Pazartesi, Mayıs 18

Benim Sinemalarım


Belli çevreler tarafından çok beğenilen, övülen, belki popüler olmasa bile ayrı bir yere konulan bazı filmler vardır. Bu filmleri izlediğinizde bazen benzer duyguları hissedemezsiniz. Bu gayet doğaldır. Benim Sinemalarım da benim açımdan böyle bir film oldu. Fakat aradaki uçurum çok fazla olunca şaşırdım.

Benim Sinemalarım, Fürüzan'ın kaleminden beyaz perdeye aktarılan bir film. Belki de çok sevilen öykünün yazarı, filmin yapımına da büyük katkı verdiği için orijinal metine çok sadık kalınmış olabilir ve filme duyulan sevgi çok daha kolay şekillenmiş olabilir. Fakat öyküyü ğkumadan izleyen uluslararası eleştirmenler ve festivaller de filmi çok sevmişti.

Ben kitabı okumadığım için, sadece kamera açısından görebildiğim için sağlıklı değerlendirme yapamıyor olabilirim. Ama yine de yorucu bir film olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Tamam aradan 30 sene geçmiş, algılarımız çok değişmiş ama yine de 1990 yılında bu kadar zayıf bir teknikle film çekilmesi beni çok üzüyor. 1990 o kadar da emekleme çağı değil artık. Bütçeler düşük olabilir, filme kafa patlatanlar istedikleri kadar rahat alana sahip olmayabilir ama yine de biraz 'özensiz' hissi geçiyor seyirciye. Mesela dublaj işi tam bir facia. Seyircinin filmden kopması için yeterli... 

Bu arada filmin iki yönetmeni var. Biri Fürüzan, diğeri de Gülsün Karamustafa. İkisinin de kariyerlerinin tek yönetmenlik deneyimleri. Belki de kadınların ellerinden çıkan ve bir kadını anlatan bu filme pozitif ayrımcılık da yapılmış olabilir. Fakat diğer yandan çok saygıdeğer bir hikayenin anlatıldığını da görebiliyorum. Aile baskısıyla yetişen yoksul bir genç kızın, kendi hayatına yön verme çabasını anlatan öykü, birçok benzeri gibi ajitasyona kaçmıyor ve oldukça derine inebiliyor. Bunu, çok  eleştirdiğim filmde de görebiliyoruz. Öyküyü de merak edecek hale geliyorum.

Fakat yine de bu yazının konusu film ve film beni üzdü. Zaten yine bir kötü çocuk oyuncu ile karşılaşıyoruz. Türk sinemasının kanayan yarası. Alıştık artık. Neyse ki Yaman Okay var. Büyük katkısı var filme. Esas başrol ise Hülya Avşar. Avşar'ın o dönemdeki sinema kariyeri benim açımdan çok değerlidir. Kendisini çok başarılı bulurum. Hatta bu filmdeki performansıyla ödül de kazanmış ama bence kendi standartının atında kalmış. Yine de adeta sessiz film havasında geçen, repliksiz uzun sekanslarla dolu bir yapımda Avşar elinden geleni yapıyor.

Filmin en güzel kısmı ise müzikleri. O kısımda Selim Atakan'ın imzası var. Filmden bağımsız; aç aç dinle...

Pazar, Mayıs 17

Çöldeki Vaha


Bu futbolsuz günleri, ayları hiç yaşamamıştık. Böylesine bir kuraklığın içine hiç girmemiştik. Ne izlediğimiz var ne oynadığımız... Televizyonda veya internette, eski maçlara denk gelip yuvarlanan bir futbol topu görünce şaşırıyoruz. 

Neyse ki eski maçlar dışında, esas bir kurtarıcımız var. Belarus Ligi! Zaten eski maçları çok zorda kalmadıkça izlemiyorum ama Belarus Ligi bu dönemde adeta can suyu oldu.

