden birinde Dream Tv'de kısa bir Audioslave belgeseline denk geldim. Şimdi hangisiydi tam hatırlamıyorum; (aradan 15 sene geçmiş neredeyse) grup elamanlarından biri Like a Stone ile ilk tanışmasından, ilk dinlediği andan bahsediyordu. Eleman şarkıyı ilk duyduğunda çok sevmiş ve Cornell'a dönerek "Oğlum bu inanılmaz bir şarkı, hangi kadına yazdın bunu" tarzı bir soru sormuş. Dinlediğinin, sert bir aşk şarkısı olduğunu düşünmüştü. Cornell ise ona "Bir kadına yazmadım, ölüme yazdım" cevabını vermiş.
Hemen sözleri toparladım ve çevirmeye çalıştım. O zamanlar internet birikimi ülkede çok güçlü değildi, bende ise hiç yoktu. Ama bilgiye ulaşmak için daha hevesliydik. Bir çeşit cevap arar gibi uğraştım ve sonrasında şifreler ortaya çıktı. Sabırsızca, kaya gibi beklenen şey gerçekten de ölümün kendisiymiş.
O gün, ünlü bir adamın ne kadar popüler, yakışıklı, asi, ünlü, zengin vs olsa da benimle aynı kaygıyı taşıyabileceğini sezmiştim. Herkes insandı sonuçta. O da ölecekti. Öleceğinin farkındaydı. Aslında herkes bunun farkında değil ama olsun. Ve, bir şekilde bu sözleri yazan adamın da garip bir şekilde öleceğini tahmin ediyordum. Ben daha 18 bile değildim, ölüm bana uzak geliyordu ama ona daha yakındı. Şimdi ise, ben 30'ların başında, o 52 iken ,onun ölüm haberini internetten çok kolay bir şekilde öğrendim. "Chris Cornell öldü" yazmak baya kolaydı ve herkes çok kısa bir sürede yazmıştı. geldi. Bunların hepsini düşününce, olan biten çok sarsıcıydı. Ölüme üzülmekten daha derin bir duyguydu.
O yıl Like a Stone dinlediğim için hayatım değişmedi. Hayata bakışım da değişmedi. Aradığım cevapları bulamadım ama bulamaycağımı anlamıştım. Bu da önemli bir kazanımdı. Belki hayatım da, ben de, ruhum da zamanla değişmiştir ve o günler de bu değişim parçalarından biridir, onu da bilemiyorum. Fakat en azından bu adamın ölümden sonra bir kez daha, ölümün kaçınılmaz olacağını, o nedenle sınırlı vaktini daha fazla anlamlandırmaya çalışmam gerektiğini daha net hissetmeye başladım.
Bu sabırla ölümü beklemekle çelişiyor belki ama olsun. 2002-2003 arasındaki "I was lost in the pages of a book full of death reading how well die alone" günlerinden daha iyi olmak zorunda.
Bu sabırla ölümü beklemekle çelişiyor belki ama olsun. 2002-2003 arasındaki "I was lost in the pages of a book full of death reading how well die alone" günlerinden daha iyi olmak zorunda.
Pazartesi, Mayıs 22
Eksik
Eksik filminin adını dahi duymamış olabilirsiniz ama sık sık Youtube'da geziniyorsanız "Türkiye'deki en iyi sevişme sahnesi" başlıklı videolardan birine denk gelip, bu filme adım atmışsınızdır. Barış Atay ile Toprak Sağlam'ın sahneleri sosyal medyada çok revaçta ama filmin kendisi o kadar da değil.
Barikat Film, Gezi sonrası kurulmuştu ve Eksik de ilk filmiydi. Barış Atay'ın Twitter üzerinden 'yeni Yılmaz Güney' olmaya başladığı günlerin en doruğuydu. Biz onun Saffet olarak kalacağını düşünmüştük oysa. Filmi izlemekse iki sene sonrasına denk geldi. Barış Atay'dan iyice soğuduğumuz, Toprak Sağlam'ın Bodrum Masalı ile gözümüze girdiği zamanlarda.da yani.
Barış Atay filmin en başarısız oyuncusu olsa da hakkını teslim etmek lazım. İlk yönetmenlik deneyimi olmasına rağmen işin o boyutunda başarılı sayılabilecek bir film ortaya çıkıyor. Adına uygun bir şekilde bazı "eksik"leri olsa da, kendini izletebilen bir film sunuluyor. Mesaj kaygısı filmde var ama çok da rahatsız etmiyor. Yani Barış Atay tweetleri gibi bir film değil. 1980 darbesinin doğurduğu karakterleri; klasikleşmiş bir şekilde değil ama daha da gerçekçi ve sert bir şekilde gösterebilmek önemli bir iş. Filmin özellikle sonunda zirveye çıkan dram biraz zorlama olmuş gibi hissettirse de, beklentilerin aşıldığını söyleyebiliriz. Tabi beklentilerimin oldukça düşük olmasının da payı vardır.
Filmin yıldızı ise kesinlikle Özgür Emre Yıldırım... Zaten buradaki rolüyle ödüller kazanmıştı ve sonra kendisini Sarmaşık'ta izledik (Ben hâlâ izlemedim ama sahnelere aşinayım). İki filmde iki farklı tiple çok başarılı olduğunu düşünüyorum. Ama keşke Funda Eryiğit ve Sarp Akkaya'nın filmde daha geniş rol alsaydı, birçok yerde filmin tanımı yüzü olan bu ikiliyi az görünce hafiften biraz kandırılmış gibi de hissetmedik değil.
Pazar, Mayıs 21
İnşaatçı Semt
Bu fotoğrafı daha önce bloga koymuş muydum hatırlamıyorum ama öyle bile olsa tekrar koymakta fayda var. Çünkü hayatta bu kadar sinirlendiğim çok az şey vardır. Semtin tamamı şantiyeye dönmüşken, kiralar artmışken, CHP odunu aday yapsa seçebilecekken gözümüzün içine baka baka inşaatçı bir belediye başkanı bulmuşken, bu pankartı asmış ve sinirlerimi hoplatmıştı. Şimdi tekrar aklıma gelince dayanamadım.
Kadıköy bizim ama ev de semt de kiraymış gibi hissediyorum. Biz burada tutunmaya çalışırken, başka başka insanlar da buradan nemalanıyor. Kimsenin kazancında gözümüz yok da, bari en azından buranın değerlerine, güzelliğine, algısına bu kadar müdahale etmeselerdi. İnşaat kamyonlarının sesi arasında yazdığım bir yazı bu da, o nedenle çok fazla konsantre de olamıyorum. Bir derdimiz var ama sineye çekip her şeye rağmen şükretmekten, o derdi de yüksek sesle dile getiremiyoruz. Zaten bu gürültüde yüksek ses de yeterli olmayabilir.
Yine de İstanbul'daki her semt o kadar hızlı kirleniyor ki, Kadıköy hâlâ şehrin en korunaklı ve en güzel yeri olmaya devam ediyor. Sevabıyla, günahıyla; Allah bizi buradan ayırmasın.
Cumartesi, Mayıs 20
Locke
Son beş yılda çekilmiş (2013) ve izlediğim en iyi filmlerden biri. Tartışmasız. Karşıma kim çıksa, onu bu filmi öneriyorum.
Son dönemin 'yakışıklı oyuncuları'nı pek sevemedim. Ryan Gosling, Bradley Cooper ve diğerleri.. Tom Hardy de onlardan biriydi ve ona da soğuktum. Fakat Locke'u izleyince ona karşı yorumlarım tamamen değişti. Sadece yakışıklı olduğu için buralarda değilmiş. Hakkını yemişiz.
Fakat bu filmin hakkını yedirmeyeceğiz. Şahane bir film, şahane bir tek kişilik oyunculuk. Zaten tek mekan filmlerine hasta olurum. Tek mekanlı bir filmde, tek bir oyuncu ve kusursuza yakın bir film. Bu tip filmlerde kurgu ne kadar sağlam olursa olsun, oyunculuk şaheseri gerekiyor. Hardy bunu sağlıyor. Zorlandığını da düşünmüyorum. Usta işi...
