Perşembe, Mart 31

Hot Pursuit

 


Konusu itibariyle çok ilgi çekici bir film gibi durmuyordu. Polisten kaçan iki kadın; üstelik biri polis. Bir komediye imza atıyorlar. Eh; daha önce benzerlerini gördük. Fakat çıtır film izlemek için ideal olabilirdi. Bir de baş rollerde Sofia Vergara ve Reese Whiterspoon gibi iki ünlü isim olunca, en azından boş projenin altına girmemişlerdir diye düşündük.

Fakat yanılmışız. İlginç bir şekilde Vergara'nın Whiterspoon'dan daha iyi rol kestiğini söyleyebiliriz.  Gerçi o da yeterli seviyede değildi. Herhalde komedi; Vergara'ya biraz daha uygun. Fakat ne olursa olsun iki oyuncu da çok keskin bir şekilde komedyen sınıfına giremiyor. Senaryo da çok yetersiz kalınca, onlar da kurtaramadı, bizim de hoşumuza gitmedi.

Bir filmden ziyade, skeçlerin bir araya geldiği 90 dakikalık televizyon etkinliği gibiydi. Son 10 yılda, insanların uzun süreli yapımları izleyemez duruma gelmesi sinemayı da etkiledi. Gişe için film yapınca; bazı kaygılar çok fazla öne çıkıyor. 

Öte yandan komedi de çok baskın bir ezber önümüze çıkıyor devamlı. Karakterlerin salak olması! İşin kolayına kaçılıyor gibi. Zira salak karakter, devamlı salakça bir şey yapıyor ve bu çoğunluğu güldürmeye yetiyor. En sıkışılan anda, karakterimiz bir şeye takılıyor, yere düşüyor, kayboluyor, yanlış numara arıyor, yemeğine tuz yerine kırmızı biber atıyor vs...  Artık bu tip sekanslara gülemiyorum. Bu filmde de bunlarca boldan var...

Tabi ki salak durumlara düşmek oldukça komik aslında. Hepimiz bunları yaşıyoruz. O yüzden ideal olanın sıradan bir insanın hayatında yaptığı saçmalıkların komedi unsuruna dönüşmesidir. "Mizah sefaletten doğar" dendiği gibi... O sefaleti, zavallılığı vurgulamak daha değerli. Karakterin fiziksel salaklıkları artık çok sıradanlaşıyor.

Filmin IMDB notu da 5.1'miş. Daha düşük puanlı filmler görmüştüm ama iki şöhretli oyuncudan böyle düşük bir puanlı film çıkmasına şaşırdım. 

Çarşamba, Mart 30

1986

 


Kanada, Dünya Kupası'na son kez katıldığında ve üçte sıfır çekerek (gol de atamayarak) eve döndüğünde...

Meksika sıcağından, Katar çöllerine...


Salı, Mart 29

Puslu Kıtalar Atlası

Puslu Kıtalar Atlası'nın şöhretini duymuştum. İyi bir kitap olduğundan emindim. Okumaya geç kaldığım için kendime de biraz kızgındım. Bir yandan da, acaba oluşan fazla beklentiden dolayı kitabı beğenmeme ihtimalim olur mu diye sorguluyordum.

Hayatımda ilk defa bu kadar derin bir uçurumla, beklediğimden farklı bir eserle karşılaştım. Konu olarak, dil olarak, üslup olarak; beklediğim bu değildi. Zira bunu beklemem için, tahmin edebilmem gerekirdi. Kafamda bir örneği olmalıydı. Değerlendirmeler, tecrübelerle yapılır. Ben, daha önce böyle bir kitabı okuma deneyimi yaşamamıştım.

Türü "fantastik" olarak geçiyor. Kesinlikle benim uzak olduğum türlerden biri. Fakat fantastik türdeki diğer romanlarla aynı mı? Bence değil. Diğer fantastik kitaplar, yeni bir evren, yeni bir dünya yaratır, başka bir dünyada geçtiklerini daha ilk sayfadan okuyucuya verirler zaten. 

Puslu Kıtalar Atlası ise bunun tam tersi; okuyucu normal kurgusal bir roman okuduğunu bile inkar edip tarihte var olan kişilerin öykülerini öğrendiğini hissedebilir.

Belki de o yüzden "rüya gibi bir kitap" demek mümkün. Nasıl ki rüyalar, içine girdiğimizde en gerçekçi hislerle yaşanır ama sona erdiğinde hızlıca akıldan uzaklaşır, Puslu Kıtalar Atlası da benim için öyleydi. İstanbul'un gerçek tarihine ışık tutmuş gibi içine girdim ama sona erince yavaş yavaş ne okuduğumu unutmaya başlamıştım. Karakterler aklımda, olaylar hayal meyal gözümde ama biri sorsa düzgün cümlelerle anlatılamaz gibi.. Buna rağmen; yaşadığım his baki kaldı. Tam bir rüya...

Türk edebiyat tarihinin en iyisi mi? En güzeli mi? İddialı sıfatlar kullandırmaya gerek yok. Bunlardan biri de olmayabilir. Kendisinin bir 'en'i var; ama onu ben bulamıyorum.

Çok mu abarttım? Olabilir. Bugüne kadar birçok kitabı çok beğendim. Çok beğendiğim kitaplar için aklımda hep "Keşke bu kitabı yazabilseydim" cümlesi geçti. Biraz kıskanma gibi gözükse de aslında bir hayranlık barındırıyor. Puslu Kıtalar Atlası'na ise o kadar hayran oldum ki; bu cümleyi kullanmak aklımın ucundan geçmedi.

Eğer bir keşkeli cümlem varsa bu kitapla ilgili; o da "Keşke bu kitabı yazarken İhsan Oktay Anar'ın yanında (veya kafasında) bulunsaydım" olurdu.

Devamlı bahsedilen bir kitap olan Puslu Kıtalar Atlası ve onun yazarı Anar. Bu kadar bahsedilmek, bu kadar övgüye nail olmak; kitabı okumamış birinde bir ezber yaratıyor. O ezbere göre Anar, ustalık eserini yazmış yaşlı bir yazar olmalıydı.

