Pazar, Temmuz 31

Kombinasyon

 


Bir orta sahada olması gereken, daha doğrusu olması zor ama olursa da tadından yenmeyecek iki özellik.

Brezilyalı yeteneği ve İspanyol bakışı.... Adam doğuştan önde başlamış zaten... Üstüne; doğduğu yerde İtalya

Dünyanın en iyisi mi emin değilim. O kadar gösterişli ve heyecan verici değil. Fakat dünyanın en iyilerinden biri.

Cumartesi, Temmuz 30

A Long Way Down

 


İntihar sahnesi ile, daha doğrusu intiharın gerçekleşemediği bir sahneyle başlayan filmler hep güzel çıkıyor. Zira parçalar devamında çok güzel örtüşüyor. İntihar noktasına kadar gelmiş bir karakter ve onu bir şekilde vazgeçiren başka bir karakter ve sonrasında değişen hayatlar.

Aklıma ilk gelenler Dream with the Fishes ve The Sweet Life ama daha fazlası da var. A Long Way Down da listeye girenlerden biri. Fakat "güzel filmler" listesinde olmasının tek nedeni başlangıcı değil. Bir başka güzellik de, projenin favori yazarlarımdan Nick Hornby'niin kaleminden çıkmasıydı.

Gerçi kitabı okumadım ve roman hakkındaki yorumlar pek iyi değil. Hornby kariyerinin ikinci döneminde sinemanın ekmeğini çok fazla yedi. Gelen eleştiriler de kitabın sinemaya uyarlanması için yazıldığı yönünde. Hatta kitap çıkar çıkmaz yayın haklarını Johnny Depp satın almış.

Sonuçta amaca da ulaşılmış ve 2014 yılında kitap filme dönüşmüş. Zaten klasik bir roman uyarlaması olarak anlatıcı çok fazla dahil oluyor. Sinemada çok hoşlandığım bir durum değil ama yine de filmi sevdim. Bunda öykünün payı yüksek. Yönetmenimiz Pascal Chaumeil de başarılı gibi duruyor ama onun katkısını anlayabilmek için romana hakim olmak lazım sanırım. 

Fakat esas olarak oyuncularımız kusursuz iş çıkarıyor. Pierce Brosnan aksiyon filmleri dışında da fena iş yapamadığını gösteriyor. Gençler Imogen Poots ve Aaron Paul da çok iyi. Fakat tabi ki benim favorim Toni Colette oldu. Maureen karakteri ve oğlu (Joseph Altin diye geçiyor ama aslında Yusuf Altın isminde bir Türk); müthiş mizahı ve güzel konusu ile iyi hisler uyandıran filmde gözlerin nemlenmesini sağladılar.

Zaten Hornby eserlerinin böyle bir gücü vardır. Her duygu verilir ve hiçbiri pornoya dönüşecek şekilde aşırı bir pompalanma içinde olmaz. Her şey kararındadır. A Long Way Down da tam kararında bir film. Daha iyi filmler vardır ama koltuktan kalktığınızda kafanızı berrak hale getiren filmlerden biri. Yani nadir eserlerden.

Pozitif ayrımcılık yapıyor olabilirdim ama gerçek şu ki; filmin Hornby ile bağlantısını izledikten sonra öğrendim. Ve hiç de şaşırmadım. Keşke bu tarz filmler daha fazla olsa...

Cuma, Temmuz 29

Kim'in Gör Dediği

Fenerbahçe, Türk futbol tarihinin en yüksek bonservis bedellerinden birini kasasına atarak Kim'i Napoli'ye gönderdi. Hayırlı uğurlu olsun. Geçen sezon Kim'i izleyenler için şaşırtıcı değil. Aynı yaz içinde iki takımımız, daha önceden çok ucuza aldığı iki stoperini Avrupa'nın beş büyük ligine yolladı. İnşallah devamı gelir bu politikanın.

Biz başka bir konuya eğileceğiz. Gerçi o konuya eğilenler sosyal medyada da mevcut ama biz yine de atlamayalım.

Kim'i getiren Vitor Pereira'nın, özellikle sezon başında nasıl eleştirildiğini hatırlıyor musunuz? Kim'i yerden yere vuran Fenerbahçe medyasının (kanaat önderlerinin) birinci amacı Kim'i eleştirmek değil, Vitor Pereira'yı itibarsızlaştırmaktı. Buna Crespo transferi, bekte oynayan Ferdi ve Osayi tercihleri de eklenebilirdi. Mesut tercihine hiç girmiyorum bile. Bunlarla olmazdı, Mesut ile olmalıydı. Oysa Pereira ile benzer tercihleri yapan ve sadece üçlü savunma yerine dörtlü savunma oynatan İsmail Kartal baş tacı yapılmıştı. Yapılmalıydı da zaten; ne de olsa ortaya çıkan sonuçlar esastır. Fakat benzer rahatlık da Vitor Pereira'ya sunulmadı.

Vitor Hoca'yı artık övmeye gerek yok. Fikirleri iktidarda, kendisi Brezilya'da. Olan oldu, geçen geçti. Fakat Kim'in sırf bu çekişmeler nedeniyle eleştirildiği dönemi, küçümsendiği zamanları unutmamak lazım. Zira Fenerbahçe onun yerini doldurmak için yeni "Kim'ler" bulacak. O transferleri kimler yapacak bilmiyoruz ama onların da kanaat önderleri ile araları mesafeliyse eleştirilme ihtimali yüksek olacaktır.

Geçen sezon ilk yarının sonlarında Kim ile bazı oyuncuların saha içinde atıştığını bile hatırlıyorum.  Yanılmıyorsam Yeni Malatyaspor maçıydı. O dönem Pereira gitmiş, İsmail Kartal daha gelmemişti. Takım içindeki hakim güçlerin, kadro yapanların kimler olduğu az çok belliydi. Crespo'nun, Zajc'ın kesik yediği dönemlerdi. Tabi Kim'e müdahale etmek yürek isterdi ama o dışlanma 80. dakikada oyundan çıkmasına yetiyordu. O çıkma anlarında da el kol hareketleri görüyorduk.

Neyse işte; esas demek istediğimiz Fenerbahçe Kim'i uğurlarken biraz geçmişe bakmalı. Tabi eğer gelecek için yol haritası çıkarmak istiyorsa... Gerçi Jorge Jesus'un olduğu yerde bazı sorunlar kolay kolay ortaya çıkmaz ama çıkınca da devreye girecek bir ortak akıl hazır olmalı. İşte o orta akıl, yaklaşık 20 milyon Euro eden stoperinin neler yaşadığını, o stoperi takıma kazandıran hocanın nasıl eleştirildiğini bir yere not etmeli...

Perşembe, Temmuz 28

Jekyll Island

İyi film mi? Değil. Fakat çok kötü demek de mümkün değil. Üstelik son olarak Tian Ji gibi bir filmi izlediğim için, Jekyll Island kalitesinde filmleri eleştirirken biraz daha insaflı olacağım. Her ne kadar IMDB'de 4.00 barajını güç bela geçmiş olsa da yine de izlenmeyecek kadar kötü olduğunu söyleyemeyeceğiz.

Sıkıcı ve sıcak bir öğleden sonrasında iyi gider. En azından heyecanlı ilerliyor. Fakat konu çok da ilgi çekici değil. En azından benim açımdan.

 ABD Merkez Bankası ve ekonomisi bir siber saldırıya uğrar. Bu saldırıyı engellemek için de mahkeme süreci devam eden bir hacker grubundan yardım isterler.

Sonu başından belli, gidişat belli. Hollywood ezberlerinden hiç çıkılmamış. Yine de akıcı ve sonu merak ettiriyor. Fakat keşke biraz karakterlerin psikolojisine girilseydi. O zaman daha güçlü bir film çıkabilirdi. Ayrıca flachback'ler sık kullanılmış ama o flashback'lerin flaschback olduğunu anlamak ilk başta kolay olmuyor. Haliyle bağlantıları kurmak da zorlaşıyor.

Yine de kısa sayılacak bir sürede (85 dakika) çok fazla sıkmadan akan bir film izliyoruz. Başrolde Frank Grillo iyi iş çıkarıyor. Bir de kendisi çok ciddi biçimde Giovanni Guidetti'ye benziyor sanki. Gossip Girl'den bildiğimiz Ed Westwick de burada ama pek başarılı değil bence. İlk kez rastladığım Dianna Agron ise fena değildi. Bizim için her zaman "Bronx'tan Benny Blanco" olarak kalacak John Leguizamo ise  keşke daha çok süre bulsaydı.

Bu arada filmin adı konusunda sık sık değişimler yaşanmış ve bu da tanıtımda sıkıntı yaratmış. Başlığı biz Jekyll Island diye attık ama film birçok yerde The Crash olarak geçiyor. Çok yaratıcı bir değişim olmuş!


Çarşamba, Temmuz 27

Salı, Temmuz 26

Tian Ji

Ve işte hayatımda izlediğim en kötü film.

Bu payeyi verebileceğim, burada da bu sıfatın kenarından geçen çok fazla film oldu. Fakat unvan bir Çin filmine nasipmiş.

Aslında görsel açıdan Hollywood filmlerini aratmayan bir filmdi. Kendi çapında bir tempo da yakalamak istemiş. Konu da kağıt üzerinde fena durmuyor. Karizmatik abileri ve güzel Çinli kadınları da içeri doldurmuşlar. Bir aksiyon filmi için tüm şartlar mevcuttu. Çeşitli mafyalar, onların kapışmaları, herkesin elde etmek istediği değerli bir parça...

Fakat olmamış. Çok fazla kişi ve grup karşımıza çıkıyor. Kimin kim olduğu belli değil, kimin neci olduğu belli değil. Olay silsilesi ara ara klişeler barındırıyor ama tek sıkıntı bu olsaydı; daha da kötüsü mantık hataları ile dolu. Oyuncularımız maalesef çok başarısız, Flash Tv'ye rahmet okutacak cinsten.

Zaten benim çok fazla yermeme de gerek yok. Ben izlediğimde IMDB notu 2.2'ydi, şimdi 2.1'e düşmüş. Ama yine de izlemek isterken yolu buraya düşen olursa diye uyarımızı yapalım. Kimi kurtarsak kârdır.

Pazartesi, Temmuz 25

Kaleci Lazım


Zorlasak her takımdan böyle bir 11 çıkar belki... Büyüklerden kesin çıkar da Anadolu'dan çıkar mı?

Fakat Başakşehir'den çıkıyor işte. Üstelik sadece son beş yıl içinde... Viscalar, Cengizler falan girmiyor buraya. Çünkü bu kadroda önemli olan, kariyeriyle takıma gelenler. Yaşı biraz büyük olan abiler. Üstelik Mevlütler, Elialar, Gökhan İnlerler zorlayamadı bile ilk 11'i...

Fakat her şeye rağmen; bir kaleci bulamadılar. İyi ki de bulamadılar, milli takıma iki kaleci yolladılar.

Pazar, Temmuz 24

Opa!

Defalarca benzerlerini izlediğimiz ve emsallerinden farklı bir heyecan aşılayamayan vasat bir film. Klasik bir Batılı bakışı ile hazırlanmış. Batı'nın işinde gücünde profesyonel ve başarılı adamı (burada kendisi arkeolog), daha otantik bir yere gider (Burası genelde Doğu olur ama Batı'nın ucundaki Akdeniz'de fena alternatif değildir). Burada hayatın gerçek güzelliklerini ve aşkı keşfeder.

Daha ilk dakikalardan filmin nereye gideceğini anlıyoruz zaten. Fakat işte Ege öyle güzel bir coğrafya ki, ister istemez keyif alarak izliyoruz filmi. Bir de böyle yumuşak konulu filmler de zaman zaman lazım. Kafayı boşaltmak ve hatta hayal kurmak için bire bir. Üstelik Opa! en azından akıcı ilerliyor.

Opa kelimesi de Yunanca'da herhalde "Haydi", "Hoppa" gibi bir anlama sahip. Eurovision'a da aynı isimle bir şarkıyla katılmışlardı. Sık sık sirtaki yapılan ve uzi içilen bu filmin adı da bu kelime olmuş.

Öte yandan başroldeki hanım Agni Scott, Kıbrıs doğumluymuş. Yukarıdaki fotoğrafta çirkin çıkmış ama kendisi güzel bir hanımefendi. Bunun sebebi de doğduğu yerin havası suyu olsa gerek. Oysa ismine bakınca hiç anlamazdık oralardan geldiğini.

Cuma, Temmuz 22

Deuxième Vie

 


Bizim küçüklüğümüzde özellikle cumartesi sabahları karşımıza çıkan bir film türü vardı. Ya bir şekilde geçmişe veya geleceğe gidilir, ya da iki karakterin ruhları veya bedenleri değişirdi. Eğlenceli filmlerdi. Normalde karşımıza çıkmayacak bir "değişim"in ekranda bize anlatılması çok hoşumuza giderdi.

Fakat o zamanlar hem biz yaş olarak küçüktük hem de o filmleri tekrar tekrar izleyince akışa çok fazla hakim olmuştuk. Bir zamandan sonra sıkıcı gelmeye başlamıştı.

Yine de 2000 yapımı Deuxième Vie isimli filme şans verdim, zira içinde biraz futbol da barındırıyordu.

1982 yılında gençliklerinin sonuna gelip orta yaşa adım atmak üzere olan bir grup arkadaş, Fransa Milli Takımı'nın Dünya Kupası maçlarını televizyondan takip edecekleri bir yaz yaşarlar. Fakat tam o da o unutulmaz Almanya maçının sonrasında içlerinden biri bir trafik kazası geçirir. Kahramanımız Vincent gözlerini açtığında kendisini 12 Temmuz 1998'de bulur. Yani Fransa'nın Dünya Kupası kazandığı günde...

Tabi tek değişiklik bu değildir. Kendisi evli, iki çocuklu ve çok zengin bir adam olmuştur. Arkadaşları ise bambaşka hayatlara savrulmuştur. Buna rağmen yaşanmamış 16 yılı geri kazanmak ister ve 1982'ye dönmek ister. Bu da pek kolay olmayacaktır.

Yani kısacası; bildiğimiz bir film... Artık biz boş gelen ama bir yandan da hoş olmaya devam eden türden. Komedisi de yerinde.

Gerçekten; halen bir cumartesi sabahı izlenecek ideal bir aile filmi... Daha fazlası değil.

Perşembe, Temmuz 21

Van Kampı


Yeni sezon öncesi birçok takım kampa girdi. Çoğu takım Avrupa'da. Birkaç sene önce Bülent Uygun yönetimindeki Osmanlıspor, Avrupa’ya ders vermek için Avrupa’ya gitmemişti. Sonra bir de pandemi çıktı. O zaman da yurt dışı kampları sekteye uğramıştı. Şimdi maddi imkanı olan her takımın tercihi yeniden yurt dışı oluyor. Normal...

Oysa 1980’lerde durum böyle değildi. Ben o günleri yaşamadım ama bazı ilginç kamp tecrübeleri yaşamış takımlarımız. Ayrıntılarını en merak ettiğim ise Beşiktaş'ın 1985'te gerçekleştirdiği Van kampı…

Aslında bazı bilgilere sahibim Onları sıralayalım...

1982 yılında 15 sezonluk şampiyonluk hasretini sona erdiren Beşiktaş; ardından gelen üç sezonda istediğini elde edememişti. Önce beşincilik, ardından dördüncülük geldi. Ama en acısı 1984-85 sezonuydu; şampiyonluk Fenerbahçe’ye averajla kaybedilmişti.

Saha sonuçları istenildiği gibi değildi; aynı zamanda mali tablo da pek parlak gözükmüyordu. Genç oyunculardan kurulu kadronun başında Branko Stankovic vardı. Yeni sezonda yola onunla devam edilecekti. Fakat ezeli rakipler Fenerbahçe ve Galatasaray bomba transferlerle beraber Almanya’ya kampa giderken, Beşiktaş’ın rotası Doğu’ya dönmüş. Siyah-Beyazlılar, maddi yetersizliklerden dolayı sezon başı kampını Van’da yapmış.

Beşiktaş Temmuz ayının ortasında Ankara üzerinden Van’a hareket eder. Takımı İstanbul’dan başkan Süleyman Seba uğurlar. Yola çıkış sessizdir ama varış daha farklıdır. Daha Ankara’da, Van’ın belediye başkanı Mustafa Çohaz kafileyi karşılar ve ekibe Van’a kadar refakat eder. Tam Vizontele'lik bir sahne canlanıyor gözümün önünde...

Van halkı da kafileyi coşkuyla karşılar. Şehrin bütün sokakları pankartlarla süslenir. İlgiye en çok şaşıran ise teknik direktör Stankovic'tir. Tecrübeli teknik adam “Vanlıların gösterdiği ilgiyi hayatım boyunca unutmayacağım” derken, Van şehrini de Beşiktaş’ın kalesi olarak ilan eder.

Fakat her şey bu kadar hoş devam etmeyecekti. Sonuç olarak Beşiktaş Van’a tatile değil, yükleme yapmaya gitmişti. Stankovic’in zorlu idmanları Van’ın iklimi ile birleşince futbolcular oldukça zor anlar yaşar. 1700 metre yükseklikte olan Van, Boğaz kıyısından gelen genç sporcuları oldukça zorlamaya başlar. Hava sıcaklığı da 35 dereceye yaklaşınca; henüz ilk antrenmanda kaleci Zafer Öğer ve genç oyunculardan Tekin Aslıhan baygınlık geçirir. İlk günden yaşanan korkutucu durum, Stankovic’in planlarını da değiştirir. Sabah idmanları saat 07.00’ye alınırken, idman sayısı da ikiden üçe çıkartılır.

Sorunlar bununla da bitmez. Van’da saha bulunamaması teknik heyeti kızdırır ve Stankovic’in “Saha bulunmazsa geri dönerim” restini çekmesine neden olur. Başkan Seba da, İstanbul’dan teknik heyete destek verir. Bu ultimatomlar Van şehrini ikiye böler. Bir kesim Beşiktaş’ın tavrından rahatsız olurken, başkan Çohaz, Beşiktaş’ın taleplerine cevap vermek için uğraşır. Bu uğraşlar sorunların çözülmesini de sağlar ve kamp bir şekilde noktalanır.

Benim kampla ilgili bilgilerim bu kadar. Keşke Milliyet Arşiv açık olsa da biraz daha araştırsaydım. Fakat esas olarak dönemin tanıklarından o günleri dinlemeyi çok  isterdim. Büyük bir takım, Doğu'da şampiyonluğa hazırlanıyor. Yeterince ilginç ve renkli değil mi?

Tabi bölgede henüz güvenlik sorunun olmadığı yıllar. Bizim gibi 90'ları yaşayanlar için imkansız gibi gözüken bir olay. Oysa yine Yılmaz Erdoğan filmlerinde gördüğümüz gibi, bir zamanlar Doğu ve Güneydoğu; aslında ülkenin diğerinden çok farklı olsa da, çok uzak olsa da gidip görülebilen bir yermiş. Şehre televizyon, solcu kütüphaneci, Ankara'dan yakışıklı bir şehirli genç veya bir futbol takımı gelebiliyor.

Kampın detaylarına hakim değiliz ama sonucunu biliyoruz. 1985 yazında Van'da kamp yapan Beşiktaş, sezonun ilk beş maçında gol yemiyor (üçü 0-0), Mart ayına kadar yenilmiyor ve Mayıs ayında namağlup Galatasaray'ın önünde averajla şampiyon oluyor.

Kısacası Van, Beşiktaş'a uğurlu gelmiş.

Öte yandan 1984 seçimlerinde Refah Partisi'nden seçilen başkan Çohaz, daha sonra ANAP'a geçer ama 1989 seçimlerini yine Refah Partisi adayı kazanır. Çohaz ve ANAP'a Beşiktaş pek yaramamış.

Çarşamba, Temmuz 20

Druk

 


Mads Mikelsen, Thomas Vinterberg ve Tobias Lindholm üçlüsünün bir araya geldiği Jagten, izlediğim en iyi filmlerden biriydi. Fakat 2014 senesinde Oscar adayı olduğunda, çok daha fazla sevdiğim bir filme kapışmak zorunda kalmış (La Grande Bellezza) ve kaybetmişti.

2020 yılında bu üçlü Druk isimli bir film vizyona sunduğunda ve devamında Oscar kazandığında çok heyecanlandım. Fakat sanırım bol bol övgü alan bu filmin kazanmasının esas nedeni, pandemi senesinin getirdiği kıtlıktı. Zira ben filme pek ısınamadım.

Aslında çok Danimarka filmiydi. Ekip; Danimarka'ya has bir sorunu (gençlerin alkol tüketimi Avrupa ortalamasının iki katı üzerinde), sık alkol tüketimini gözler önüne seriyordu. Bunun için de orta yaşa gelen, gençliklerindeki beklentilerinin uzağında kaldığını fark eden dört lise öğretmenine, en çok da Mikelsen'in muhteşem oyunculuğundan güç alarak Martin'e odaklanıyordu.

Bir orta yaş krizi anlatması beni yakalamaştı aslında. Henüz orta yaşa girdiğimi kabul etmesem de ve bir kriz yaşamadığımı iddia etsem de; hayatın herhangi bir virajında varoluşsal sıkıntılar yaşayan ve bundan çıkmaya çalışan (hatta çıkmamak için direnen) karakterlerin hikayesini kendime yakın bulurum. Zira hepimiz bu yoldan geçtik veya geçeceğiz.

Fakat Drunk, baş role orta yaşı değil alkolü alıyor. Bu dört öğretmen, kendi aralarında yaptığı bir konuşmadan sonra, gün içinde kanda belli miktarda alkol tutmanın faydalı olacağını iddia ediyorlar. Birbirlerine gaz veriyorlar. Sonrasında alkole düşüyorlar. Okula içki içilmiş şekilde gelerek başlayan günlerin ardından, sarhoş girilen dersler başlıyor. Olayın 'suyu' çıkıyor. İlk başta kendilerine müthiş bir özgüven ve üretkenlik veren deney, zamanla yeni sorunlar doğurmaya başlıyor.

İki kısım da beni tatmin etmedi. İlk kısımdaki alkole övgü, beni yakalamadı. "Alkol abi ya, içmeden duramam" diyen biri olmadığım için, bir çıkış yolunu buraya bağlamak; hatta bunu bir güzelleme boyutuna getirmek çok "ergence" kaldı. Tabi ki karakterlerimizin gençlik günlerine duydukları özlem, bunu doğal kılabilirdi. Fakat film sanki bu kısmın üzerinde çok fazla durdu.

Aslında rahatsız edici değildi ama kötü bir gençlik filminde sıkışmış gibi hissettim. Bu arada karakterlerimizin alkolün dibine düşmesine neden olan problemlerine (iş, özel hayat vs) saygım sonsuz olsa da tam bu esnada (Şubat 2022) biz pandemiden çıkamaya çalışan, ekonomik krizle sarsılan, devamlı dolar kuruna bakan, işsizliğin arttığı ve hemen kuzeyinde ve güneyinde iki savaşın arasında kalmış bir ülkede yaşıyorduk. Adamların sadece tükettikleri içkilerin fiyatlarını hesaplamaya başlasak kıskançlık geçirecekken, onların varoluşsal problemlerine eşlik etmekte çok zorlandık.

Daha sonrasında bu sefer yönetmen ve senaristimiz; alkolün fazla da kaçmaması gerektiğini ima eden bir finale soktu bizi. Ana fikirde bir sıkıntımız yok ama bu mesaj kaygısı da fazla yapay geldi.

Film boyunca düştüğümüz konum, Martin'in eşinin "Bu ülkede zaten her şey içiyor" repliğiyle benzerdi. Zaten film de yukarıda bahsettiğimiz gibi, çok Danimarka işiydi. Biz biraz yabancı kaldık. Aslında Jagten ile Druk arasında bir ortak nokta yakalarsak; ikisi de toplumdaki bir problemi çok net bir şekilde anlatmış. Jagten bizim topluma çok uyan bir derdi önümüzde getirdiği için bizi yakaladı. Druk ise biraz geride kaldı. Ekibin kendi toplumuna bu kadar duyarlı olması da oldukça değerli tabi.

Zaten tam anlamıyla kötü bir filmden bahsedemeyiz. Oscar almış bir Avrupa filmine burun kıvırmak mümkün değil. Kıt bir senede karşımıza bir ürün çıkardıkları için teşekkür de ederiz. Üstelik çok iyi müzikler ve harika bir sonla duygularımızı kabartmayı ve olumsuz düşüncelerimizi köreltmeyi de başardılar. Fakat yine de izlerken beklentileri çok fazla yükseltmemek lazım.

Ayrıca atlamamamız gereken ve bizi iyi hissettiren detaylar mevcut. Öğretmenlerin, alkol aldıktan sonra öğrencileriyle kurduğu ilişkiler ve o ilişkileri anlattıkları sahneler güzeldi. Üç adaylı seçim metaforu veya futbol oynamaya çalışan gözlüklü çocuk gibi hikayeler filme anlam katan ve puan yükselten etkenlerdi.

Diğer yandan filmdeki en acı tarafı da en sonda öğrendik. Filmin çekimlerine başlamadan önce, yönetmenin kızı Ida'nın bir trafik kazansında öldüğünü ve filmin ona ithaf edildiğini öğrendik. Diyecek laf yok. Böyle bir acıdan sonra filmin çekimlerine başlanması, devam edilmesi ve ortaya böyle bir iş çıkarılması inanılmaz. Belki de bu sayede film sadece "alkol" anlatan bir öyküde kalmamış, "hayata dahil olma" kısmını da eklemiş olabilir.

Kaderin cilvesi; 2014'te (Jagten'den bir sene sonra) aynı ödülü (Yabancı dilde en iyi film) kazanan filmin adı da Ida'ydı.

Pazartesi, Temmuz 18

Hampstead

 


İngilizler de kentsel dönüşümden şikayetçiymiş. 

Londra'nın en pahalı ve lüks semtlerinden biri olan Hampstead'de çekilen ve semtten ismini alan filmimiz, bizim çok aşina olduğumuz bir hikayeyi aşk ve mahkeme sosuyla süslüyor.

Maalesef yaşlı aşıklar Emiliy ve huysuz Donald''ın kurları çok fazla yer kaplıyor. Bu da bizim canımızı sıkıyor. Aslında Diane Keaton ve Brendan Gleeson sevdiğim oyuncular; üstelik uyumlular da ama benim için fazla romantik kaldılar.

Keaton; filmin başında göründüğünde filmin de ABD ürünü olduğunu sanmıştım. "Bu mahalle, bu mimarı ABD'nin neresinde olabilir" diye düşünürken, olayın Londra'da geçtiğini anladım. Tam da o sırada Karl Marx'ın mezarına bir ziyaret yapıldı filmde. Yani Marx'ın mezarı da Hampstead'deymiş. Ayrıca biraz araştırma yaptım; zamanında Freud ve John Keats de burada yaşamış. Herhalde Engels de uğramıştır.

Bu bilgileri öğrenmek güzel oldu. Fakat filmin geri kalanı çok da sarmadı. Mahkeme kısmı fena değildi. Oralarda filme dönmeyi başardık. Fakat daha fazlası çıkmıyor. Keşke detaylı detaylı bir film yazısı çıkarabilseydim. Sevgilim bu tarz film yazılarımı hiç sevmiyor. Fakat gerçekten çok fazla söylenecek cümle yok. Benzerlerini sıkça izlediğimiz bir film için benzer cümleler kurmanın gereği yok...

Pazar, Temmuz 17

Kader


Tells me that today, you're on your way
And you'll be coming home, home to me

Cumartesi, Temmuz 16

Birkaç Kısa Film #2


Aslında birkaç demek haksızlık olur. Sadece iki filmden bahsedeceğiz.

Fakat daha önce benzer bir yazı yazmış ve başlığı böyle atmıştık. Bunu seriye bağlayalım öylese. Bu arada her iki yazıya da dahil olmadan kendine ait bir köşe kapan Je Pourrais Etre Votre Grand-mere'ye bir selam gönderelim.

Burada bahsedeceğimiz iki kısa film onun kadar güzel değil ama belki de serinin ilk bölümündekilerden daha ilgi çekici olabilirler.

Stamm ilginç bir konuya sahip. Birinci Dünya Savaşı esnasında bir Alman (kendisi Berk Hakman'a benzemektedir) ve bir ABD askeri bir ormanda karşı karşıya gelirler. Önce kavga ederler ve birbirlerini vurmak için üstünlük kurmaya çalışırlar. Fakat sonra her ikisi de karşısındakinin Yahudi olduğunu öğrenir. O nedenle birbirlerini vurmazlar. Hatta oturup su bile ikram ederler. Biri Almanca, diğeri İngilizce bilmemektedir. O yüzden biz onların konuşmalarını dinleyip karakterlere dair bilgiler edinirken, onlar birbirlerini hiç anlamazlar.

10 dakikalık filmin oyuncusu, yönetmeni ve senaristi; bazı Hollywood filmlerinde görebileceğimiz Jacob Grodnik. Bence çok iyi bir fikre sahip. Öykü de çok da heyecanlı ilerliyor. Fakat sonu biraz hayal kırıklığı yarattı. Yine de 10 dakika ayırmaya değer. Öte yandan Stamm; Almanca'da kabile demek.

İkinci film yine ABD'den. Bu sefer 26 dakika sürüyor. Stamm ile ortak özelliği; burada da iyi bir fikir biraz kurban edilmiş. Aslında uzun metrajlı çok sağlam film olabilirmiş. Hotel Bleu adlı filmimizde bir yaşlı ve işi geçmiş, eskisi kadar komik olamayan bir kadın komedyen, gösteri için geldiği otelde karizmatik ve genç bir müzisyenle tanışır. İkisi birbirleriyle diyalog kurar. Bu diyalogların sonunda kadın, kendine yeni bir yol açar.

İki film de çok başarılı olmanın kıyısından dönmüş. Fakat kötü değiller. İnternette bulmak zor gibi. Haklarında çok fazla bilgi de yok. Böyle kıyıda köşede kalan filmleri yakalamak güzel oluyor. 

Cuma, Temmuz 15

Ah Be Kraliçe

Kadın futbolu son dönemde çok fazla yıldız çıkardı. Marta, Ada Hegerberg, Alex Morgan, Megan Rapinoe, Vivianne Miedema...

Hepsi çok iyi oyuncular. Diğerleri de ellerinden, ayaklarından gelenleri yaptıkları için saygıyı hak ediyorlar. Fakat bu branşta hep bir eksik vardı. Bir sihir, bir büyü, bir olgunluk...

Bu saydığım isimleri dünyanın en iyi erkek futbolcuları ile eşleştirseydik en sonunda şunu derdik: "Messi eksik kaldı!"

Yukarıda saydığım isimlerin ABD'li olanları fazla mekanik geliyor bana. Miedema golcü, bitirici ama sınırı var. Hegerberg zaten bir var bir yok. Marta biraz daha süslü futbol oynamaya yatkındı ama onun da en iyi dönemleri kadın futbolunun emekleme dönemlerine denk geldi. Yani rakipleri çok zorlayıcı değildi.

Şu anda Avrupa futbolunun rekabet seviyesi yükselmişken, bu seviyeyi paramparça eden bir isim çıktı. Barcelona'dan yetişen Putellas, o eksiği, sihri, büyüyü tamamlayan isimdi. Tamam; o da sahadaki birçok oyuncudan daha farklı ve daha güçlü duruyor. O nedenle haksız rekabet hissi yaratıyor olabilir. Fakat onda daha fazlası da var. Sanırım Barcelona genlerinden geliyor. Daha önce hiçbir kadın futbolcu için kullanılmayan, kullanılsa da inandırıcı olmayan cümle ona gidebilir. Putellas erkeklerle oynayabilecek kalitede...

Bunu cinsiyetçi bir bakışla belirtmiyorum. Erkek futbolundaki seviye, yüzyılın getirdiği imkanlar nedeniyle arşa yükselmiş durumda. Oraya dahil olmak kolay değil. Fakat Putellas, onların arasına girebilecek seviyede gibi duruyor. 

Büyük bir Xavi Hernandez hayranı. Küçüklüğünde onunla fotoğraf çektirmiş. Xavi o fotoğrafı yıllar sonra, "Dünyanın en iyi futbolcusuyla beraberim" notuyla paylaştı. Kesinlikle abartı yok. Bir Barcelonalı kayırması da değil. Fakat Putellas'ı en iyi bir Barcelonalı anlardı zaten.

Fakat zaten tek anlayan onlar değildi. Bunu da son dönemde Putellas'ın kazandığı ödüllerle gördük. Tam da bunun üzerine Kadınlar Avrupa Şampiyonası'nda onun oynayacağı maçları merakla bekledim.

Aslında 2019 Dünya Kupası'nı da izlemiştim kendisini. Fakat o zamanlar çok fazla dikkatimi çekmemişti. O takımın yıldızı yine bir başka Barcelonalı; Jenifer Hermoso'ydu. Hermoso halen çok iyi ama bu yaz sahne tamamen Putellas'a kalacaktı.

Peki ne oldu? Nazar değdi! Turnuvanın başlamasına iki gün kalan Putellas idmanda sakatlandı. Önce turnuva kadrosundan çıkarıldı. Tamam; böyle bahtsızlıkla olabilirdi. Birçok futbolcunun, sporcunun başına geldi bu tip olaylar.

Fakat sonrasında iş giderek derinleşti. Yapılan kontroller sonucu sol diz ön çapraz bağlarının koptuğu açıklandı. Şu anda Putellas'ın bir sezon boyunca futbol oynamayacağı iddia ediliyor. Eğer öyleyse, bir sezon sonra nasıl döneceği de ayrı bir soru işareti olarak kalacak.

Kadın futboluna damga vurabilecek (aslında vurdu ama daha uzun soluklu bir damga), branşın çıtasını yukarıya taşıyabilecek, hepsinden önemlisi izleyenlere keyif verecek bir oyuncu sahnelere ara verecek. Bu yazın en kötü futbol gelişmesi gibi duruyor. 

Umarım, 2023 Dünya Kupası'nda (Avustralya ve Yeni Zelanda) bu yazın ve bu yazının acısını çıkarır. Zira bir kadın futbol maçı, dolayısıyla da Putellas'ı izlemek her zaman nasip olmuyor.

Sahada zaten çok karizmatik duruyordu; sakatlandıktan sonra kafasında şapkası, üzerinde takım arkadaşı Torrecilla'nın forması, elinde koltuk değnekleriyle tribüne gelip takım arkadaşlarını desteklediğinde yine çok karizmatikti.  Geri dönüşün işaretini veren bir mental güç...