85 dakika; hemen hemen gerçek zamanlı bir film. BMW virali gibi başlayan efsane filmi kısaca özetlemek gerekirse, bir inşaat mühendisi olan Ivan Locke, bir gece bir karar vermek zorunda kalır ve arabasıyla sanırım Birmingham'dan Londra'ya (bundan eminim) gitmek zorunda kalır. Yol boyunca, çalışma arkadaşları ve ailesiyle telefonlaşmak zorundadır. Bu telefonlar filmin gidişatını belirler. Biz de Tom Hardy (Ivan Locke) dışında kimseyi görmeyiz, sadece telefondan gelen sesleri duyarız. Bazen telefon susar ve Locke kendisiyle (ve ölmüş babasıyla) konuşup, hesaplaşmaya çalışır. Keşke 85 değil de 150 dakika falan sürseydi.
"Binam tamamlandığında, 55 katlı olacak. 2.223.000 ton ağırlığında olacak. Binam su seviyesini değiştirecek ve graniti sıkıştıracak. 30 kilometre öteden görülebilecek. Gün batımında muhtemelen 1,5 kilometre uzunluğunda gölgesi olacak. Eğer binamın temelinin betonu doğru olmazsa... Bir santim bile kayarsa, çatlaklar oluşur. Anladın mı? Eğer çatlaklar oluşursa, zaman geçtikçe büyürler, değil mi? Ve tüm bina yıkılır. Bir hata yaparsan, küçücük bir hata yaparsan Donal, tüm dünya başının üzerine yıkılır."
Yukarıdaki paragraf metafor gibi metafordur. Filmi anlatan en iyi cümlelerden biridir. En vurucu anlardandır. Özettir.
Filmin müzikleri de şahane. Senaryo, BMW ve Hardy'nın arkasında kalması üzücü. Ama yapacak bir şey yok. Tom Hardy zaten yakışıklı bir adam, iyi de oyuncu olduğunu burada bana kanıtlamış oldu, bir de sakallı halinin ona daha çok yakıştığını belirtmeliyim.
Bir de filmin futbol ile ilişkisi var. Locke ve oğulları futbol sevdalısıdır ve o akşam tuttukları takımın kritik bir maçı vardır. Maç 3-1 sona erer ve son golü "eşek" kod adlı Caldwell atar. Çok merak ediyorum acaba hangi Caldwell bu ve gerçekten öyle bir maç var mı? Fakat Caldwell'in attığı golü oğlunun ağzından dinleriz ve o golün de aslında Locke'un o gecesine benzer bir anlama sahip olduğunu öğreniriz. Yani öyle bir golün gerçek hayatta olmaması daha yüksek ihtimal. Yine de insan merak ediyor, araştırdım ve bir şey çıkaramadım. Buna rağmen, filmin ufak da olsa futboldan yardım alması, ekstra puanlar kazanmasına neden oluyor.
Tesadüfen izlediğim bir filmden böyle tat olunca, acayip hoşuma gidiyor. Keşke uzun uzun değerlendirsek, sahne sahne, replik replik. Zor tabi... Ama şu bir gerçek, bundan sonra da defalarca izlenecek, üstüne yeni yeni notlar çıkarılacak...
Cuma, Mayıs 19
Ada Hayali
Survivor yayına ilk başladığı günden beri her zaman eleştirilen bir program oldu. Önce bir rating tuzağıydı, sonra militarizm ve milliyetçilik soslu oldu (Türkiye-Yunanistan), ardından fanatizm (Galatasaray-Fenerbahçe) işin içine girdi. 2010'dan sonra ise bambaşka bir seviyeye çıktı ve bunun altında da Acun Ilıcalı'nın parmağı vardı. Fakat bu seviye değişimi de eleştirileri azaltmadı, hatta daha da yüksek sesle çıkmasına neden oldu. Artık Ilıcalı etkisiyle yavaş yavaş başka -izm'lerin pompalandığını iddia edenler vardı. Haksız da sayılmazlardı ama televizyonculuk başarısını da görmezden gelmemek gerekirdi.
Eleştirenlerin bir kısmının kendi hayat tarzlarına göre haklı gerekçeleri vardı. Mesela televizyon programlarına ve televizyon kültürüne mesafeli duranlar için; Survivor en sevmeyecekleri program türüydü. Uzun sürüyor, etki alanı genişliyor, halkı oyalıyor, SMS ile para tuzağına bile dönüşebiliyordu. Bu grup bir yana, bir de siyasi olarak da Acun Ilıcalı’nın aldığı tavırlardan, (belki de daha doğru ifadeyle alamadığı tavırlardan) rahatsız olan ve bu sebeple programa yarı bir boykotla uzak duran bir grup oluştu. Tartışılabilecek ama aynı zamanda da anlaşılabilecek bir boykot türü. İki gruba da dahil olmamama rağmen, iki grubun da düşüncelerini anlamakta zorlanmıyorum, hatta dönem dönem hak da veriyorum. Fakat son dönemde yeni bir grup daha çıktı. Futbolla haşır neşir olanların, futbolu ve futbolcuları çok sevenlerin programa ve katılanlara dair tepkileri yükseliyor. Bazı yerlerde okuyorum bu tip serzenişleri. Bu tepkinin en başında da İlhan Mansız gibi bir figür/kahraman geliyor. Onun Ada'ya gitmesi, birçok kişiyi yaralamış. Üstelik bu yaranın altında siyasi veya sosyolojik gerekçeler de yok.
En baştan başlayalım. Bence Survivor çok iyi bir yarışma programı. Acun Ilıcalı’yı, TV 8’i, televizyonların yarattığı uyuşuk kitleleri sevmiyor olabilirsiniz. Fakat, programın çok iyi bir prodüksiyon işi çıkardığı gerçeğini değiştiremeyiz. Prodüksiyonun gücü yarışmanın formatı ile birleşince birçok kişinin heyecan duyacağı bir yarışmaya şahitlik ediyoruz.
90’lara övgü düzenlerin her zaman gülümseyerek hatırladığı Televole ve o dönemin Maraton programları adeta güç birleştirmiş şekilde artık Survivor içinde devam ediyor. Acun Ilıcalı’nın o mutfaktan yetişmiş olması çok önemli. Yarışmacıların konuşmalarına getirilen altyazının fontu-rengi bile o günlerden kalma. Olay çok bariz. Yaklaşık 5 ay süren bir sportif mücadele var ve bu mücadele devam ederken biz seyirciler olarak, soyunma odalarına da giriyoruz. Hem maçı izliyoruz, hem takım içi kavgalara şahitlik ediyoruz. Spor müsabakalarını izlemeyi seven birinin bu yarışmadan kopması, uzaklaşması, soğuk kalması anlaşılır bir şey değil. Şu an Türkiye içinde düzenlenen bütün spor organizasyonlarından daha heyecanlı olan, daha iyi pazarlanan ve çok daha kolay izlenen bir formatla karşı karşıyayız.
Survivor’ın son 7-8 senesinin ilk zamanlarında bu özellikleri bulamıyorduk. Çünkü yarışmacıların hemen hemen yarısı sportif hayata mesafeli karakterler oluyordu. Haliyle daha çok karakter ve davranışlarıyla (yarışma diliyle söylersek "Ada hayatı" ile) öne çıkabiliyorlardı. Fakat şimdi durum değişti.
İzleyenler zaten farkındadır ama izlemeyenler için hatırlatalım. Şu anki yarışmanın gönüllüler takımında yer alan isimlerin hemen hepsi genç, sosyal hayatında spora çok fazla yer veren, belki belli branşlarda ciddi anlamda spor da yapmış, düzgün fizikli gençler. Ünlüler takımı ise; ilk oluşturulma esnasında muhakkak rating katkısını öne çıkartarak belirleniyordur. Ama artık çok fazla oyuncu-şarkıcı-manken ekibi gelmiyor. Gelseler bile, onların da yarışmalardaki ömrü uzun olmuyor. Bu seneki ünlüler takımının elenmeyen son sekiz isminden 7’si profesyonel sporcuydu. Boksör, atlet, futbolcu… Dünya rekortmeni, olimpik sporcu ve İlhan Mansız… Böyle bir yarışma; spora az biraz gönül vermiş herkesin ilgisini çeker. Benim çekiyor.
