Gerçekliği belli olmayan ama herkesin gerçek olmasını istediği ve o yüzden de meşhur ettiği hikayedir. Picasso, İspanya İç Savaşı esnasında Almanların (Nazilerin) 28 uçak yollayarak Bask şehri Guernica'yı bombalamasından esinlenerek bir tablo yapar. Tablo çok beğenilir ve uzun yıllar boyunca sergilerde gösterilir. Bir sergide bir Alman subayı eseri çok beğenir ve Picasso'ya "Bu tabloyu siz mi yaptınız?" diye sorar. Picasso da "Hayır, siz yaptınız" diye yanıtlar.
***
***
Quentin Tarantino, yakın dönemin en tartışılan yönetmenlerinden biri. Bir yandan inanılmaz geniş kitleler tarafından sevildi. Belki de, "Ne yapsa izlerim?" diyen o sadık hayranlara en fazla sahip yönetmen oldu. Fakat diğer yandan da çok fazla eleştiri aldı. Yani sevmeyeni de bol. Eleştirilerin nedeni filmlerindeki şiddet dozu. Bu şiddet sevdası, birçok çevreyi rahatsız ediyor. Belki de şiddeti ve kanı ondan daha fazla kullanan yönetmen çoktur ama Tarantino yetenekli bir yönetmen olduğu için onun şiddeti daha tehlikelidir ve daha çok konuşulur. Zira onun şiddeti ve tüm sineması etkileyicidir.
Tarantino, birkaç sene evvel Roman Polanski ve Sharon Tate hakkında bir film çekeceğini açıkladığında üzerinde çok durmamıştım. Daha doğrusu daha çok Polanski üzerinde durmuştum. Hatta film vizyona girene kadar, hatta ve hatta filmi izlemeye başlayana kadar Sharon Tate detayını unutmuştum bile. Polanski de en az Tarantino kadar tartışılan bir yönetmen oldu. Üstelik onun ABD'den kaçmasına neden olan olay (13 yaşında bir kıza tecavüz) nedeniyle de en fazla nefret edileni dahi olabilir.
Tam da "Me too" akımının çıktığı dönemde bir Roman Polanski filmi çekmek çok riskli duruyordu. Üstelik filmin ilk planlanan yapımcısı da cinsel taciz suçlamalarının ardı arkası kesilmeyen Harvey Weinstein'dı. Daha sonra Tarantino bu birliktelikten vazgeçti ama ortaya çıkacak film hakkında kuşkular devam ediyordu.
Tam da "Me too" akımının çıktığı dönemde bir Roman Polanski filmi çekmek çok riskli duruyordu. Üstelik filmin ilk planlanan yapımcısı da cinsel taciz suçlamalarının ardı arkası kesilmeyen Harvey Weinstein'dı. Daha sonra Tarantino bu birliktelikten vazgeçti ama ortaya çıkacak film hakkında kuşkular devam ediyordu.
Böyle bir gündemden sonra çok konuşulacak bir film bekliyorduk. Sharon Tate detayı aklımdan çıkmıştı ama film başladıktan sonra kendini hissettirdi. Margot Robbie'nin çekiciliği konunun Tate üzerinden gideceğinin sinyali gibiydi. İki yakışıklı adamın (Brad Pitt ve Leo Di Caprio) canlandırdığı bir bitik oyuncu ve bir bitik oyuncu yancısı figüran; bende bir yasak aşk izleyeceğimiz hissi uyandırdı. Oysa alakası yokmuş ve sadece gerçekle kurgunun iç içe girdiği, film içinde filmlerin olduğu, film içinde geçmişe selamlar yollandığı bambaşka öyküymüş.
Tate hakkında biraz bilgi verelim. Bu bilgiler film hakkında bilgiler içermez. Gerçi içeri de bu bilgilerden uzak durmak filmi anlama konusunda engel teşkil edebilir. Gerçi nedense gerçek hayatların anlatıldığı veya gerçek hayatların referans alındığı filmlerin bilgiler, bazen filmi henüz izlemeyenleri rahatsız ediyor. Sanki Atatürk'ün hayatının anlatıldığı bir filmden bahsederken "Kurtuluş Savaşı'nı kazanıyor, Cumhuriyet'i kuruyor ama erken yaşta ölüyor" demek ağır bir sinema suçuymuş gibi görülüyor.
