Çarşamba, Şubat 24

Profesör

 


Alain Prost bugün 66 yaşında...

Senna belgeseli hakkında yorumlar da kısa bir süre sonra bu blogda...

Pazartesi, Şubat 22

Sado


Güney Kore bir kez daha bizi şaşırtmadı.

Konusu itibariyle biraz Çin ve Japonya işlerini andırsa da (geleneksel eski zaman saray entrikaları), anlatım tarzı ve heyecanıyla Güney Kore olduğunu belli ediyor.

Etkileyici bir konumuz var. Kral baba ile prens oğul arasında yaşanan kuşak çatışması sarayda ve ailede krizlere neden oluyor. Bir imparatorluğun sarayında geçmesine rağmen hem modern zamana hem de her sınıftan aileye uyarlanabilecek bir öykü.

Kral Yeongjo güçlü ve kudretli bir adamdır. Artık yaşlanmıştır ve yerini oğlu Sado'ya bırakacaktır. Fakat Sado kendisi gibi değildir. Babaya göre oğul, kendisi kadar güçlü olmadığı için güvensizdir. Oğul ise kendi tarzıyla yaşamak ve yönetmek istemektedir. Çatışma başlar ve film devam eder.

İşin ilginç kısmı yaşanmış bir hikaye olması. Fakat internetteki kısa araştırmamda ne olayın kendisi ne de film hakkında çok fazla bilgi bulamadığım için öğrendiklerim biraz sınırlı kaldı. Bu arada film 2015 yılında Güney Kore'nin Oscar adayıydı ama kısa listeye kalamadı. Yine de o senenin en iyi Kore filmi olmasıyla sebebiyle daha popüler olmasını beklerdim.

Oğul Sado'ya can veren Yoo Ah-In'in bir-iki sahnesi hem gerçek hikayeye hem de filme çok büyük ilgi katıyor. Bunlardan biri kafasını üst üste yere vurduğu sahneydi. Bu sayede filmin hemen başında 'isyankâr' bir şey izleyeceğinizi anlıyorsunuz. Daha sonra okuduklarıma göre oyuncu bu sahnede dublör veya bilgisayar kullanmamış. Kafasını geçekten yere vurmuş. Etkileyici..

Müzikler çok gaz verici. Sık sık mantra dinliyoruz. Konuya, filme, atmosfere, gerilime ekstra bir güç katmış. Mesela bu benim için çok akılda kalıcıydı.

Çoğu tarihi Asya filminde olduğu gibi yine mutlu bir son olmuyor. Üzülüyoruz, duygulanıyoruz ama kaliteli bir film izlediğimiz için memnunuz. Puan kırabileceğimiz ya da 'üst düzey' klasmana girmesini engelleyen (belki de Oscar adayı olmasını da engellemiştir) sonunun çok uzaması ve artık bir yerden sonra izleyicinin sıkılmaya başlaması olabilir. Yine de iyi film.

Salı, Şubat 16

Kuzeyin Güzel Ligi Eliteserien


Yaklaşık 1.5 ay önce sona eren Norveç Ligi'nin kısa bir değerlendirmesini yapalım. Bu tip yazılar için çok geç kalıyoruz, farkındayım ama anca zaman bulabiliyoruz. Belarus için de aynısı olmuştu.

Geç kalmak, bir yandan da üzücü oluyor. Zira mesela bu yazının bir noktasında Zymer Bytyqi'den bahsedecektim ama çocuk Konyaspor'a gelince zaten herkes bir miktar izlemiş oldu. Blogun fark yaratma özelliğine vurulan bir darbe oldu. Gerçi Bytyqi de nedense yedek kulübesine hapsoldu. Ne İsmail Kartal ne de İlhan Palut'un gözüne giremedi. Bakalım, sezon onun için halen devam ediyor.

Öte yandan bir ara Norveç Ligi - Türkiye Ligi hattında gidip gelenleri bir irdelemek lazım. Orada inanılmaz bir pazar var. Değerlendirilmesi gerek ve aslında değerlendiriliyor da. Bu sezonun tamamında Norveç Ligi'ni yakından izlediğim için eminim ki birçok futbolcu burada rahatlıkla oynar. Zira bizim ligin kalitesi öyle bir düştü ki; Norveç Ligi gibi vasat ligler gözümüze 'sağlam' gözüküyor. Ben, bu sezon izlerken Süper Lig'e kıyasla oradan daha çok keyif aldım.