Hatta bazen kendi kendime “Keşke ben de katılabilsem” diyorum ama çabuk uyanıyorum. Sanıyorum ki bunu başarmak pek mümkün değil. Bir defa, gönüllüler için yapılan elemeleri geçmek kolay iş gibi gözükmüyor. Örnek vermek gerekirse bu sene gönüllüler takımında yarışan hemen herkes oyunlarda beni çok rahat yener. Hatta kadın yarışmacılar bile... Bu benim zayıflığımdan değil, katılanların gücünden kaynaklanıyor. Bizim gibi, fiziksel gücü orta derece olan insanların Survivor’a katılmasının en kolay yolu; şöhret olmanın çok kolaylaştığı Türkiye’de bir şekilde ”az ünlü” olarak ünlüler takımına kapak atmak olabilir. Onu başarsa dahi, Ada’ya gittiğinde profesyonel sporcularının yanında pek şansı olmayacak ve büyük ihtimalle erken veda edecektir. Bu erken vedayı yaşamak istemeyen biri adaya gitmeden önce hayatının en az 6-7 ayını spor salonlarında ciddi bir hazırlık dönemiyle geçirmeli.
Tabi şimdi böyle cümlelerden sonra sizden “Kardeşim bunların hepsi kurgu. Sen neyi izliyorsun da neyin analizini yapıyorsun” diyen çıkabilir. Haklı olabilirler. Fakat özellikle 3 Temmuz’dan sonra Süper Lig’in de kurgu olduğunu iddia edenlerin, her sezon başı “Bu sene şampiyon belli zaten” diyenlerin, PFDK ve Tahkim’in her kararına kızan ve bunun planlı olduğuna inananların; sezon boyunca ligi takip etmekten vazgeçmemelerine rağmen, bir televizyon programındaki olası ‘kurgu’dan rahatsız olmasını da anlamam kolay değil.
Kurgu olsa da olmasa da, oylamalar etkilense de etkilenmese de, ada konuşmaları yayın ekibinin inisiyatifinde yayınlanıp son dönemin moda tabiriyle algı oluşturulsa da oluşturulmasa da, şöyle bir gerçek var; Buradaki oyunlar gerçek! Ortada ciddi parkurlar, yarışmalar var. 5-10 arkadaşımı alıp, kendi aramızda yarışmayı denemek isteyeceğim oyunlar. Ben böyle düşünüyorsam, İlhan Mansız gibi hayatı boyunca spor yapan, spordan hayatını kuran, rekabetten beslenen, devamlı kendine ve karşısına meydan okuyan figürlerin, aktif spor yaşantısına son verdikten sonra bu maceraya atılıp kendini test etmesi gayet normal olmalı. Ben olsam, ben de denerdim!
Meselemiz de tam olarak burada oluşuyor. İlhan Mansız’ın yarışmaya katılması, özellikle futbol çevresinde birçok kişiyi rahatsız etti. Hatıralarına ihanet ettiğini düşündüler. Bazen daha da sert ifadeler kullanıyorlar. Oysa ben İlhan Mansız’ı televizyonda yarışırken görünce aklıma sık sık Senegal maçındaki golü geliyor ve hatıram tazeleniyor. Adada yağmurlu bir günde son anda oyun kaybettiğinde, Gençlerbirliği ile oynadığı kupa maçını hatırlıyorum. En kritik günde bekleneni veremeyince “Zaten derbilerde de golü yoktu” diyorum. Yani hiçbir hatıramıza leke gelmiyor, hatta daha çok hatırlanıyor. Daha da ötesi o hatırların bizzat sahibi kendisidir; ve onu korumak veya yenilerini eklemek arasındaki kararı verecek olan da o olmalıdır.
Yarışmanın bir bölümünde iki takım arasında bir gerginlik olmuştu. Konseyde gönüllüler takımından Sadin, “Ben İlhan Mansız’ı eskiden beri çok severim. Futbolculuğunda ona hayrandım” tarzı bir giriş yaptı. İlhan’ın ona cevabı, “Senin bana hayran olman, benim hiç umrumda değil. Benim futbolculuğum eskide kaldı. Şimdi adadayız” demişti. Aslında bu cevap tam olarak, İlhan Mansız’ın veya onun gibi sevilen sporcuların adada olmasını eleştirenlere gelebilir. Hatta daha da genişletirsek; futbolculuk döneminde sevdiği insanların hayatlarına adeta ipotek koyan herkese söylenebilir.
Tabi ki bir insanın vereceği her karar, bizim onunla ilgili oluşturduğumuz düşüncelere zarar verebilir. Bazı hamleler duyulan sevgiyi azaltır veya çoğaltır. Ama ne bu kararlar hatıralara zarar getirir, ne de o hatıraların varlığı insanların hareket alanı daraltmalıdır. Üstelik bir sporcunun, sportif bir maceraya girmesini eleştirip, ondan belki de televizyon veya gazete yorumculuk yapmasını beklemek... Belki de en büyük yanlış budur.
Perşembe, Mayıs 18
The Road to Wellville
Alan Parker'ın yönettiği, Anthony Hopkins, John Cusack, Bridget Fonda, Matthew Broderick gibi oyuncuların olduğu film; koca bir hayal kırıklığı. Aslında böyle filmlerde çok fazla da haksızlık etmemek lazım. Ülkenin, olayın, dönemin alt metnine hakim olamadığımız için belki de eksiklik bizdedir. Ama çok güvenmediğim IMDB puanı da burada beni rahatlatıyor. 5.7; böyle bir kadro için oldukça önemli bir gösterge. Herhalde Parker'ın, Hopkins'in ve diğerlerinin kişisel kariyerlerinde bu kadar düşük puanlı başka bir film yoktur.
Her şeye rağmen filmin üzerinden 23 sene geçmiş. Muhakkak bazı duyguları yakalamamız hiç kolay olmayacaktı. Yine de 30'larına gelmemiş bir Cusack ve en güzel zamanlarındaki Fonda'yı görmek iyi olabilir. Ya da kimi kandırıyorum; kime yeter bunlar. Bize ne abi? Zaten 50 tane filmleri var. Üzüldüğüm bir; iki saat oldu.
Çarşamba, Mayıs 17
Sürpriz
İrfan Buz'u ilk olarak Galatasaray ile Bursaspor arasında oynanan Türkiye Kupası yarı final maçında tanımış ve açıkçası baya sinir olmuştum. Daum'un ayrılmasının ardından Bursaspor'da göreve başlamış bir emanetçi hocaydı. O akşamki coşkulu ve gösterişli hareketleri nedeniyle onun tribüne oynadığını ve bu sebepten dolayı da uzun bir kariyeri olmayacağını tahmin etmiştim. Yanılmışız.
Bursaspor'dan sonra kısa bir Gençlerbirliği kariyerinin ardından Yeni Malatyaspor'a geçti. Geçen sezondan beri orada. 1.Lig gibi devamlı teknik direktör değişen bir ortamda 1.5 sene aynı takımda kalmak çok büyük iş. Tabi en büyük iş, o takımı şampiyon yapmak olurdu. Adam onu da yaptı.
Üstelik Malatyaspor, sezon başında ligin favorisi de değildi. Sivasspor, Eskişehirspor, Göztepe, hatta şimdi çok gerilerde kalan Adana Demirspor, Samsunspor gibi takımlar çok daha şanslıydı. Fakat evdeki hesap çarşıya uymadı. Her anlamda büyük iş. 35 yaşındaki Sedat Ağçay'ın yönlendirdiği bir takımdan bahsediyoruz.
Malatyaspor, 14 Mayıs 2006'da küme düşmüştü. Oradan isim değişikliğine kadar uzanan bir çöküşe girdiler. Ve tekrar bir 14 Mayıs günü Süper Lig'e yükseldiler. İyi hikaye.