Neyse biz Tate'e dönelim. 1960lı yıllarda Polanski ile mutlu bir birlikteliği olan Tate, sinema kariyerinde de ufak ufak ilerlerken bir de eşinden hamile kalır. Çıkışa geçen kariyerini, mutlu aile tablosuyla taçlandırmaya çok yakındır. Fakat hamileliğin sekizinci ayında 20. yüzyılın en şöhretli tarikat lideri ve seri katili Charlie Manson'ın müritleri tarafından öldürülür.
Tarantino bize bu hikayeyi hatırlatır. Bu hatırlatma seansı esnasında, 1960'ların Los Angeles'ını çok iyi resmeder. Tabi ben şahsen ne 1960'ların ne 2000'lerin Los Angeles'ına hakimim. Fakat bir dönem filmi izlettirmenin ne kadar zor olduğunun farkındayım. En ufak abartı kötü bir taklide dönüşebilir. Bazı unsurların eksik kalması ise özensizliğin göstergesi olarak sayılabilir. Ayrıca dönemin atmosferini izleyiciye, üstelik o dönemi hiç yaşamamış bir kitleye hissetirmek de oldukça zor bir iştir.
Zaten bir önceki paragrafta anlattığım konu, filmin merkezini oluşturuyor. Benim bir paragrafa sığdırabildiğim konuyu ne kadar uzun anlatabilirsiniz? Zaten olayın kendisi de filmde çok kısa işleniyor. Fakat filmin kendisi 200 dakika! Sıkılıyor muyuz? Kesinlikle hayır! İşte o dönemin atmosferini vermek, 1960'ların Hollywood'unu tasvir etmek için çok uzun zaman harcıyor Tarantino. İlmek ilmek işliyor. Bu çabayı göstermese 'Bir zamanlar' kısmı eksik kalırdı. O zamanları anlayamazdık.
Fakat diğer yandan 200 dakikalık filmi izlemek de 2020 model sinema izleyicisi için kolay değil. İşte burada da oyuncular devreye giriyor. Zaten yan rollerle beraber çok zengin bir kadro var. Al Pacino'yu bile çok kısa olsa da görüyoruz. Başroldeki Brad Pitt ve Leonardo Di Caprio, seyirci gözünü filmden kaçırmasın diye her şeyi yapıyor. Mesela alakasız bir şekilde çatıda üstünü çıkaran Pitt, belki sadece cinsel bir obje olarak sunulurken bir yandan da "Ulan şimdi bir şey mi olacak?" şeklinde bir merak uyandırıyor. Ve pek bir şey olmuyor. Ama gözler ekranda kalıyor. Veya Pitt'in canlandırdığı Cliff karakterinin sette Bruce Lee ile dövüşü filmden ayrı bir skeç gibi dursa da, izleyici için bir gülme arasına dönüşüyor.
Fakat diğer yandan 200 dakikalık filmi izlemek de 2020 model sinema izleyicisi için kolay değil. İşte burada da oyuncular devreye giriyor. Zaten yan rollerle beraber çok zengin bir kadro var. Al Pacino'yu bile çok kısa olsa da görüyoruz. Başroldeki Brad Pitt ve Leonardo Di Caprio, seyirci gözünü filmden kaçırmasın diye her şeyi yapıyor. Mesela alakasız bir şekilde çatıda üstünü çıkaran Pitt, belki sadece cinsel bir obje olarak sunulurken bir yandan da "Ulan şimdi bir şey mi olacak?" şeklinde bir merak uyandırıyor. Ve pek bir şey olmuyor. Ama gözler ekranda kalıyor. Veya Pitt'in canlandırdığı Cliff karakterinin sette Bruce Lee ile dövüşü filmden ayrı bir skeç gibi dursa da, izleyici için bir gülme arasına dönüşüyor.