Tabi bu ligin en büyük eksiği kalite. Kaliteli oyuncu sayısı çok az. Kalitesini belli eden de hemen gidiyor zaten. Bodo Glimt'ten Jens Hauge, bu senenin Avrupa'ya hediyesiydi. 21 yaşındaki oyuncu 18 maçta 14 gol atıp 9 asist yapınca hemen Milan'a transfer oldu. Tabi Bodo Glimt'in oynadığı futbolun da bunda payı büyüktü. İnanılmaz hücumcu bir takımdı. Şampiyonluğu çok erkenden garantilediler, sezonu da 103 golle tamamladılar. Hauge gittikten sonra; sezonun gol kralı Kasper Junker, bir dönem Fenerbahçe'nin gündemine giren Philip Zinckernagel ve Ulrik Saltnes gibi isimler gollerine devam ettiler. Devamlı attılar. Skor katkısı çok düşük kalan Patrick Berg ise bu takımın gizli kahramanıydı. Orta sahayı tek başına toparladı ve dizayn etti. Bodo maçlarını izlemek büyük keyifti. Böylece tarihlerinin ilk şampiyonluklarını ve 1993'ten sonra ilk kupalarını kazandılar.

Büyükler ise nal topladı. Molde dağınık bir haldeydi. Sezonun yarısında fena dağıldı, Bodo'nun gerisinde kalınca da erken havlu atmış oldu. Rosenborg her zaman olduğu gibi yine sezona kötü başladı. Diğerlerine avans verdiğini düşündük ama bu sefer farkı kapatamadı. Çok da iyi bir kadrosu yoktu açıkçası. Deplasmanlarda çok zorlandı. Gol atmakta çok sıkıntı çekti. Valerenga ise ikinci yarıda biraz toparlasa da sezona kötü başlamanın cezasını çekti. Açıkçası Bodo da farkı çok erkenden açınca (sezon boyunca sadece 1 kez -21. haftada- yenildi, ilk puan kaybını da 11. haftada yaşadı) şampiyonluk yarışı önemini kaybetti.

Hal böyle olunca; diğer takımlara ve öne çıkan futbolculara göz atmak daha anlamlı oldu. İşte bu anlamda benim en çok hoşuma giden takım Viking'di. Sezon başında çok fazla sakat oyuncuları vardı. O nedenle iyi bir giriş yapamadılar. İlk sekiz haftada sadece bir kez kazandılar. Fakat ilerleyen haftalarda düzeleceklerini tahmin ediyordum. Çünkü geçen sezon da iyi top oynuyorlardı. Bu sezonun ortasından sonra da keyif vermeye devam ettiler. Zymer Bytyqi 10 gol 7 asistlik performansıyla öne çıkan isimlerden biri olsa da bu takımda benim adamım Veton Bersiha'ydı. 16 gol 5 asistle sezonu tamamladı. Hücumda her şeyi yapabilen ender adamlardan. Gol, şut, çalım, orta, asist.. Ne ararsan var. Aslında Bytyqi de öyle ama Bersiha bir seviye daha üstü. Zaten Norveç Ligi'nde has Norveçliler fizikleriyle öne çıkınca, teknik kaliteyi sahaya koyan göçmen çocukları oluyor. Özellikle de Balkan göçmenleri..

Bir başka göçmen Norveçli Amahl Pellegrino da öne çıkan isimlerdendi ama ben kendisini çok beğenmedim. Gerçi Kristiansund gibi bir takımda 25 gol atmak kolay değil. Takımın tüm sezon boyunca 57 gol attığını düşününce, onun değeri daha da artıyor. Fakat gollerinin önemli bir kısmının penaltıdan olduğunu da unutmamak lazım. Savunmasının arkasına koşuları ile çok tehlike yaratan bir forvet. Gol krallığında ikinci olsa da son vuruşları yetersiz gibiydi. Bir de maç içinde kopmalarını çok fazla gördük. Bu arada Pellegrino kendi ülkesinin milli takımını seçseydi Samatta ile ilginç bir ikili olabilirdi. 

Trondheim doğumlu Kongo asıllı Mushaga Bakenga da bir diğer göçmen. O da Odds forması altında 15 gole imza attı. Bakega'yı beğenirim ama Odds takım olarak dikkat çekiciydi. Ligin en sağlam takımlarından biriydi. Çok sistemli, çok disiplinli bir takımdı. Fakat sezonun ortasında oynadıkları Haugesund maçından sonra dağıldılar. Sezonun benim için en akılda kalıcı maçlarından biriydi. Odds deplasmanda 4-1 öndeydi. 87. dakikaya da bu skorla girdiler. Fakat mücadele 4-4 sona erdi. Ertesi hafta şoktan çıkamamış olacaklar ki Rosenborg'dan da 4 gol yediler. Devamındaki 10 maçın  sadece ikisini kazanabildiler. O haftaya kadar ilk üç için iddialı olan takım, sezonu yedinci sırada bitirdi.