Bugünlerde tabi ki biraz daha yaşlı. Fakat kitabın yayınlandığı 1995 yılında 35 yaşında olduğunu öğrenmem ile şaşkınlığım daha da arttı. Kitabı okurken açılan ağzım, biraz daha genişledi!

Puslu Kıtalar Atlası'na daha sonra, İlban Ertem tarafından çizimler de yapılmış. O kısımları görmedim ama kitabı okurken devamlı kafamda bir çizgi roman tadı belirmişti zaten. Diğer yandan kitabı alıp Suriçi'nde okuma isteğim de artıyordu. Görerek, karakterleri 300 yıl öncesinin İstanbul'unda canlandırarak...

Bunlar olmadı tabi ama kafamda devamlı bir şarkı çaldı.


"Rendekar doğru mu söylüyor? Düşünüyorum, öyleyse varım. Oldukça makul. Fakat bundan tam tersi bir sonuç, varolmadığım, bir düş olduğum sonucu da çıkar: Düşünen bir adamı düşünüyorum. Düşündüğümü bildiğim için, ben varım. Düşündüğünü bildiğim için, düşlediğim bu adamın da varolduğunu biliyorum. Böylece o da benim kadar gerçek oluyor. Bundan sonrası çok daha hüzünlü bir sonuca varıyor.

Düşündüğünü düşündüğüm bu adamın beni düşlediğini düşlüyorum. Öyleyse gerçek olan biri beni düşlüyor. O gerçek, ben ise bir düş oluyorum. 

Kapı kırıldığında Uzun İhsan Efendi kitabı kapadı. Az sonra başına geleceklere aldırmadan kafasından şunları geçirdi: Dünya bir düştür. evet, dünya... ah! Evet, dünya bir masaldır.'"

Pazartesi, Mart 28

14

İnternette bu kadar uzun ömürlü bir mecra var mıdır?

Muhakkak vardır. Ekşi Sözlük var, Tribun Dergi var... Daha da vardır. Ama sayısı da azdır. Yani kendimizi övsek kimse karşı çıkmaz sanıyorum.

Bugün doğum günümüz. İlk post bundan tam 14 sene önce bugün, 28 Mart 2008'de atıldı.

Ben o zaman askerdeydim. Blogu açan, büyüten ve beni yanına alan Peralta'ya her zaman olduğu gibi yine teşekkürler.

Belki eskisi kadar okunmuyoruz, belki eskisi kadar da üretmiyoruz ama olsun. 14 sene ne demek?! O gün doğanların şimdi nasıl olduğunu düşününce şaşırmamak elde değil. Çoğu konuda sadık, muhafazakar ve istikrarlı biriyim. Haliyle herhangi bir şeye 14 sene boyunca devam etmek benim için çok şaşırtıcı bir durum değil. Fakat bunun bir internet mecrası olması, üstelik ısrarla ve uzun bir süre boyunca karşılıksız bir emek vermiş olmam benim açımdan bile çok ilginç.

Mesela yıllar önce günlük tutmaya başlamıştım. O geleneğim 6-7 senede sona erdi. Bunun iki kat daha uzun sürmesi muazzam bir olay.

Daha da sürer. İttire ittire, zorlaya zorlaya sürer ama yine de sürer.

Peki post'un fotoğrafı ne alaka?

İlk post'un fotoğrafında Costanza varmış. Alakalı bir şey olmasını istedim. Seinfeld'in son bölümünden bir kare koyduk ama bu tabi ki son post olmayacak.

Emeği geçen herkese, bir kez bile uğrayan, yorum yapan, okuyan, paylaşan, küfreden, beğenmeyen herkese saygı duruşu...

Pazar, Mart 27

Free Samples

Afişi ve okuduğumuz sinopsisi ile bizi ilk başta aldatan bir film.

Denk geldiğim sinopsis bir yol filmi hikayesinden bahsediyordu. Yol filmlerini seven biri olarak, konuyu okur okumaz izleme kararını verdim. Fakat bir yol filmi değilmiş.

Hatta tam tersi; baş karakterimiz Jillian bir gün boyunca, sabit duran bir dondurma arabasında satış yapmaya çalışır. Yine de çok büyük bir yanılgı içine düşmüyoruz. Zira otobüs hareket etmiyor ama senaryo, yol filmi dinamiklerine sahip çıkıyor.

Malum; yol filmlerinde karakter ilerler ve devamlı yolda yeni birileri ile tanışır. Yeni karakterler girer, çıkar, olaylar gelişir.

Burada da dondurma arabasının önüne devamlı yeni karakterler geliyor. Bazen Jillain'ın tanıdığı kişiler, bazen de hayatında hiç görmediği ve görmek istemediği kişiler...

Fakat yine de bu tatlı tatlı ilerleme bir sona bağlanmıyor. Aslında bir sonumuz var, senaryo havada kalmıyor ama yol filmlerinin en sonunda çıkan o "aydınlanma" hissi burada pek doğmuyor. Yine de 80 dakika için çıtırlık hoş bir film. Ayrıca tek mekanda geçen filmler listesine de girebilir, onları da seviyoruz. Hatta tek mekanda geçen bir yol filmi olarak türünün tek örneği de olabilir.

Öte yandan afişinde bizi aldatan bir başka detay var. Başrollerden biri Jesse Eisenberg'e yazımış. Kendisi çok beğendiğim ve proje tercihlerine çok güvendiğim bir oyuncu olduğundan filmi tercih etmem bir kez daha kolaylaşmıştı. Fakat kendisinin süresi çok azdı. Canı sağolsun.

Yine de hoş bir projeydi.

Cumartesi, Mart 26

Golo #27

Zaman zaman burada güzel gol bulamadığımız, en iyi golü seçerken zorlandığımız haftalar oldu. Hatta çok sayıda golün atıldığı haftalarda bile en iyisini seçmek her zaman kolay değildi.