Perşembe, Temmuz 14

Suburbicon

Suburbicon, sinemaya son yıllarda çok büyük katkılar vermiş ve birçok yerde ödüller kazanmış isimlerin bir araya gelmesiyle ortaya çıkmış. Buna rağmen benim böyle bir filmden hiç haberim yoktu. Gözden kaçmış. Hatta filmi denk gelerek izlemeye başladığımda yönetmen ve senaristlerden bile haberim yoktu. Başrollerdeki Matt Damon ve Julianne Moore, yeterli referansı sağlıyordu.

Bu 'bilgisizlikle' oturduğum koltukta filmi izlerken "Ne kadar Coen tarzı bir film" dedim kendi kendime. Sonradan öğrendim ki senaryo ekibinde onlar varmış zaten. Fakat tek başlarına değiller. Yönetmen George Clooney de kağıda birkaç satır yazıyor. Ayrıca Grant Heslov da var.

Belki de tüm bu isimlerin bir araya gelmesi beklentiyi yükseltmiş olabilir. Zira birçok sinema sitesinde verilen düşük puanlar beni bir hayli şaşırttı. Bu bilgilere vakıf olmadan izlediğim için ise ben büyük bir tatminsizlik yaşamadık. Hatta filmi beğendiğimi de söyleyebilirim. 

Tabi ki eksikler var. Ve bence bunun nedeni kadronun çok geniş olması. Ekşi Sözlük'te film hakkında girilmiş (ya da şu an bulunan) en eski post 2006 yılına ait. Bir komedi filmi olarak hazırlıklara başlandığı yazıyor orada. 2017 yılında ise bambaşka bir film önümüze gelmiş. Yani bu kadar kişinin dahil olduğu, değiştirdiği, üzerinde oynadığı bir projede bazı tutarsızlıkların, kopuklukların ve dağınıklıkların olması kaçınılmazdı. Hatta film çekildikten sonra bile, Josh Brolin'ın canlandırdığı bir karakterin sahneleri fazla komik olduğu için kurguda çıkarılmış. Böyle enteresan bir proje işte...

2006 yılında kağıda düşen ama 2017'de hayata geçirilen filme eklenen esas parça ise 'beyaz' mahalleye taşınan ve istenmeyen afro-amerikalı ailenin hikayesi olmuş (gerçek bir olaydan alınmış). Bu da 2017 ABD'sinin politik durumuyla ilintili olsa gerek. Bu anlatıya, o zamanlar (Trump'ın seçilme dönemi) hemen herkesin yaptığı gibi başvuran ekip aslında ister istemez kendisinin tökezlemesine neden olmuş. Hangi hikayeyi merkeze aldığımızı şaşırdığımız bir ilk yarıdan sonra ancak toparlıyoruz. Fakat sonunda da iki ayrı hikayenin klas bir şekilde bağlandığını düşünüyorum.

Bazı yorumlar, bu bağlantının 'yapay' olduğundan yakınmış. Benim ise hoşuma gitti. "Siz mahallenize zarar vereceğinizi düşünen azınlıklar için yaygara koparırken, hemen yan blokta türlü suç dosyalarına rahmet okutacak bir hikaye yazılıyor" denmiş adeta. Aslında bu açıdan Tarantino'nun Once Upon a Time in Hollywood filmini de andırdığını söyleyebilirim. Zaten filmdeki şiddet unsuru da Tarantino'yu aratmıyordu. 

Bütüne baktığımızda karşımızda kötü bir film yok. Oyuncular zaten çok iyi iş çıkarmış. Matt Damon, donuk bir adama çok iyi can vermiş. Julianne Moore, farklı karakterdeki ikiz kardeşleri o kadar iyi oynamış ki ben birinin başka bir oyuncu olduğunu düşünmeye başlamıştım. Öte yandan filmde çok kısa gözüken Oscar Isaac, kendisine verilen şansı çok iyi kullanmış. Bir yandan da George Clooney'i andırıyordu.

Tüm  bu isimlerin geçmişleri; bu filmde onlara yük olarak geri dönmüş. Beklentilerden uzak kalınca dikkat çekecek bir filmdi oysa. Bir Fargo, bir Barton Fink veya diğerleri gibi değil. Fakat zaten olmasına da gerek yok. Bazen, bazı isimlerin daha düşük kalitede işler çıkarmasına izin vermeliyiz. Eleştirirken de realist olmak gerek. 

Ben insanların büyük bir kısmının çok fazla 'kötü' film izlemediğini düşünüyorum. Haklılar da. Zaman değerli ve izlenecek filme karar verme anı tek atımlık kurşun gibi.  O nedenle referansları en güçlü, ekibi ışıltılı, yorumları olumlu filmlere akıyorlar. Aksi olduğunda da çok eleştiriyorlar. Fakat piyasada o kadar çok kötü film var ki... 

Keşke izlediğim filmlerin en azından yüzden 80'i Suburbicon kalitesine yakın olsaydı.

Çarşamba, Temmuz 13

Yeni Sergen Yeni Alman

Geçen sezonun özellikle ikinci yarısında Süper Lig'e iyice adım atan ve tüm ülkeye heyecan katan iki futbolcu var. Biri Fenerbahçe'den Arda Güler, diğeri Beşiktaş'tan Emirhan İlkhan... İkisi de yetenekli, genç ve yaşlarına göre çok olgun futbol oynuyorlar. İnsanlar onları sevdi. En basit futbol izleyicisi bile onlardaki yeteneği görebilir zaten. Fakat yeteneklerini tam olarak analiz edebilmek ve biraz da geçmişi hatırlamak herkese nasip olmaz.

Mütevazı olmayacağız; bu noktada sazı elimize alabiliriz...

Ezber yorumlar ülkemizin geleneğidir. Bir oyuncu Galatasaray formasıyla çıkarsa "yeni Hagi", Fenerbahçe formasıyla çıkarsa "yeni Alex", Beşiktaş formasıyla çıkarsa "yeni Sergen" olarak gösterilir. Eğer hücuma yönelik bir oyuncuysa, ne oynadığı önemli değildir artık. Onlar; budur! 

Oysa adı geçen üç efsane de birbirinden farklı oyunculardı. Daha da önemlisi çıkan oyuncular da yetenekli olmalarına rağmen onlardan farklı olabilir; ki öyle de oluyor zaten...

Arda'dan başlayalım. Arda, Fenerbahçe'den yetiştiği için taraftarlar ona hemen "yeni Alex" dedi. Onların, çıkan her oyuncudan bir Alex coşkusu beklemesi gayet normal. Alex'in yaşattıklarını yaşatması için, bire bir ona benzemesine gerek yok zaten. Taraftar için bakış açısı romantizm sosludur. Onu kaybederse, tutkunun anlamı kaybolur. Fakat bu romantizme basın da çok rahat eşlik etti. Belki kolayına gelmiştir. Fakat Arda gerçekten Alex mi?

Bence değil. Her ne kadar Alex'in futbola adım attığı yılları bilmesek de izlediğimiz dönemden kafamızda bir model oluşmuş durumda. Alex, klasik 10 numaradan daha çok ceza sahasına giren, daha çok gol atan, neredeyse ikinci forvete dönüşebilen (hatta gol kralı olan), çok hareketli olmayan ama aslında çok hızlı hareket eden ve çok hızlı düşünen bir oyuncuydu. Bir de Brezilyalı olmasının etkisiyle çok çok yetenekliydi. Saf yeteneği üst düzeydeydi.

Arda ileride böyle bir oyuncuya dönüşebilir mi? Hiç belli olmaz. Önü açık, yolu uzun. Savunmanın önündeki bir oyun kurucu orta sahaya da dönüşebilir; Alex gibi gol kralı da olabilir, iki bölgenin arasında hükümdarlık da kurabilir. Kimse bilemez geleceği. Fakat karşımıza çıkan hali Alex'ten çok Sergen Yalçın'ın ilk çıkışına benziyor.

Sergen Yalçın'ın en iyi dönemleri olarak bazı yıllar gösterilir. Bayern Münih'in onu istediği meşhur seneler veya Mircea Lucescu sonrasında yeniden doğuşu. Oysa Sergen Yalçın'ın efsanevi bir 1992-1996 arası dönemi vardır. Altyapından yeni çıktığı, en fit, en dinamik ve en müthiş olduğu yıllar... Televizyonda maç yayınlarının biraz daha az olduğu, yavaş yavaş şifreye geçildiği günlerdi. O nedenle çoğu insan o zamanın maçlarına pek hakim değil. İnternette de kolay kolay bulunmuyor. İşte o günlerdeki Sergen Yalçın, muhteşem bir oyuncuydu. Üstelik 20 yaşındaydı.

Toptan kaçmayan, sorumluluk alan, öz güvenli, ceza sahasına fazla girmeden orta saha ile yay arasındaki yeri domine eden, topu ayağından ne zaman çıkaracağını çok iyi bilen, müthiş yeteneğine rağmen çok fazla çalıma girmeyen, çalıma girdiğinde de varyeteyi fazla denemeden rakipten sıyrılmayı düşünen, yeri geldiğinde de rakiplerin belini kıran bir oyuncuydu. Ceza sahasına pek uğramaz, gollerini de zaten alıştığımız gibi ceza sahası dışından atardı.

İşte Arda Güler de şu an böyle bir oyuncu. En son oynadığı Hull City maçı neydi öyle? Alex'ten daha çok Sergen Yalçın gibiydi işte. Zaten sezon içindeki günleri de Sergen'in ilk günlerine çok benzeyen ayak izlerine sahipti.

Fakat Türkiye "yeni Sergen" sıfatını, Beşiktaşlı olması sebebiyle Emirhan'a verdi. Oysa Emirhan da hiç Sergen gibi değil. Ceza sahasından daha uzak, hatta kendi savunmasına kadar gelen, top ayağındayken çok iyi dripling yapan, henüz "ufak" olmasına rağmen sahada güçlü durabilen, çok iyi şut çeken bir oyuncu.

Kendi ifadesi zaten şu şekilde: "Aslında futbola forvet olarak başladım ben. Her mevkide oynayabileceğimi düşünüyorum. Ama aslen kendimi 8 numarada, arkamda bir 6 numara önümde de bir ofansif orta saha varken rahat hissediyorum."

Böyle bir Sergen olabilir mi? Aslında bu tanım fena halde 90'ların Alman orta sahalarına benziyor. Andreas Möller, Thomas Haessler, yaşlanmaya başlayan ama henüz liberoya geçmeyen Lothar Matthaus gibi... Emirhan da tıpkı Arda'ya dediğimiz gibi, "böyle" kalmayacaktır. En basitinden fiziği gelişebilir. Pozisyonu da değişebilir. O zaman da ilginç bir şekilde yine bir Alman'ı, Michael Ballack'ı andırabilir.

Bunların hepsi farazi cümleler. Zaten oyuncuları başkalarıyla kıyaslamak da doğru değil. Fakat bunu yapmadan duramayız. Bu da bizim keyfimiz. Fakat daha büyük bir keyif varsa, o da bu iki oyuncuyu sahada izlemektir. Kime benzedikleri ve benzeyecekleri ikinci planda. Yine de tarihe not düşüp, 10 sene sonra geriye dönüp bu yazıya bakmakta fayda var.

Aslında sezon başlasa da bu tip yazılar yazmak yerine, çocukların gelişimlerini görsek...


Salı, Temmuz 12

Eagle Eye

 


İzlerken çok sıkıldığım, sık sık "Yok artık" dediğim, inandırıcılıktan uzak bir film. Oysa Shia LaBeouf beğendiğim, daha da ötesinde proje tercihine güvendiğim bir oyuncuydu. Yanında bir de Billy Bob Thornton vardı.

Fakat daha filmin henüz başında; bir telefonla iki kişiyi birden kontrol eden bir dış gücü, trenlerin raydan çıktığını, trafik ışıkların yeşile çevrildiğini ve daha birçok şeyi görünce bir aksiyon filmi izlemediğimi anladım. Bu bir bilimkurgu filmiydi ve ben bilimkurguları hiç sevmem.

Eğer aksiyonsa zaten yine büyük sıkıntılar var. Ben çok kötü aksiyon filmleri izledim. Fakat hiçbirinde bu kadar esnediğimi hatırlamıyorum. Fazlaca klişelere başvurulmuş, devrimci bir yapay zeka çıkartarak muhalif gönüllere bal çalınmış, ABD işgallerindeki yanlış bombalamalar için günah çıkarılmış, sonrasında karman çorman bir son yaratarak işin içinden çıkılmış. Hatta tüm bunları toplayınca, hem cumhuriyetçileri hem demokratları bir potada tutup "hepimiz aynı gemideyiz" diyebilecek güce kavuşmuş.

Belki de bu sayede yoğun bir ilgi görmüş. ABD'liler bu filmi sevmiş. Tamam; bayılmamışlar belki ama sevmiş. İzlemiş, şans vermiş, değer vermiş. E Gişede iyi bir hasılat elde etmiş. Eğer bu filmi ciddiye alacak kadar izledilerse, demek ki 11 Eylül sonrası sağlam derecede paranoyak olmuşlar demektir.

Pazartesi, Temmuz 11

İyi Bir Oyuncu Ama...

Sergio Oliveira'nın adı transfer sayfalarına girdiğinde taraftarlardan çok zıt iki tepki geldi. Bir kısmı onun ne kadar iyi bir oyuncu olduğundan bahsederken, diğer kesimse oyuncunun adını hiç duymadığını iddia ediyordu.

Oysa duymuşlardı. Sergio Oliveira, daha önce Türk takımlarına rakip olmuştu. Üst üste iki sene İstanbul'da oynadı. 2017'de Beşiktaş'a, 2018'de Galatasaray'a karşı forma giydi. Beşiktaşlılar'ın hatırlamaması normal; zira o maçta çok etkili değildi. Fakat diğer maç gollü, heyecanlı geçmişti. Porto'nun 3-2  kazandığı maçta Sergio bir de gol kaydetmişti.

Zaten o yıllar, Porto'da bir türlü ilk 11'in has oyuncusu olmayı başaramayan oyuncunun artık kendini hissettirdiği dönemlerdi. Zaman zaman kaptanlık bandını da takıyordu. 2017'den 2021'e kadar Porto'nun en önemli oyuncularından birine dönüştü. O, Jesus Corona, Telles, Pepe, Marega... İskelet belliydi. Aslında Sergio'nun önünü açan biraz da sistem değişikliği oldu. Üçlü orta sahada yetersiz kalıyordu. Porto, dörtlü orta sahaya döndüğünde merkezdeki ikiliden biri o oldu. O da o yıllarda takımın liderlerinden biri haline geldi. 

En iyi sezonunu belki de 2020-21'de geçirdi. Kulübünde yılın futbolcusu seçildi. Goller attı, asistlet yaptı. Bunun üzerinden sadece bir sezon geçti. O bir sezonda ise Roma'da oynadı. Yani düşüşte olan bir oyuncu değil.

Böyle bir oyuncunun bilinmemesine şaşırıyorum. Beğenmeyenler olabilir, yetersiz gelebilir ama Porto'da iyi köüt oynamış bir oyuncu da bize çok yabancı olmamalı. Burun kıvırmak da anlamsız. Sakatlık geçmişi yüksek olsa bir korku olur ama o da pek yok.

Aslında bizim blog'u yakından takip edenler de ismine sıkça aşina oldu. Zaman zaman haftanın gollerini attı, zaman zaman haftanın golünü kıl payı kaçırdı. Adını sıkça cümle içinde kullandık.

Hem Porto'nun maddi sorunlardan dolayı UEFA radarında olması, hem de Sergio'nun artık Porto için yaşlı sınıfına gelmesi (30+) onu elden çıkarmayı zorunlu kıldı. Mavi-beyazlılar, oyuncusunu geçen sezon Roma'ya kiraladı. "Kiralık" ibaresi kenarda durunca sanki oyuncu kimse tarafından istenmemiş gibi duruyor. Fakat yeni futbol dünyasında kiralık sıfatı, esasında bir yan yolu anlatıyor. Gittiği takım Roma, altında çalıştığı hoca Jose Mourinho, cebinde de kazandığı da bir Avrupa Kupası... Kiralık olmaktan daha güçlü bir öz geçmiş ...

Sergio'nun iyi özellikleri var. Yetenekli diyebileceğimiz bir isim. En azından Süper Lig için yeterli düzeyde. Uzaktan şutları çok iyi. İki ayağı da var. İş ahlakı yüksek. Fiziksel olarak yetersiz gibi dursa da çok sakatlık problemi yaşamadı. Sakatlandığında da geri dönüşlerde hiç sallanmadı. Öte yandan çok güçlü değil, savunmaya yardımı mesafeli ve biraz yavaş.

Ben çok büyük hayranı değildim ama beğenirdim. Ve bu yaşta buralara düşeceğini tahmin etmezdim. Transferin de gerçekleşeceğini sanmıyordum. Yine de adı anılan birçok isimden daha olasıydı. Şartları sağlayınca karşı tarafı ikna etmek kolaylaşırdı, herhalde öyle de oldu...

Porto elindeki oyuncuyu satmadan duramaz zaten. Maddi sıkıntıyı bir kenara bırakalım. Son yıllarda Vitinha, Diaz, Telles'i satmışken, 30 yaşındaki Sergio'yu da elden çıkarma fırsatını kaçıramazdı. Büyük ihtimalle kulübü hayali, altyapısından yetiştirdiği, 17 yaşında forma verdiği oyuncuyu 25'te beş büyük lige yollamaktı. O plan yıllar önce şaştı. 30 yaşında bonservis bedeli alarak elden çıkarmak da hiç fena değil.

Zaten başlıktaki "ama" da tam buraya düşüyor. Sergio Oliveira transferi için harcanan bedelin kasadan çıkmasına gerek var mıydı?

Geçen sezonun orta sahasına bakınca "var" diyenler artabilir. Fakat paranın gittiği diğer kasaya bakınca; orada oluk oluk futbolcu yetiştiğini görünce "çok da harcanmasaydı" demenin yanlışı olmaz. Fakat yine de bu tip soruların cevabı aslında, sezon sonlarında belli oluyor. Normalde ilkesel olarak bu tip transferlere karşı çıkarım. Çıktım da; mesela Falcao. Fakat Sergio hakkında biraz mesafeliyim. Öyle hemen karşı çıkmak mümkün değil.

Riskli ama riske girene "Neden bu riske girdin" demek biraz haksızlık olur...

Pazar, Temmuz 10

Tuvalu

En sondan başlayalım. Tavsiye edeceğim bir film değil. Oldukça zorlayıcı.

Ufak tefek ünlemler dışında tamamen repliksiz bir film. Görüntüler de hafif soluk, biraz puslu, siyah-beyaz... Üstelik 100 dakikaya yakın bir süresi var. İzleyici için kolay bir film değil. Fakat değişik bir iş olduğunu inkar etmek mümkün değil.

Alman yönetmen Veit Helmer kameranın arkasındaki ilk uzun metrajlı denemesinde (1999) böylesine riskli bir projeyi deniyor, ayrıca senaryo ekibinin arasında da bulunuyor. Filmin başrollerinde ise Goodbye Lenin'den bildiğimiz Chulpan Khamatova ve kendine has simasıyla her zaman fark yaratan Denis Lavant var.

Yıkık dökük bir yüzme havuzu işleten kör babasının yanında çalışan Anton'un, hayatındaki tek isteği okyanusta yer alan Tuvalu'ya gitmektir. Babasından korkar ama bir yandan da onun geleneğine sahip çıkar. Havuzu satın alıp modern bir tesis haline getirmek isteyenlere karşı babasının yanında savaşır. Bu arada gördüğü ve tanıştığı güzel Eva'ya karşı derin hisler besler.

Kesinlikle çok fazla metaforun olduğu bir film. Fakat yönetmenin ne demek istediğini anlamak mümkün olmadı. Biz anlamadık ama film birçok festivalden ödülle dönmüş. Büyük ihtimalle tekniği eleştirmenleri mest etmiştir. Ne de olsa son 30 yılda farklı bir şey izlemek kolay olmadı.

Yine de her iki oyuncudan (ve diğerlerinden) çok büyük katkı alıyor film. Ayrıca Chaplin ve Keaton gibi ustalara da "Merak etmeyin, ben buradayım" selamını gönderiyor. Belki de bu noktada, filmin kör babası onlar; Anton ise Helmer mi acaba? 

Son sahne ise oldukça güzel. Anton amacı için yola çıkıyor. O sırada bir şarkı duyarız. Ben şarkıyı duyup sahneyi izlerken "Ne kadar Kusturica tarzı bir bitiriş" diye düşündüm. Sonra baktım ki şarkı zaten Goran Bregovic'ten çıkmış. Çok güzel şarkı... Film ise bana en az Tuvalu kadar uzak. Yine de izlediğim için pişman değilim. Tuvalu'ya gitsem de pişman olmazdım zaten.


Cumartesi, Temmuz 9

Başlangıç Günü

 


9 Temmuz 2009

Genç yaşında Real Madrid'e transfer olmuş, verdiği pozdan öz güven akıyor. Biraz sinir bozucu. Gelenekçilerin "bundan bir numara olmaz" diyeceği bir giriş.

Aradan geçen 13 sene. Yaşanan skandallar, iddialar, çapkınlıklar, yedeklikler... Verdiği poza uygun bir hikaye. Sürecin sonunda dönüştüğü şey ise artık o imajın tam tersi; bir bayrak adamlık...

Hayat... O ilk günlere dair bir yazı için TIKS

Pazartesi, Temmuz 4

Le crocodile du Botswanga

Komik bir futbol filmi sanmıştım. Öyle değilmiş. Oysa konusu oraya işaret ediyordu.

Fransa'nın yetenekli göçmen çocuğu, Botswanga asıllı Leslie Konda milli takıma seçilmek üzeredir. Yani kupalara ambargo koyan Fransa Milli Takımı'na... O kadar yeteneklidir. Fakat tam o sırada Botswanga'nın diktatör başkanı Yüzbaşı Bobo devreye girer. Oyuncuyu köklerine çağırır. Bu ziyaret esnasında da Konda'nın menajerini kandırır. Daha doğrusu ondan oyuncuyu kandırmasını ve sefiller sefili Botswanga Milli Takımı'nda oynamaya ikna etmesini ister. Tabi belli bir ücret karşılığında...

Bu girişten sonra futbolla bağımız pek kalmıyor. Hikaye de Konda'dan çıkıp, Yüzbaşı Bobo'ya kayıyor. Bobo'nun diktatörlüğü komik bir şekilde anlatılmaya çalışılıyor.

Bobo'nun özelliklerinden biraz bahsedelim. "Almanya'da eğitim aldım" demesine rağmen Almanca konuşamıyor. Benzin istasyonunda pompacılık yapan kayınbiraderini bakan .yapıyor. Kafasına göre bakanlık açıp, bakanlık lağvediyor. Ülkede ekonomik kriz yaşandığının farkında olmayan bir eşi var. 5 yaşındaki çocuğu ileride başkan olmak istediğini söyleyince, çocuğunun kendisine darbe planladığını düşünüyor.

Yani bir Afrika filmi... Futbol da az... Yine de güzel bir boş günde, öğlen saatlerinde izlenir. 

Başkan Bobo'yu oynayan Thomas Ngijol, filmin yıldızı...