Öte yandan Odds takımında en hoşuma giden adam 36 yaşındaki bek Espen Ruud'du. Savunmada sağlam, hücumda müthiş; tam bir modern bek. Çok üst düzey takımlarda oynamadı ama kendisini Norveç Milli Takımı'ndan hatırlayanlar olacaktır. 

Biraz da Valerenga'dan da bahsedelim. Zira onlar da sezonun ikinci yarısında keyif veren bir futbol oynadılar. Bundaki en önemli paylardan biri de Vidar Kjartansson'a ait. Geçen sezon Süper Lig'de Yeni Malatyaspor forması giyen ve sadece iki kez ilk 11'de başlayan İzlandalı, Valerenga'da yarım devrede 9 gol attı. Kaçırdığı penaltılar olmasa rakam artardı. İzlandalı adamı Malatya'ya getirince böyle oluyor demek ki...

Haugesund'dan 20 yaşındaki orta saha oyuncusu Kristoffer Velde de gelecek dönemlerde dikkat çekebilir. Bir de Mjondalen'in İranlı kalecisi Sosha Makani de sezonun dikkat çeken isimlerindendi. Küme düşme hattında yer alan ve güç bela ligde kalan takımın canını kurtaran isimdi.

Yeni sezonu merakla bekliyoruz. Kış bitince, karlar eriyince cemre düşer. Bu sene Start ve Aalesund aramızda olamayacak. İki takım da zaman zaman keyifli futbol oynadılar oysa. Özellikle Aalesund, mahalle futbolu oynar gibiydi. Herhangi bir taktiğe sadık kalmadan, sadece keyif almak için oynuyor gibiydiler. Bu nedenle 30 maçta 85 gol yediler. Fakat sezonun başında gol atma konusunda da başarılıydılar. Takımın 11 gol atan oyuncusu Holmbert Fridjonsson da Brescia'ya transfer oldu.

Tromsö ve Lillestrom ise yeniden ligde olacaklar. 2019'da beraber düşmüşlerdi, 2020'de beraber çıktılar. Asansörlerin performansını da merakla bekliyoruz.


Cumartesi, Şubat 13

Gazap Rüzgarı


1980, tüm Türkiye'de olduğu gibi sinemada da dev bir kırılma yarattı. O dönemin sertliğini, yıkımlarını, kayıplarını ve zorluklarını es geçmek doğru olmayacak belki ama bu kırılımın sinemada bir öze dönüş yarattığını da inkar etmemek olmaz.

Öze dönmek ne demek, onu bir açalım. Yani 1970'lerin Yeşılçam'ının sadece gişe kaygısı güden, birbirinin kopyası, hatta oyuncu kadrosu bile ayni olan filmlerine ve en iyi (popüler) oyunculara senede 15 film çektiren, bu sayede de niceliğin çok, niteliğin düşük kaldığı dönemine veda edilmişti.

Artık şartlar daha ağırdı ve film çekmek zordu. Belki film izlemek bile zordu. Dönemi yaşamadık o neden hâkim değilim ama aslında bu da güzel bir konu olur. O donemde insanların sinemaya gitmek gibi bir derdi veya eğlencesi var mıydı? Böyle dönemlerde sinema bazen sığınaktır. Mesela 1929 krizi Hollywood'u büyütmüştür. Ama bizim toplumsal yaşamımızda gözlem yapmadan ezbere bakışlarla gördüğümüz,sinema salonların git gide kan kaybettiği, hatta Eşkiya'ya kadar kapısına kilit vurduğu bir dönem olduğuydu.

Yani aslında sinema, sinemafillere kalmıştı. Bir de erotik film sevdalılarına... En azından darbe etkisi sona erip biraz daha normalleşme başlayana kadar bir süre böyle ilerlemiş.

İşte o senelerde, döneme göre oldukça cesur filmler çıkmış. Gazap Rüzgarı,  onlardan biri. Cesurluğu sadece darbe döneminde çekilmiş olmasından kaynaklanmıyor. Zaten politik bir film de değil. O görevi daha çok Şerif Gören ve Zeki Ökten filmleri üstlenmiş zaten. Orhan Aksoy'un yönettiği ve Gülşah Film'den çıkan bir film ne kadar politik olabilir ki? Fakat 70'lerin Yesilçam eserleriyle kıyaslanınca oldukça cesur bir metin görmek mümkün.

İlk başta Hülya Koçyigit'in canlandırdığı Selma karakteri, o döneme kadar alışılmış kadın figürünün çok uzağında. Kendisi bir avukat. Şarkıcı veya konsomatris değil. Kendi ayakları üzerinde durmaya çalışıyor, üstelik evli bir adama aşık oluyor. Onunla sevişebiliyor ve bundan bir utanma duymuyor. Hatta evli olduğunu öğrenince bile sevişiyor. Buna rağmen seyirciye bir 'kötü kadın' olarak da gösterilmiyor. Sonra bir mafya liderinin avukatlığını yapıyor, onunla da beraber oluyor. Ona, onu sevmediğini ve sadece bir kadın olarak arzuladığını söyleyebiliyor. Bu sırada yasak aşkından bir oğlu oluyor ve onu tek başına büyütmeye çalışıyor.

1980 öncesinde çekilen bir film olsaydı, Erol Tas'i dövmeye çalışanlar gibi bir kitle de bu kadını toplumdan aforoz etmeye çalışırdı. Belki de medyada öyle yazılar da yer almıştır; ama sinemanın kitlesel bir boyutta olmadığı günlerde fazla yankısı duyulmamıştır diye tahmin ediyorum.

Bir de erkeklerimiz var...

Mahmut Cevher, yardımcı erkek oyuncu. Bir mafyayı oymuyor. Fakat o da alıştığımız mafya değil. Daha doğrusu, büyük ihtimalle öyledir ama biz onu 'işi'yle görmüyoruz. Sadece mafya olduğunu biliyoruz. Sert ve karizmatik olduğunu görüyoruz. Soygun, çatışma, cinayet, eroin gibi şeyler yok. Ne mafyaya özendirme var ne de mesaj kaygısı güdülerek 'kötü şeyler'den bahsedilme... Direkt adamın kendisine odaklanıyoruz. Bireye... Cevher'in karakteri Ömer Atalay filme geç giriyor ve tasviri biraz çala kalemle yazılıyor ama Cevher'in oyunculuğu ve karizması büyük bir ilgi çekiyor.

Cihan Ünal ise başrolde. Kendisi beğenmediğim bir oyuncu olsa da burada çok etkileyici oynuyor. Ama karakteri Fikret de de pek sevimsiz, pek itici. Ünal, başrol olmasına rağmen 70'lerin güçlü, kahraman jönlerinden değil. Koltuk sevdalısı, karısını aldatıyor, sevgilisine duyduğu sevdaya da sahip çıkamıyor. Gayet zayıf bir karakter. 70'lerde salonları dolduran seyircilerin sevmeyeceği tipten.

Aslında 70'lere de gitmeye gerek yok. Bugün birçok sinema sitesinde, film hakkındaki yorumlarda 2000'lerin kadınları ve erkekleri Selma'yı ve Fikret'i yerden yere vurmaya devam ediyor. Örf ve adetlere uygun olmayan filme düşük puan verenler çok fazla. Belki iktidarın kalelerinden Hülya Koçyigit'in kendisi bile şu an bu filmi anıp hatırlatmak istemiyordur. Fakat yine de teknik açıdan tüm yetersizliklerine rağmen, bir öncü film olarak gösterebiliriz. Türk sinemasında; politik filmler dışında toplumsal devrimin adımları için taş atmış filmlerden. Son dönemde izlediğim filmler arasında olan Uzun Bir Gece de bu açıdan çok değerli benim için.

Tabi Uzun Bir Gece çok daha bizim filmimiz. Zira bir Necati Cumali romanından  uyarlanıyor. Gazap Rüzgarı ise bir ABD romanından uyarlanmış. İlginçtir; romanın yayınlanma tarihi 1980. Türkiye'de sinemaya aktarılması, ABD'den bile daha önce oluyor. Kim okumuş da, yabancıdan önce risk alıp fikir olarak sunmuş merak ettim. Senaryo Orhan Aksoy olarak geçiyor; bunu da ekleyelim. Fakat sanki Selim Soydan'ın ABD'de yaşayan bir arkadaşı bu kitabi okumuş ve Gülşah Film'e "Baba bu romanı film yapsaniza" demiş gibi bir havası var.

Detayları bilemeyiz. Zaten internette filmin kendisi hakkında da çok fazla içeriğimiz yok. Fakat filmde güzel şeyler arasında Cahit Berkay ve müzikleri de var. Onu da atlamamak lazım. Bir önceki postta yine bir Türk filminden bahsetmiştik ve orada da müziklerin kalitesini öne çıkarmıştık. Bu film de geri kalmıyor. Üstelik bir sahnede Tanju Okan'ı da (Filmdeki rolü ile ufak bir Frank Sinatra havası veriyor) mini konser verirken görüyoruz. Yani, müzikal açıdan doyurucu bir film.

İzledikten sonra hayatınızın filmi olmayacaktır. O dönemin en güçlü filmleri arasına bile girmeyecektir. Fakat izlemekle bir şey kaybetmeyeceksiniz. Bir de Türk sinemasının geçtiği aşamaları gözlemlemek gibi bir ilgi alanınız varsa, bu filmin önemli bir yeri olduğunu düşünüyorum.

Bazı filmler çok iyidir ama kendisinden sonra gelenlere sadece gişe ümidi ve ilhamı verir. Bazı filmler ise çok iyi değildir ama kendisinden sonra gelenlere, hikayesini anlatma cesareti verir. 

Gazap Rüzgarı yabancı bir elden uyarlansa da ikinci gruba giriyor.

Pazartesi, Şubat 1

Çılgınlar


Yeşilçam filmleri bugünden bakınca bazen çok komik duruyor. Hatta dönemin şartlarına göre bakınca bile zayıf kaldıkları noktalar var. Avrupa'dan, ABD'den ve dünyanın birçok yerinden kaliteli filmlerin çıktığı senelerde, yani 1970'lerde, Yeşilçam dönüp dolaşıp aynı oyuncularla benzer filmler çekmiş. O zaman sinema emekçileri teknik sıkıntılardam dem vurular ama sadece teknikle alakalı bir sıkıntıdan bahsetmek haksızlık olur.

Çılgınlar bu açıdan ilginç bir örnek. 1974 yapımı bu film, aslında iyi bir senaryoya sahip. Yani öyküyü yazılı olarak okusak, çok beğeniriz. Zaten aslında birçok Yeşilçam filmi için durum böyle. Fakat yapımların gişe yapması için garip detayların eklenmesi kaliteye büyük zararlar vermiş. Bugün yerli dizilerde de aynı anlayışları görüyoruz zaten. Aynı ekol ve zihniyetin devamı...

Çılgınlar bu açıdan biraz daha elle tutulur duruyor. Köre araba çarpınca gözleri açılmıyor yani. Gariplikler, olağan dışı durumlar yaşanmıyor. Gerçi bir hafıza kaybı olayı var ama o da olması gerektiği gibi veriliyor. Öte yandan, bu öykünün aynısının o dönemde değişik kategorilerde üretildiğini (komedi mesela) ve tüketildiğini de unutmamak lazım.

Konumuzu anlatalım o zaman. Bir suç çetesi zengin işadamı Orhan'ı soymak ister. Çetenin güzel kadını Selma'yı da bu konuda kullanmak isterler. Selma, Orhan'ı kendine aşık edecektir. Fakat evdeki hesap çarşıya uymaz.

Kötü  oyuncu olduğunu düşündüğüm Türkan Şoray'ın en rahat filmlerinden biri olsa gerek. Zira rol yaptığını bu sefer saklamasına gerek yok. Seyirci onun rol yaptığını bilerek izliyor. Hatta direkt rol yapmasını izliyor. Diğer yandan Ekrem Bora, gerçekten karizmasıyla ve klasıyla filme güç katıyor. Onun çok az filmini izledim ama neden o dönemin önemli isimlerinden biri olduğunu bu filmden sonra daha iyi anladım.

Ekrem Bora'dan sonra filmin en önemli, değeri Sezen Cumhur Önal. Filmin müziklerini o yapmış. Çok iyi... Filmin heyecanını, temposunu ve romantizmini etkiliyor.

Fakat mesela filmin adının neden Çılgınlar olduğunu anlamadım. Son ana kadar çok bir çılgınlık göremedik. Mesela 'Herkes öldürür sevdiğini' olabilirmiş.

Ayrıca filmin sonunda vurulma sahnesinin, günümüzde Twitter'a düşmemesi bana ilginç geldi. Herhalde genç kuşağın sinemafillerinin radarına girmemiş bu film. Zaten Ekşi'de bile Çılgınlar başlığının altında sadece 2 entry bu filme ait. Gerisi Trabzonspor taraftar grubu...