Avrupa'da devam eden tek lig olan Belarus'ta 2020 sezonu tam da Covid-19 krizi Avrupa'da zirveye çıktığında başlamıştı. O dönemde her ülke karantina önlemleri alırken, virüsü yok sayan Lukashenko hükümeti, futbolun da devam etmesini istedi. Taraftarlar maça gitmek, futbolcular da oynamak istemese de sezon başladı. Bir yerden sonra pes ederler ve ertelerler diye düşünüyordum ama şimdiden 8 haftayı devirdiler, hatta 9'a girdiler. Üstelik sadece standart bir sezon geçirmiyorlar. Senelerdir kimsenin dikkatini çekmeyen lig, dünyanın düştüğü kuraklık sayesinde reklamını yapma fırsatını da buldu.

Avrupa'nın birçok ülkesi, Belarus liginin yayın haklarını satın aldı. Türkiye'de maçları canlı veren bir kanal tabi ki yok. Fakat bazı kanallarda özetlere denk geldim. Ben daha çok Youtube'dan izliyorum. Rusça olması sıkıntı. Sadece dinlediğimizi değil, video başlıklarındaki harfleri dahi anlamıyoruz. Ama olsun; futbolun dili tektir...

Türkiye'de de bahisçiler bu ligi yakından takip ediyor. Genel olarak 2.5 gol altı algısı var. Fakat tam olarak öyle değil. Geçen hafta oynanan 8 maçta 22 gol atıldı. Tamam bu çok golcü bir rakam değil ama kısır da denmez. Fakat asıl bir önceki hafta atılan 28 gol önemli bir veri.

Aslında bu rakamların sinyallerini daha önceki haftalarda vermişlerdi. Zira maçlar sıkıcı değil, bilakis fazla pozisyonlu geçiyor. Ya da biz futbola aç kaldığımız için öyle görüyoruz. Yine de yakından takip ettiğim bazı alt seviye liglerden daha kötü değil. Mesela Romanya Ligi gerçekten keyifsizdir. Belarus'ta, Romanya kadar yavan bir futbol oynanmıyor. Keza Çekya Ligi de doyurucu sayılmaz. Belarus orayla da kapışabilir. Tabi şunu atlamamak lazım. Çekya'daki oyuncuların kaliteleri çok belirgin. Belarus'ta böyle bir eksiklik olduğu çok aşikar. Bireysel yetenekler, takımların felsefeleri, hatta sahaların zeminleri ligin futbol kalitesini şekillendiriyor. Belarus'ta kaliteden bahsedemeyiz ama keyifli sayılabilir.

Bence bunun en önemli nedeni oyuncuların istekli yapıları. Şu an dünya üzerindeki tüm teknik direktörlerin, menajerlerin ve futbolseverlerin gözü bu ligde ve bu ligin oyuncularında. İspanya'da bile bazı maçlar canlı olarak veriliyor. Hal böyle olunca oyuncular da kendilerini göstermek adına çok hırslı ve mücadeleci bir futbol ortaya koymaya çalışıyor.

Puan durumu da keyifli ilerliyor. Bu haftanın başında beşinci ile lider arasında bir puan fark vardı. Lider, ligin en meşhur takımı BATE Borisov'du ama sezona çok kötü başlamışlardı ve ilk defa geçen hafta lider oldular. Son şampiyon Dinamo Brest de sezona tutuk başlayınca diğerlerine fırsat doğdu.

Açıkçası ben tatmin oldum. Tavsiye ederim. Önyargılara kapılmaya gerek yok. Belarus Ligi bir şansı hak ediyor. Gerçi bu hafta ligde 7 maç oynanacak. Zira FC Minsk - Neman maçı öncesinde ev sahibi ekipten bazı oyuncuların Covid-19 testi pozitif çıktı. Bu sezon ilk defa oluyor. Belki bundan sonra diğer takımlara da sıçrar ve lige ara verilebilir.

Tam da diğer Avrupa ligleri başlarken... Bu rakipsiz ve popüler günlerin bir bedeli olmalıydı. Yine de her şey için teşekkürler Belarus Ligi...

Cumartesi, Mayıs 16

L'effet Aquatique


Fransız ve İzlanda ortak yapımı bir film. Bu ortaklık filmin iki ayrı parçaya bölünmesine neden olmuş. Kamera arkasındaki iki yönetmenin biri Fransız Jean Luc Gagnet, diğeri ise İzlandalı Solveig Anspach, maalesef bu filmden kısa bir süre sonra vefat ediyor.  Filmi izledikten sonra edindiğim bu bilgi, beni çok üzdü.