Pazar, Temmuz 3

Yeni Bir Şampiyon Modeli

Ülkenin en çok izlenen ve diğer yandan izlemeyenlerin de en çok eleştirdiği televizyon programı Survivor'ın 2022 versiyonu sona erdi. İnsanların yaklaşık 15 senedir diğerlerine "Bunu mu izliyorsunuz? Oysa ben Netflix, belgesel falan" diyerek küçümsediği yarışma, aslında basit bir yarışma ve reality show olmasının dışında Türkiye toplumuna dair önemli veriler sunabilen bir canlı saha. Yarışmacıları, fanları, yorumcuları, jargonu, formatı; her unsuru ile "bizi bize anlatan" bir yapım. Öte yandan sportif açıdan da rekabet duygusunu vermesi açıcından oldukça başarılı bir tv/spor organizasyonu. Bu bağlamda bir analiz yazısını yıllar önce yazmıştım. Şimdi ise özel olarak 2022 yılından bahsedeceğim. Zira son üç sezonda yaşananlar, toplumdaki bir değişimi önümüze çıkartabilir.

Acun Medya, zaman zaman Survivor için All-Star formatına başvuruyor. Benim hiç tasvip etmediğim bir format. Zira daha önce o atmosferi solumuş tecrübeli isimler (üstelik onların en iyileri), ilk defa oraya gelen ve iyi olup olmadıkları daha önce test edilmemiş acemilerle karşılaşıyor. Adaletsiz bir durum. O nedenle 2015 ve 2018'deki versiyonları hiç izlemedim desem yeridir. Bu sene ise All-Star, diğer iki seneden farklı olarak, tüm yarışmacıları daha önce en azından bir kez katılmış kişilerden seçildi. O nedenle özellikle ikinci aydan sonra daha sık göz attım.

Aslında o kadar yoğun takip etmeme rağmen aklımda özel bir yazı yazma düşüncesi yoktu. Fakat bu sene bir ilk yaşandı. 2010'daki Merve Oflaz zaferinden 12 sene sonra ilk defa yarışmayı bir kadın yarışmacı kazandı. Oflaz'ın kazandığı sene yarışma biraz daha farklıydı. Yarışmacılar, Var mısın Yok musun" yarışmasından gelen, sıradan halktan insanlardı. Atletler, olimpik sporcular, ünlüler yoktu. Sportif performansın ağırlığı düşüktü. Issız ada vurgusu daha yüksekti. Oylama sistemi farklıydı. Tüm bu açılardan da bence en güzel Survivor'dı.

Sonrasında ise format değişti. Güçlü sporcular, egolu oyuncular, hayranı bol isimler, sert karakterler doldu taştı. Tartışmalara girmeyen yumuşatıcı munis insanların erkenden elendiği, rakibini aşağılayanların yükseldiği bir yarışmaya döndü. Sportif performans değer kazandı. Issız adada yaşayabilmek, zor şartlar altında kalındığında bile toplulukla uyumlu bir insan olmaya çalışmak değer görmedi. Vurduğunu kıran, ne yapıp edip ödülü alan, parkuru yakan bıçkınların yarışmasına döndü. Kısacası 2010'dan sonra "eril" bir yarışmaydı artık. 2002 sonrası dönüşmeye başlayan toplumun artık iyice sahne aldığı dönemdi. Muhafazakar, eril, kaba, hoyrat, bıçkın...

Tabi ki oylama sistemi SMS'le olduğu için toplumun genel fotoğrafını çekmeyi zorlaştıran bir tarafı da var. SMS ile oy göndermek para ödemek demek ve yarışmayı deli gibi izleyen benim gibi milyonlarca insan, seneler boyunca tek bir oy dahi atmadı. Fakat mesela genç kuşaklar (özellikle kızlar) ve emekli hayatı yaşayan yaşlılar (yani televizyon izlemek için zamanı olanlar); yarışmayı daha kolay özümsedikleri için sevdikleri yarışmacılar için sadece bir değil, belki birden fazla oy kullandı. Bu kitlenin oy verdiği profil de az çok belliydi. Yakışıklı, temiz yüzlü çocuklara daha çok sevdiler, onlara daha çok oy verdiler. Bunda da şaşılacak ve eleştirilecek bir durum yok. Hayatın normal akışına uygun...

İşte bu son iki paragraf birleşince; hem toplumun kabarttığı profil hem de oy verenlerin sevdikleri örtüşünce şampiyonluk da hemen hemen aynı karakterdeki yarışmacılara gitti. Merve'den sonra şampiyon olan isimleri kısaca hatırlayalım.

Olimpik sporcu olan eli yüzü düzgün sayılabilecek Derya Büyükuncu.
Profesyonel voleybol ve boksla uğraştıktan sonra mankenlik ve oyunculuk yapan Nihat Altınkaya
21 yaşındaki genç, yakışıklı ve performansı yüksek Hilmi Cem
Kabalığın ve maçoluğun kitabını yazan ve performans olarak yarışma tarihinin en iyisi olan Turabi Çamkıran
Kafeste dövüşen Avatar Atakan
Kürekçi ve yakışıklı Ogeday
Boksör Adem Kılıççı

Bu isimlerin şampiyonluklarıyla geçen sezonların ardından 2020 yılına geldik. Saydıklarımızın hepsi bir tek tip değildi. Hepsi Turabi değildi, hepsi Hilmi Cem de değildi. Fakat "Survivor şampiyonu" kelimesinin altını onlar dolduruyordu. Şampiyon olmak onların başarısıydı tabi ama önemli olan bu kelimenin dolan altını değiştirmekti. Issız ada yarışmasında başarılı olmanın tek formülü bu muydu? Yüksek performans, o yoksa biraz kabalık, belki genç kızları etkileyecek fiziksel güzellik...

2020'de bu isimlerin tam zıttı bir şampiyon çıktı. Cemal Can... Kesinlikle bir "Survivor" algısı yaratmıyordu. Konuşma tarzı, sportif performansı, insan ilişkileri, hatta ara ara ağlaması; ıssız adanın bıçkın çocuğu imajına oturmuyordu. Danla Bilic ile kanka olması ona SMS olarak geri döndü ama ne ünlüler bu yarışmaya gelmişti de SMS'lerini yükseltememişti. Demek ki tek sebep o kankalık değildi. 

Cemal Can altı ay boyunca adada kaldı. Sportif açıdan beni etkileyen tek özelliği çok esnek olmasıydı. Onun dışında çok yetersizdi. Toplu oyunlarda başarısızdı; ittirmeli, dövüşmeli güç oyunlarında zayıf halkaydı, çok süratli değildi, biraz korkaktı. 

Survivor gibi durmuyordu ama ıssız adada başka insanlarla beraber yaşayabilmenin hakkını vermişti. Zira başka özellikleri ortaya çıkmıştı. Ufak tefek tartışmalar dışında altı ay boyunca kimseyle kavga etmedi. Zaten kavga etse, diğerleri gibi karşısındakine "Çıkışa gel" yapabilecek bir karakter değildi. Sert salvolar savurmadı. Kimsenin "adamlığından" bahsetmedi. Herkesle ortalama düzeyde  anlaşabildi. Rakipleri bile onu çok sevdi. Normalde öyle bir karakterin erkenden elenmesi lazımdı ama yarışmanın sonunda kupayı aldı ve Türkiye yeni bir şöhret kazandı.


2021 ise yine eskiye dönüş sinyaliydi. Güreşçi, kaba saba ve biraz da egolu bir karakter olan İsmail Balaban; kolejli, kültürlü, yakışıklı Poyraz'ı geride bıraktı. Bu noktada güreş camiasının ve güreş camiasına içinde bulunan ülkücülerin İsmail'e çok sık oy yağdırdığı iddia edildi. Bu da Türkiye'deki başka bir çatışmayı öne çıkardı. Muhafazakar İsmail; kolejli, "antin kuntin konuşan", "entel dantel görüntüler çizen", eli yüzü düzgün, yarışma aralarında gözlük takan ve bu nedenden dolayı bile eleştirilen Poyraz'ı geçmişti. Poyraz, Türkiye için antipatik kalmıştı. Sadece Türkiye için değil. Adada da çok fazla kıskanılan bir karakter olduğunu düşünüyorum. Zaten bu nedenle final gününde, daha önce elenen yarışmacıların önemli bir kısmı "Kimin şampiyon olmasını istersiniz?" sorusuna İsmail'ın adını vermişti. Poyraz, muhafazakar kalıplarla beslenen yarışmanın, yıllara dayanan ekolüne ters düşen bir karakterdi. O nedenle de şampiyonluğu ülkücülerin desteklediği ve sonrasında diğerlerinin yardımını alan İsmail Balaban'a kaptırdı.

Neyse ki 2021, şimdilik eskinin tortusu olarak kalacak gibi duruyor. Zira 2022 yeni bir şampiyon çıkardı. Nisa Bölükbaşı. 12 sene sonraki ilk kadın şampiyon... Fakat bence daha önemli özellikleri var.

Cemal Can'ın 2020'deki kankası olan Nisa, hem o sene hem bu sene karakteriyle birçok insanı çıldırttı ama özellikle ergenlik çağındaki kızların sevgilisi oldu. Hatta genç kızların sevgilisi olan ilk kadın oldu. Onlar için rol modeliydi. Onlar için rol modeli olan özellikler; muhafazakar ve kalıplaşmış yapıları kıramayan geleneksel Türk insanının sinir olacağı özelliklerdi. Belki de ilk defa Nisa gibilerinin özellikleri, diğerlerine üstün geldi.

Nisa acı çekmiyordu. Acı çekmeyi kutsamıyordu. Çok yetenekliydi. İnanılmaz bir el becerisi (resim, örgü vs) var. Bu sayede takımlarına çok sayıda ödül kazandırdı. Fakat Survivor'da nedense bunlar pek önemli değildi. Çıkıp parkuru kırıp adrenalin pompalaması, sert olması, kavga etmesi gerekiyordu. Aslında zaman zaman bunları da yapıyordu. Kendini verdiğinde çok hızlı ve çok güçlü bir yarışmacıya dönüşüyordu. Fakat canı istemediği zaman da parkura çıkmıyordu. Onu farklı kılan da buydu. "İstesem yaparım ama yapmıyorum!"

Onu üzen bir şey veya biri varsa trip atıyordu. Trip atmasını savunmuyorum aslında. Fakat böyle bir yarışma ortamında trip atma gücünü göstermesi saygı duyulası. Bu nedenden dolayı takım arkadaşlarının tepkisini çekebilir, potaya yazılabilir ve elenebilirdi. Defalarca o aşamaya da geldi. Fakat elenmedi. O da hiç geri adım atmadı. Ne yapmak istiyorsa onu yaptı, nasıl davranmak istiyorsa öyle davrandı. "Türk halkı beni nasıl görmek ister" diye düşünmedi. Üstelik Türk halkı onun, dudak büken surat ifadesinden bile rahatsız oldu. "Ne böyle bebek gibi hareketler" dendi. 2020'de bunları yaşadı, 2022'de o hareketleri bir daha yaptı. İki yarışmadan iki ayrı erkekle sevgili olması bile Türk halkını rahatsız edebilirdi. Çoğunluğunu etti de. 

Oysa Survivor, muhafazakar bir yarışmaydı. Avrupa'da aylarca ıssız adada kalan yarışmacılar birbirleriyle sevgili olurken; Türkiye'de böyle ihtimaller Nisa adaya gelene kadar ortada bile yoktu. Herkes gayet profesyonel şekilde parkurda koşacaktı, başka işlere zaman ayırmayacaktı. Beklenen buydu. Nisa tam aksiydi.

Bu yazı Nisa övgüsü üzerine kurulu olmamalı. Zaten Nisa gibi karakterleri de gördük. Fakat hemen hepsi erkenden elendi. Şaşırtıcı olan ve bizi sevindiren Nisa'nın başarısı değil, Nisa gibi karakterlerin kabul görmesi.

Bu noktada gençlerin ondan etkilendiğini düşünüyorum. Daha yaşlı grubun Nisa'dan rahatsız olduğuna de eminim. "Elerseniz eleyin", "Yazarsanız yazın" duruşu; yıllardır kendilerine bir şey dayatılarak büyüyen çocukların ve gençlerin hoşuna gitmişti. "Size muhtaç değilim. Benim kendi yeteneklerim var, kendi başımın çaresine bakarım" duruşu... Büyük ihtimalle Nisa'yı destekleyenlerin önemli bir kısmı Nisa kadar yetenekli değildi ama en azından Nisa gibi olmayı istiyordu: "Yapabildiklerim var ve onları yapacağım. Yapmak istediklerim var ve onları yapacağım. Benden fazlasını istemeniz umrumda değil, çünkü onları yapmayacağım"  

Sosyal hayatta bu tavırlar, eğer birikimler ve heybeler dolu değilse sıkıntıya neden olabilir. Bunu gençler yaşayarak görecek. Fakat şu anda bu öz haliyle, topluma karşı bir isyanın göstergesi sayılabilir.

Nisa bu sezon finale çıktığında yanında olimpiyat sporcusu, eski boksör ve eski Survivor şampiyonu Adem vardı. Üçüncü sırada genç kızların sevgilisi olabilecek oyuncu Batuhan kaldı. İkisi de eski dönemin şampiyonlarını andırıyordu. Adem zaten onlardan biriydi. Fakat yine de Nisa'nın esas rakipleri onlar değildi. Toplumun dayattığı şekilde büyüyen, bu dayatmaları özümseyen, kurallara sadık kalan, ayrıca kendilerince kurallar oluşturan ve bu kuralları çevresindekilere (yanı bizim gördüğümüz kadarıyla takım arkadaşlarına) dayatan kadın yarışmacılar vardı. Atletizm dünyasından gelen Sema-Seda ikizler, Nagihan Karadere ve onların yancıları bu işin lokomotifiydi. Yarışma içindeki lakaplarıyla; "Koloni"... (Yanlış anlaşılma olmasın; koloni lakabı; Seda, Yağmur ve Sude için takıldı)

Koloni; aslında muhafazakar ve geleneksel Türk toplumunun kalıplarıyla ilerliyordu. Yarışmayı o şekilde kazanabileceğine inanıyordu. "Ben çıkıp yarışıyorum ve kazanıyorum, o zaman gerisi önemli değil" diyordu. İnsanlarla kavga etmeyi, onlara hükmetmeyi ve kendilerine karşı bir saldırı gelince kadın olmayı öne çıkaran bir düstur edinmişlerdi. 2010 sonrası erkekler gibi olmaya çalışan kadınlar... Eril kadınlar... Fakat bu erilliği bir isyana değil, başkaları üzerinde yeni bir hakimiyet kurmak için kullananlar... 

Survivor, sadece parkur yarışması değildi. Öyle olsa Acun Medya, bu kadar masrafa girmez, okyanus ortasında bir ada kiralamaz, yarışmaları İstanbul'da açık bir alanda yapar, yarışmacılar da akşamları mesai bitince evine giderdi.

Oysa yarışmada sportif unsurlar kadar önemli olan başka koşullar vardı. Açlıkla baş etmek, evden uzakta olmayı kabullenmek, teknolojiden uzaklaşmak ve bunların hepsini yaşarken çevredeki insanlarla sağlıklı ilişki kurabilmeye devam edebilmek. Bunların hiçbirini yapamıyorsan zaten ıssız adada olmanın anlamı yok, gidip atletizm takımlarında yarışmaya devam edebilirdiniz.

Nisa'nın farkı burada yatıyordu. Issız adada zaman zaman kendini kenara atarak, mutsuz kalarak, trip atarak, hatta "uykum var" diyerek oynamayarak kendini yeniledi. Diğerleri haftada 2 kere sinir nöbetleri geçirip, ağlayarak "dayanamıyorum" çığlıkları atarken, Nisa sanki ıssız adada değil de tatil köyündeymiş gibiydi. 

Ciddi bir yarışma (iş) ortamında tatil köyündeymiş gibi rahat kalabilmek, hatta araya o tatil köyünün yaz aşklarını sokmak. İşte yeni kuşağın görmek istediği model buydu.

Toplumsal cinsiyet eşitliği son dönemde çok revaçta olan bir konu. Birkaç ortam dışında çok sağlıklı tartışılmadığını düşünüyorum ama toplumda etkisi ve yankısı çok fazla. Özellikle Twitter bu işin lokomotifi. Kadınların erkekle eşit olduğu ve olması gerektiği artık daha sık söyleniyor. Aksini iddia edenlere veya en ufak bir "ama" ile cümleye başlayanlara zaman zaman sert çıkışlar yapılıyor. Bu çıkışlardan kaçınmak isteyenler ise konuyu özümsemeden kadınları övmeye, korumaya, desteklemeye başlıyor. Bu sefer kadınlar yeniden toplumdan ayrılan bir konuma düşüyor. Uzun vadede çözülmeyecek bir süreç değil, zaman her şeyin ilacı. Fakat bu sağlıksız tartışmaların ve slogan sözlerin Surivor'a da yansıması oldu.

Kadın şampiyon çıksın diye, kadın yarışmacılar çok fazla övüldü. Fakat o kadın yarışmacıların da "erkek" gibi olmalarına vurgu yapıldı. Sert, parkur kıran, asabi, kavgacı kadın karakterler Survivor yorumcuları tarafından "gerçek Survivor" olarak lanse edildi. Oysa değillerdi. Olmamalıydı. Onlar sadece iyi sporculardı. 

O başarılı kadın yarışmacılar her defasında aynı tuzağa düştü. Parkurda "erkek gibi" olup, ada hayatında toplumsal kadın rollerinin dışına çıkmadılar. Mesela başarılı bir atlet olan Nagihan Karadere, rakip takımdan Hikmet'in balık tutmasını övüp, kendi takımındaki erkekleri eleştiriyordu. "Bizim erkeklerimiz bir kere balık tutmadı, hep tavla oynuyorlar" dedi. Balık tutmak, kampa yemek getirmek bir erkek rolü olarak biçilmişti. Hatta Nagihan sözlerine devam ediyordu; "Üç kere Survivor'a geldim, daha bir kere boğazımdan balık geçmedi"

Bunu derken balık tutmayan erkekleri suçluyordu. Fakat üç kere oraya gitmiş bir yarışmacı olarak balık tutmayı bir kere denememiş, denemeyi de aklından geçirmemişti. "Kadın gücü","kadın dayanışması" gibi sloganlara sıkı sıkı sarılan bu kitle, farkında olmadan toplumun biçtiği rollere sıkı sıkı sarıldıklarını ifade ediyordu aslında. Belki farkında olmadan, belki oy kaygısından... Zira başka programlarda (mesela Konuşanlar), Nagihan Karadere başka bir profil çiziyordu. Oy isterken tek başına mücadele eden anneydi, diğer formatta kendince cinselliğini anlatmaktan çekinmiyordu.

Nisa ise öyle değildi. Her yerde aynıydı, ne istiyorsa onu yapıyordu. O da balık tutan biri değildi ama kimseden de kendisine balık tutmasını istemiyordu. Hatta onu ödüle (yemeğe) götürmeyi teklif edenlere, eğer onlarla beraber olmak zaman geçirmek istemiyorsa, çok rahatça "istemiyorum" diyebiliyordu. Kimilerine göre bu trip atmaktı ve saygısızlıktı. Fakat yemeğin önüne gelmesini arzulayanların olduğu bir yerde, "istemiyorum" diyebilmek etkileyiciydi.

Bahsettiğimiz o kadın dayanışmasının da ne kadar yumuşak olduğu yarışmanın sonlarında ortaya çıktı ve Nisa finale yürüdükçe çatladı. Türk toplumunun aynası dediğimiz yarışma, bizi bir kere daha yanıltmadı. Kadın, kadının kurdudur lafı bir kez daha ortaya çıktı. Kadınların birbirlerine verdiği zararlar, erkeklerin onlara verdiği zararlarla yarışacak düzeydeydi.

Yarışma boyunca "Artık bir kadın şampiyon çıkmalı, kadın şampiyon çıksın diye buradayım" diyen kadın yarışmacılar, kendileri elendikçe tavır değiştirmeye başladılar. Sevmedikleri Nisa finale yürüdükçe, onların şampiyonluk adayları Adem, Batuhan, Atakan gibi isimler oldu. Son gün sorulan sorulara verdikleri cevap bile öyleydi. Hatta Adem bile anlamıştı, kendi adını verenlerin aslında esas derdinin Nisa olduğunu.

Çekya'da doğup, büyüyen, rahat tavırları olan, voleybol oynayan, resim yapan, yabancı dil konuşan Nisa'nın; 19 yaşında evlendikleri için çok sevdikleri sporu bırakıp evlerine kapanan kadınların antipatisini toplaması olağandı. Gönüllerde yara olarak kalan sporcu rekabetini dindirmek için Surviror'a geldiklerini beyan eden bu hanımlar, Survivor'ı tatil köyü gibi yaşayan Nisa'nın rahatlığından dertliydi. Daha net bir ifadeyle; biraz kıskanıyorlardı.

Nisa'yı bu anlamda şampiyon yapan bir diğer isim ise Evrim'di. Evrim, Nisa ile aynı sene (2020) beraber yarışmıştı. Aslında Evrim de o sene, bu senenin "diğer kadınları" gibiydi ve Nisa'ya sinir oluyordu. Bunu kendisi de söylemişti. Evrim de eski voleybolcuydu ve Nisa'nın voleybol oynamasından bile rahatsızdı. O senenin "diğeri" Evrim'di. Bu sene ise gelenekçi cephenin arasına almadığı biriydi. Açıkçası performansı da kötüydü. Böyle olunca, "işini iyi yapmayan ve herkese karşılık veren hadsiz" Evrim, yani gelenekçi kalıpların dışında kalan Evrim dışlandı. 

Fakat evdeki hesap çarşıya uymadı. Evrim dışlandıkça, bu sefer gelenekçi koloniye duyulan antipati arttı. Onlar yarışma kazandı ama oy kaybetti. Evrim ise 12 kere potaya girdi ve kendisinden daha üstün performans gösteren kadınları tek tek eledi. Hatta Seda'nın elendiği akşam, karar açıklandığında bizim apartmandan bir sevinç çığlığı yükseldi. Sanki milli takım gol atmıştı diyeceğim ama uzun zamandır milli takım gollerinde bile bu yaşanmadı.

Nisa'nın önünü açan Evrim'in aldığı oylardı. O oylar nereden geldi peki? Tabi ki kolonileşen,  tek tipleşen, buyurgan, emreden kitlenin; özellikle gençler üzerinde yarattığı antipatiden.

Aslında daha detaylı yazabilirim ama şu ana kadar bile bir blog yazısı için baya uzun oldu. Aslında bir kesimin dışladığı bu yarışma, bize toplumsal hayat hakkında çok fazla veri sunuyor. Yine altı ay boyunca sosyolojik gözlemlere doyduk. Cemal Can'dan sonra Nisa'nın kazanması da gelecek adına umut verdi. Aslında iki yarışmacı da benim favorim değildi. Hatta basit bir izleyen olarak finalde kaybeden Adem'in kazanmasını daha çok istemiş bile olabilirim. Fakat geniş perspektiften bakınca; Cemal ve Nisa'ya gösterilen ilgiyi çok değerli görüyorum.

Oylama sistemi sağlıklı değil, yarışma sonuçları hakkında her zaman şaibeler mevcut. Bunlar eskiden de konuşuluyordu, şu anda da var. Fakat Turabi'nin kazandığı yarışmada bu sefer oyların Cemal'e gitmesi veya genç kızların yakışıklı Hilmi yerine, artık rol modeli olarak gördükleri Nisa'yı seçmesi daha değerli. Doğru veya yanlıştır; en azından yüzeysel bir değerlendirme yapmadan, kendilerince doğru karakterler için oy atıyorlar.

Fakat eklemek lazım; sms ile oylama sisteminin değişmesi gerekiyor. Sağlıksız bir yapı. Doğru analizleri yapamıyoruz Toplumun geniş katmanlarına yayılamıyoruz. Gözlemlerimiz çürümeye müsait. Mesela bir app üzerinden herkesin  bir kere oy atacağı mekanizma kurulsa her şey çok daha sağlıklı olur. Bu sayede benim gibi senelerdir yarışmayı izleyen ama hiç oy atmamış insanlar da oy atar; bir kişiyi çok sevdiği için 100 oy atanın önüne geçilir, SMS şirketleriyle anlaşan yarışmacılar da önlenir.

Bu sayede; tam Zizek'in oturup izleyeceği yarışma ya dönüşür...

Cumartesi, Temmuz 2

Le Talent de Mes Amis

"Bir Erasmus öğrencisi gibi yaşıyordum. Mutlu da değildim mutsuz da... Sadece uzaklarda uyuşmuş haldeydim. Aslında ihtiyacım buydu; uyuşmak... Artık kendimi, benden beklendiği gibi, bir yetişkin olacak kadar güçlü hissetmiyordum. Çalışkan, güvenilir, koruyucu, öngörülü, olgun, üreten ve başarı peşinde... Yabancı ülkeleri kendi ülkesiyle kıyaslamak için yılda iki kez tatile çıkan, hesap yapan, para biriktiren, borç veren, geri alan, öğrenen, anlayan ve ölen biri... Tercihim bu yöndeydi. Kendi hikayemden korunmuş bir şekilde uyuşuk kalmak istedim."


Cuma, Temmuz 1

Ona Her Yer Paris


Şu ana kadar Süper Lig'de yapılan en sükseli transfer kesinlikle Jese Rodriguez. Verim konusunu ayrıca yazacağız ama isim olarak daha güçlüsünü sadece resmileşen transferlerde değil, gazete sayfalarındaki dedikodularda bile bulmak zor. Ne Weghorst, ne Carvalho, ne Solbakken...

Zira Jese futbol hayatına inanılmaz bir potansiyel ve büyük bir beklentiyle başlamıştı. O ilk adımları en yakından izleyenlerden biriyiz. 2013 yılında ülkemizde düzenlenen U-20 Dünya Kupası'nda, Julen Lopetegui'nin çalıştırdığı İspanya'nın en önemli oyuncusuydu. Suso, Paco Alcacer, Juan Bernat, Saul, Gerard Deulofeu gibi isimlerin olduğu bir kadrodan bahsediyorum. Zaten takımın 10 numaralı formasını kapmıştı. 

Jese, İspanya'nın TT Arena'da oynadığı üç grup maçında dört gol atmıştı. O maçların birinde, turnuvayı şampiyon olarak bitirecek Pogbalı, Umtitili, Zouma'lı Fransa'yı 2-1 yenmişlerdi. 

O turnuvada sarı-kırmızı koltuklu TT Arena, sarı-kırmızı formalı İspanya'ya uğur getirmişti. İspanya bir sonraki turda yine aynı stadyumda, yine Jese'nin gol attığı  maçta Meksika'yı yenmiş, fakat çeyrek final için gittiği Bursa'da Uruguay'a yenilmişti.

O turnuvadan uzun uzun bahsetmeye gerek yok. Aslında o turnuvanın ekmeğini Süper Lig olarak az yemedik ama şimdilik konu dağılmasın. Jese'den devam edelim.

Turnuvayı Bruma ile beraber beş golle tamamlayan Jese, dönüşte Real Madrid'in A takımına yükseldi. Sezonu da 18 maç oynayarak ve beş gol atarak tamamladı. Genç bir futbolcu hiç de fena değildi. Daha çok kenarda oynuyordu, Gareth Bale ile forma savaşı veriyordu. Her şey iyi gidiyordu. En azından saha içinde... Saha dışında ise ters bir şeyler olduğu belliydi.

O sezonun ortasında, henüz kendisini Real Madrid'de bile tam kanıtlamışken ilginç bir açıklama yaptı. "Dört sene sonra Ballon Dor'u kazanacağım" dedi. İddialı futbolcuları severiz. Ama iddiaları tutarsa... Jese'nin iddiası tutabilirdi ama tutması için çok fazla çaba sarf etmedi. Sadece yeteneklerine güvendi.

Aslında çok da yetenekli bir oyuncu değildi. Teknik anlamda belirtiyorum bunu. Kusursuz bir top tekniği, üstün bir çalım becerisi yoktu. Bir sihirbaz değildi. Güçlüydü. Hatta halterci gibiydi. O fiziğe rağmen de hızı iyiydi. Fakat bunlar hep fiziksel becerilerdi. Vücuda iyi bakmayı şart kılıyordu. Yani onun olası zor ve formsuz zamanları için "Form geçici, klas kalıcı" cümlesini kullanmak zordu.

İşte tam da o dönemde çapraz bağlarını yırttı.  Devam eden iki sezonda Real Madrid'de çok az maçta ilk 11 şansı bulabildi. Yaş ilerliyordu ama 2013-14'ten daha iyi bir sezon da geçiremiyordu.

2016'da PSG'ye transfer oldu. Bu transferin sebebi tamamen potansiyeliydi. Yoksa bir form durumuna kanma söz konusu değildi. Zaten PSG de hemen onu kiraya göndermeye başladı. Önce rehabilitasyon için doğduğu yer Las Palmas'a, sonra Stoke'a, Real Betis'e... Paris'e geri döndüğü oldu, sonra yine bavulları topladı. Her yol denendi, her yol Paris'e çıktı ama onu sahada görme ihtimali giderek azaldı.

Paris'in gece hayatı, Jese'nin içindeki Las Palmas ruhu, şöhret, para ve diğer birçok faktör birleşince saha dışıyla daha çok anılmaya başlandı. Mesela çapraz bağları yırtıldıktan bir hafta sonra verdiği bir parti esnasında, bulunduğu yerde yangın çıktı. Yangından kurtarılması gündeme oturdu. İlişkileri de sık sık gündem oldu. 29 yaşında ve beş çocuğu var. Hatta bunlardan birinin babası olduğunu, doğumdan sonra İnstagram'dan öğrendi. Babalık testi ile oğlunun velayetini sonradan kabul etti. 

Şu anda Instagram'da 600 bin takipçisi bulunan Aurah Ruiz ile beraber. İspanya'da gündemden düşmüyorlar. Bir ayrıldılar, bir barıştılar. Ayrıldıklarında Jese'nin başka ilişkileri ve o ilişkilerden çocukları oldu. Sonra tekrar geri döndüler. İkisi de sık sık sansasyonel açıklamalar yaptılar. Evlendiler. Çocukları oldu. Fakat erken doğan çocuklarının sağlık sorunu oldu. Ruiz, Jese'nin oğluyla ilgilenmediğini söyledi. Hatta Jese'yi mahkemeye verdi ve hem tazminat hem hapis cezası talep etti.

İspanyol medyası bu ilişkiye sıkı sıkı sarıldı. Devamlı dedikodular türetti. Mesela Ruiz, bir ara İspanya'da Big Brother tarzı bir yarışmaya katılmış ve bir süre sonra yarışmadan elenmişti. İspanyollara göre Jese, sevgilisinin elenmesi için 5 bin euro'luk masrafa girmişti.

Tabi ki burada ahlakçılık yapmaya çalışmıyorum. Fakat bu fırtınalı adamın saha içinden çok saha dışında görünmesi önemli bir soru işareti olarak ortada kalıyor. Hatta tam da bu iki alanın birbirine nasıl karıştığının güzel bir örneği de 2020'de yaşandı.

Covid'in en yoğun yaşandığı 2020 yılında, Jese kuralları ihlal ederek bir parti verdi. Bu partinin ortaya çıkması sonucu PSG ile sözleşmesi feshedildi. Tabi tek nedenin bu olmadığı iddia ediliyor. Tam da o günlerde oyuncunun sevgilisi Ruiz'i Rocio Amar ile aldattığı iddia edildi. Bu da kulübün sabrını taşıran gelişmelerden biriydi.

Biraz futbola dönelim o zaman. Zira çılgın atan 5-6 seneden sonra Jese de öyle yaptı. Doğduğu yere, Las Palmas'a geri döndü. Son 1.5 sezonu orada geçirdi. Aslında fena da bir performans sergilemedi. İlk yarım sezon bir alışma süreciydi ama sonarsında, yani geçen sezon devamlı oynadı.

Sıklıkla da forvette görev aldı. Çok fazla gol attığını söylemek mümkün değil. Geçen sezonu 11 golle tamamladı ama bunların 5 tanesi penaltıdandı. Yine de takıma büyük katkı sağladı. Asistlerini de es geçmemek lazım. 44 maçlık sezonda 41 karşılaşmaya çıktı. Ankaragücü'nün transfer gündeminde Diego Costa ve Danny Welbeck gibi isimler yer alıyordu. Aylardır sahalarda görmediğimiz yaşlı oyuncuları veya ilk 11'den düşmüşleri transfer etmektense, oynayarak gelen ve halen 30 yaşın altında olan bir oyuncuyu getirmek bence daha doğru bir hamle.

Öte yandan sezonu pek de iyi bir anıyla bitirmedi. Play-off yarı finalinde Las Palmas, Tenerife ile eşleşti. İki maçı da kaybetti. Jese iki maçta da oyundan alındı. Elenmenin ardından da teknik direktörü basın önünde eleştirdi ve oyundan çıkmasının hata olduğunu söyledi. Devamında kulüpte kalması kaçınılmazdı...

Zaten Jese denilince aklıma goller değil, ünlü güzel kadınlar, partiler ve basına verilen demeçler geliyor.  Şarkı,  "Bize her yol Paris değil, her yer Ankara" diyor ama sanki Jese için tam tersi. PSG ile sözleşmesi fesh edilmiş olabilir. Fakat onun için her yer ışıltılı Paris geceleri ve coşkulu Kanarya Adaları partileri gibi...

Yine de futbolsever olarak bize giren çıkan yok. Parayı veren Ankaragücü, riske giren onlar. Bizim için güzel bir merak unsuru oluştu. Bakalım Jese futbol oynayacak mı, futbola geri dönecek mi? Yoksa hayal kırklığı yaratan transferlerin arasına geçip bize yeni bir hikaye mi kazandıracak? Sorular güzel, iki cevap da bizim için aynı çekicilikte...

Öte yandan Ankaragücü'nün mevcut transfer hamleleri de çok enteresan geliyor. Alışık değiliz. Uzun zamandır, transfer dönmelerini eldeki oyuncularını (çoğu alacağı bulunan) göndermekle uğraşan, transfer yasağı alan, transfer tahtasını son günde açan ve o son güne 15 transfer sığdıran bir kulüp görüyorduk. Bu ezber olmuştu. Bu sezon ise henüz Temmuz gelmeden önemli isimleri kadroya kattılar.

Bence Jese en iyisi değil! Portekiz'in Gil Vicente takımından gelen Pedrinho'yu merakla bekliyorum. Portekiz Ligi'nin en çok asist yapan ikinci oyuncusu olan Pedrinho, büyük ihtimalle forvet arkası oynayacak. Peki Jese nerede oynayacak? Las Palmas'ta çoğu maçını en önde oynamıştı. Yine öyle düşünülebilir ama bana sanki bir sükseli santrfor transfer daha yapılacakmış gibi geliyor. Öyle bir durumda da Jese'nin yeri sağ kenar olabilir. Tıpkı Real'de ilk (ve son) parladığı zamanlar gibi... Bekleyip göreceğiz ama bunun için de heyecanlıyız.