Pazartesi, Aralık 31

Gişe Memuru


Gişe Memuru ilk çıktığında (2010) vizyonda ilgi görmese de, aldığı ödüllerle (Antalya'da en iyi ilk film ödülü, yurt dışında 35'e yakın ödül) dikkat çekmişti. Daha sonra bir sahnesini görerek benim de ilgimi yakalamıştı. Bir ara Türkiye'nin en iyi, en formda oyuncusu olan Nadir Sarıbacak'ın tek sahnesi, çok sevdiğim Serkan Ercan'ın baş rolü kapması yeterli verilerdi benim için. Fakat 2010'daki filmi izlemek için bekledim de bekledim.

Yönetmen Tolga Karaçelik'in ikinci filmi Saramaşık ise zaten ülkeyi salladı. Son dönemde yapılmış en iyi filmlerden biriydi. Sarmaşık'ı izledikten sonra Gişe Memuru için artık vakit kaybetmemek gerektiğini düşündüm. Tam o sırada Kelebekler de çıktı. 

Açıkçası Kelebekler için iyi yorumlar gelmedi. Beklentiler yüksekti. Kazandığı ödüller ortadaydı. Fakat yorumlar çelişiyordu. Gişe Memuru hakkında ise yorum bulmak kolay değil. Çok fazla izlenmemişti. Kıyıda köşede kalan bir film olduğunu düşünüyordum. Sarmaşık, Gişe Memuru için yine iyi bir referans olarak duruyordu.

Fakat Gişe Memuru'nun beklentimin altında kaldığını kabul etmem gerek. Sarmaşık'tan çok, henüz izlemediğim Kelebekler'e yakın sanırım. Esasında çok güzel düşünülmüş bir hikaye mevcut. Nasıl Sarmaşık bir gemide geçiyorsa ve o dar alanda birkaç karakterle yönetmen harika bir iş çıkardıysa Gişe Memuru da aynı kıtlığı vadediyordu. Bir gişe kulübesinde varlığını sorgulayan ve hatta kaybeden bir tek karaktere odaklı hikaye oldukça zor ama bir o kadar da ilgi çekici bir sinema ziyafeti gibi duruyordu. Tabi Sarmaşık kadar tek mekana bağlı kaldığını söyleyemeyiz. Gişe memuru Kenan'ı sadece bir kulübede ya da sadece işinde görmüyoruz. Onun sosyal hayatına da (ne kadar sosyal denirse) ziyaretlerimiz oluyor. Babasını, mahalledeki arkadaşlarını, mahalledeki kızı görüyoruz. Ondan sonra sabah oluyor ve hep beraber Araf'a, pardon Afar'a gidiyoruz. Bu arada Afar neresi bir türlü bulamadım! 

Karakterin iki hayatı arasında yaşadığı bunalımı biz de sonuna kadar hissediyoruz. Fakat en nihayetinde biz seyirciyiz. Hikayenin sonunda bir şey olmasını bekliyoruz. Yani sadece aksiyon olsun, eylem olsun, anlam olsun demiyoruz. Fakat derdini anlatmakta daha başarılı olmasını, kafamızda sorular oluşturmasını veya içimizde kötü de olsa bir his oluşturmasını bekliyoruz. Gişe Memuru'nun kaçırdığı nokta da burası oluyor. Son viraja kadar usul usul giderken bir anda kulübeye çarpıp her şey sona eriyor!

O nedenle yönetmenden ve senaryodan puan kırıyoruz. Oyuncular zaten üst düzey, görüntü yönetmeni de işini hakkıyla yapıyor. Serkan Ercan Antalya'da ödül alan bir performans ortaya koyuyor. İlginçtir, o sene (2010) ödülü Bartu Küçükçağlayan (Çoğunluk) ile paylaşıyorlar. Karaçelik'in üçüncü filminde bu sefer Küçükçağlayan oynuyor ve onun da karakterinin adı Kenan...

Gişe Memuru, izlenmeyecek bir film  değil. Belki seneler sonra Tolga Karaçelik sineması çok uzun bir listeye ve geniş bir kitleye sahip olursa o zaman daha da anlam kazanır. Fakat şimdilik, daha erken çekilen bir film olsa da  Sarmaşık'ık gölgesinde kalmaya devam edecek. 

Perşembe, Aralık 6

Bahane



Hafta içi öğlen saatlerinde Keçiörengücü - Galatasaray maçını izliyorum. Maç öncesi bazı tahminlerim var. Neyle karşılaşacağımı az çok biliyorum. Köhne bir stad, az kapasiteli ama dolu tribünler, kötü çekim açısı...

Alt lig maçlarını veya Türkiye Kupası'nın ilk turlarını izleyen inatçı futbolseverler için aşina bir durum. Üstelik büyük takımları da böyle şartlar altında izlemenin de ayrı bir zevki vardır. Bir de o büyük takım genç ve isimsiz oyuncularla sahaya çıkarsa tadından yenmez. Galatasaray da altyapı ağırlıklı bir kadroyla sahaya çıktı.

Bizim için her şey normaldi. 'Her şeyin en iyisine' alışan futbolsever için zor bir durum olabilir. Futbolu, sadece tuttuğu takımın maçlarından ibaret sayanlar için büyük ihtimalle hoş bir manzara değildi. Üstelik bu insanlar Twitter sayesinde tepkilerini, beklentilerini çok rahat dile getirebiliyorlar. 