Filmin bir yarısı Fransa'da, diğer yarısı İzlanda'da geçiyor. Fransa bölümleri daha çok kapalı mekanlarda (başta yüzme havuzu), İzlanda kısmı ise doğada ve açık havada geçiyor. Tek fark bu değil. Sanki iki ayrı film izliyoruz. Avrupa sinemasının dillerine aşina olanlar fark edecektir; ilk yarı tam bir Fransız filmi gibi giderken, ikinci bölümde Kuzey sinemasının tadını alıyoruz. Müzikler bile ona göre şekilleniyor adeta.

Gerçi bu farklılık iyi mi kötü mü emin olmak zor. Birbirinden uzak iki film izler gibi olmanın yarattığı kopukluk da denilebilir, kısa süreli bir filme (83 dakika) katılan zenginlik olarak da görülebilir. Arada kalmak çok daha olası. Zira bende öyle oldu. Fransa kısmındaki mizaha, İzlanda kısmındaki görüntülere artı puan verdim ama diğer yandan bütüne bakınca canımız sıkıldı.

Eğlenceli bir filme dönüşebilirdi ama mizahı çok kenarda kalınca elimizde sade bir romantik film kalıyor. Sarmıyor ama sıkmıyor da...

Cuma, Mayıs 8

Sahaya Çıkma Zamanı


Ligler başlayacak mı?

Bu ara ülkede en çok sorulan sorulardan biri bu. Tartışmanın soru halinde kalmasının ve özellikle bu soru şeklinde kalıplaşmasının iki önemli nedeni var. Birincisi herkesin bu soru hakkında bir cevabı var. Bu sayede adeta geniş çaplı bir  meclis görüşmesi yapılıyor. Herkes tahminini, isteğini ve komplo teorilerini masaya yatırıyor. İkinci neden ise sorunun cevabını verecek kurumun çok güçlü olmaması. Mesela ortada "AVM'ler açılacak mı" diye bir soru yok. Çünkü devlet baba cevabı verdi. Açılacak. "Açılmasın" veya "açılsın" diyenler olabilir ama bu durumu (açılacak olmasını) çok fazla değiştirmez. Ama ligler öyle mi? Nihat Özdemir bile emin değil. Ne diyor basın toplantısında; ''Şimdilik olma kaydıyla"...

Aslında o da haklı. Bu belirsizlik hali plan yapmayı oldukça zorlaştırıyor. Daha da kötüsü, alınacak her karar büyük bir sorumluluk. Eğer ligler oynanmazsa birçok insan işinden olacak. Hatta oynansa bile ortada büyük bir zarar mevcut. Daha da büyümemesi önemli bir kâr sayılır. Bazıları soruyor ya; "Canım alt tarafı futbol, insan hayatından değerli mi?" diye. Aslında bazı insanların hayatı tam olarak buna bağlı. Futbol topunun dönmesine. Futbol sadece bir spor olarak kalsaydı, belki o soru anlam kazanabilirdi ama profesyonel futbol uzun zamandır 'alt tarafı futbol' değil... 

Bugünlerde Avrupa'nın her noktasında ve Türkiye'de bütün fabrikalar açılıyor. Hatta bazıları kapanmamıştı bile. Fabrikada mavi yakalılar, ofiste beyaz yakalılar... Herkes mesaisinin başına geçiyor yavaş yavaş. Peki o zaman niye şunu sormuyoruz? Bir araba çok mu önemli insan hayatından? 6 ay dünyada kimse araba satın almasa (ve üretilmese) çok büyük ihtiyaç mı doğar? İnsanlar araba yokluğunda krize mi girer? Oysa otomotiv işçileri, bu salgın döneminde insanlara araba yetiştirmek için mesaisinde... Araba yerine başka bir materyal koyun. Bir kot pantalon, bir kazak, cep telefonu insan hayatından daha mı önemli? Peki futbolu ayıran ne? Stadyumların üzerinde baca tütmemesi mi? Eski Ali Sami Yen'de tüterdi gerçi ama konumuz o değil!