Milli maç arasından önce oynanan son haftada, Portekiz'de 22 gol atıldı. Ortalama bir rakamdı ama yine düşük diyebiliriz. Fakat bu kısır sayılabilecek haftada inanılmaz güzel goller geldi. Aralarından birini seçmek zorlayacaktı ama Rafa Silva bu zorluğu dindirdi.

1950'lerdeki Oscar adayları gibi... Başka zaman çekilse Oscar alacak filmler, o dönemde dev bir filme takıldığı için sadece aday olarak kaldılar. 

Burada da atılan standart bir kafa golü bile vuruşuyla, ortasıyla belli bir kalitenin üzerine çıktı ama Rafa Silva'ya geçildi. Marcus Edwards'ın eski takımı Guimaraes'e deplasmanda attığı gol güme gitti. Arouca'dan Andre Silva'nın, İlhan Mansız'ın Senegal'e attığı gole benzeyen golü, başka bir haftada bizi çok rahatlatırdı ama bu haftada arada kaynadı.

Benfica'nın tartışılan yıldızı (Jorge Jesus'u gönderen tayfadan olmakla suçlanıyor) Rafa Silva, bu hafta tüm Avrupa basınında popüler olan golüyle hepsini solladı. 80 metre boyunca top sürerek fileleri havalandırdı.

Aslında bu tip gollere muhalifim. Güzel goller ama mesela Maradona'nın İngiltere'ye veya Messi'nin Getafe'ye attığı gollerle kıyaslanmasına karşıyım. Zira Rafa Silva bu eşsiz top sürme deneyimi boyunca kimseyi çalımlamıyor. Diğer yandan Son Heung-Min'in Puskas ödülü kazandıran golünü düşününce Rafa Silva'ya da haksızlık etmemek lazım. Belki de yıl sonunda, haftanın golünden daha fazlasını elde edecek. O zaman da kimse dönüp "Yılın golünün atıldığı haftada gittin kimsenin hatırlamadığın golü koydun" demesin diye önlemimizi aldık.

Benfica da bu bloga en son haftanın golüyle konuk olduğunda daha dünyada Covid-19 pandemisi yoktu. Porto Taremi'yi, Luis Diaz'ı ve daha fazlasını buraya sokarken; Benfica en son Carlos Vinicius ile uğradı buraya.

Devamı daim olsun, severiz Benfica'yı...

GOLO #25  GOLO #24

GOLO #22 GOLO #15

GOLO #14 GOLO #13

GOLO # 12 GOLO #11

GOLO #9 GOLO #8  

GOLO #7 GOLO #6 

GOLO #4 GOLO #2

Cuma, Mart 25

A berni követ

 


NATO'ya dahil olmak isteyen Ukrayna'ya Rus müdahalesinin olduğu günlerde izlenebilecek kaliteli bir tarihi film.

Önce biraz tarih bilgisi. Macaristan'ın eski başbakanlarından Imre Nagy, daha yumuşak sosyalist fikirleri ile dikkat çekmişti. Mesela çok partili bir sistemden bahsediyordu. Aslında benzer görüşler bazı Doğu Avrupa ülkelerinde de oluşmuş ve Nikita Kruşcev önderliğindeki büyük abi SSCB fazla sert davranmamıştı. Fakat Nagy ne zaman Varşova Paktı'ndan çıkacağını ve bağımsız bir ülke olara tarafsız kalacağını duyurdu, işte o zaman olaylar daha hızlı ve sert gelişti.

1956'da başbakan seçilen Nagy, 1958'de idam edildi. Komünizme vurulan en büyük darbeydi belki de, zira SSCB'nin bu işgalinin ve cezasının ardından Batı'daki sosyalistler SSCB'ye sırt çevirmeye başladı.

Filmimiz de zaten 1958 yılında geçiyor. Nagy yanlısı iki eylemci, başbakanlarının idamından tam iki ay sonra, yanı sıcağı sıcağına bir zamanda, İsviçre'de Macaristan Konsolosluğu'na sızar ve büyükelçiyi esir alırlar. Tarihsel göndermelerinin yanı sıra tempolu bir vicdan muhasebesini de içinde barındırır. Daha önce defalarca yazdığım gibi "Ben olsaydım ne yapardım" sorusunu sorduran filmleri çok seviyorum. Bu film de onlardan biri.

Öte yandan tarihsel göndermelerinden birinin 1954 Dünya Kupası olması da bir artı daha vermemi sağladı. Malum Bern, Dünya Kupası finaline ev sahipliği yapan şehirdi. Wandorf'ta oynanan maçın ilk sekiz dakikasında, dönemin en muhteşem takımı olan Macaristan 2-0 öne geçer. Macarlar grup aşamasında da rakibine sekiz gol attığı için, finalin tarihi farka gideceği zannedilir. Fakat Almanya geri döner. Hem finalde geri döner ve kupayı kazanır, hem Almanya Milli Takımı bu günlere uzanan kazanma geleneğini başlatır hem de Alman ulusu 2.Dünya Savaşı'ndan sonra ihtiyacı olan umut ve birlik duygusunu bu maç sayesinde edinir. Macaristan ise 1954'ten sonra 1958 işgali ile hem futboldaki hem küresel politikadaki önemini kaybeder.

Sonuç olarak; güzel film. Tavsiye edilir. Bir de Nagy'nin son günlerini anlatan A temetetlen halott isimli bir film varmış. Onu da yakalarsam izlemeyi düşünüyorum.

Perşembe, Mart 24

Bizim Portekizliler

Hazır önümüzde bir Portekiz - Türkiye maçı varken ve karşılaşma henüz oynanmadan önce bazı istatistikleri hatırlayalım. Zira Portekiz ile Türkiye futbolları arasında özellikle son 20 senede yoğun bir ilişki var.

Önce milli takımlardan başlayalım. İki takım bugüne kadar sekiz maç yapmış. Bunların üçü hazırlık karşılaşması. Kazandığımız iki karşılaşma da ilk ve son oynadığımız hazırlık maçlarından. 2012'de Abdullah Avcı'nın takımı Lizbon'da 3-1 kazanmıştı. Umut Bulut iki gol atmıştı. Zaten bugünlerde televizyonlarda sık sık özeti ile karşılaşıyorsunuzdur.