Malatyaspor'un küme düştüğü günü hatırlıyorum. Aynı gün Galatasaray, Fenerbahçe'yi geçerek şampiyon olmuştu. Ertesi gün okulda Zonguldaklı ve Fenerbahçeli olan bir arkadaş; Galatasaraylı ve Malatyalı olan bir arkadaşa "Nasıl küme düştünüz ama" diyerek dalga geçmeye ve bu sayede akşam yaşanan tarihi anları unutturmaya çalışmıştı. Çok uzun odaklı olmasa da işe de yaramıştı. O nedenle, devamlı yanında oralardan birilerini bulabileceğin şehir takımlarını severim. Malatyaspor da bir renktir. İnşallah sezon boyunca, geçen sene yükselen Adanaspor gibi çelimsiz kalmazlar ve tüm lige zor deplasmanlardan birini yaşatırlar.
Get Hard
Hayatımda izlediğim en kötü komedi filmlerinden biri dersem haksızlık etmiş olabilirim ama kesinlikle en kötülerinden biri. 100 dakika izleyerek iyi dayandım.
Salı, Mayıs 16
İlk Adım
"İlk önce atacağıma dair kendimi motive ettim. 'Kaleciye mi baksam, yoksa direkt mi atsam' diye düşündüm. Çünkü ilk penaltıyı atmak zordur, kalecinin hareketini bilmezsiniz. Daha önce atan olmadığı için 'Kaleci toptan önce mi hareket eder, yoksa topu mu takip eder' kestiremezsiniz. Uzun zamandır penaltı atmamıştım. Ben normalde kaleciye bakarak atarım penaltıyı ama ilk penaltıyı attığım için zor oldu. Köşe seçmeye karar verdim ve topun başına giderken de kaleciyle göz göze gelmemeye çalıştım. Kaleciye hiç bakmadım, fakat atacağımdan da emindim. Topun başına geldim ve attım."
Kissing Jessica Stein
Eşcinsellik temalı filmlerin karamsar havası beni onlardan uzaklaştırıyor. Karamsar filmleri severim ama hikayede eşcinsel bir aşk varsa, normalinden iki kat daha kasvet izleriz. Bu sefer ise tam tersi, mizah soslu bir film ile karşı karşıya kaldım.
Jessica Stein adlı karakter, başarılı iş yaşamına rağmen özel hayatında başarılı olamaz ve en sonunda bir gazete ilanıyla başka bir hanımla ilişki yaşamaya başlar. Aslında bu ilişki de çok iyi gitmez ama bu yeni deneyim, hanım kızımızın hayatında değişikliklere sebep olur. Karakterler esasında lezbiyen değil, biseksüeldir ve bu da filmin sonu için önemli bir detaydır.
Aslında filmi biseksüel veya eşcinsel biriyle izlemek isterdim. Filmdeki repliklerin, kurgunun, alt metnin ne kadar sağlam veya rahatsız edici olduğunu değerlendirecek düzeyde değilim, onlardan yardım alabiliriz. İşin o kısmını geride bırakınca ise basit, akıp giden bir komedi filmi izleyerek iyi zaman geçirmek mümkün.
Jessica Stein karakterini canlandıran Jennifer Westfeldt, aynı zamanda filmin senarsti. 2001 yapımı film esnasında 30 yaşındaydı. Genç bir yaş ve de o yaş için en azından o dönemin ses getiren ve hayatımızı değiştiren yapımları Ally McBeal, Sex and The City ve ülkemizde son dönemde boy gösteren 'kadın ve onun komik özel yaşamı' hikayelerinden çok daha iyi bir film ortaya çıkardığını söylemek mümkün.
Westfeld, özel hayatında, son dönemin en karizmatik adamlarından Jon Hamm ile beraber. Jon Hamm, filmde de ufak bir role sahip. Bu da yazıyı doldurmak için işe yarayacak gereksiz bilgi.
Pazartesi, Mayıs 15
Pazar, Mayıs 14
Horns
Böyle filmlere üzülüyorum. Daha önce de defalarca yazmışımdır.
Horns filmini izlerken herhangi bir beklentim yoktu. Buna rağmen şahane başladı ve çok iyi gitti. İyi bir film yakaladığıma sevinirken, heyecanla sonunu beklemeye başlamıştım. Fantastik filmleri sevmememe rağmen bu film beni sarmıştı. Her şey çok güzel gidiyordu. Fakat birden, sona yaklaşırken film sapıttı. Gerçekten sapıttı. Türkiye'de yapılan dini temalar içerikli kötü korku filmlerine döndü. Her şey uçtu gitti.
Acayip canım sıkıldı. Böyle olmamalıydı. Sonradan öğrendim ki; film bir kitap uyarlamasıymış. Daha doğrusu Stephen King'in oğlu Joe Hill'in bir denemesi. Hikayeyi okuyanlar da filmden rahatsız. Birçok detayın değiştiğini belirttiler. Onları da sarmıyor, bizim gibi ilk defa filmle tanıyanları da sarmıyor. Kimse memnun değil galiba. Ama yine de seveni çıkabilir. En azından iki saatlik filmin 100 dakikası çok büyük keyif verebilir. Son 20 dakikayı izlemezseniz tadınız kaçmadan ekran başından kalkabilirsiniz.
Cumartesi, Mayıs 13
Alın
Kaç sene geçti bu fotoğrafın üzerinden? Çok olmasa gerek ama yaklaşık 10 yılı vardır. O günleri hatırlıyorum. Canaydın'ın Hakkı Yeten-Süleyman Seba tarzı bir fotoyu miras bırakma isteğinden doğmuş olabilir. Fena sallamadılar zamanında Özhan Başkan'a. Hatası da çoktu. Ama yine de sahiplenici bir tavrı vardı. Onu severdim. Bazen bir taraftar olarak çok kızardım ama günün sonunda "bilmediğimiz adamlar geleceğine, başta böyle biri olsun" derdim. O nedenle de çok kızardı arkadaşlarım bana.
Adam öldü gitti, ama bugün hâlâ eleştiriliyor. Dursun Özbek'in ondan daha kötü bir başkan olup olmadığı tartışılıyor ve o tartışma sırasında bile ara sıra lafını yiyor rahmetli. Artık alıştık.
Ne kadar çok şeyi eleştirirse o kadar güçleneceğini sanan bir kitle ile karşı karşıyaydık eskiden. Artık karşımızda değiller, üstümüzdeler. Onların dediği olmasa da onların sesi daha çok çıkıyor. Kötü zamanlarda insanlar, gruplar, kitleler değerlerine sarılır. Ama artık ortada değer falan kalmadı. Kuru bir gürültü. Değerler karın doyurmaz, kimsenin umrunda olduğunu sanmıyorum. O zaman; yansın gitsin her şey, alev alsın. Ne 90'ların başında ne bu blog ilk açıldığında böyle bir cümle kuracağımı düşünemezdim. Alın yazısında hayatı böyle yaşamak da varmış.
Cuma, Mayıs 12
Perşembe, Mayıs 11
Bu Dünya Naylon
Elenilen bir maç sonrasında ya da "son puan durumuna ve kalan maçlara bir daha bakalım" lafıyla insan birden silkinir ve alır kağıdı kalemi eline. Sanki yeniden başlıyormuşçasına... Eski maçları izlemeyi bu yüzden seviyoruz işte. Biz o vakit neredeydik, ne yapıyorduk, "lan harbi Amokachi vardı ne oldu ona ya, Aragones ölmüş müydü?" bilinçaltı temizlikleri. Valencia'nın armasından , yarasaya, yarasa pisliğinin astıma iyi gelmesinden türlü yollara sevk edebilir insanı başı boş saatlerde.
"O golü yemese işte/o golü atsa işte" ile başlayan pişmanlıklar.
Doktorlar her sabah aç karnına bir tane nifak tohumu önerse de, arayışımız aslında toplu çamaşır makinesi çalıştırma günlerinde , "başka kirlin var mı?" arayışları gibidir.
Bize de Gonca Vuslateri'ye Bodrum'da rastlayan Selçuk Yöntem gibi bir ak-sakallı dede rastlasa ve tüm soğanlarımızı/şaraplarımızı alsa keşke. Veya sümüklü kızın "Ya semtin ya ben?" sorusuna "Sen" diye cevap verip semte veda etme işlerine girişse.