İşin ekonomik boyutu sahaya çıkmayı gerektiriyor. Bir de sağlık tarafı var tabi. Ligler oynanırsa ve o sırada insanlar (futbolcular, hocalar, çalışanlar ve hatta aileleri) virüs kaparsa bunun vebali de karar alıcılara yazılacak. ''Bizi bu salgın döneminde sahalara döktünüz" diyenlerin sesi çok daha güçlü çıkacak. Onlar da haklı. Aslında bizleri bu ikileme sokan UEFA. Sadece Türkiye'de değil, Avrupa'nın her yerinde aynı sorun var. Bütün federasyonlar, kulüpler, lig birlikleri sıkışmış durumda. Zira UEFA herkesten bir yanıt bekliyor.

Bundan iki ay önce, salgının başladığı ve futbolun durduğu günlerde bir yazı yazmıştık. O yazıda ana fikrimiz şuydu: Ne olursa olsun yerel ligler öncelik alınsın ve futbol oynanmaya başlandığı zaman ilk önce bu yarıda kalan sezonlar tamamlansın. Zira ekonomi ve sağlık dışında konunun bir de adalet kısmı var.

Biz hâlâ aynı yerdeyiz. Fakat aradan geçen günlerde UEFA bizi çok güzel oyaladı. Kandırıldık resmen. İnce ince işledi süreci. Önce kendi turnuvasını (Euro 2020) bir sene sonraya erteledi. Aslında bu en kolayıydı. Ne de olsa 2021 yazı boştu. Ardından federasyonlara, ligleri tamamlamaları yönünde tavsiye verdi. Bu sayede onların yerel liglere önem verdiğini sandık. Fakat 23 Nisan'da işler değişti. Önümüzdeki sezonun Avrupa turnuvaları için çalışmalar başlamıştı. Federasyonlardan Mayıs sonuna kadar bir yol haritası çizmeleri ve Ağustos ayına kadar da yeni sezonda UEFA turnuvalarına yollayacakları takımları belirlemeleri istendi. Yani; son iki ayda binlerce insanını kaybetmiş ülkelere ya hemen top oynamalarını ya da bir daha bu sezondan bahsetmemeleri gerektiği söylendi.

Hiçbir ülke kolay kolay Şampiyonlar Ligi'nden vazgeçemez. Herkes giderken, siz 'gitmiyorum, ben Eylül'de kendi ligimi oynatacağım' diyemezsiniz. Keşke denilse. Hatta tüm federasyonlar diyebilse. Fakat sanırım bu çok ütopik bir düşünce. Gerçek dünyada ise ülkeler ve federasyonlar acil kararlar almak zorunda kaldı. Bazıları yerel liglerinden vazgeçti. Ne büyük bir keder! Ben bunu kabullenemiyorum. Hollanda'da, hele Fransa'da bir futbolsever olmak istemezdim. Hele Utrecht veya Amiens taraftarı olsam çok sinirlenirdim. Belki futbola küserdim; en azından o liglere olan inancımı kaybederdim. Bilemiyoruz ama bu kararın etkilerini ileride göreceğiz.

Fakat diğer yandan da kendi liglerini bitirmek isteyenler var. Türkiye de onlardan biri. Tabi ki bu sadece sportif değerlere duyulan bağlılıktan kaynaklanmıyor. Karar alıcılarda ekonomik kaygılar çok daha şiddetli. Fakat bunu dillendirmek de ayıp değil. Bu iş yıllar içinde böyle bir noktaya geldi. Yeni değil. Kulüplerin gelirleri ve giderleri var. Hem de çok büyük gelir ve giderleri. Kulüpleri yaşatmazsak insanların top oynamasını sağlayacak çatıları yok etmiş oluruz. Kulüpler olmazsa, 11 kişilik takımlar olmaz, takımlar olmazsa futbol olmaz. Futbol sayesinde hayatını sürdüren birçok insanı şimdilik es geçiyorum; 100 yılda büyüyen oyunun yaşayacağı sportif kriz ne kadar can sıkıcı olurdu... O nedenle her kapı yerel liglerin bitirilmesine çıkıyor.