İki takım arasında 1955'te oynanan ilk maç da bir hazırlık müsabakasıydı ve onu da 3-1 kazanmışız. Lefter (Fenerbahçe), Metin Oktay (Galatasaray) ve Nazmi Bilge (Beşiktaş) atıyor golleri. Fakat resmi maç performansımız facia. Beş resmi maçın tamamını kaybettik. Sadece tek gol atabildik. O tek golü de bu hafta içinde kaybettiğimiz Fevzi Zemzem 1965'te oynanan maçta kaydetti. Yani 57 senedir golümüz yok.

Cristiano Ronaldo'nun bize golü yok ama bir diğer efsane Eusebio'nun dört golü var. Nuno Gomes de iki gol attı. Ayrıca bir dönem Türkiye'de oynayan Pepe ve Raul Meireles de boş geçmedi bizi. Pepe'nin son hazırlık maçında da kendi kalesine golü var. 

Üç ayrı Avrupa Futbol Şampiyonası'nda (1996-2000-2008) karşılaşmamız da ilginç bir tesadüf. 2016'da karşılarına çıkmadık, onda da gidip kupayı aldılar.

Lig istatistikleri

Süper Lig'de ise 66 Portekizli futbolcu top koşturdu. İlki Manuel Mendoza'ydı. 1969'da 2.Lig ekibi Boluspor'a transfer olan Mendoza, takımını Süper Lig'e çıkardıktan sonra bir sezon daha Türkiye'de kalmaya karar verdi ama sadece iki lig maçında oynayabildi. Yine de tarihe geçmesine yetti.

Ondan sonraki Portekizli'yi 30 sene bekledik. Juventus'tan Fenerbahçe'ye transfer olan Dimas, Joachim Löw'in unutulmayan takımının en önemli parçalarından biriydi. Beşiktaş derbisinde attığı golle de Süper Lig tarihinde gol atan ilk Portekizli oyuncu unvanını eline geçirdi.

En çok gol atan Portekizli ise, Beşiktaşlıların kötü sözlerle andığı ve haksızlık ettiği Hugo Almeida... Almeida, en kritik gollerinden birini Süper Final'de Fenerbahçe'ye atmıştı. Artık hocalık yapan eski forvet, toplam 37 golle Süper Lig macerasını tamamlamıştı.

Almeida kadar gol atamasa da ligde gol krallığı yaşamış bir Portekizli oyuncumuz da var. Ariza Makukula, 2009-10 sezonunu 29 maçta attığı 21 golle tamamlamıştı. İlk golünü Ali Sami Yen Stadı'nda Galatasaray'a atan (Elano'nun ilk golünü attığı maç) Portekizli, aynı maçta kendi kalesine de bir gol yollamıştı.

O sezon sonunda Kayserispor'dan ayrılan Makukula, 2 sezon boyunca Manisaspor için ter döktü ama sadece 5 gol atabildi. Türkiye macerasını da alt ligde Karşıyaka forması giyerek noktaladı. Türkiye'deki son golünü de 5 Ocak Stadı'nda, Adanaspor'a attı. Yani ne ilk golünü attığı stadyum, ne de son golünü attığı stadyum artık ayakta...

Öte yandan Almeida'dan sonra en çok gol atan ikinci Portekizli oyuncu, aynı zamanda Süper Lig tarihinde en çok maça çıkan Portekizli unvanına da sahip. Kasımpaşa ve Göztepe formalarıyla hatırladığımız Andre Castro 228 maçta forma giydi ve 27 gol kaydetti. Çok iyi bir orta sahaydı. Türkiye'de yedi sezon geçirdi. 

Onun gibi yedi sezon geçiren bir başka isim ise tarihin en yetenekli Portekizli oyuncusu Ricardo Quaresma'ydı. Q7, 180 maçta 25 gol attı. Ayrıca lig tarihinde en çok kart gören Portekizli de oldu (53 sarı - 6 kırmızı)

Q7'nin maç sayısını geçmeye ve ikinci sıraya oturmaya iki aday var. Şu an Ankaragücü ile alt ligde mücadele eden Tiago Pinto, takımını Süper Lig'e çıkarırsa (bu gayet olası) ve seneye Süper Lig'de mücadele ederse (35 yaşında olacak ama bu da olası) ve 31 maça çıkarsa (bu biraz zor gibi) Q7 ile maç sayılarını eşitler. 

Alanyaspor'da forma giyen Daniel Candeias ise şu anda Süper Lig'de oynayan Portekizliler arasında en çok maça çıkanı ve en çok gol atanı. 123 maç 12 gol...

Bu sezon 15 farklı Portekizli oyuncu Süper Lig'de forma giydi. Kayserispor bu alanda lider, üç futbolcuya (sonradan gönderdikleri Manuel Fernandes dahil) süre verdi. 15 Portekizliden 11 tanesi gol attı. Gol atamayanlardan biri Fernandes, diğer ikisi kaleci (Marafona ve Diogo Sousa) diğeri de stoper Edgar Ie...

Öte yandan bizim şu andaki milli takım kadromuzda da Portekiz havası solumuz iki oyuncumuz var. Sinan Bolat, kariyerinin bir sezonunu Porto'da geçirdi. Merih Demiral da, Sporting sayesinde kariyerini atağa geçirdi.

Maç öncesi böyle çıtırdan bir içerik üretmiş olduk. Gönül ister ki bunun İtalya versiyonunu da yapalım. Biraz zor ama ümit kesilmez..

Salı, Mart 22

Le Bonheur

Sanatçı hangisini anlatmalı? İdeal yaşamı mı sunmalı bizlere, yoksa var olan gerçek yaşamı mı anlatmalı?

Bu soru daha çok politik ve muhalif sanatçıları ilgilendiriyor. Zira onların büyük bir çelişkileri mevcut. İdealarını anlatarak bir tablo mu çizecekler, yoksa karşı oldukları hakim düzeni yansıtarak onlara meşru bir durum mu kazandıracak? Ya da bir sonraki soru; hakim düzeni yansıtmak bir meşruluk aygıtı mıdır?

2020'lerin 'duyarlı' dünyasında bu soru politik sanatçılardan daha fazlasına yöneltiliyor. Reklam yönetmenleri bile bu sorunun altında artık. Fakat biz şimdilik esas konumuza dönelim.

Agnes Varda, feminist kimliğiyle bilinen bir yönetmen. 1960'lar gibi zor bir dönemde bu kimliğini vurguluyor ve sanatını buna göre icra ediyor. Filmler çekiyor. O filmler uzun yıllar izleniyor. Feminizm gelişiyor. Anlamı kaymıyor belki ama toplumdaki karşılığı değişiyor. Haliyle o dönemin filmleri, yeni kuşaklar tarafından belki de yeteri kadar 'feminist' bulunamayabiliyor.

Oysa ilk kıvılcımı atmak zordur. Le Bonheur, 77 dakikalık süresinin uzun bir bölümünü bir erkek hülyasıyla geçiriyor. Evli ve çocuklu François, mutlu bir hayat yaşamaktadır. İşinde gücündedir. Evini, ailesini sever. Fakat bir gün postanede çalışan bir kadına da aşık olur. "Da" eki mühim. Fransız çapkını jönümüz, hem eşine hem de yeni sevgilisine eşit oranda aşık olduğunu, ikisini de sevdiğini ve ikisini de birbirinden ayırmadığını düşünür. Hatta öyledir de...

Üstelik dürüst davranmaktan da çekinmez. Dürüst davrandığı zaman ise bu mutluluk bir trajediye dönüşür. Kurban hikayedeki kadınlardan biri olur. Erkek ise hayatına devam eder. Yine mutlu mudur?

Hikayeyi böyle okuyunca "Bu film nasıl feminizme hizmet eder?" diye sorulabilir. Sorulmuş da... Üstelik Varda'nın muhteşem yönetmenliği, izleyiciye güzel görüntüler sunar. Yani trajediyi hissetmekte çok zorlanırız. Fransa kırsalının güzelliği içimizi ısıtır. Yakışıklı adam, hoş kadınlar, sevimli çocuklar ve güzel bir manzara...

Sanki her şey yolundadır. Sanki yönetmen bize çok eşliliği savunuyormuş gibidir. "Demek ki bu model de işleyebiliyor" der gibidir. Üstelik bunu da erkek üzerinden anlatıyordur. Feminizm ile hiç ilişkisi yok gibidir. Fakat son dakikalarda her şey tersine döner...

1960'lar Fransa'sı, diğer Avrupa ülkeleri gibi savaştan yeni çıkmıştır ve biraz sonra 68 hareketi de başlayacaktır. Toplum fokur fokur kaynamaktadır. Fransa bir yola girecektir ama hangisine?

Aynı soru belki de Varda'nın senaryosunda da kendini gösterir. Hangi yol ve hangi model? Fransa kadını hangisi olmayı seçecektir? Hikayenin iki farklı kadını vardır. Biri ev işleriyle, bulaşıkla, ütüyle zamanını geçiren ve hayatını eşine adayan kadındır. Diğeri ise yalnız yaşayan, cinsellikten çekinmeyen, sevgilisini seven ama ona aynı "adanmayı" aynı şekilde sunmayan kadındır. Filmin sonunda biri kurbana dönüşür, diğeri ise öbürünün ikamesine geçer. Hatta toplumun sunduğu 'mutluluk' tablosunun şık bir parçasına dönüşür. "Özgürlük" bile bir yere kadardır.

Evlilik müessesi de Varda'nın eleştirisinden nasibini alır muhakkak. Fransız sinemasında o zaman gördüğümüz çoğu çapkın erkek aslında bekardır. Biraz da hovardadır. Fransız tarzı bir flörtçülükle takılırlar. Kızlarla beraber olurlar ve ayrılırlar. Fakat hepsi aslında bir film kahramanıdır.

Evli François ise biraz daha toplumun gerçeğidir. Belki kimse onun gibi iki sevdayı tek kalpte bu kadar özgür yaşayamaz ama en azından onların da gizli hayalidir. İlginç olan ise François'nın iki ilişkiyi aynı anda (gizli veya açık) yaşayabileceğini düşünmesidir. Zira o evlidir. Evinin kadını vardır. Çocuklarının annesidir. Kadının onu terk etmesi artık çok zordur. Oysa mesela bir sevgilisi olsaydı, kadın yeni bir sevgiliyi öğrendiğinde ilişkiyi çok rahat sonlandırır ve hayatına devam edebilirdi. En azından bu riski düşünen erkek (Françouis) harekete geçerken çekinirdi. Zira kaybedeceği şeyin farkında olur. Fakat evlilik ne kadar 'bağlayıcı bir anlaşma' gibi gözükse de, aslında başka riskleri denemek için kapıyı açmaktadır.

Spoiler vermeden bu filmi anlatmak biraz zor. Hatta Varda'nın renkleri (kariyerinin ilk renkli filmi) ve görüntüleri kullanmasını görmeden değerlendirmek eksik kalır. Zaten izleyenler bile eksik değerlendirmiş. Zira Varda'nın eril bir hayatı güzellediğini düşünenler çoğunlukta kalmış. Belki de yönetmenin hem karakterleri objektif bir şekilde tasvir edebilmesi hem de fikirlerini sloganlarla film yedirme kolaycılığına kaçmaması bu ters yorumları beraberinde getirmiştir. Belki de yönetmenin işini iyi yaptığının göstergesidir.

Yine de izlerken çok keyif aldığımız, hafızamızın unutulmazları arasına girecek bir film değil. Zaten Francois karakteri sinirimizi bozmaktan geri kalmıyor. Dönemin havasından eksik kalmak da filmden uzaklaşmamıza yol açıyor. Fakat 77 dakikada kafamızda bu kadar soru çıkaran bir film bulmak da her zaman mümkün olmuyor.

O zaman yukarıdaki soruya geri dönelim. Varda politik kimliğini daha fazla açık ederek bir film çekseydi daha mı başarılı olurdu? Mesela erkek ilk andan beri "kötü" mü olmalıydı? Yoksa 'hayatını yaşayan erkek' ile 'kurban kadınları' göstermek ve bunu bir ironiye hizmet etmek için 'mutlu tablolar' ile süslemek; yani gerçeği farklı bir tarzla sunmak onu iktidarın hizmetkarı mı yapar?

Cuma, Mart 18

Pendikspor 0-1 1928 Bucaspor

Yıllar sonra yeniden tribündeyiz. Pandemiydi, yasaktı, HES koduydu derken yaklaşık 2.5 sene sonra yeniden bir maçı canlı izliyoruz.

Esasında ismiyle heves veren bir maç değildi. Fakat yine de izlenmeyecek bir karşılaşma olarak da gösterilmezdi.

Pendikspor, bu sezon alışılmış misyonunun dışına çıkmış, altyapısından çıkan genç oyuncularla mücadele etmek yerine ligin en iyi futbolcularını transfer etmişti. Genelde böyle projeler patlar ve hayal kırıklığı yaratır ama Pendikspor'da öyle olmadı. Kırmızı-beyazlı takım karşılaşma öncesinde en yakın rakibinin 13 puan önündeydi. Üstelik bir maçı da eksikti. Aynı durum halen devam ediyor bu arada...

Haliyle Pendikspor'un ligi domine eden oyununu merak etmiştim. Diğer yandan 1928 Bucaspor da fena bir takım olmadığını sonuçlarıyla gösterdi. Grupta ilk altı içinde geziniyor ve büyük ihtimalle play-off oynayacak.

Aslında bu maç Ocak ayında oynanacaktı ama Türkiye'yi esir alan kar yağışı maçların ertelenmesine neden olmuştu. Yine yoğun bir kar yağışı gelmeden hemen önce karşılaşma oynandı. Sonrasında da hafta sonunda oynanacak tüm maçlar ertelendi.

Soğuk bir havada böyle bir maça gitmemizin nedeni tribünleri çok özlememiz veya bu iki takımı çok merak etmemiz değildi. Mesela maç hafta sonu oynansa üşenir, gelmezdik. Hafta içi rutininin dışına çıkmak için ise iyi bir fırsattı. Benim için de bir değişiklik olurdu.

Öte yandan Pendikspor'un 1.Lig'e çıkması (yüzde 99 gerçekleşecek), Passolig boykotumun sürmesi nedeniyle bana büyük zarar verecek. Önümüzdeki sezon Pendik Stadı'nda maça gitme ihtimalim pek olmayacak. Artık İstanbul'un stadyumsuz semt takımlarının Maltepe'ye veya Pendik'e gelmesini bekleyeceğiz. Beylerbeyi'ni de listeye almak mümkün. Fakat tüm bu olasılıklar daha çok 3.Lig için geçerli olacak.

Keşke 2.Lig'de kalabilseydik, zira 2.Lig çok daha keyifli maçlar sunuyor. Yazının başında bu karşılaşma için "heves veren bir maç değildi" dememize rağmen, yine de grubun kafa takımlarının karşı karşıya geldiği bir 90 dakikada kıran kırana mücadele izledik.

Hayal kırıklığı yaratan Pendikspor oldu. Grubu forse eden, şampiyonluk için gün sayan takımın sahada uçup kaçtığını düşünmüştüm. Meğer öyle değilmiş. Gerçi puan durumunda ufak işaretler mevcuttu. Muhakkak eksik maç sayısı bizi kandırabilir ama yine de Pendikspor'un ligin en çok gol atan takımı olmaması düşündürücü. 13 puan fark atmış ezici lider için şaşırtıcı bir istatistik değil mi? 25 maçta 40 gol, maç başına 1.5 gol demek. Küme düşme hattının hemen üzerinde yer alan Şanlıurfaspor bile aynı maç sayısında 32 gol atmayı başarmış.

Bu istatistikleri anlamlandırmak ve anlamak için sahaya bakmak yeterli oldu. Pendikspor, yeni kurulan kaliteli takımların en sık başvurduğu oyun planına sahip. Topa sahip oluyor, tempoyu düşük tutuyor, savunmayı sağlama alıyor ve zamanı gelince kaliteli ayaklarıyla gol bulmaya çalışıyor. 

Karşılaşmanın ilk yarısında da pek fazla gol pozisyonu izleyemedik. Topu alan Pendikspor zaman zaman hızlı çıkışlar denedi. Sertaç Çam ve Zahit Fındık ön tarafta topla oynama konusunda öne çıktılar ama bitiricilik noktasında bir fark yaratamadılar. Böylece ilk yarı golsüz sona erdi.

1928 Bucaspor ise topu rakibinden almakta zorlansa da, maçın sonunda olacaklar için bir işaret çaktı. Klasik bir alt lig takımı gibi değildi. Kenarda çok hareketli olan teknik direktör Cihan Erdil, takımını da koşturma konusunda başarılı olmuş. İzmir ekibi önde basmayı seven, topu alınca da değişik hücum organizasyonları deneyen tablo çizdi. İlk yarıda topu rakibinden çok fazla alamasa da, en azından isteğini belli etti.

İkinci yarıda ise Pendikspor'un konsantrasyonu azaldı, hatta belki de biraz rehavet başladı. Beş dakika içinde yapılan dört oyuncu değişikliği, dengeyi iyice bozdu. Sezon öncesi kampındaki hazırlık maçlarına benzedi. Fakat 1928 Bucaspor bu atmosfere uyum sağlamadı. Zaten 82. dakikaya kadar tek bir oyuncu değişikliği yaptılar. Alışılmış plan, bozulmayan kurgu, taktiksel sadakat... Hepsi birleşince sonuç da geldi.

81. dakikada savunmanın arkasına sarkan Yusuf Yıldırım topu filelere yolladı. Devamında skoru korumak da kolay oldu.

İzmir ekibi, İstanbul'dan çok kritik  bir galibiyetle döndü. Bu arada 1928 Bucaspor'un, bir zamanlar Süper Lig'de gözüken Bucaspor olmadığını belirtelim. O Bucaspor, 2020 yılında faaliyetlerine son verdi ve tarihin tozlu sayfalarına karıştı. 1928 Bucaspor ise yıllar önce İzmir Özel İdare, sonrasında Tirespor olan takımın, isim değişerek devam eden hali. Yine de taraftarları Pendik Stadı'nda tribündeydi. Sayıca azlardı ve deplasman tribününde de değillerdi. Pendik halkıyla beraber maçı izlediler. Fakat stadyumdan çıkınca 35 plakalı arabalarıyla, maçtan bile bihaber olan insanların üzerine direksiyon kırarak semtten ayrıldılar.

Biz de 2.5 yıl aradan sonra gittiğimiz ilk maçta, tek gol görerek stadyumdan ayrıldık. Vallahi özlenmiş plastik koltuklar. Stadyumdan çıkıp istasyona gidene kadar bacaklarımızın ne kadar uyuştuğundan dem vursak da en kısa zamanda bir maç daha ekleme isteği bünyeye yerleşti.

Trene bindiğimde TFF'nin resmi sitesinde "Liglerde haftanın programı" içeriğine göz attım. Gözüme kestirdiğim bir maç olsa da bir gün sonra tüm maçlar ertelendi. Ama olsun; ateş yeniden yandı...

Salı, Mart 15

The Pursuit of Happyness

Bugüne kadar birçok 'yırtma' temalı film izledik. Başroldeki kahramanımız hayatı boyunca zor günler geçirir, ekonomik olarak zor bir çevrede yaşar ama bir şekilde tırmalar, didinir, defalarca da hakkı yenmesine rağmen mutlu sona ulaşır.

Özellikle ABD sineması bu işin kaynağı oldu. Haliyle bu filmlerin alt metinleri her zaman sorgulandı. Genel kanı ABD sisteminin ve ABD rüyasının insanlara pompalandığı yönündeydi. "Didinin, çabalayın, yoklukları ve eşitsizlikleri sorgulamayın, mücadeleye devam edin; bir şekilde kazanırsınız. Eğer kazanamıyorsanız, yeterince bedel ödememişsinizdir. Yani sorun sistemde değil sizdedir!"

Esasında The Pursuit of Happyness, bu denkleme girecek filmlerinden. Fakat bir noktada ayrılıyor. Yine büyük bir payda aynı şifreden ilerliyoruz. Yaşanmış gerçek bir hikaye olarak Chris Gardner; önce orta-alt sınıftan biri olarak karşımıza çıkıyor. Sonra yavaş yavaş elindekileri kaybediyor. Buna eşi de dahil oluyor. Oğluyla beraber evsiz kalıyor ve kiliselerde yaşamak zorunda kalıyor. Sonrasında da mücadele ve çıkış günleri geliyor.

Fakat sinema dili açısından, benzerlerinden farklı bir yöne evrilmeyi de ihmal etmiyor. Bir film; eğer duyguların geçişi ile anlam kazanıyorsa; bunu en iyi en iyi şekilde beceriyor. İlginç bir şekilde; hem en duygusuz insanı bile ağlama kıyılarında gezdirirken hem de duygusal bir pornoya dönüşmüyor. Filmin gücü; ajitasyon yoğunluğundan değil duyguların yeterli dozda verilmesinden geliyor.

Aslında Gardner'in hikayesinin başladığı yer; birçok insanı avuç içine almak için ideal. Benzer filmlerde kahramanımız genelde fakir mahallenin sorunlu çocuğudur. Yani izleyici çoğu zaman onlardan biri olmadığını bildiği için, hikaye ve kahramanla bağ kurmakta zorlanır. Hatta daha çok bağ kurmaz, onun yerine acımaya başlar. "Şanssız alt kesim" veya "eğitim hakkına ulaşmakta zorlanan şanssız okumamış kesim" diyerek kodlanır. Seyircinin geniş kesimi olan havuz ve bu bağların zayıflığı bilindiğinden yönetmen ve senarist, ajitasyona çok fazla sarılır. Hikayeyi daha dramatik ve romantik bir hale getirmeye çalışır. Çoğu zaman cıvıklaşmış bir film çıkar karşımıza. Bazı örnekleri iyidir ama çoğu defasında "sinemadan çıkan insan" eve vardığında artık filmi düşünmeyi bırakır ve kendi hayatına odaklanır. Belki kendi hayatı için bir "gaz" katkısı alır filmden, bazı replikleri ezberler ve iş hayatında kullanır. Ama bu kadar...

The Pursuit of Happyness'in farkı, sizi asla bırakmayacak olması. Bir gaz kaynağından ziyade, hayatınız boyunca üzerinizde sallanacak bir kılıçtır. Çünkü siz de büyük ihtimalle orta sınıfın bir üyesiniz. Tıpkı Gardner'in başladığı yerdeki gibi. Belki ondan daha iyi durumdasınız. Ama o da şimdilik.

Gardner'ın hikayesi 80'lerin ABD'sinde geçiyor. Dönemi çok iyi tasvir ettiğini belirtmek gerek. Popüler kültüre göndermeleri zaten bu işin olmazsa olmazı. Fakat aynı zamanda karanlık olduğu hiçbir zaman halka gösterilmeyen karanlık bir dönemin yansıması. Reagen'ın ABD'si. Çoğu sahnenin güneşli havalarda çekilmesi bu açıdan bana çok anlamlı geldi. Bilerek mi yapılmıştır bilmiyorum. Ülkenin üzerinde sahte bir güneş var ama insanların büyük ısmı Gardner'ın yaşadığı karanlığın içinde. Mesela bu tip filmlerde iklim kasvetli olur ki; duygular daha güçlü olsun. Bu sefer buna gerek kalmadığı gibi; oluşan atmosfer durumu daha iyi anlatmış.