Manson tarikatıyla tanışmalar, çiftliğe gitmeler, sokaklarda görülen Hippi'ler sadece kurgunun bağlanması açısından bir öneme sahip değil. Aynı zamanda Manson tarikatının hem o dönemde hem de sonrasında miras bıraktığı korkuyu hatırlatmak açısından uzun uzun işleniyor. Gerilim dozu yükseliyor, düşüyor, o esnada mizah devreye giriyor. Mizah azalınca heyecan başlıyor. 200 dakika böyle sürüyor. Arkada da Los Angeles. Üstelik bilgisayar tekniklerine pek fazla başvurmadan, sokaklarda setlerde çekilen bir film olması da dönemin havasını yansıtmak açından faydalı oluyor.
Filmin adının Once Upon a Time... in Hollywood olması boşuna değil. Konu ne olursa olsun arkada bir dönemin Holywood tasviri. Fakat bu bir belgesel değil. Tarantino kendi tarihini yazıyor. Hâlâ unutulmayan eski bir konuyu referans alarak kendi paralel evrenini üretiyor. Gerçekle aynı ama sonu tamamen farklı.
Tarantino filmlerindeki şiddet son dönemde sınırları daha da aşmıştı. 90'larda Reservoir Dogs veya Pulp Fiction ve hatta Jackie Brown silahların bolca çıktığı filmler olsa da 2000 sonrası Kill Bill veya Django'da olduğu gibi kan akışları, vücut parçalanmalarını pek görmezdik. Son dönemde Tarantino vücuttan çıkan kanı durdurmaz. Açıkçası 'şiddet' unsuru beni rahatsız etmiyordu ama Tarantino'nun sanki kendisini eleştirenlere "Bakın şimdi nasıl vücut parçalayacağım" der gibi filmden koparak verdiği o uzun sahneler hoşuma gitmiyordu.
Once Upon a Time... in Hollywood ise öyle değil. Uzun süre sakin ilerler. Bir Tarantino şiddeti yok orada. Fakat filmin sonunda her şey değişir. Hem filmin şiddet dozu, hem de bilinen gerçek değişir. Hem de öyle bir değişir ki, şiddet bu sefer kimseyi rahatsız etmez. Resmen kamuoyu vicdanı rahatlar. Olması gereken en azından bir film sahnesinde gerçekleşir ve film mutlu bir sonla sona erer. Güzel oyuncular, güzel sahneler, güzel görsellik, güzel mizah ve güzel bir son...
***
***
Dünya tarihi şiddetle çok içli dışlıdır ama hiçbir zaman son 100 senedeki kadar göz önünde değildir. Kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması bu noktada önemlidir. İnsanlık tarihi yiyecek için birbirini öldürenlerle, sudan sebeplerle düello edenlerle, kan davalarıyla, yıllarca süren savaşlarla doludur ama üçüncü sayfa haberleri sadece son 100 senede vardır. Başka yerde öldürülenlerin ve öldürenlerin evlerimize konuk olması çok yenidir. Bu sadece televizyonların ve gazetelerin isteği ya da suçu değildir. Toplum da buna daha çok ilgi duyar. Bu hikayeler merak uyandırıyor. Bu merak da her geçen süre de yeni figürlerin ortaya çıkmasına neden oluyor. Şiddete ilgisi olan toplumun şiddete meyilli figürlere sahip olması kaçınılmaz değil.
Öyleyse tam bu noktada sinemada apaçık şiddeti gösteren Tarantino'yu nereye koyacağız? Yıllardır bu konu tartışılıyor ve herkesin cevabı var. Once Upon a Time... in Hollywood da Tarantino'nun cevabı. Bu film onun Guernica'sı. Ona yıllardır sorulan "Bu şiddet dolu sahneleri siz mi çektiniz" sorusuna verdiği "Hayır, siz çektiniz" cevabı...
Once Upon a Time... in Hollywood, kesinlikle Tarantino'nun en iyi filmi değil ama Tarantino sinemasını en iyi özetleyen film olabilir. Zaten bu da onun 9. filmi. 10. filmden sonra sinemayı bırakacağını söylediğine göre son sözlerini buralara saklaması oldukça normal.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder