Salı, Kasım 30

Savcı da Benim Hakim de


Geçtiğimiz günlerde haber sitelerine bir haber düştü. 

Son yıllarda artan kosan maç yayınlarını engellemek için TFF'ye tam yetki verilecekmiş. Kanun mecliste kabul edilmiş.

Haberin kamuoyundaki yankısı, "Eyvah artık kaçak yayın izlemek zorlaşacak" ve "Eee öyle kaçak izliyordunuz, tabi ki müdahale olacaktı" çatışmasından ileri gitmedi. Oysa kaçırdığımız başka bir nokta var. O da tam olarak şu: TFF kim oluyor?

En baştan başlayalım. TFF, özerk bir kurum. En azından kağıt üzerinde bize söylenen bu. Sadece bize değil, UEFA ve FIFA'ya söylenen de bu. O tarafı kandırmak kolay. Bizi de kabullendirmek kolay. Biz fiilen özerk olmadığını biliyoruz.

Fakat yasal olarak işleyiş halen özerk. O nedenle uluslararası kurumlarından herhangi bir rahatsızlık gelmiyor. Gelmesin de, bizim güncel konumuzu ilgilendirmez.

Biz, TFF'nin özerk olduğu inanışından gidelim. Yani TFF'nin bir devlet kurumu olmadığını, bağımsız bir yapıda olduğunu düşünelim. Yani sivil bir yapı...

Bağımsız bir oluşumun, meclis kararıyla istediği kişileri cezalandırma, istediği kararları alma yetkisine sahip olması mümkün müdür? Yargıya ulaşmadan, kendi istediği gibi, hatta o bahsettiğimiz haberlerde iddia edildiği gibi 10 dakika için karar alıp eyleme dökme yetkisi hukuka uygun mudur?

Böyle bir yetki bir kuruma ve onun içinde yer alan insanlara nasıl verilebilir? O insanları kim denetleyecek? Nasıl karar alacaklar? Türkiye'de çok sayıda kaçak yayın yapan internet sitesi olduğunu biliyoruz. Bazıları çok büyük gelirler elde edenler meşhur siteler. Bazıları ise ufak siteler. Mesela TFF'de bu konu üzerinde çalışan kötü niyetli biri, bu sitelerden biriyle içli dışlı olsa ve o siteye "Oyna devam" derken diğerlerini kapatsa, kim ne diyecek? 

Burayı geçelim. Başka bir noktaya gelelim. Bu işin "polisi" TFF midir? TFF, elindeki ürünü bir şirkete satmış. İnsanlar, o şirketten iyi hizmet almadıklarından veya pahalı olduğunu düşündüklerinden (sebep önemsiz) bir şekilde illegal oluşumlara yönelmiş. Zarar eden yayıncı. Tercih edilmeyen o. Kendi hataları veya kendi işleyişiyle ilgili bir sorun yaşamış. Ürünü satanın bu konuya dahil olmasına ne gerek var?

Şuna benzemiyor mu? Bir pamuk üreticisi ile anlaşıyorsunuz. Ondan aldığınız pamuklarla tekstil ürünleri üretiyorsunuz. Sonra başka biri sizin yaptığınız ürünlerin 'çakmasını' üreterek onları satıyor. Siz zarar ediyorsunuz. Konuyla ilgilenmesi gereken sizsiniz, zarar eden sizsiniz. Fakat öyle olmuyor. Konuyla, daha öncesinde pamuklarını satan üretici ilgileniyor. Açıklama da şu: Onlar böyle kaçak üretim yaparsa, biz pamuğu satamayız.

Peki mesela kendi organizasyonu olmadığı için Galatasaray - Lokomotiv Moskova maçındaki taraftar alımlarına ceza veremeyen TFF, Avrupa Kupası maçlarının yayını da kesebilecek mi? Mesela Lazio - Galatasaray maçını kaçak yayınlayan sitelere karışabilecek mi? Yoksa o iş UEFA'nın kontrolüne mi verilecek.

Veya UEFA, kendi ürününün haklarını korumak için TFF'ye gösterilen imtiyazı emsal gösterip, Türkiye'nin iç işlerine karışarak buradaki Avrupa Kupası maçlarının kaçak yayınların karışmayı talep etse ne yanıt verilir? Yoksa o iş Exxen'de mi olacak? Eğer öyleyse TFF'nin yapacağını niye Digitürk yapmıyor? Zaten yapmasın da...

Hadi tamam; Avrupa'yı karıştırmayalım. Fakat kaçak yayın veya korsan, geniş bir konu. Sadece futbolla sınırlı değil. Başka sporlar ve hatta başka alanlar var. 

Mesela Netflix'e, Netflix dizilerini kaçak yayınlayan sitelere müdahale etme hakkı da verilecek mi? Yoksa devlet istediğine mi tanıyacak bu hakkı?

Nereden baksan elde kalıyor. Fakat bu elde kalma halini sağlayan saçmalığın gündem olmaması daha garip. Bazı müdahaleleri çok mu kanıksadık acaba? Devlet her şeye müdahale etsin de nasıl ederse etsin düşüncesi çok zararlı bir yere gidiyor. Artık taşeronlar bile kullanabiliyor.

Pazartesi, Kasım 29

Damascus Cover

Batı dünyası, silahlarıyla girdiği coğrafyalardan artı değer üretmeyi çok sever. Sinema filmleri de bu torbaya girenlerden oluyor. Vietnam, Afganistan, Irak derken artık Suriye konulu filmleri de sıklıkla görüyoruz.

Damascus Cover, bunlardan biri. Bu sefer ABD'liler değil İngilizler denemiş. Başrole de Tudors ile ünlenen Jonathan Rhys Myers'ı koymuşlar.

Myers bu filmde İsrailli bir ajanı oynuyor. Filmin konusu ve coğrafyası bol aksiyon vadediyor. Oysa kovalamacalar, kaçışlar, kavgalar çok az. IMDB notunun 5.3'te kalmasını biraz buna bağlıyorum. Kendi seyircisini yakalayamamış olabilir.

Zaten iyi bir film olduğunu da iddia edemeyiz. Fakat yine de 6'ları görebilirdi. En kötü kısmı ise sonuydu. O kadar siyasi meselenin ardından biraz romantik bir ana fikirle bitmesi, insana "Ehh be abi, bu muydu yani" dedirtiyor.

Ben çok keyif alamadım. Altyazılı izledim filmi. Esad'ın Assad diye çevrilmesi gibi amatörlükler de çok can sıktı. Fakat yine de, denk gelindiğinde veya arkadaş ortamında zorla izlendiğinde can acıtmaz.

Pazar, Kasım 28

Cumartesi, Kasım 27

Çarşı Pazar

Türk sinemasını komedi filmleri ayakta tutunca, gişe yapan filmlerin türevleri de hemen arkasından geliyor.

Sivas'ta çekilen Düğün Dernek'in ardından, Tokat'ta çekilen Çarşı Pazar'ın gelmesi de bu anlamda değerlendirilebilir. İsimlerin fonetiği bile benzer. Hatta Çarşı Pazar'ın konusu da Çakallarla Dans 2'de olduğu gibi yine yıkılan bir çarşı ve yerine yapılan AVM projesi...

Aslında Çarşı Pazar'ın benzerlerini daha eskilerde de bulabiliriz. Biraz Yeşilçam havası var. Nedense bu cümle, günümüzde bir övgü olarak kullanılıyor. Oysa pek övülecek bir durum değil. Klişeye fazla bulaşan, didaktik kalan, kendini aşamayan filmleri bu çatı altına sokabiliriz.

Mesela eski Türk filmlerinde de toplu konut projesi için mahalleye gelen zenginleri görür ve oradan doğan bir aşk hikayesi ile beraber direniş mücadelesi izlerdik. Çarşı Pazar da aynı telden çalıyor.

Film vizyona gireli altı sene oldu. Başarı sağlayamadığını ortaya çıkan rakamlardan gördük. Yorumlar da pek olumlu değildi. Fakat Güldür Güldür'ün ilk ekibini beğenirim. Yalan yok, az gülmedim. Erdem Yener'i de uzun metrajda görmek istediğimden, altı sene sonrasında dahi olsa açıp izledim Çarşı Pazar'ı... Sıkıcı bir öğleden sonrayı değerlendirmek için fena tercih olmayabilirdi.

Oyuncu kadrosu fena değil. Her oyuncunun kendine has bir hayran kitlesi de vardır. Fakat ortaya çıkan ürün iç açıcı değil. Oyuncuların da en iyi performansları değil. Belki de onlar da projeye pek inanmamıştır.

Vizyon zamanı yapılan bazı yorumların bir kısmında "Beklentiyi düşürerek gelin" deniyordu. Bu da aslında ortaya çıkan ürünün yetersizliğinin farkında olma durumuydu herhalde. Diğer yandan son 10 yılda ortaya çıkan komedi filmleri düşününce, Çarşı Pazar alt sıralarda yer almaz.

Fakat biraz beğeni toplasaydı devamı da çekilirdi. Çekilmediğine göre sonuç ortada...

Cuma, Kasım 26

Amatörden Şampiyonlar Ligi'ne


 Junior Messias, bu yaz Milan'a katılınca hakkında birçok haber ve yazı okumuş olabilirsiniz.

Bu hafta Atletico Madrid deplasmanında oynanan Şampiyonlar Ligi maçında, benzer yazıları daha dokunaklı cümlelerle bir daha (veya ilk kez) okumuş olabilirsiniz.

Açıkçası burada da daha farklı bir konsept olmayacak. Zira adamın hikayesi çok güzel, başkasına gerek yok!

Eskiden bu tip hikayelere blogda daha çok yer veriyorduk. Daha çok heyecanlanıyordu. Daha az çiğneniyordu. Zamanla oyunun bu yönlerine bakışımız azaldı. Belki de bizim duygularımız köreldi. Artık o kadar etkilenmiyoruz. Fakat Junior Messias, bize o duyguları yeniden hatırlattı.

Nedir peki bu adamın hikayesi?

Brezilyalı futbolcu, aslında kısa bir zamana kadar profesyonel bir futbolcu değildi. Esasında hayali futbolculuktu. Ülkesinde Cruzeiro altyapısında yer aldı ama A takıma çıkamadı. O da 20 yaşında, eşi ve iki oğlunu yanına alarak ( o yaştaki sorumluluğa bak) ağabeyinin yaşadığı İtalya'ya göç etti. Amacı top oynamaktan ziyade hayatını kazanmaktı. Bunun için kuryelik, nakliyecilik ve benzeri işler yaptı. Zaman zaman da amatör takımlarda top oynamaya devam etti. 

Böyle böyle 24 yaşına kadar geldi. Peki, 24 yaşında halen amatör bir takımda futbol oynuyorsanız, en yüksek hayaliniz ne olabilir? Profesyonel liglere transfer olmak çok uç bir istek değil. Kendinizi gösterirseniz neden olmasın? Belki Serie B bile olabilir. Peki Serie A? Bu gerçekten zor duruyor. Şampiyonlar Ligi ise hayalin de ötesinde sanki...

Amatör liglerden en üst liglere giden yolculuklara aşinayız ama bunu başarmak için bile mesaiye erken başlamak lazım. 24, günümüz futbolunda çok geç bir yaşmış gibi duruyor. Yine de Junior Messias kısa sürede imkansızı başardı. Filme çekseler, izlediğimizde "Abartmışlar ama" diyerek kalkarız koltuktan.

Junior Messias önce Casale isimli bir takımda forma şansı buldu. O şansı da biraz şans ve ısrarla buldu. Torino'nun eski futbolcusu Ezio Rossi, onu amatör liglerde izleyip beğenmişti. Onu bir iki takıma önermişti ama Messias'ın hayatını idame ettirmesi için uygun fırsatlar değildi. Rossi, Casale'nin başına geçince de ilk transferi Messias oldu. Hemen onu telefonla aradı. Ayda 1500 euro'ya anlaşmışlardı.

Brezilyalı oyuncu, Casale'de iyi bir performans sergiledi. Sonrasında birkaç alt lig takımında daha oynadı. Serie B'de Crotone'ye transfer olduğunda sene 2019'du. 34 maçta forma giydi ve takımı sezonu ikinci bitirerek Serie A'ya çıktı. Acaba pandemi nedeniyle ligler ertelenseydi ve düşmeler-çıkmalar kaldırılsaydı ne olurdu? Bu hikaye yarım kalır mıydı? Bilmiyoruz. Ya da Crotone Serie A'ya yükselmeseydi, Messias da Serie B'de takılı kalır mıydı? Bunu da bilmiyoruz. 

Bildiğimiz tek şey, öykünün devam etmesi... Crotone ile beraber Messias da Serie A'ya yükseldi. İlk sezonunda 36 maça çıktı ve 9 gol attı. Bu yazın başında Milan onu kiraladı. Kulübün amacı onu rotasyonda kullanmaktı. Zaten şu ana kadar da öyle oldu.

Ligde sadece iki maça çıkabildi. Toplam 51 dakika... Şampiyonlar Ligi'nde ise hiç forma şansı bulamamıştı. Ta ki bu haftaya kadar...

Kritik Atletico deplasmanına yedek kulübesinde başladı. Pioli onu 65. dakikada oyuna sürdü. 22 dakika sonra Milan kariyerinin ilk golünü attı. Hayatındaki ilk Şampiyonlar Ligi maçında, Atletico Madrid deplasmanında...

Bu gol zaten Junior Messias için çok değerli bir gol. Fakat Milan için de çok kritik. O gol gelmeseydi Milan, Şampiyonlar Ligi'nde elenecekti.Şimdi son maçlar öncesinde bir şansı daha var.

Junior Messias zaten kendisi için bir peri masalı yazdı. Fakat Milan'ın sezon sonu geleceği noktayı gördüğümüzde bu golün değeri daha başka bir seviyeye de çıkabilir.

30 yaşında bir futbolcu için ne hikaye ama....

Perşembe, Kasım 25

Marianne & Leonard: Words of Love

 


Bir Leonard Cohen belgeseli değil. Hatta bir şarkının (So Long, Marianne) belgeseli de değil. Hatta ve hatta Marianne belgeseli de değil. Fakat bize Marianne Ihlen'i tanıtan bir yapım.

Bunca yıl dinlediğimiz, mırıldandığımız şarkının baş karakterini bu sayede tanımış olduk.

Leonard Cohen'in henüz Leonard Cohen olmadığı, başarısız yazar Leonard olarak tanındığı (hatta kimsenin tanımadığı) yıllarda sevgilisi olan Marianne ile ilişkisini öğreniyoruz. Ve sonrasında iki insanın hayatının nasıl şekillendiğini...

Yönetmen ve yapımcı Nick Broomfield çok iyi iş çıkarmış. Doğru yerlere direksiyonu kırmış. Öyküyü Cohen'in şarkılarından başlatmış belki ama Cohen'in üzerinde çok durmamış. Tabi ki durmuş ama baskın karakter o değil.

Zaten Broomfield daha önce Kurt Cobain & Courtney Love ilişkisine de el atmıştı. Onu izlememiştim. 1998 yapımıydı. Broomfield,  aradan geçen 20 seneye rağmen edindiği tecrübeyle hareket etmiş olabilir. Bu olgunluk ve sağlam adımlar başka şekilde açıklanamaz. Tabi bir de hikayeye canlı şahit olması da önemli bir artıdır.

Broomfield'in kendisi için de önemli bir figür Marianne. Broomfield de Marianne'e aşık olan onlarca erkekten biri. Hatta Loeonard Cohen'in ilham perisi olan ve onun yuvadan uçmasına neden olan Marianne, Nick Broomfield'i de film çekmesi için teşvik ediyor, onu cesaretlendiriyor.

Cidden ilginç ve etkileyici bir kadınmış. Şarkılara konu olmuş, insanları etkilemiş, çevresini değiştirmiş bir kadının ölümünden sonra unutulması haksızlık olurdu. Belgeselin çıkışında da Broomfield'in bu düşüncesi yatıyor.

Öte yandan. izleyici olarak Cohen'e çok fazla kızıyoruz. Oysa benim çok sevdiğim bir isimdir. Onun o 'görkemli kaybeden' imajının altında böyle bir hikaye olması ve onun sorumsuz tavrının başka bir insanda, üstelik de bir zamanlar sevdiği bir insanda yarattığı tahribatı görmek sinirlendirdi ve üzdü.

Bir de öyle bir nokta var ki... 1960'ların İdra Adası'ndaki ortama konuk olmak çok etkileyiciydi. Ütopik görülebilen bohem bir yaşantının gerçeğe dönüştüğü yıllar ve mekan. Fakat orada yer alan insanların (sadece Marianne değil) nasıl sarsıntılar yaşadığını da gördük. Bir Ege adası olarak; ister istemez filmlerin şahı Meditarrenao'yu da anımsadık. Bir de belki de İdra'nın kendisine de bir belgesel çekmek gerekir...

İzlediğimiz belgeselin fikir noktası sanırım bu iki eski sevgilinin ölüm zamanlarıydı. Birbirinden uzak geçen yılların ardından önce Marianne hayatını kaybediyor. Leonard ise dört ay sonra peşinden gidiyor. Çok kısa bir süre. 50 sene beraber yaşayan sevgililerin sıralı ölümü gibi... Bu da başka bir etkileyici nokta...

2016'daki bu kayıpların ardından işe koyuluyor ekip. 2019'da da belgesel ortaya çıkıyor.

Müthiş. Fragmanı bile heyecanlandırıyor...Son zamanlarda izlediğim en iyi işlerden...

FRAGMAN

Çarşamba, Kasım 24

İki Solak Bir Araya Gelmemeliydik


 

"Harika bir insandı ve onunla oynamış tek Hırvat futbolcu olmaktan gurur duyuyorum. Oyununu izlemek, onunla antrenman yapmak, aynı sahaya çıkmak, otobüse binmek, şakalaşmak... Hepsi bana keyif verirdi. Vücudunun herhangi bir yeriyle topu istop ettiren ve onuna istediğini yapabilen bir insandı.

Bir gün bana şöyle demişti: 'Davor, sağı solu izleme, koş! Ben topu senin önüne atacağım.'

Cidden, -sanırım Valencia maçıydı- sadece topu bana doğru itti... Aramızdaki büyünün güzel bir örneği; ben diğer partnerimle oynarken biraz egoist bir oyuncuydum ama Maradona ile oynarken öyle olmadım."

Davor Suker / Socrates Ekim 2021


Blogger notu: Videoda Valencia'ya atılan iki gol var. Birincisi 1.37'de başlıyor. Bence Suker'in bahsettiği gol o olabilir. Bir de  4.32'de başlayan gol var. İki gol de aynı maçtan. Maradona'nın asistleri ve Suker'in golleri.. Kırmızı formalı bir Valencia görmek de ilginç oldu.

Pazar, Kasım 21

The Bachelors


İsmine bakınca çapkınlık hikayeleriyle dolu bir komedi filmi bekliyorsunuz. Afişe bakınca da bir yol filmi hissi uyandırıyor. Oysa ikisi de değil. Hatta sinema sitelerinde bahsedildiği gibi bir komedi/dram örneği de diyemeyiz. Zira komedi belki de en fazla yüzde 20'lik kısmı oluşturuyor. Dram var ama o da çok germiyor.

Hiçbir beklentim olmadan izlediğim ama hoşuma giden filmlerden. En önemli özelliği birçok duyguya sahip olması ve o duyguları doğrudan seyirciye taşıma becerisi.

Tabi ki bunda oyuncuların büyük payı var. J.K. Simmons muhteşem. Julie Delpy onun performansına çok yakın, daha fazla süresi olsaydı ona da 'muhteşem' derdik. Genç oyunculardan Odeya Rush iyi iş çıkarıyor. En zayıf halka Josh Wiggins ama o da sırıtmıyor. Bir de 1971 model bir Ford Mustang var...

Eşini kaybeden bir baba, ergenliğin doruklarındaki oğluyla yeni bir şehre taşınır. Hatta daha doğrusu küçük kasabalarından ayrılıp, Los Angeles'a gelirler. Hayatları zaten en sevdikleri kadının ölümüyle derbeder bir hal almıştır. Buna bir de yeni ortamın zorlukları eklenir.

Konu iyi, herkesin hayatına temas edebilecek sıradanlıkta ve ilgi çekicilikte... Fakat esas olarak yönetmenin ufak dokunuşları, filmdeki her duyguyu aktarmada başarılı olmuş. Bu açıdan tam bir yönetmen filmi. Zaten bir filmin hem senaristi hem yönetmeni aynı kişi olunca en basit bir film bile güçlü aktarımıyla kendine hayran bırakabiliyor. Kurt Voelker, Holywood'a çok fazla iş yapan biri değil. Hatta bu film onun ikinci uzun metrajı. Fakat nokta atışı yapmış. Keşke daha çok işi olsaydı, daha yakından takip ederdik.

Filmdeki oyunculardan biri de rüzgar olmuş sanki. O duygu aktarımının en sağlam taşıyıcısı. Filmin hemen her kilit anında bir rüzgar var. Dalgalanan saçlarda, kıvrılan defter sayfalarında rüzgarı görüyorsunuz ama ayrıca rüzgarın sizin olduğunuz yerde de estiğini hissediyor, adeta kokusunu duyuyorsunuz. Sinemanın en büyük başarısı bu değil midir zaten? Bunu başaran film, olmuştur... 

Acılar, korkular, yalnızlıklar derken baba ile oğulun hayatına yeni insanlar ve yeni hobiler girerler. Hayata tutunmak zorunda olduklarını keşfederler. Acılarını yaşarken içimiz acır, onlar için üzülürüz ama hayata tutunduklarını gördüğümüz anlarda da içimiz ısınır. Yine de özellikle baba Bill'in yerinde olmak istemem. Ergen Wes ile ortak yönlerimiz var zaten ama işler sanki daha kolay ilerliyor onun için. Fakat Bill gibiler için ayağa kalkmak çok daha zor olur gibi..

Sonuç olarak, izleyeni pişman etmeyen filmlerden.

"Koşmak acı çekmektir, acıyı saklamak değil. Onu tanımak ve onunla devam etmektir"

Cumartesi, Kasım 20

Domino Taşı


Mbappe,
henüz Monaco'da oynarken dahi bir büyük takıma gideceğinin sinyallerini veriyordu. O büyük takımın PSG olmadığını da biliyoruz. Daha büyüklerden bahsediyoruz. Halen genç olan oyuncuya biçilen forma; çok daha büyük...

Zaten zaman geçtikçe ve Mbappe performansını devam ettirdikçe (hatta arttırdıkça) o kulüplerin listesinde ilk sıraya yerleşti. Real Madrid'in o bölgedeki eksikliği gibi somut nedenler bu söylentileri daha da arttırdı. Fakat aslında Real Madrid ile daha sık anılma nedeni, dünyadaki Real Madrid algısıydı.

Mbappe çıkış yaptığında, henüz Erling Haaland da patlama yapmamıştı. Mbappe; Messi ve Ronaldo sonrası dönemin bir numaralı veliahtı olarak gösterildi. Öyleyse gideceği takım da şatafatın adresi, şöhretlerin durağı olmalıydı.

Fakat o şatafat eskisi kadar görkemli değil artık. Tüm İspanyol kulüpleri gibi Real Madrid de ekonomik sıkıntıda. Geçtiğimiz yaza kadar, 500 gün boyunca transfer yapamadılar mesela. En sonunda geçtiğimiz yaz David Alaba transferiyle kadroya bir oyuncu katabildiler. Hal böyleyken Mbappe'yi nasıl transfer edecekler? Oyuncuyu nasıl ikna edecekler?

İşte domino taşı etkisi gösterecek olaylar geçtiğimiz baharda başladı. Fransa Futbol Federasyonu yetkilileri ve teknik direktör Didier Deschamps, şantaj skandalı sonrası milli takımdan aforoz edilen Karim Benzema'yı affetti. Benzema seneler sonra milli takıma döndü ve ülkesiyle Euro 2020'ye gitti.

Cezayir asıllı oyuncu milli takıma en son gittiğinde takım arkadaşları Patrice Evra, Lassana Diarra, Blaise Matuidi gibi isimlerdi. 

2021'de ise yanında, Dünya Kupası kazanmış genç bir çocuk buldu. Mbappe, Benzema en son milli takımdayken Monaco'nun U-19 takımından A takıma sıçrama yapmaya çalışıyordu.

Aradan uzun bir zaman geçmişti. Benzema'nın kalitesi değişmemişti ama onu gösterebileceği tek platform Real Madrid maçlarıydı. Mbappe ise kupalara ve ödüllere boğulduğu gibi milli takımın da şahı gibiydi.

İlk başlarda, bu farklı özelliklere sahip ve farklı kariyerler inşa etmiş ikilinin saha içinde anlaşması kolay olmadı. Milli takımda var olan Griezmann-Mbappe-Giroud uyumu bozuldu. Yanındakileri besleyen ve gol atmayı da pek önemsemeyen Giroud'dan, yanındakilerden beslenen ve bir gol makinesi olan Benzema'ya geçiş kolay değildi. Bir kıskançlıktan veya devrecilikten bahsetmiyoruz ama saha içi rollerin oturması kolay olmadı. Zaten Fransa da Euro 2020'den erken elendi.

Fakat kamplar devam etti. Birkaç ay içinde Benzema ve Mbappe arasında müthiş bir uyum gördük. Hem saha içinde hem saha dışında... Kazakistan maçının ilk yarısında hat-trick yapan Mbappe'nin, Benzema'ya gol atsın diye verdiği yaptığı servisi göz ardı edemeyiz. Finlandiya maçında da benzer bir paslaşma oldu.

Benzema, milli takıma döndükten sonra altı gol attı. Bu gollerden biri penaltıydı. Diğer beş golün üçünde ise asisti yapan Mbappe'ydi. Yani yüzde 60'ında... Belki de Real Madrid'de şu an aradığını milli takımda buldu...

Mbappe zaten geçtiğimiz ay PSG'den ayrılmak istediğini açıklamıştı. Benzema da her fırsatta Mbappe'yi övüyor. İkili arasında daha önce böyle bir 'kankalık' durumu yoktu. Her şey milli takımla başladı... Yani belki de önümüzdeki yılların en buyuk transferi, belki de bir 'af' sayesinde şekillenecek.

Mbappe gitmek istediği yeri söylemedi ama herkes o takımın Real Madrid olduğunu biliyor. Ve Mbappe'nin biraz da acelesi var. Zira Benzema da 34 yaşına girmek üzere. Yani beraber oynayacakları süre çok az olabilir. Bu işi biraz hızlandırmak gerekebilir.

Öte yandan Mbappe'nin tercihi, devamında domino taşlarını yıkmaya devam edebilir.

Sponsor ve menajer dünyasının yeni Ronaldo-Messi rekabeti Mbappe ve Haaland üzerinden şekillendiğine göre,; Mbabbe Madrid'e inerse, Norveçliyi de Katalonya sahillerinde görebiliriz. Fakat işin o kısmı için biraz daha bekleyeceğiz. Ya da tam tersi; belki Haaland, Mbappe'den önce bir transfer yapar ve rotayı İngiltere'ye kırar...

Yine de Real Madrid cephesinden bakınca şunu söylemek mümkün: Bir af nelere kadir...

Cuma, Kasım 19

Something to Talk About

 


Birçok yerde romantik/komedi olarak tanımlanan filmimizde 'romantik' ögeler sınırlı. Ve aslında da tamamen öyle olması lazımdı ama en sonda gelen romantizm ateşi filmin notunu ve gücünü aşağılara çekiyor.

Grace ile Eddie'nin mutlu bir evlilikleri ve bir çocukları vardır. Bir gün Grace, eşinin kendisini aldattığını öğrenir. Hemen tavrını koyar ve ailesinin yanına gider. Annesi ve babası geleneksel düşünce yapısında olduğu için 'yuvanın dağılmamasını' isterler. Abla Emma ise ailesinden ve hatta Grace'ten bile daha serttir.

Aslında güzel işlenebilecek, çatışması bol bir konu. Teksas doğumlu senarist Callie Khouri zaman zaman sağlam tasvirler yaparak karakterleri ve Teksas'taki aile kültürünü sağlam betimlemiş. Fakat kurgu çok iyi ve heyecanlı ilerlemiyor.

Özellikle On The Basis of Sex'i izledikten bir hafta sonra denk gelince basit ve sıkıcı kaldığını söylemek mümkün. Başında verilen mesajlarla, sonunda gelişen olaylar 2021 yılından izlenince çok daha fazla sırıtıyor. Filmin 1994 yapımı olduğunu hatırlatmalı. Belki bu film 2012'de falan çekilseydi senaryo daha farklı ilerleyebilirdi.

Pretty Women ile zirveye çıkan Julia Roberts'ın damga vurduğu 90'ların tam ortası. Fakat Roberts filmde vasat bir görüntü çiziyor. Yıldızımız ise ablası Emma rolündeki Kyra Sedgwick... Onun dışında da film hakkında olumlu cümleler pek çıkmaz...

Perşembe, Kasım 18

Topun Oyunda Kalması ve Tempo

Türkiye futboluna dair son dönemde yapılan tartışmaların önemli bir maddesi, topun oyunda kalma süresidir. Süper Lig'deki kalite düşüklüğünün önemli bir göstergesi olarak, topun oyunda az kalması öne sürülüyor. Bu savı güçlendiren 'saha gelenekleri' de mevcut. Oyuncular maç içinde devamlı sakatlanıyor veya sakatlanma numarası yapıyor, özellikle önde olan takımlar zaman geçirmeye çabalıyor, hakemler oyunu çok sık durduruyor.

Rakamlara geçmeden önce kabul etmek gerekir, ligin oyun kalitesinde bir sorun var. Oyun akmıyor. Bazı maçlarda oyunun çok fazla durduğu da bir gerçek. Peki top oyunda kalınca sorun çözülecek mi? Veya belki de top zaten oyunda kalıyordur ama yine bir sorun vardır. Önce sorunu tespit etmek gerekir.

Süper Lig ile ilgili istatistiklerde, kıyasların sadece beş büyük ligle yapılmasını yadırgarım. Mesela bir kaleciyi övmek için "5 büyük lig ve Süper Lig'de en çok kurtarış yapan kaleci" kalıbı kullanılır. Anlamsızdır. Zira bahsedilen ligler birbirinin dengi değildir. Zorluk dereceleri farklıdır. Belki Portekiz'de, Rusya'da, Belçika'da, Hırvatistan'da daha çok kurtarış yapan kaleciler vardır. Buradan doğru bir eşleşme ve kıyas çıkmaz.

Fakat topun oyunda kalma süresi hakkında istatistik verirken, kıta futbolunun referans noktalarını dikkate alabiliriz.

Süper Lig'de topun oyunda kalma süresi 54.44 dakika... Premier Lig ile hemen hemen aynı. Şampiyonlar Ligi, Süper Lig'in üstünde. La Liga ve Serie A ortalaması ise Süper Lig'in altında.

Maç başı faul Süper Lig'de 24.5 civarında. Birçok ligde daha az. Fakat La Liga ve Serie A yine Süper Lig'in üstünde faul sayısına sahip. Rakamlara buradan bakılabilir.

Tabi ki buradan "Bakın Süper Lig ne kadar kaliteli" önermesini çıkarmayacağız. Tam tersi... Bir sorunumuz, hatta birden fazla sorumumuz olduğu aşikar ama topun oyunda kalma süresi, bizim öncelikli sorunumuz olmayabilir.

Fakat topun oyunda kalma süresini çok ciddiye alan grubun, bu sezonki en önemli sığınağı Farioli oldu. Onun Karagümrük'e oynattığı topa sahip olma oyunu, Süper Lig'in yeni devrimi olarak gösteriliyor. Bizce biraz abartı var. Karagümrük'ün eksikleri ve artılarını değerlendirmeyeceğiz. Fakat Karagümrük - Galatasaray maçını dikkate almak lazım.

Mücadele öncesinde futbolseverler çok hevesliydi. İki takım arasında sağlam bir mücadele ve akıcı bir oyun göreceğimizi bekliyorduk. Olmadı. Karşılaşmanın özellikle ilk yarısı görsel açıdan sıkıntılıydı. Top oyunda kalıyordu. Hatta 37-38 dakika boyunca faul bile olmadı. Buna rağmen, topun akmasına rağmen pozisyon göremedik. İsabetli tek şut Halil Dervişoğlu'nun Viviano'ya takılan kafasıydı. Pazar günü saat 16.00'da oynanan bir maç için hoş değildi.

Demek ki topun oyunda kalması her şey demek değilmiş, güzel maçın garantisi de olamazmış.

Esas mesele tempoydu. Premier Lig'i ve Şampiyonlar Ligi'ni diğerlerinden ayıran, onları bir adım öne çıkaran tempoydu. Oyun durabilir. Fauller olabilir. Fakat top oyunda olduğunda, oyuncular oyuna hız kazandırmak zorunda. Hemen bir pozisyon, ardından bir pozisyon daha, bir pozisyon daha... 

Tabi izlenebilir olmak istiyorlarsa... Avrupa Süper Ligi projesine kalkışanlardan, çağımızın sosyolojik araştırmalarına kadar birçok söylem aynı kapıya çıkıyor: İnsanların vakti kıymetli, futbol ise artık uzun. Bu vakti dolduracak bir oyun sunmak, kaçınılmaz bir zorunluluk.

Karagümrük - Galatasaray maçını değerlendirdiğimiz Youtube yayınında da benzer bir değerlendirme yaptım. Top oyunda kaldı ama maçın özellikle ilk yarısı tatmin etmedi. Sinan Yılmaz, bunun nedenini iki teknik direktörünün birbirini kitlemesi olarak açıkladı. Doğruydu. O da maçı yavan bulmuştu.

Gelen izleyici yorumlarından biri ise ilginçti: Yaptığımız değerlendirmeyi yüzeysel bulmuş ve eklemişti: "Futbolu sadece gol ve pozisyon üzerinden izleyecekseniz Hollanda ya da Belçika ligi sizin için daha uygun. Eşleşmeler ve taktiksel açıdan gayet keyifliydi ilk yarı. Talihsiz bir açıklama olmuş."

Tabi ki futbol sadece gollerle ve pozisyonlara açıklanamaz. Ya da sadece oraya sıkıştırılmaz. Hollanda ve Belçika liglerini pek izlemiyorum ama geçmiş tecrübelerimden arda kalan düşünceme göre zaten oradaki gol bolluğu, savunma organizasyonlarının zayıflığı ve bireysel hataların çokluğu ile anlatılabilir. Fakat Premier Lig, Serie A, Şampiyonlar Ligi; izleyenlere çok fazla aksiyon göstermesi sayesinde izleniyor. Tabi kaliteyi de es geçmemek lazım. Ve hatalardan ziyade, oyuna kazandırılan tempo bu işin temelinde...

Zaten futbol özünde bir spordur. Ve spor demek fiziksel performans demektir. Fiziksel performanslar, aksiyonların bir araya gelişiyle anlam kazanır. Her şey atletin/sporcunun hareketiyle başlar ve onun çıkışıyla şekillenir. Hareket... Bir kişinin hareketinden, 11 kişinin hareketine... Oradan 22 kişinin hareketlerine. Ve en önemlisi topun hareketine. Bu uyum ve çatışma oyunu izlenir kılar. 

Eşleşmeler ve taktikler muhakkak önemlidir. Zira oyun kazanmak üzerinedir ve kazanan olmak için bir plan olmalı. Günümüz futbolunda her takımın bir planı var. Hangi planın daha güçlü olduğunu anlamamız bile zor, zira en güçlü plan bile bazen kazanmaya yetmeyebilir. Öte yandan taktikleri, aksiyonlara tercih etmek; satrancı futbola tercih etmekle eş değer olabilir. Satrancı küçümsemek haddimiz değil ama satranç satrançtır, futbol futboldur. Futbolu ayıran aksiyon,ve performanstır.

Planları biri size anlatabilir. Önünüze getirebilir. İzlemediğiniz maça dair tüm planları önünüzde bulabilir, onları değerlendirebilirsiniz. Mesela FM gibi oyunlar bunu size veriyor. Planlar, değerlendirmeler, güçler, notlar... Hepsi önünüzde. Peki oynadığınız veya izlediğiniz futbol mudur? Tabi ki değil! Hatta sanal hali bile değildir. Bir anlatıdır sadece. Oyun ise anlatıdan daha fazlasıdır.

Bazen bir mahalle maçını izlemek de çok keyifli olabilir. Peki, o maçta üstün taktikler var mıdır? Ya da o heyecanlı maçtan keyif alan birine "Bu futbol değil" diyebilir misiniz?

Oyunu izlenir kılan taktikler değil pozisyonlardır. Görselliktir. Bu görsellik de topun oyuna girmesiyle başlar. Topun dönmesiyle devam eder. Top ve topa yön verenler, oyunun akıcılığını belirler. Tabi ki bunun için topun oyunda kalması gerekir. Fakat diğer yandan artık 90 dakikalık bir oyundan topun oyunda kalmasından daha önemli bir nokta vardır. Topun oyunda hızlı hareket etmesi...

Bu hız kim için gereklidir? Yeni kurulan ve tam hazır olmayan bir takımın teknik direktörü için olmayabilir. Anlaşılabilir. Rakibinden daha zayıf olduğunu sezen futbolcu için de olmayabilir. Anlaşılabilir. Eve ne olursa olsun üç puanla dönmek isteyen bir tutkulu taraftar için de öncelik olmayabilir. Anlaşılabilir.

Ben bir teknik direktör değilim. Futbolcu değilim. Tutkulu bir taraftar da değilin. Öte yandan tutkulu bir taraftarın da izlediği maç sayısı, takımının sezon boyunca oynadığı maç sayısından daha fazladır. Yani her tutkulu taraftarın, bir de televizyonda keyif almak için izlediği maçlar vardır.

Yani önemli bir çoğunluğun isteği keyifli bir futbol izlemektir. Bu da pozisyonla, aksiyonla kendini gösterir. Tüm pozisyonların kale önünde olması gerekmez. Fakat pozisyon önemlidir. Pozisyon için topun oyunda kalması gerekir ama yeterli şart değildir. Bir de topun hız kazanması gerekir. 

Karagümrük - Galatasaray maçı bu manada bize bekleneni veremedi. Aynı zamanda bir ezber üzerinde yeniden düşünmemizi sağladı. Diğer yandan bu maçı da çöpe atacak değiliz. Her 'kilitlenen' maç, yeni bir tecrübe demektir. 

Kötü maçlar olmadan, iyi maçların değerini anlayamayız. 

Çarşamba, Kasım 17

Flaskepost fra P

Bir üçlemenin son filmi. Genelde bir filmi izlemeye karar vermeden önce bu tip detaylara çok dikkat ederim ama bu sefer dalgınlığıma gelmiş. Üçlemenin diğer filmlerini, hatta üçlemenin esinlendiği romanı bilmeden izledim.

Seriye hakim olanların, bu film için yorumları olumsuzdu. Onların değerlendirmesine göre, diğer çalışmaların gölgesinde kalmış. Benim için çok fazla sorun olmadı. Beklentim de düşüktü. Fena bir film çıkmadı. Eksikleri de vardı ama olsun. Fakat keşke öncekilere hakim olsaydım. Diğer filmlere dair olumlu yorumlar da beni biraz heveslendirdi.

Flaskepost fra P'nin ana planında kriminal bir vaka var. Kaçırılan bazı çocuklar ve okyanusta bulunan bir şişe arasında bağlantı olduğunu hisseden iki dedektifimiz olayın peşine düşer.

Ana plan bu... Diğer tarafta alt metinlerde ise dini çatışmalar çıkar. Suçlu şeytana tapan bir bireydir. Dedektiflerimizden biri müslüman bir azınlık, diğeri ise ateisttir. Dedektifler arasında sık sık teolojik tartışmalar yaşanır. Bir yandan olayı çözmeye çalışırken, bir yandan da kendi aralarında fikir teatisi gerçekleştirirler. Bu kısımlar benim hoşuma gitti. Hatta daha fazlası da olabilirdi. Fakat ilk iki filmde çok işlendiyse tadında bırakılması doğru olmuştur.

Öte yandan güncel İskandinavya'da müslüman bir birey olarak sosyal hayata karışmanın ne kadar zor olduğunu da gördük. Uğradığı ufak tefek ayrımcılıklar gözümün önündeydi. Hatta Essad karakterinin müslüman olduğu her anda vurgulanmasına rağmen; bu kadar dini tartışmanın içinde bir kere bile "Müslüman olduğuna dair direkt bir ifade kullanılmaması ilginç geldi. Belki de serinin diğer filmlerinde bu konu halledilmiştir. Yargısız infaz yapmayalım.

Fakat ayrımcılık eleştirisi güden bir yapımda, kendi toplumundan doğan ufak korkular da ortaya çıkmış olabilir. Zira hem filmin fotoğrafını çektiği toplumu, hem filmdeki 'kötü adamın' ve çevresindekilerinin bize gösterdiği, halen var olan fanatizmi, hem İskandinavya'nın geçmiş tarihini (2.Dünya Savaşı), hem de yakın tarihini (2011 katliamı) düşününce İskandinavya'nın bu konuda negatif puana sahip olduğunu unutmamalı...

Filme geri dönersek, son bölümün çok fazla uzadığını ve çok da heyecanlı olmadığını belirtmek gerek. Bu nedenle puanı biraz düşüyor. Öte yandan İskandinavya'nın doğasının müthiş katkı verdiğini gördük. Üstelik alıştığımız kar manzaraları da yoktu. Fakat mesela hikayenin çözüldüğü yer olan tekne evin bulunduğu konum, değirmenli köy muazzamdı. İnsanın durdurup uzun uzun bakası geliyordu...

Sonuç olarak iyi kötü bir felsefesi olan, heyecanı ve gerilimi standartın üzerine çekebilen, üzerine düşünülmüş bir film var. Bugün olsa oturup izlemezdim ama diğer filmlere şans vererek seriye başlardım.


Salı, Kasım 16

Osmanlı'da bir Alman Futbolcu

Galatasaray tarihine ve özellikle ilk yıllarına ilgi duyanların adını sıklıkla duyduğu isimlerden biridir Emil Oberle. Benim de ona dair bilgilerim herkes kadar. İnternette dolaşan, bazı yazılı kaynakta yazan cümlelerden daha fazlası değil. Bu yazıda daha fazlasını anlatmam beklenemez.

Fakat hikayesinin satır başları bile benim için çok ilgi çekici. Daha fazla bilgiye ulaşmak isterdim. Gerçi o dönemin birçok futbol sevdalısı genci de benzer meraklar uyandıran figürler... Dönemin dünyasından kopuk olmadan yaşamak zorunda olan insanların, o günlerde 'uzaydan gelmiş' gibi görünen bir oyuna ilgi duyması insanın ruhunu alevlendiriyor.

Emil Oberle 16 Kasım 1889'da, yani bundan tam 132 yıl önce Karlsruhe'de doğmuş. 18 yaşında, şehrinin takımında futbol oynamaya başlamış. Hatta Almanya Milli Takımı formasını da giymiş. Tabi o dönemler milli takımda oynamak, milli takımda oynayan futbolcular dışında kimsenin ilgisini çekmiyor.

Bir noktadan sonra para kazanmak gerektiği için, hemen her futbolcunun esas bir mesleği var. Oberle de 1912'de İstanbul-Bağdat demiryolunun çalışmaları için İstanbul'a gönderilmiş. Ve bir bankada çalışmaya başlamış.

20'li yaşlarında Doğu topraklarına ve yıkılmakta olan çalkantılı bir ülkenin başkentine gelen bu Batılı genç, herhalde toplumla ilişki kurmakta oldukça zorlanmıştır. Fakat o günlerde imdada futbol yetişiyor. Hemen, 'Batı'ya açılan pencere'nin futbol takımına dahil oluyor.

Oberle, başarılı bir kariyer inşa ediyor Galatasaray'da. Fenerbahçe derbilerinde goller atıyor. 1914'teki meşhur maçın aktörlerinden mesela. 

Hemen analım maçı. Galatasaray'da, derbi öncesi çok eksik var. Eksiklerden biri hasta olan Emil Oberle. Fenerbahçe Kaptanı Galip Kulaksızoğlu, Galatasaray'a "İsterseniz maçı erteleyelim" teklifinde bulunuyor. Galatasaray kabul ediyor. Birkaç hafta sonra oynanan karşılaşmayı Galatasaray 6-1 kazanıyor. Gollerden biri Emil'den...

Emil, Galatasaray'da takım kaptanlığına kadar yükseliyor. Kardeşi Joseph'i de İstanbul'a getirip, onu da takıma kazandırıyor. Joseph de bir yandan top oynarken bir yandan elektrik mühendisliği yaparak geçimini kazanıyor.

Bu bilgilere ulaşmak mümkün. Fakat bu adamların, krizlerin ve savaşların eşiğindeki Osmanlı topraklarında emekleme aşamasında olan futbol oynarken yaşadıklarını ve hissettiklerini bilmek pek olası değil. Oysa hikayenin en merak uyandırıcı yerleri orası...

Ne yazık ki elimizde futbol tarihimize dair çok az kaynak var. 1910'lardan vazgeçtik, 1980'ler bile samanlıkta iğne aramak gibi..

Yukarıdaki fotoğraf, Galatasaray'ın 1914 kadrosu... Oberle, sanıyorum en önde topu tutan. Sağ yanındaki de kardeşi...

Oberle 1.Dünya Savaşı sonrası memleketi Karlsruhe'ye dönmüş. Orada da 66 yaşında hayata veda etmiş. "Futbolla geçen bir ömür" demek doğru mu emin değilim. Fakat Türkiye futbolunun kurulma aşamasındaki idealistlerden biri olduğu gerçek.

Bu vesileyle de doğum günü kutlu olsun diyelim. 

Pazartesi, Kasım 15

Gods of Egypt

Öncelikle vasat bir film olduğunu söyleyerek sözlerime başlıyorum. Fakat bir Temmuz akşamı önümde iki seçenek vardı. Ya bunu izleyecektim ya da La La Land'i... İkincisine ön yargım ciddi boyutlarda. Hatta aradan geçen sürede halen izlemedim. O gece, bu seçeneklere nasıl düştüğümü de sormayın. Sonuç olarak ben Gods of Egypt'ı seçtim. Çok beğenmedim ama pişman da değilim.

Klişe bir konusu var. Fantastik öğeler çok fazla öne çıkmış. Tamam filmin türü bu ve türün meraklısına yapılmış ama yine de felsefe ve mitolojik göndermeler biraz daha yer kaplasaydı benim daha çok hoşuma giderdi. Tabi Mısır mitolojisine hakim değilim. O nedenle öykünün bir kısmını da anlamadım. Buna rağmen ilgimi çekmeyi başarması bir artı olarak yazılmalı.

Genelde bu tip fantastik filmlerde aynı düzeni yaşıyorum. İyi bir girişe denk geliyorum, merakım uyanıyor, heyecan yükseliyor ama son kısımda başıma ağrılar giriyor. Burada da son yarım saat geçmek bilmedi benim için. Üstelik o son yarım saatte Ra'yı gördük ama yine de olmadı...

Oyuncularımız iyiydi. Kadroda Gerard Butler'ı görünce onun 'iyi adam' olduğunu düşündüm. Fakat ona kötü karakter gelmiş ve o da hakkını vermiş. Yunanistan'da Leonidas, burada Set...

Horus'u da sevdik ama Ra'ya bile kafa tutan Set kalbimizi çaldı. Bu tip filmlerin ve dizilerin vazgeçilmez ismi olan Nikolaj Coster-Waldau, Horus'a can verirken pek zorlanmadan işini yapmış.

Yönetmen koltuğunda da The Crow, Dark City ve I Robot gibi müthiş atmosfer yaratılmış filmleri yöneten Alex Proyas var. O da sekiz sene sonra mesaiye dönmüş, Kendisi ayrıca Yunan asıllı ve Mısır'da doğan bir insan. Yani mitoloji onun genlerine işlemiş. Fakat kendisi efektlere çok fazla abanmayı tercih etmiş. Eski çağlardan bir mitolojik öykü yerine, yapay bir dünya çıkmış ortaya. Oysa o coğrafyaya hakim biri olarak 21.yüzyıl etkisini biraz düşürebilirdi.

Çok uluslu bir film gibi gözükse de yönetmeniyle, bazı oyuncularıyla ve filmin çekildiği yerle (adı Mısır ama sahneler Avustralya'dan) ben bu yapımı Avustralya sinemasına adıyorum. Ve pek de beğenmiyorum.

Neyse olan oldu artık. İlk başta dediğim gibi, pişman değilim...


Pazar, Kasım 14

Golo #11

Portekiz'de geçen hafta 34 gol atıldı ve sezonun rekoru kırıldı. Hatta belki de son yılların en gollü haftası bile yaşanmış  olabilir. Açıp bakmak lazım ama üşeniyorum.

Bu bereketli haftada güzel goller de geldi. 34 golün 11'i (yani neredeyse üçte biri) üç büyükler Benfica, Sporting ve Porto'dan geldi.

Benfica, Braga'yı 6-1 mağlup ederken şık goller attı. Jorge Jesus'un takımında ince ara pasları, uyumlu setler, klas gol vuruşları izledik. Deplasmanda Santa Clara'ya üç gol atan Porto da güzel goller kaydeden takımlardan biriydi. Başka haftalarda bu goller en üst sıraya yazılırdı. Fakat bu hafta biz başka bir golü seçtik.

Esasında bu kadar bereketli haftada "sezonun en iyi" diyebileceğimiz bir gol de çıkabilirdi. Öyle olmadı. Yine de geçen haftalardaki kuraklığı hatırlayınca buna da şükür diyoruz.

İlginçtir, seçtiğimiz gol aynı zamanda haftanın ilk golüydü. Açılış maçının 16. dakikasında atıldı. Devamında oynanan sekiz maç ve atılan 33 golde onu geçen çıkmadı.

Gil Vicente deplasmanına giden Arouca, maçın favorisi değildi. Puan alması bile zordu. Maçta da iyi oynadığını söylemek pek mümkün değil. 90 dakika boyunca kaleyi bulan sadece bir şutları oldu. O şut, filelerle buluştu ve o şut sayesinde hem blogumuza konuk oldular hem de deplasmandan bir puanla döndüler.

Savunmadan güzel bir çıkış, rakip ceza sahasına geliş, Pedro Moreira'dan şık bir topuk pası ama en önemlisi Arsenio'dan sağ ayakla güzel bir vuruş. Topun direğe çarpması göze, direkten çıkan ses ve sonrasında taraftarların çıkardığı uğultu kulağa hitap ediyor.

Arsenio normalde çok gol atan bir oyuncu değil. Orta sahada oynuyor ama bu sezon ilk golünü kaydetti. Geçen sezon da alt ligde altı gol atmıştı. Buna rağmen blogda kendine yer açmayı başaracak güzellikte bir gole imza attı.

Benzer bir özellik Arouca için de geçerli. En üst lige ilk defa 2012'de çıkan takım, bir süre burada takıldıktan sonra küme düşmüştü ve bu sezonu başından geri dönmüştü. Yani tarihleri boyunca en üst ligde çok az gol atabildiler. Buna rağmen burada kendilerine yer açmayı başardılar.

Bu arada videodaki gol sevincinde eski tanıdıklardan Abdoulaye Ba'yı da göreceksiniz. Zaten 1.97'lik boyuyla görmemeniz mümkün değil...

GOLO #9 GOLO #8  

GOLO #7 GOLO #6 

GOLO #4 GOLO #2

Cumartesi, Kasım 13

On the Basis of Sex

Son dönemde Türkiye'de kadın hakları, cinsiyetler arası eşitlik ve bağlantılı konularla ilgili kavramlar çok revaçta. İstanbul Sözleşmesi, kadın cinayetleri ve gündeme gelen diğer maddeler bu konuların çok daha yüksek sesle konuşulmasına neden oluyor. Bu tartışmalar, toplumsal hayatın gerçekleriydi. Türkiye'de hararetle tartışılması 2010'ları buldu ve bu aslında geç bir dönemdi. Fakat hiç olmamasından iyidir.

Zaten hiç olmaması diye bir durum da söz konusu değildi. Zira sokak, toplumsal hayat, realite; bu tartışmaları mecbur kılacaktı. Ve ne zaman toplum çeşitli konularda alevlenirse ve değişimin ateşini yakarsa popüler kültür de bundan beslenirdi. Popüler kültürün görevi, misyonu veya etkisi burada öne çıkıyor. Yani sokaktan, kültüre yansıyacağı tartışmasızdı.

Böylesine geniş ve ciddi bir konuyu hangi açıdan ele alırsanız, toplumun geniş tabanına da o duyguyu verirsiniz. Maalesef bizim ülkemizde popüler kültür bu sınavı iyi veremiyor. Kadınlar sokakta veya kamusal alanlarda ne kadar yüksek perdeden konuşursa konuşsun, sinema, dizi ve hatta reklam dünyası bunu (ve benzerlerini) sadece bir 'etkileşim aracı' olarak görüyor.

Son dönemde televizyonlarda yapılan yerli dizilerde bunu çok gördük. "Kadın hakları" vurgusu diye önümüze; özel hayatında haksızlığa uğramış mağdur bir kadın ve onunla dayanışan çevresini görüyoruz. Daha fazlası yok. Oysa hayat ve kadınların erkeklerle kurduğu ilişikler, aileden, babadan, sevgiliden, eşten daha geniş bir kümeye denk geliyor.

Bu kısmı biraz geçelim. Emekleme döneminde amatörlükler görmeyi doğal karşılayalım. İş hayatına atılan kadın sayısının azlığına verelim. Cinsiyetler arası eşitlik konusu, salt kadınların dayanışması, öfkesi ve duygusu ile sınırlamayı geride bırakalım. Güzel bir örnek için bu konuları yıllarca tartışan  ve merkezinde sanayi devriminin getirdiği çatışmalar bulunan Batı'ya gidelim.

Bahsedeceğimiz film 2018 yapımı ama gerçek bir hikayeye dayanıyor ve o hikaye 50'lerde, 60'larda, 70'lerde geçiyor. ABD'nin ilk kadın hakimi olan Ruth Bader Ginsburg'un bu sıfatı elde etmek için geçirdiği mücadeleleri izliyoruz.

Ajitasyon yok, yüzeysellik yok, yılışma yok. Hatta Holywood'un çok sevdiği "Olmazı olur yapan bir başarı hikayesi" olarak sınıflandırmak da biraz haksızlık. Bir yandan Ginsburg'ın gerçek hikayesine kronolojik açıdan bakarken, diğer yandan da cinsiyet eşitliği konusunda sıklıkla anılan kavramlar üzerine tartışmaları izleyip bilinçleniyoruz.

Mesela bir metinde "Sex" ve "Gender" kelimelerinin kullanmasında doğan fark üzerine yapılan kısa tartışma güzeldi. Veya tam tersi "Bir hakim hava durumundan etkilenmemeli ama dönemin ikliminden etkilenebilir" sözü, tartışmaya çok açık. Hatta son örneğin varlığı gibi, filmi sadece cinsiyet eşitliği üzerine bir yapım olarak da sınıflandırmamak da lazım. Kanunlar, hukuk, toplum ilişkileri üzerine de mesajları ve kafaya çaktığı soruları mevcut. Hatta kafamızdaki en temel soru da cinsiyet eşitliği konusundan daha geniş bir noktaya hitap ediyor: Değişim nereden başlar, değişimi kim(ler) başlatır?

Ginsburg ailesinin hikayesi ilgi çekici. Başrolde Ruth Hanım olsa da eşi Martin Bey de duruşu ve desteğiyle öyküde özel bir yer ediniyor. Genç yaşta yakalandığı testis kanserini yenmesine de ayrıca sevindim. Yıllar sonra, 78 yaşındayken vefat etmiş kendisi.

Göz ayırmadan, tamamen konsantre olarak izlenecek bir film. Hatta tekrar tekrar bakılmalı. Türkiye'deki dizi ve film senaristlerine de ilham olmalı. Felicity Jones, Ruth Bader Ginsburg rolünde şahane hiç çıkarmış. Armie Hammer, sadece yakışıklı adam olmadığını her filmde kanıtlamaya devam ediyor. Bu güçlü hikayeyi vurucu hale getiren ve oyunculardan maksimum verim alan Mimi Leder'ı da unutmamak lazım. Sadece kurgusal açıdan değil, sinema anlatımı bakımından da göze hitap eden bir film. Senarist Daniel Stiepleman ise Ruth Ginsburg'un yeğeniymiş.

Kesinlikle tavsiye...

Bu arada Türkiye'nin ilk kadın hakimi, 1925'te göreve başlayan Suat Berk'i de anmadan geçmeyelim. Bu bilgiden sonra "Yaşasın Cumhuriyet" dememek de zorlaşıyor.


 

Cuma, Kasım 12

Tek Maçtan Yatan Kuponlar #9

Genelde aynı eğriye sahibiz. Milli maç aralarından hemen sonra yaptığımız kuponlar pek başarılı olamıyor. Sebebi belli. Ara herkesi bozuyor. Sonrasında yavaş yavaş yükselişe geçiyoruz. Tam üst üste kupon tutturmaya başladığımız anda milli maç arası yeniden geliyor.

Geçen hafta sonu Cuma ve Cumartesi günleri de bu denkleme uygun olarak çok tatlı geçti. Pazar da seriyi devam ettirecektik ama bir son dakika golüyle yıkıldık. Hem de en ummadığımız takımdan.

Pazar kuponumda üç ligden dört ayrı maç vardı. Bu üç lig aynı zamanda Bilyoner'de yorumladığım ligler. Yani en güvendiğim, üzerinde çalıştığım maçları kupona almıştım.

Günün ilk maçı saat 17.00'dee başladı. Portekiz'de Tondela, küme düşme hattındaki Maritimo'yu konuk etti. Tondela'nın yeri yanıltmasın, iyi top oynamaya çalışan bir takım. İstediği sonuçları alamıyor ama biz güveniyoruz. Hatta bundan sonrası için de bir tavsiye olabilir. Son dönemde skoru alamadıkları için artık galibiyet oranları da yüksek oluyor. Bu sefer 1.88'den kuponlarımıza ekledik. Maritimo karşısında iyi bir maç çıkardıklarını söylemek güç. Fakat ilk yarıyı üç penaltı golüyle 3-0 önde kapadılar. Bizim için günün ilk maçı erken koptu. İkinci yarıda gelen gollerle skor 4-2 olarak tescillendi ve diğer karşılaşmaları beklemeye başladık.

Saat 19..00'a üç maç aldık. Rusya Ligi'nde oynanan Akhmat - Nizhny maçında ilginç bir tercih yaptık. Konuk takımın en az bir gol atacağını iddia ettik. Karşılaşmanın 55. dakikasında bu iddiamız gerçekleşti. Zaten Nizhny bu sezon sadece iki maçta gol atamadı. Güvenimizi sarsmadı. Kuponumuz da o golle ikide iki oldu.

Artık Norveç'ten haber bekliyorduk. Mjondalen - Viking ve Haugesund - Bodo Glimt maçlarında konuk takımlara güvenmiştik. Viking geçen sezondan beri çok hoşuma giden bir futbol oynuyor ve genelde bahis konusunda bizi yanıltmıyor. Mjondalen karşısında zorlandılar ama 90. dakikada gelen penaltı golüyle bizi mahcup etmediler.

Fakat tam o anlarda Bodo Glimt bizi perişan etti. Aynı dakikalarda Fenerbahçe - Kayserispor maçını izlediğim için, Norveç'teki iki maçta hangi golün önce olduğundan emin değilim. Fakat Bodo maçında yaşanan gelişmeleri daha sonrasında izledim ve yıkıldım. 

Haugesund maçın 10. dakikasında, geçen sezon Ç.Rizespor'da forma giyen Söderlund'un golüyle öne geçmişti ama Bodo'nun maçı çevireceğinden emindim. En ufak bir şüphem yoktu. Keza beklediğim gerçekleşti. Oyuna ikinci yarıda giren Hugo Vetlesen 76 ve 87. dakikalarda attığı gollerle skoru 2-1'e getirdi. Artık 'won' dememize çok az kalmıştı ki Bodo, inanılmaz bir savunma hatası ile kalesinde golü gördü.

Karşılaşma 2-2 sona erdi. Ağustos ayından bu yana oynadığı 20 resmi maçta yenilmeyen, bu süreçte Roma'yı altı gol atarak deviren Bodo, nadir beraberliklerinden birini bize denk getirdi. Aslında Avrupa Kupası maçı dönüşü bir deplasman maçında bu kadar güvenmemek lazımdı ama birkaç hafta sonra şampiyon olacak bir takımdan en iyisini beklemek de bizim hakkımızdı.

Bari son dakikada umutlandırıp utandırmasalardı. Duygularımız çok çabuk değişti. Bir de yenilen golü görünce...




Tek maçtan yatan kuponlar #6

Tek maçtan yatan kuponlar #7

Tek maçtan yatan kuponlar #8

Perşembe, Kasım 11

Çakallarla Dans 3

Çakallarla Dans serisinin ikincisini izledikten sonra görüşlerimi bloga yazmıştım. Sene 2017'di. Yazıyı yayınladıktan sonra bir süre sonra bir okuyucudan yorum geldi. Serinin beşincisinin çekildiğinden bahsediyordu...

Biraz geriden geldiğimiz muhakkak. Fakat en azından üçe kadar ulaştık. Bu seferki filmi, bir otobüs yolculuğunda izlemedim. Çakallarla Dans serisi genellikle otobüs filmi olarak anılıyor. Haklı bir tanım. Ama ben bile isteye, evde otururken izledim.

Aslında ikincisinde yaptığım yorumlara benzer ilerleyeceğim. Bunun da gereksiz yere eleştirilen filmlerden biri olduğunu düşünüyorum. Türkiye'de son dönemde gişe yapan ve sinema salonlarının ayakta kalmasını sağlayan filmler genellikle komediler oluyor. Ve bu komediler çok izlenmesine rağmen gerçekten de çok kötü oluyor. Fakat Çakallarla Dans serisi şu ana kadar beni tatmin etti.

Zaten bir Monty Pyhton filmi beklemiyorduk. Fakat iyi oyunculardan kurulu, Kadıköy'de geçen, çok iyi soundtrack seçimleri olan bir filmi, diğerlerinden ayırmak gerek.

Sıfır Sıkıntı, ilk 3 filmin en zayıfı. Zaten birinci filmi geçmek bence çok zor. Bu arada; bir yerlerde, ilk iki filmin zarar ettiğini okumuştum. Bu bilginin doğruluğundan emin değilim ama o zaman neden altıya kadar devam ettiklerini sormak gerekiyor. Bir yerde yanlışlık var. Zararına yapılacak bir film yok ortada.

Fakat Şevket Çoruh, İlker Ayrık, Timur Acar ve Murat Akkoyunlu dörtlüsünün çok eğlenerek seriyi sürdürdüklerine eminim. Birbirleriyle çok uyumlular. Gerçekten yıllardır aynı mahallede büyümüş gibiler. Bu uyuma yönetmen ve senaristleri de ekleyebilirim. Belki de o yüzden üçüncü film, uzun bir süre ilk filme göndermelerle ilerliyor. Karakterlerin çocukluk zamanlarına dönülen sahneler, seriye aşina olanlar için oldukça hoş olmuş mesela.  O noktada da genç oyuncular arasında en beğendiğim Gökhan'ın (Şevket Çoruh) çocukluğuydu.

Fakat bu kadar hoşluğa rağmen yeni bir konu, yeni bir maceramız olmasına rağmen bu macera bizi yakalayacak kadar sürükleyici değil. Karakterleri tanımamız ve ilk iki bölümden hatıralarımız bize kısa yollu espriler getirmiş (bahis - bu sefer de Shakhtar yatırıyor-, zikir, Fatma, Metin vs). Detaylara girince film yürümekte zorlanmış. Hatta son bölüm biraz sıkıyor da...Bu arada son kısımdaki mülteci teknesinin kaptanının sözleri 2020 Mart ayında meşhur olan gerçek kaçakçının sözlerine çok benziyor. Zaten Çakallarla Dans serisinin en saygı uyandıran özelliği de bu... Gündemin bir adım gerisinden fotoğrafı çekiyor.

Derya Beykal ve Derya Şensoy ikilisi ile oyuna giren yeni 'çete' biraz güzel sos katmış. Fakat ne futboldaki şike skandalı ne de şehirdeki AVM krizi gibi güçlü değiller.

Yani akılda kalıcı bir film değil. Espriler de uçup gidiyor. Fakat yine de iyi zaman geçiriyorsunuz. Ben genelde gülmekten çekinmem. Daha doğrusu ekranda yapılan hemen her espriye gülerim. O yüzden kıstas olamam. Fakat yine de Çakallarla Dans'ın, üç filminde de belli bir standart noktasına kadar yükseldiğini düşünüyorum. Bunda Murat Şeker'in Kadıköy'ü ve futbolu araya serpiştirmesi de etkilidir. Yani bir noktada objektif olamayabilirim.

Sırada dördüncü film var. İzlemek için hevesli değilim. Artık senaryonun tıkandığını görüyoruz. Fakat karşıma çıkarsa ve boş vaktim olursa (mesela bir otobüs yolculuğunda) ıskalamam. 

İnternet alemindeki yorumlara kapılıp kendimizi kapamamak lazım. Aynı zamanda çok buyuk beklentilere girmemek gerek. Bu şartlar sağlandığında, hoş bir 90 dakika sizi bekliyor.

Öte yandan filmde çok az süresi olan psikolog Pınar'ı canlandıran Esin Alpogan, fena halde Anna Kendrick'e benziyor sanki...


Çarşamba, Kasım 10

Kamp mı Futsal mı?

 


"Doksanların ortasındaki ve sonunda Borussia Dortmund'da teknik direktörlük yapmak zor bir görevdi. Bir grup çılgın ve tamamen farklı insandan oluşuyorduk. Her zaman alev alev yanan Matthias Sammer gibi adamlar vardı mesela. Ya da daha önceki yıllarda Serie A'da forma giymiş Andreas Möller ve Stefan Reuter gibi oyuncular... Ve tabi tatillerden düzenli olarak geç dönen, oldukça dik başlı bir Brezilyalı Julio Cesar... Ottmar Hitzfeld, bir yaz sezon başı kampını Brezilya'da düzenledi. Ve tahmin edin kim gelmedi? Julio! Onu, akşam televizyonda bir futsal turnuvası oynarken gördük."

Knut Reinhardt / Borussia Dortmundlu eski futbolcu