Oysa UEFA federasyonları yalnız bıraktı, zor duruma soktu. Bilmiyorum; Avrupa kupaları bir sene oynanmasa olmaz mıydı? Veya bir seneliğine hızlandırılmış bir formata sokulsaydı. Mesela önümüzdeki sezon eleme sistemli turnuvalar yapılsaydı. Biraz daha geç başlayacak bir takvim hazırlansaydı mesela. Böylece federasyonlar, Avrupa'ya göndereceği takımları daha rahat ve adil şekilde seçerdi. Şu dönemde herkes kendi organizasyonunu kurtarmak için değişik senaryolar üretirken UEFA nasıl bu topa girmeden kendini çekip kurtardı hayret doğrusu. Alkışlıyoruz. Fakat iki sene sonra kafa kulüpler, kafa kafaya gelip kendi liglerini kurmak istediğinde, bu günleri çok ararlar. Bu da ayrı bir yazı konusu olsun.

Biz asıl konumuza dönelim. Federasyonlar bir karar almak istiyor. Yerel ligler tamamlanmalı, futbol devam etmeli diyen herkesin arkasındayız. Bunun acilen olmasını isteyen UEFA. Oklarımızı oraya yöneltebiliriz ama yerel federasyonlara değil. Peki bu ligler nasıl tamamlanacak?

Covid-19'u en şiddetli yaşayan Avrupa ülkeleri İtalya ve İspanya bile şu an bir uğraş içinde. Ben özellikle İtalya'dan ümitli değilim. Ama İspanya ve İngiltere dönebilir. Yine de herkesin bir planı ve karşısındaki muhalifi var. Türkiye'de de aynı durum söz konusu. Liglerin şu aşamada başlamasını istemeyen birçok kişi, "Haziran çok erken, Eylül'de oynayalım" diyor. Mesela Rıza Çalımbay bunu en sık dile getirenlerden biri. UEFA'nın kararını değiştireceğini var saysak bile; Eylül'de durumun daha iyi olacağının bir garantisi var mı? Birçok tıp uzmanı önümüzdeki sonbahara dikkat edilmesi gerektiğini söylüyor. Belki Eylül ve Ekim, Haziran ve Temmuz'dan daha kötü şartlara sahip olacak. Bunu hiçbirimiz, doktorlar bile kestiremiyor. Tam bu yazıyı yazarken komik bir habere denk geldim mesela. Yine Hollanda'dan! Hollanda, aşı bulunana kadar tribünlere seyirci alınmayacağını açıklamış. İlk başta mantıklı duruyor. Fakat Covid-19'un abisi sayılan SARS'a yaklaşık 15 yıldır aşı bulunamadığını düşünürsek bu karar da fazla iddialı duruyor. Aşı 4 yıl sonra da gelebilir, hatta hiç gelmeyebilir de... O zaman ne olacak? Belki toplumsal bağışıklık kazanarak bu virüsle yaşamayı öğreneceğiz. Peki bu toplumsal bağışıklığı nasıl kazanacağız? Birilerinin testlerde pozitif çıkması gerekiyor. Mesela Fenerbahçe'nin TFF'ye sorduğu sorulardan (açıklama metnini kabul etmesem de soruların sorulması güzel) biriydi. Oyuncu pozitif çıkarsa ne olacak? Bütün takım karantinaya mı girecek? Bir fabrikada bir işçi pozitif çıkarsa fabrika kapanmadığına göre, virüsü taşıyan izole edilecek büyük ihtimalle. Ve bu sadece kalan iki hafta için değil; Eylül'den sonraki dönemde de geçerli olacak. Yani bugünün, sonbaharda başlayacak yeni sezondan çok farkı olmayabilir. Yeni düzende sakat oyuncular listesinde, pozitif görülen futbolcular da olacak. Kanıksayacağız durumu...

Yani Eylül ayının da bir garantisi yok. Bu hastalığın nereye gideceğini bilemiyoruz. Bu yağmur değil ki durmasını bekleyelim. O yüzden bir noktada radikal ve cesur kararlar almak gerekiyor. O kararın zamanını kestirmek kolay değil.

Böyle anlarda karar almak zorunda kalan insanlar çevresine bakar. Sadece Türkiye'de değil, tüm dünyada fabrikaların, mağazaların, berberlerin, plazaların, AVM'lerin, restoranların, otellerin açıldığı bir dönemde liglerin başlamaması bana çok haklı bir gerekçe gelmiyor. Evet futbolcular da insan. Onların da sağlığı önemli. Fakat işçilerin, beyaz yakalıların, market çalışanlarının, tezgahtarların, bankacıların da sağlığı önemli. Hayatı yüzde yüz durduramıyorsak, profesyonel futbol da bir noktada oynanmalı. Hayatı yüzde 50 oranında durdurmamız gerekiyorsa (Mart ayında olduğu gibi) o zaman futboldan vazgeçebiliriz. Fakat her türlü ekonomik faaliyetin devam edeceği bir ortamda futbol da toplumsal hayattaki yerini almalı.