Bu dünya naylon, anlamak güç
Bırak yıkasın içimizi geçmiş
Naylon müthiş bir metafor. Kimi zaman ceset torbası, kimi zaman siyah tekel torbası, kimi zaman "1 liran var mı abe"cilerinin elindeki, bazen paravan bir şirket ya da fatura, hülle transferi, kimi zaman ödüllü sanat filmlerinde oradan oraya uçuşan anlamsız bir poşet...
Mevsim geldi, 48'e 34 plaka sezonu açıldı, naylon Bim poşetleri ve mavinin buluşması başladı, Begonvil ve a101 poşetlerinin özlemle kavuşması.
*İş bu yazı Maçkolik'ten, gelecek sezon Bodrumspor'un olası gidilebilecek yakın deplasmanları hesaplanırken yazılmıştır"
Yazar: Refet
Çarşamba, Mayıs 10
Whiskey Tango Foxtrot
Seinfeld'in bir bölümünde Jerry, yanılmıyorsam AIDS hakkında bir espri yapıyor ve çevresindeki ayıplayıcı bakışlarına karşılık, "Ne var, AIDS ortaya çıkalı 10 seneden fazla oldu. Artık üzerine espri yapılabilir" tarzı bir cevap veriyordu.
Tam böyle olmayabilirdi, ama ana fikir buydu. Ve ABD galiba bu felsefeyi uygulamayı çok iyi beceriyor.
Afganistan'da yaşanan savaşın üzerinden 10 yıldan fazla geçti. Bu dönemde bir de Irak cephesi açıldı. Savaşlar olurken, sinema da dram yükü bol savaş filmlerinden beslendi. Ama artık oradan hafif komik filmler gelmeye de başlamış. Whiskey Tango Foxtrot böyle bir film. Ve kahretsin ki; çok başarılı bir film olmasa da zaman zaman insan gülüyor. Orada yaşanan o kadar dram olduğunu bilmene rağmen gülüyorsun.
Savaş muhabiri olmamasına rağmen, monoton hayatında bir değişiklik yaparak Afganistan'a giden gazeteci Kim Barker'ın "Strange Days in Afganisthan and Pakistan" adlı kitabından yola çıkarak sinemaya aktarılmış. Bu bilgi gayet açık bir fikir veriyor bize. Ortada bir kitap var; yani yaşanmış gerçek bir hikaye. Ve oraya giden gazeteci savaş muhabiri değil. Bu iyi bir şey. Mesleki deformasyon olmadan, orada olup bitene daha farklı bir kafayla bakabilmiş olsa gerek. En azından film, bu varsayımı doğruluyor.
Alıştığımız Afganistan/Irak/Vietnam filmlerinden olmadığı için benim ilgimi cezbetti. Tina Fey hatrına da izleniyor. Çok fazla hayrana sahip Margot Robbie de burada. İzledikten sonra akıllarda geriye bir şey kalmayabilir ama aynı zamanda insanın içine savaş muhabiri olma hevesi de düşebilir. Bu kadar parti, alkol, seksin orada olduğunu bilmezdik. Bombalardan korunabilirsen, aslında eğlenceli bir yermiş... Birkaç Türkiye göndermesi de var. Beğenmeyeni çıkar muhakkak ama izlerken sıkılan az olur.
Siyasi Kavga
Emre Belözoğlu ve Başakşehirli futbolcuların Rize'de çıkardığı kavga çok konuşuldu. Puan farkı ikiye indiğine göre konuşulmaya da devam edecek. Olan biten, verilen cezalar, kulüplerin tavırları; bambaşka konular. Fakat bu olayın; en azından başlangıç noktasının şampiyonluk mücadelesinden, PFDK cezalarından, spor sayfalarından daha farklı bir boyutu var.
Emre, vukuatlı adam. Antipatik gelmesi çok normal. Ama çoğu olayın çıkış noktasına genelde haklı olan taraf. Fakat olaylara verdiği tepkiler ve tepkilerinin karşılığı olarak al(ma)dığı cezalar, gündemi daha çok işgal ediyor. Normaldir de. Sonuçta bir spor organizasyonunda (aslında hayatın her alanında) bireyler haklı olsalar bile cezayı kendileri kesmemeli ve öfkelerini kontrol edebilmeli. Bunu yapamıyorlarsa da herkesle eşit cezaları almalı. Buraya kadar sıkıntımız yok ama yine de, toplumda son yıllarda yaşanan kaynama da düşünülünce; yaşanan son olayın normalden daha farklı olduğunu hissediyoruz.
Eğer yanlışımız yoksa, anlatılanlara göre; olay tamamen Emre'nin iki genç kız hayranıyla fotoğraf çektirmesinden doğuyor. Rizeli bir orta yaşlı, bu durumdan kendine bir ahlak bekçiliği görevi çıkarıyor. Hem Emre'ye küfrediyor, hem de İstanbul-Rize ayrımı yaparak "Burası İstanbul'a benzemez. Burada böyle fotoğraf çekemezsin" tarzında bir cümle ile tespitini koyuyor ortaya. Bunu duyan Emre çıldırıyor. Ondan sonra iş bir anda orada çekim yapan muhabir ile Başakşehir takımı arasında yaşanan bir kavgaya dönüşüyor. Konunun o karmaşaya nasıl geldiğini anlamakta ben de zorlanıyorum ama böyle anlık kavgalarda ipin ucunun nereye gideceği de belli olmaz. Olayın ikinci yarısı 10 gündür spor kamuoyunda tartışılıyor ama nedense ilk kısım görmezden gelindi. Oysa asıl tehlikeli olan taraf da burasıydı.
Bir futbolcunun iki kız hayranıyla fotoğraf çektirmesi ülkenin bazı şehirlerinde sıkıntılıymış. Üstelik o şehirlerde; bu "ahlaksız" işi yapan şehirlere de kötü gözle bakılıyormuş.
Zaten buna şaşıracak değiliz. Fakat oluşan siyasi atmosfer sayesinde güç alanlar, bu hastalıklı düşüncelerini çok rahat bir şekilde; üstelik küfür de ederek dışa vurabiliyor artık. Daha da kötüsü, futbolcu buna tepki gösterdiğinde, işin o kısmı es geçiliyor ve günün ikinci kavgasından dolayı kimin kaç maç ceza alacağı daha çok konuşuluyor.
İnsan, bu dönemde ve böyle olaylarda Emre'nin yanında olmak ister. Artık cehalete ve yaşam tarzına müdahaleye karşı konulan her duruş destek bulmalı. Fakat biliyoruz ki, Emre başka saflarda ve bugün onun tavrını haklı bulsak yarın zararını Emre'den çok biz çekeriz.
Emre, toplumsal gerginliğin bu kadar üst düzeyde olmasının sebebi olan, yaşam tarzlarının her şehirde kinle bakılmaya başlanmasına neden olan oluşumlara, spor dünyasından en büyük desteği verenlerden biri.
Bu işler böyledir. Daha çok korunmak, daha çok kollanmak için bazı güçlere yakın olursun. Sana fayda da sağlar. Uzun yıllar bunun faydasını görürsün. Oysa zaten işinde yeteneklisindir. Sadece yeteneğin öne çıktığı bir dünyada seni yanına kimse yaklaşamaz. Böyle desteklere ihtiyacın da yoktur. Ama yine de kendini sağlam kazığa bağlamak istersin. Ve o güç; zamanla bir felakete neden olurken senin olan bitenden haberin yoktur.
Sonra bir gün; şampiyonluğa giderken, o gücün esiri olmuş bir kentte sana gayet normal bir davranışın yüzünden küfür edilir. Çünkü o normal davranış, oralarda anormaldir. Sen öfkenin esiri olup olayı kendin çözmeye çalışırsın. Fakat artık kartopu çığ olmuştur bir kere.
Başakşehir, durduk yere şampiyonluk yarışında kriz yaşadı. Oyuncuların son üç yılda oluşturduğu pozitif hava, bir maç çıkışında kayboldu. Sırf bir densiz yüzünden. Sırf bir olay yüzünden. Sırf yaratılan bu toplumsal kaynama yüzünden.
Olay öyle bir açmazda ki; Başakşehir takımı Rize'de yaşanan bu olay yüzünden A Spor muhabiri ile kavga ediyor. Her ayrıntısı ayrı bir yazı konusu. İnsan sokağa çıktığında rahat olduğunu hissetse çıkıp "Etme bulma dünyası" diyebilirdi ama biliyoruz ki bu alev sadece orayı değil, yeri geldiğinde bizi de saracak. Etmesek de hepimiz payımıza düşen bir şeyleri bulacağız. Herkes Emre kadar şanslı olmayabilir ve buradan ceza almadan çıkamayabilir.
Salı, Mayıs 9
Mon Roi
Festival kovalayan sinefillerin çok büyük övgülerini alan film beni sarmadı. Birincisi konu çok sıradandı. Haksızlık etmeyelim; zaten hemen her film benzer konuları anlatır. Sıradan bir konuyu en etkili şekilde anlatana ise bayılırız. O kısım burada eksik kaldı. Tempo düşük, kurgu vuruculuktan uzak. Süresi de çok uzun. 90'a kadar idare ettik ama 120'ye uzayınca çok zorladı. Oyuncular filmi biraz kurtardı. Vincent Cassel ve Emmanuelle Bercot iyi iş çıkarıyor. Bercot, Rooney Mara ile beraber Cannes'da “en iyi kadın oyuncu” ödülünü paylaşmıştı. Benim oyum ikisi arasında yine Mara'ya kayardı ama neden böyle bir tercih yapıldığını da anlamakta güçlük çekmiyorum.
Esasında üzülüyorum böyle işlere. Çünkü bir ışığı vardı. Bir aşkın; güzel başlayan tutkuyla beslenen bir ilişkinin nasıl dibe vurduğunu ve nasıl bir psikoloji çöküşe ilerlediğini çok daha güzel anlatabilirdi. Çekimler, metaforlar, flashback'ler çok iyi bir düşüncenin işareti. Fakat filmle ilgili tüm faktörleri bir araya getirince, bir de süreyi uzatınca puanlar düşüyor.
Yine de şunu demek lazım. İzlediğimiz, bir Fransız filmiydi. Fakat izlediğimiz Tony karakteri, bize anlatılan Avrupalı kadın imajından çok uzaktı. Bu karakterimiz Türkiye’de çok sık başvurulan “Bütün erkekler öküzdür, kadınlar öküz sever” teorisini güçlendiriyor. Tam bir Türk kadını izledik. Bunu küçümsemek için de belirtmiyorum. Ama Avrupa kadının biraz daha kendine güvenli olduğunu, hatalar karşısında, yürümeyen bir ilişki ile karşılaştığında daha radikal kararlar alabilme cesaretine sahip olduğunu sanıyorduk. Sanırım değilmiş. Kadınlar kendi bilir bu işleri, bize laf düşmez. Vincent Cassel karizmatik bir adam; onun karşısında ilkelerden, akıldan, değerlerden taviz verilebilir, insanın bireysel olarak çöküşü çok kolay bir şekilde hızlanabilir. Her şeye rağmen, anlaşılabilir bir taraf kalıyor işte…
Bir Eyşan kadar olmasa da Agnes de rahatsız edici bir karakter. O tam bir Avrupalı. Sınırı yok. Cesareti çok. Gerektiğinde intihar bile edebiliyor. Yine de onu sevmiyoruz film boyunca. Gerçi film boyunca ben o üç karakteri de sevemedim. Biri şımarık, diğeri korkak, bir diğeri karaktersiz! Bizim karakterlerimiz Tony’nin rehabilitasyon merkezinde beraber çalıştığı insanlar. Kaybedenler, kaybettikleri için mücadeleye devam eden insanlar. Tony de onları çok seviyor. Biz onların tarafındayız. Başrolde değiliz ama en etkili yerdeyiz.
Pazartesi, Mayıs 8
Efsanelerin Doğuşu
"Profesyonel olma kararını aldığımda, babam bana “Fenerbahçe’den ayrılma, düzenini bozma” demişti. Baba sonuçta... Oğlunun risk almasını istemiyor, garantici davranıyordu. Baktığında haklıydı da;o dönem hem kulüpteydim hem de milli takımla Avrupa şampiyonalarına gidiyordum, olimpiyata hazırlanıyordum. Ama ben farklı bir yol çizdim, hedefimi büyüttüm, bir çılgınlık yaptım. Federasyonu, kulübümü, hatta ailemi karşıma aldım ve profesyonel oldum. Ancak maç yapamayıp zor duruma düştüğüm 10 aylık bir süreç yaşayınca, ailemden de ister istemez “Neden düzenini bozdun, neden bu yolu seçtin?” diye tepkiler aldım. Ama efsaneler de böyle doğuyor işte...
O dönem babamla pek görüşmedim, psikolojik travma yaşıyordum. Dedim ya; sonuçta bir baba, oğlunun kötülüğünü istemez. Hatta o dönem için haklıydı belki. Ona karşı saygımı hiç kaybetmedim, anlayabiliyordum. Şimdi de aramız gayet iyi zaten."
Avni Yıldırım- Socrates Mayıs sayısı
Pazar, Mayıs 7
Der Untergang
Der Untergang'ı izlemediyseniz bile, o defalarca karikatürize edilen sahnesini bilirsiniz. Orijinaline olmasa bile illa başka bir versiyonuna denk gelmişsinizdir. Bruno Ganz'ın muhteşem yeteneği, bu defalarca tekrarın ardından artık filmin önünde anılıyor. Oysa o sahne, hem Ganz'ı hem filmi anlatmak için yeterli olmayabilir.
2.5 saati geçen bir filmden, onun başrol oyuncusundan ve canlandırdığı önemli bir figürden bahsediyoruz. Dünyada yaşayan herkesin gerçek bir 'canavar', deli, bir anda ortaya çıkaran bozukluk olarak resmettiği bir figürün, esasında bir insan olduğunu anlatmaya çalışmışlar. Filmde ve oyunculukta sadece bir sahnede atılan çığlıklardan çok daha fazlası var. Gelgitler, delirmeler, çöküşler, mimikler... İnanılmaz bir şey var ortada.
Muhakkak ki Hitler'i savunacak bir tarafta hiç olmadık. Fakat Hitler'in dünya tarihinde bir anda ortaya çıkan ve tüm insanlığı tuzağa düşüren, sonra da tüm insanlığın el ele verip ortadan kaldırdığı bir virüs gibi algılanması benim canımı sıkar. Herkesin, her tarafın, her grubun, her ülkenin kendini bu günahlardan soyutlayıp tüm suçu 5 (veya 20 olsun) senelik bir zaman dilimine ve tek bir insana yıkması tam bir kolaya kaçmadır. İnsanlık, uygarlık, medeniyet, Avrupa, kapitalizm; hangisini seçerseniz seçin; bir şeyler çöküyordu ve oradan Hitler çıktı. Neyse ki Almanlar, uzun yıllardır kendilerinden çıkan bu belayla yüzleşmek için çok çabaladılar, çabalıyorlar. Dünyanın geri kalanı ise yaşanan distopik yıllarını suçunu tek bir kişiye yükleyerek, kendi hatalarını yapmaya devam ediyorlar.
Şüphesiz ki, yapanla yapmayanı bir tutamayız. Milyonlarca insanın ölümüne sebep olan, dünyayı kasıp kavuran bir insandan bahsediyoruz. Üstelik insanlık tarihini düşününce; bu vahşi günler çok yakınımızdaydı. Sadece 60-70 sene önce Dünya bitik durumdaydı. Tekrar olmaması için hiçbir neden yok. Bunları düşündüğüm için son dönemde Hitler, Nazizim ve Almanya hakkında bir şeyler okumaya, izlemeye başladım. Bu film de o merak ettiğim kapıyı sonuna kadar açmak da çok faydalı oldu.
Filmle ilgili çok fazla ayrıntı var. Hepsini toparlamak ve yazmak çok zor. Zaten popüler bir filmden bahsediyoruz; her yerde filmle ilgili analizleri bulmak kolay. Özetle; Hitler'in normalleştiği ve çevresinin anormalleştiği anlar çok daha ürperticiydi ki filmin vurgusu da bu konuyaydı. Hitler'i savunmak değil, yaşanan felaketin sorumlusunun tek bir kişiden ibaret olmamasıdır. Şeyh uçmaz müritler uçurur sözünün yansıması gibi. Tabi biz burada uçan şeyhin düşüşe geçtiği anları izliyoruz; son beş güne...
Biz hep tam tersini düşünürdük. Hitler anormal, çevresi normal ve kurbandı. Oysa değil. Filmin önemli karakteri (film onun anılarına dayanarak oluşturuluyor) sekreter Traudl Junge'nin Hitler'a hayranlığı mesela.. Hiçbir gereği yoktur. Kendisi de itiraf eder. Herhangi bir ideolojiyle alakası olmayan bir gençtir. Ama Hitler'in karizması ve yanındakilere karşı kibar tavrı onu ve onun gibi gençleri etkiliyor.
Tam tersi ve dramatik bir örnek ise tabi ki Göbbels'in eşinin çocuklarını öldürmesi. Bu bilindik bir hikayeydi ama sinemanın etkisi ve filmin gücü de burada devreye giriyor. O vahşet, gözümüzün önünde öyle vurucu bir şekilde canlanıyor ki, korkmamak mümkün değil. Liderlerine böyle bağlı insanların hemen yanı başınızda olduğunu düşünsenize... Her lider, bu bağlılıkla bir tirana dönüşebilir.
Göbbels'in kendisinden de bahsetmek gerekir. O da Berlin'in dibine kadar gelen Ruslar karşısında hiç şansları olmayan Almanları, tüm yokluk ve imkansızlıklara rağmen düşman karşısına çıkarır. Generaller onu, Alman halkını yıkıma götürecek bu kararından vazgeçirmeye çalışır. Fakat onun cevabı; "Onlar bunu kendileri istedi. Biz insanları zorlamadık. Bu yetkiyi bize onlar verdiler ve şimdi de bunun bedelini ödüyorlar" der. Esasında haklıdır da, çünkü sandık her zaman Hitler'i ve partisini ve ideolojini zafere taşımıştı. Sandığın nelere kadir olduğunu düşününce, insan bir kez daha korkuyor; sene 2017 olsa da...
Film de tam olarak bunu anlatıyor işte. O nedenle önemlidir. Hitler'i ve Nazizm'i dünyayı kötülüğe boğan bir masal kahramanı gibi tasvir etmek yapılacak en büyük yanlış. Tam bir gerçektir. İnsanlığın ortak üründür. Kendi içinden çıkmıştır. Her zaman destek görmüştür. Savaşın sonların yaptığı hatalar olmasaydı çok daha kalıcı hasarlar bırakacaktı ve kimse de engel olamayacaktı. Yoksa 'olmayacaktı' mı? Belki kimse uyanmak istemeyecekti. Zaten böyle liderlerin ve Hitler'in en önemli gücü; çevresini ideallerine inandırmasıydı.
Asıl noktayı, filmin en sonunda yaşlanmış haliyle karşımıza çıkan Traudl Junge koyuyor:
"Nürnberg Duruşması sırasında hissettiğim tüm o korkular, ölen o 6 milyon Yahudi, muhalifler ya da başka ırktan insanlar beni derinden sarsmıştı. Ama henüz kendi geçmişimle hesaplaşmış değildim. Bunda kişisel bir hatam olmadığını düşünerek kendimi teselli ediyordum. Ve meselenin boyutunu tam olarak kavrayamamıştım. Ama bir gün, Franz-Joseph Bulvarı'nda Sophie Scholl anıtının önünden yürüyordum. Benim yaşımda olduğunu ve benim Hitler’e katıldığım yıl idam edildiğini gördüm. Ve ancak o zaman genç olmanın mazeret teşkil etmeyeceğini,ve o yaşta da doğruları bulabilmenin mümkün olduğunun farkına vardım"
Bazı konularda 'kandırıldık' demeniz çok geç olabilir. Ve hiç bir şey; yaşınız, şehriniz sizin bahaneniz olamaz. Vicdan ve ahlak her zaman doğru taraftadır, insanların kendisi orada olmasa da...
Cumartesi, Mayıs 6
Üç Kuşak
Bizim oralardan bir manzara. Görüldüğü gibi kıştan kalma. Aradan geçen süre az olsa da sağdaki iki apartmanın akıbeti şu an daha farklı durumda olabilir. Buralarda artık zaman hızlı değişiyor. Doğup büyüdüğüm, babamın çocukluğunu yaşadığı, dedemin ailesini kurduğu bu semti üzülerek izliyorum.
Evet farkındayım. Yenilenmek lazım. Gelişmek gerek. Süresi dolanın yerini yenisi almalı. Teknoloji ve bilim bu kadar ilerlerken, sosyal yaşamda eskiye bağlı kalmak hastalığa dönüşüyor. Üstelik insanlık ve onun keşfettiği teknoloji bu kadar hızlı ilerlerken, bu daha da zor.
Ama her şey de bu kadar plansız mı olmalı? Bu kadar çirkin ve ruhsuz. Tabi bu fotoğrafa bakınca, yine şükredilir. En azından gökyüzünün tamamen kapanmasını önleyen iki bina daha var. Fakat biliyoruz ki onlar da zamanla yıkılacak ve yerlerine en az 14 katlı binalar dikilecek.
Binalara ve mekanlara fazla anlam yüklememek lazım. Sonuçta onlar sadece bir yapı. Ama son yıllarda buralarda gözlemlediğim ve beni haklı çıkaran bir durum var. Binalar ve mekanlar değişince, insanlar da değişiyor. İnsanlar değişince çevre ve sosyal yaşam da değişiyor. Eh tabi aynı süre içinde biz de yaş alıyoruz. Bu hıza ayak uydurmakta şimdilik zorlanmıyoruz belki ama ufak bir "ne gerek vardı" isteksizliğini yaşıyoruz.
Şu ortadaki bina ilk yapıldığında (tahminim 80'lerin ilk yarısıdır) en sağdaki binada yaşayanlar ne düşünmüştür acaba? Büyük bir ihtimalle benimle aynı şeyleri. Şimdi düşününce, en soldakini görünce, o ortadaki binanın bile bir mahalleye ruh kattığını iddia ediyorlardır. Yenilik o kadar hızlı ilerliyor ki; geleneği savunmak için zaman zaman tuzaklara düşüyorsun. Ölümü görüp sıtmaya razı olmak.
Kim istemez; daha yeni tesisatı olan, asansöre sahip, otoparkı bulunan bir apartmanda yaşamayı... Ama bu kadar çok daire yapılırken, bu kadar çok komşumuz olurken sokaklar neden boşalıyor? Gerçekten tek yaşam alanı 'apartman' olacak ve herkes sadece daha yeni tesisatı olan, asansöre sahip, otoparkı bulunan bir apartmanda yaşayacak. İnternet bağlantısı ve iyi bir televizyon yetecek. Balkona bile gerek yok!
Aklıma hâlâ Amsterdam geliyor. Şehir merkezi dışındaki bölgelerde gördüğüm üç katlı, dört katlı binalar.. Oraya özenmiyorum, burayı özlüyorum.
Cuma, Mayıs 5
Something's Gotta Give
Jack Nicholson, Diane Keaton hatta Keanu Reeves ve Amanda Peet... Zamanında yüz vermediğimiz filmlere artık şans vermek gerek diye düşündüğümüzde ilk göz attığımız kadro oluyor. Bu insanlar bu işe giriştiyse; vardır bir bildikleri diyoruz.
Eskiden olsa, böyle bir filmi izledikten sonra çok kızardım. "Bu mu yani sizin yaptığınız film" derdim. Şimdi ise; tamam yine beğenmiyoruz ama eleştiri dozu düşük oluyor. "Yapmışlar işte bir şeyler" diyerek geçiyorum. Ve muhakkak bir çıkış noktası da buluyorum. Harcadığım zamanda en azından iyi bir replik bile aklıma kazınsa; "bu da kârdır" diyerek geçiyorum. Bu filmde ise en azından iyi oyunculuklar izliyorum. Zaten hem Keaton hem de Nicholson Golden Globe adaylığı kazandı bu film sayesinde. Bir oyuncunun iyi bir iş çıkarması; bir izleyici olarak benim ne işime yarayacak onu tam bilmiyorum gerçi.