Müşteri her zaman haklıdır. Herhalde bundan dolayı olsa gerek, maçın spikeri Cüneyt Şen, anlattığı maçı kötülemeyi tercih etti. Daha doğrusu maçı değil ama şartları yerin dibine soktu. Maçın kendisinden çok stadın ne kadar kötü olduğundan, o yüzden rahat çekim yapamadıklarından bahsetti. Büyük ihtimalle gelen tepkileri yumuşatmak için böyle bir yol seçti. Tepkinin adresini başka bir yere yöneltmek onun hedefiydi.

Türkiye'deki her takımın, her futbolcunun iyi şartlarda futbol oynaması en büyük isteğimiz. Bunu dile getirmek de herkesin hakkı ve hatta görevi. Bu konuda bir sıkıntı yok. Fakat Türkiye Kupası'nın yayıncısı maç boyunca şikayetlerini dile getirince bir çelişki ortaya çıkar. 

A Spor'un Türkiye Kupası yayınlarken en büyük motivasyonu; Türkiye'nin her şehrinden maç yayınlamaktı. Devamlı reklamlarında ve programlarında bunu vurguluyorlar. Bunu gerçekleştiriyorlar da... İlk turdan itibaren çok çeşitli ve birbirinden farklı stadyumlardan maç yayınladılar. Fakat hemen hiçbirinde spikerler, stadyumların kötü şartlarını dile getirmedi. Hatta tam tersine zaman zaman en 'kalitesiz' durumu bile dünyanın en iyi futbol olayıymış gibi sundular. O nedenle Galatasaray taraftarı rahat rahat maç izleyemiyor diye Keçiörengücü'nün bir sezon boyunca oynadığı stadyumdan yakınmak adil gelmedi.

Gözümüzü Süper Lig'den aşağı kaydırdıkça bu tip stadyumları çok fazla görürüz. Süper Lig yayıncısı beIN Sport'ta bu gerçekleri göremeyiz ama A Spor'da denk geliriz. Onlar bize nasıl anlatır bilemem ama  bu maça özel bir durumun yaşanmadığından eminiz. Şimdi çıkıp şikayetçi olmak, öncesinde ise bu 'romantik ve nostaljik' şartların ekmeğini yemek hoş bir tavır değil.

İşin daha geniş bir boyutu da var. EURO 2024, Türkiye'ye verilmeyince A Spor'da günler boyunca UEFA'nın ne kadar taraflı ve gerçeklerden yoksun bir karar verdiğini dinledik. Onlara göre Türkiye tam bir futbol ülkesiydi. Stadyumlar harika, yollar muazzamdı. Belki de adaylık dosyasında, yani göz önünde olan stadyumlarda ve şehirlerde sıkıntı yoktu. Fakat Türkiye'nin kusursuz bir futbol ülkesi olmadığını en iyi, sezon boyunca 7 bölgede maç anlatan A Spor spikerleri bilmeliydi. Fakat onlar yetersizlikleri yok sayıp, bir haksızlığa uğrandığını dile getirdi.

Bilmediğim bir konu ama bir tahminde bulunabilirim. Keçiören, Ankara'nın bir ilçesi.  Keçiörengücü, başkent Ankara'nın bir takımı. Büyük ihtimalle Berlin'in ikinci lig takımları benzer bir stadyumda maç oynamak zorunda kalmıyordur.

O yüzden bu gerçekleri stüdyolarda saklamaya devam ettiğiniz müddetçe, maç anlatmaya gittiğinizde "Keşke balkonda olsak" dersiniz.

Çarşamba, Aralık 5

The Maiden Heist



Morgan Freeman, Christopher Walken ve William Macy gibi üç usta adamın oynadığı komedi filmi. Muhakkak izlenmesi gereken filmlerden biri değil. Fakat bir öğleden sonra izlenecek iyi filmlerden biri. Fazla yormadan, 90 dakikada biten hap içerikli bir film.

Tabi film çok kaliteli olmasa da insanın kafasında bir tartışma konusu yaratabiliyor. İşçi sınıfından üç adam, çalıştıkları müzenin taşınma hazırlıklarına girmesi ile çok üzülürler. İşlerini kaybedecek olmaları onlar için önemli değildir. Hepsinin çok sevdiği birer sanat eseri var. 'Yüksek' zevklere hitap eden bu eserler ABD'den, Danimarka'ya gidecektir. Kahramanlarımız da çok sevdikleri eserleri her gün görme lüksünü kaybedecekleri için her şeyi hiçe sayarak harekete geçerler.

İşte tam bu noktada; sanatla ilgili sorular kafada patlamaya başlıyor. Sanat kimin içindir? Sanat hangi sınıf içindir? Sanat insana ne hissettirir? Günlük hayat gailesi sanata mesafeli olmak için bahane midir?

Bunların cevabı filmde pek yok. Gülüp geçiyoruz. Esasında bende de yok. Sorular hep var ama net bir cevabım hiçbir zaman olmadı. Filmi izleyince de bu sorular yeniden çıkıyor ortaya. 

Yine de filme paralel gidersek ve 'sanatın gücünü' boş verirsek, tutkuları için her türlü maceraya giden adamları saygıyla selamlıyorum.

Öte yandan film Türkiye'de vizyona girseydi ismi ne olurdu merak ediyorum.