Son 1-1.5 aydır futbol dünyasında görev yapan birçok ismin bu konuda hevesli olmadığını görüyorum. Muhakkak sağlığından endişe eden vardır. Mesela İspanya'da Cadiz takımında forma giyen Fali, antrenmanlara başlayan takımına katılmayacağını ve bu süreçte maaşını da almayacağını açıkladı. Çok açık bir şekilde korktuğunu ve evden dışarı çıkmadığını söyledi. Bir nevi geçici süre futbolu bırakıyor. Bu tavra ve tercihe saygı duyuyorum. Bu kararı uygulama cesareti, hele sektörü değiştirmesi pek kolay olmayan bir futbolcu için oldukça zor. Ama bir tercih ve bir yoldur. İşe gitmeme, daha doğrusu işten ayrılma hakkına sahip olmalı herkes.

Fakat "Şimdi oynamayalım, Eylül'de oynayalım" kısmı bana çok inandırıcı gelmiyor. Fali gibi bir korkudan dolayı değil de, daha çok "İki tatili birleştirelim de keyfimize bakalım, sonra ofise geliriz" düşüncesi gibi duruyor. Bu kanıya varmamın nedenlerinden biri de oynamamak için sunulan gerekçelerden bir diğeri, yani fikstürün yaz aylarına gelmesi. 

O sıcakta futbol oynanmaması gerektiğini söyleyen futbolcular var. Evet ideal olanı o. Fakat 12 Haziran'dan Temmuz sonuna kadar devam edecek 8 maçlık bir fikstürü düşününce aklıma şu soru geliyor? Bunun Dünya Kupası'ndan farkı ne? Dünya Kupası'nda da final oynamak için 7 maç yapmanız gerekiyor. Yazın ortasında; hemen hemen bu tarihlerde..... Ne değişti şimdi? Kulüp takımı olunca hava daha mı sıcak oluyor? Futbolcular, yaz turnuvalarında oynamanın hayalini kurduklarını söylerken acaba bizi mi kandırıyorlar?

Veya her şeyin normal gittiğini farz edelim. Lig normal bir şekilde bitseydi, yeni sezon Ağustos ayında başlayacaktı. Ağustos ve Eylül'ün sıcakları, Haziran ve Temmuz'dan daha mı farklıydı?

Bir başka gerekçe daha; "bu oyuncular ne zaman tatil yapacak?" sorusu. Her şey yolunda giderse ve bu sezon tamamlanırsa, ardından da yeni sezon başlayacaksa futbolcular ne zaman tatil yapıp  dinlenecek? Sanırım son iki ayı bu klasmana sokabiliriz. Evet pek istenen bir tatil değildi. Deniz kenarında olamadılar, eve kapandılar, gergin bir bekleyiş içindeydiler. Tüm dünya nüfusunu yaşadığı gibi... Ama bedenen dinlendiler. Ve bu yıl olağanüstü bir yıl. Planlar sekteye uğradı, alışkanlıklar değişti, takvimler yerinden oynadı. Futbol fikstürü de bundan ayrı tutulamazdı. Hayatlarımızda biraz fedakarlık yapmak zorundayız. Üstelik oynanan maç sayısında bir artış da yok. Oynanması gereken maçlardan bahsediyoruz. Yani ekstra bir yük olarak görülmemesi lazım.

Türkiye içine dönersek; oynamak istemeyen futbolcuları çok fazla da eleştirmek istemiyorum. Ne de olsa onlar da çok para kazansalar da aslında, sistemin işçileri. O bilinçte olmasalar da... Sektör onların sahaya çıkmalarıyla üretilen değer sayesinde dönüyor. Ve en çok da onlar sömürülüyor. Çoğu zaman paralarını alamıyorlar. Veya böyle kriz ortamlarında hemen ücretleri düşürülüyor. Haliyle kendilerini riske atmamak için her türlü fırsatı değerlendirmek isteyebilirler. Fakat şu anda olağanüstü bir dönemdeyiz. Son dönemde içi boşaltılan ve sevmediğim bir laf ama cidden bu sefer hepimiz aynı gemideyiz. Ve bu geminin hareket etmesi için onlara ihtiyaç var. Bu tip konularda daha önce hiç birlik olamadılar, ses çıkaramadılar. Belki çıkarmış olsalardı, şu an daha sağlıklı bir ortamda futbol oynamaları sağlanabilirdi. Oysa onlar bir çok konuda propaganda yapmayı tercih ettiler. "Devletimiz, ülkemiz dünyaya örnek oldu" cümlesini "Biz hakkımızı korumak zorundayız" cümlesinden daha çok kullandılar. Belki bu günler onlara da bir ders olur.

Yani şimdi eylem zamanı. Sahaya çıkılmalı ve top oynanmalı. Zamanını bilmiyorum. Benim için önemli değil. Fakat bu yarıda kalmış sezon tamamlanmalı. Adaletli bir şekilde kazananlar sahada belirlenmedi. Daha önce oynanmış 26 hafta, emek, alın teri, harcanan saatler, ödenen paralar çöpe atılmamalı. Aynı zamanda insanların işlerine devam etmesi sağlanmalı. Sportif açıdan da ekonomik aşıdan da futbol topu dönmeli. 

Zamanı erken olabilir. Bu konuda uzman değilim. Fakat UEFA'nın sıkıştırması da ortada. Erken olduğunu düşünen de liglerin tamamlanması hakkında yaratıcı ve gerçekçi bir fikir sunsun. Sorumuz şu; bu sezon ne zaman ve nasıl bitecek? Hep birlikte bunu cevaplayalım. Yan yollara kaçmayalım.

"Bitmesin" cevabını, bir futbolsever olarak kabul etmiyorum. Çünkü bu sezon bitmediği takdirde, önümüzdeki sezonlarda maç izlemenin ve lig takip etmenin beyhude bir uğraş olduğunu düşünecekmişim gibi hissediyorum. Seneye yayıncıdan maç satın alır mıyım mesela? Hiç sanmıyorum. Hadi Hollandalılar gibi davranayım ben de o zaman! Aşı bulunana kadar maç satın almıyorum! Nasıl dönecek bu işler o zaman? Futbolcuların ve futboldan para kazanan insanların maaşlarını kim ödeyecek?

Madem bu oyun artık bir sektör ve ben de bir müşteriyim, o zaman müşteriyi kaybetmeden bir çözüm bulmalıyız. Küme düşme hattındaki takımların isteklerini önemserseniz, bir süre sonra ayakta kalmış kulüp bulamazsınız. Şampiyonluk yarışındaki taraftarın isteklerini önemserseniz, daha sonra cebindeki parayı vermeye hevesli futbolseverleri tribünlerde ve ekran başında bulamazsınız.

Karar zor, sorumluluk büyük... Adeta bir kırılma anını canlı canlı yaşıyoruz. Yazılacak çok şey var ama her yeni gün yeni bir sayfa açacağından şimdilik bu kadarla keselim.  Zaten son bir haftada İstanbul sokaklarının kalabalıklığını düşününce, sanki yazı da evde geçirecekmişiz gibi hissediyorum. Belki de bu 25 paragraflık yazı, 10 gün sonra tamamen taca çıkacaktır.


Perşembe, Mayıs 7

The Fighter


The Fighter proje aşamasındayken çok fazla aksilikle karşılaşmış. Mesela yönetmen koltuğunda oturması planlanan Darren Aronofsky (yine de yapımcılardan biri) çekimlere kısa bir süre kala vazgeçmek zorunda kalmış. Başrol için bir çok isme teklif gitmiş ama çoğu kabul etmemiş. Brad Pitt ve Matt Damon bu isimlerden bazıları. Hatta Eminem'e bile teklif gitmiş. Fakat sonrasında tercih edilen isim Christian Bale olmuş. İyi ki de olmuş. Zira oluşturulan kadroya rağmen ortaya pek de iyi bir film çıkmamış. Fakat oyunculuk performansları ve müzikler filmi izlenir hale getirmiş.