Bu romantik komedi işlerine niye girdim bilmiyorum. Eskiden hiç izlemezdim; şimdi öyle bir sinema aşkı depreşti ki her tarza göz atmak istiyorum. Ama çok net bir şey var; o da romantik komedi tamamen sevgili dayatmasıyla izlenebilecek bir tür. Ve o dayatmalar olduğunda çok zeki davranmak ve en azından iyisini yakalamak gerekiyor. O açıdan bu film testi geçti. Yine de başroldeki iki ismin yaşları ve oradan doğan kurgu düşünüldüğünde, kendi arkadaşlarımdan çok babamın arkadaşların tavsiye ederim. Ama yine de izlenir. Daha kötülerini biliyoruz.
Perşembe, Mayıs 4
Vizyon
"26 yaşındayken Galatasaray'a başantrenör olmuş ve namağlup şampiyonluk yaşamıştım. Zaten oluşturulmuş çok iyi bir takım vardı. Sonra çok kötü bir sezon geçirdik. Başkan Faruk Süren beni çağırdı, "Ne oluyor?" dedi. "Başkanım, play-off'a kalamayacağız herhalde" dedim. Başkan, "Tamam kalamıyorsak kalamıyoruz. Panik yapmayın. Şimdiden önümüzdeki senenin takımını kuralım" demişti ve o kurduğumuz kadroyla Euroleague'de Final-Four'a kaldık."
Ekrem Memnun / Fanatik Basket-Nisan sayısı
Çarşamba, Mayıs 3
Birthday Girl
Nicole Kidman, Vincent Cassel ve Mathieu Kassovitz’in yer aldığı bir projeden bu kadar zayıf bir film çıkması şaşırttı. Üstelik fena da başlamamıştı. Filmin ilk yarısı; insana iyi bir şey yakaladığını düşündürüyordu. Sonrası ise bir an önce bitsin diye yapılmış sanki... Zaten Kidman’ın önemli sahneleri de ilk yarıdaydı. Bu üçlünün film boyunca Rusça konuşmaları ayrı hava da katmıştı. Sonra diğerlerinin sahneleri azaldı, Kidman da İngilizce’ye döndü.
Herhalde ikinci yarıdaki sıkıntıyı da İngiltere’ye bağlayacağız. İngilizler, suç filmlerinde çok başarılı. Ken Loach ve diğerleri sayesinde politik filmlerde de çok üst düzeydeler. Ama romantik film yapmaya çalıştıklarında iyisine denk gelmek çok zor oluyor. Zaten bu filmin de sıfatı belli değil. Romantik diyen var (anlaşılabilir), komedi (bütün filmlerde 2-3 komik sahne var) diyen de, …
Diğer başrol Ben Chaplin fena değil ama bizim adamımız da o değil. Kadroya aldanılmasın, beklenti düşük tutulsun. Yönetmen Jez Butterworth'un son filmi olma özelliğini taşıyor. Zaten iki filmi var, bundan sonra senaryo işine ağırlık vermiş. Yerinde bir karar!
Film 1999’da yapılmış ama üç sene sonra gösterime girmiş. Teknik bir sıkıntı yoksa galiba yapanların da içine sinmemiş. Yani; umarım öyledir.
Salı, Mayıs 2
Bodrumspor 0-0 Yeşil Bursa
Bütün bir sezon hiçbir sportif faaliyete gitmedikten sonra aynı haftada ikinci maç… Daçka-Real Madrid maçından sonra bu sefer futbol maçındayız. İki hafta öncesinde şampiyonluğunu garantileyen ve 2.Lig’e çıkan Bodrumspor, Yeşil Bursa ile oynayacaktı. Tesadüfen benim de şehirde oynadığım güne denk gelmişti. Stada gidip atmosferi görmek için iyi bir fırsattı. Zaten gün içinde yapacak daha iyi bir şey de yoktu. Zamanın yavaş aktığı ve sosyal fırsatların az olduğu yerlerde bu tip olgular çok önemlidir.
Buna yazının sonunda değineceğiz; biraz (ama çok az) maç hakkında konuşmak lazım. Bodrumspor, şampiyon olmanın getirdiği rehavetle sahadaydı. Hava da artık bahar ortalamalarının üzerine çıkmaya başlamıştı. Saat 15.30’da oynanan karşılaşmada pozisyon göremedik. Zaten maç da golsüz bitti. Ligde kalmanın rahatlığı ve Bursaspor’a kendini göstermenin heyecanıyla saldıran Yeşil Bursa’nın da (kadronun neredeyse yarısı Bursaspor’dan kiralık) gol atmak için gücü yetmedi. Düşük tempoda geçen bir maçtı. Bodrumspor kalecisi Gökhan’ın konsantrasyon sağlamak için takım arkadaşlarına bağrışları olmasa o sıcakta biz bile uyuyacaktık. Sezonun ikinci yarısında gösterdiği performansla merakımı çalan Çağrı Tekin ise kadroda yoktu. Onu da izlemek nasip olmadı. Maçın hemen başında sakatlık nedeniyle oyuna giren Mehmet Bağlı’yı da sahanın en göz alıcı oyuncusu olarak seçtim. Zaten sezonun kilit isimlerinden biriydi, bu maç yedek kulübesinde kalması bekleniyordu ama beklenmeyen bir gelişmeyle son maçta da sahaya çıkmış oldu.
Aslında Bodrumspor’un maç öncesinde şampiyonluk kutlayacağını tahmin ediyorduk. O yüzden stada da erken girdim. Fakat kutlamalar maç sonuna ve o günün akşamına alınmış. 0-0 biten maçın ardından kutlama izlemeye gücüm kalmamıştı. Zaten bütün sezon yoktum, şimdi kutlama fırsatçılığına girmeye de gerek yoktu.
Bu sezon yoktuk ama seneye olacağız inşallah. 2.Lig, ülkenin passolig olmayan en üst ligi. Yani bizim gibilerin izleyebileceği en kaliteli maçlar burada oynanıyor. Böyle Karşıyakalı, Mersin İdman Yurdulu bir grup çok iyi olurdu. Ve tabi bol İstanbul takımlı; özellikle de Eyüpspor! Seneye daha çok fırsat yaratmaya çalışacağız.
Benim Bodrum’da yaşadığım yıllarda, Bodrumspor amatör ligde oynayan bir takımdı. Kimsenin ilgilenmediği, Bodrum’a gelen turistlerin otogara girerken gördüğü stadyumdan ibaret bir kulüptü. Şimdi ise, çık kısa sürede 2.Lig takımı oldu. Kulübün başarılı olması önemli değil; daha önemli olan buradaki insanlara keyif alacakları ve ilgilenecekleri bir şey yaratmış olması. Bu heyecan sokaklarda çok net bir şekilde kendini belli ediyor. Sadece sokaklara asılan bayraklar veya insanların üzerinde olan formalar değil mesele; genç-yaşlı-kadın-erkek herkesin Bodrumspor’dan bahsediyor olması.
Bodrum; birçok Anadolu kentinin üzerinde bir sosyal hayata sahip olsa da sonuçta bir Anadolu kenti.. Özellikle yaz sezonu bittikten sonra kendine çekilen, yaşayan insanlara monoton bir hayat vadeden zor bir kent. Haliyle; böyle yerlerde futbol takımları çok önemli. Bodrumspor’un halk üzerinde yarattığı etkiyi, oluşan farkı çok net görmek mümkün.
Bodrumspor’un en son geçen sezon maçına gitmiştim. Sezonun ilk aylarında oynanmıştı. 3.Lig’e yeni yükselmişlerdi. Yani 1.5 sene gibi gözükse de kaba bir takvim hesabıyla; gittiğim iki maç arasında iki koca sezon ve iki kış mevsimi vardı. Ve hem Bodrumspor’da, hem de Bodrum’da çok daha büyük fark vardı. Belli ki artık kış mevsimleri biraz daha eğlenceli geçiyordu. Seneye çok daha güzel olacak gibi duruyor.