Filmin hem yapımcısı hem de başrolü Mark Wahlberg, projenin gerçekleşmesi için çok uğraşmış. Micky Vard ve Dicky Eklund adlı iki boksör kardeşin gerçek hikayesini anlatan 2010 yapımı film sadece 33 günde çekilmiş. Gerçi ondan önce çok uzun bir hazırlık süreci var. Aksaklıklar, ertelemeler derken ortaya bir film çıkarmışlar ama çok da hoşnut kaldığımızı söyleyemeyiz.

Oyuncu kadrosuna saygımız sonsuz. Bale son 10 yılda kalitesini çok daha fazla kanıtladı ama bu filmde en iyi yardımcı erkek oyuncu ödülünü kazanarak 2010'lara giriş yapması önemliydi. Onun adına bir kilometre taşı diyebiliriz. O yıllar tam da Bale'in kilo alıp vermelerinin zirve yatığı dönemlerdi. Bu film için de kilolarını bırakmıştı. Bir uyuşturucu bağımlısını canlandırdığı için 30 kilo verdi. Sonrası ise resital...

Bale'e eşlik eden oyuncuların da hakkını verelim. Tek Oscar Bale'e ait değil. Yardımcı kadın oyuncu ödülü de bu filme; Melissa Leo'ya gidiyor. Leo filmde annelerini canlandırdığı Bale'den 11, Wahlberg'den 14 yaş büyük olsa da bu farkı hissettirmiyor.

Mark Wahlberg'in daha iyi performansları olsa da, durgun ve soğuk  yapısıyla, hayatı boyunca ipleri eline alamayan ve birey olamayan Micky karakterine uygun kaçıyor. Amy Adams da yeteneğini ortaya koyanlardan. Fakat onun doğru bir tercih olmadığını düşünüyorum. Adams güzel bir kadın. Ama çok güzel değil. Sevimli, şirin, hoş bir kadın. Bu roldeki karakter ise ona uygun değil gibi. Biraz agresif, biraz pis konuşan, belki daha seksi bir 'alt mahalle' figürüne Adams çok temiz kaçmış gibi. Gerçi canlandırdığı gerçek Charlene, onun kısa şortlu ve dekolteli giyim tarzını pek beğenmemiş. Gerçekte öyle giyinmiyormuş. Fakat Adams'ın bize gösterdiği karakter öyle birisiydi ve aslında Adams da öyle bir imaja sahip değildi. Yine de filme katkısı inkar edilemez.

Tüm bu iyi oyunculara ve performanslara rağmen film çok etkili izler bırakmıyor. Bir boksörün ve onun abisi olan eski boksörün öyküsünü anlatan filmde çok fazla boks sahnesi bekliyorduk. Oysa boks ve ringler işin arka planı olarak kalmış. Filmin adının The Fighter olması bu konuda bizi daha çok heveslendirmişti ama hevesimiz kursaklarda kaldı. Yine de film isminin doğru tercih olduğunu kabul ediyorum. Çünkü film boyunca bir kavga izliyoruz. Hayat kavgası...

Bu 'hayat kavgası' zaten boks filmlerinin klişesidir. Diğer boks filmleriyle çok fazla ortak noktası var. Yine yırtmaya çalışan bir karakter, boksla kendi yolunu çizmeye çalışıyor. Biraz Rocky gibi başlıyor yani. Fakat bu sefer kahramanımıza en büyük engelleri ailesi çıkarıyor, ona en sert yumrukları yolluyor. Bu açıdan baktığımız zaman, bir sene sonra vizyona giren ve nedense daha çok beğenilen Warrior'dan çok daha iyi olduğunu söylemek lazım. Fakat popüler film listelerinde onun gölgesinde kalıyor. Bunun en büyük nedeni büyük ihtimalle ringe çok fazla inilmemesi. Üstelik inildiğinde de oyuncularımız bu konuda bekleneni veremiyor. Warrior ise basit hikayesini, bolca yumruklu sahnelerle süslemişti.

The Fighter başka bir yola giriyor. Açıkçası güzel bir yoldan gidiyor ama türevlerinin sıkça kullandığı o yolda tökezlemesi ve yeni bir şey söylememesi eksiği oluyor.