Neyse; anlatmak istediğim şu: 80'lerin ABD'si, 2020'lerin Türkiye'si gibi. Gerçi film 2006'da çekilmiş, izleyen izlemiş, beğenen beğenmiş ama olsun. Sonuçta Türkiye'deki orta sınıf, cumhuriyet tarihinin büyük bir bölümünde yerini korumak için çok çabalamıştı.

Haliyle Gardner'ın yaşadığı ile bağ kurmak çok daha kolay bir hale geliyor. Evinizde ailenizle oturup zaman geçirebilir, çorbanız kaynayabilir. Fena olmayan bir eğitiminiz, sorunsuz bir geçmişiniz olabilir. Fakat yarın ne olacağını bilemezsiniz. Ve hatta yarın daha kötü olabilirsiniz.

Gardner'ın hikayesinin en vurucu olan tarafı buydu. Bir sıfırdan 'yırtma' başarısı değil. Eğer öyle olsaydı, bu bir "Amerikan rüyası" olurdu. O elindekini kaybedip, daha fazlasını geri alan bir adam olarak çıkıyor.

Açıkçası benim açımdan filmin en zayıf yanı da buydu. Gerçek hikaye olduğu için eleştirmek haddimiz değil. Gardner, geçirdiği zorlu günlerin ardından 'köşeyi dönen adam" olmuş. Biz bunu filmin sonunda verilen bilgilerden öğreniyoruz. Hatta film de bu anlatıyla sona eriyor. Oysa, Gardner zengin biri değil de, sıradan bir orta sınıfa dönseydi benim çok daha hoşuma giderdi. Diğer yandan ortak olduğumuz hikayeyi izleyince de, "İyi ki kazanmış" diyoruz.

Bu arada her zaman olduğu gibi Holywood, gerçek hikayeyi biraz değiştirmeyi yine ihmal etmemiş. Gerçek hayatta Gardner bu zorlukları yaşarken, oğlu bir bebekmiş. Staja girdiğinde de düşük de olsa bir maaş almış.

Oyunculuğunu her zaman beğendiğim Will Smith, buradaki rolüyle Oscar'a aday olmuş. Filmin başka bir Oscar adaylığının olmaması hem filmin seviyesini görmemiz açısından hem de Smith'in başardığı işi anlamamız açısından önemli. Oğlunu oynayan Jaden Smith ise, kendi öz oğlu. Filmdeki ponçik veledin, zaman içinde rap şarkıcısına dönüşmesi ve 'ortamlarda takılması' biraz komik geliyor bana. Fakat Will Smith'e Oscar adaylığını getiren faktör de kendisi olabilir. Zira o uyumun başka bir çocukla yakalanması kolay olmazdı.

Sonuç olarak hikayesiyle, oyuncularıyla, atmosferiyle gayet güçlü bir film var karşımızda. Çok mu iyi, çok mu farklı, çok mu yaratıcı? Değil. Fakat güçlü. Gerçekler tamamen önümüzde, duygular anında içimizde..

.


Cumartesi, Mart 12

Golo #25

 


Hiç uzatmaya gerek yok.

Gerçi ligin resmi Youtube kanalı bu hafta Santa Clara'nın yıldızı Rui Costa'nın golünü seçmiş ama bizim gönlümüzde bir Porto golü var.

Porto golü diyoruz, zira goldeki son vuruş çok aman aman estetik bir güzelliğe sahip değil. Hatta basit bir gol olarak görülebilir. Rui Costa ile Evanilson'ı karşılaştırınca, Rui Costa öne çıkar.

Fakat golün hazırlanışı çok güzel. Savunmadan seken topu alan Vitinha, topu sektire sektire sürüyor, sonra havaya kaldırarak ceza sahasına yolluyor. Mehdi Taremi topu yere düşmeden kafayla diğer direğe yolluyor. Tüm savunmanın bakışlarının ardından top Evanilson'un önüne düşüyor. O da zorlanmadan golünü atıyor.

Tıpkı küçükken mahallede oynadığımız aylık oyunları gibi. Havadan yolluyorlar birbirlerine, tek dokunuşla (sektirme tek dokunuş sayılırdı) paslaşıyorlar.

Aslında Porto son dönemde çok güzel goller atmaya başladı. Başrolde de Taremi-Evanilson ikilisi var. Jesus Corona, Sergio Oliveria ve tabi ki Luis Diaz devre arasında başka ülkelere gidince takımın hücum gücünde bir düşüş olacağını düşünmüştüm. Fakat Evanilson-Taremi'den apayrı seviyede bir ikili çıktı.

Taremi Şubat ayına kadar toplam 7 asist yapmıştı. Şubat ayında aynı sayıda servisi takım arkadaşlarına yolladı. Bu asistlerin beşinde golü atan isim Evanilson oldu.

Geçen sezon pek ortalardan gözükmeyen Evanilson ise yeni sezona yedekte başlamıştı. Sezonun 2021 aylarında ligde iki gol atabilmişti. Fakat Ocak ayıyla beraber atağa geçti. İki ayda sekiz gol kaydetti. 

Bu ikili, hafta içinde de (yani 10 gün önce) Sporting ile oynanan kupa maçında da enfes bir gole daha imza attılar. Adeta futsal golü. Yazının başlığı serimizin geleneği olmasaydı, "Bu ikiliye dikkat" klişesini buraya yapıştırabilirdik. Kalan 9 haftada ilgiyle izleyeceğiz.

GOLO #24

GOLO #22 GOLO #15

GOLO #14 GOLO #13

GOLO # 12 GOLO #11

GOLO #9 GOLO #8  

GOLO #7 GOLO #6 

GOLO #4 GOLO #2

Cuma, Mart 11

Marie-Francine

Son dönemde izlediğim birkaç Fransız filminin konusu birbirine çok benziyor.

Yaşlanmış insanlar, gençliklerindeki gibi yaşamaya çalışıyorlar (mesela 12 ans d'age) ya da biraz fantastik havası olan Camille Redouble'de olduğu gibi zamanda yolculukla geçmişe dönmek zorunda kalıyorlar.

Fakat hepsinde ana fikir aynı. Yaşlı amcalar ve teyzeler; gençliğe özlemle bir komedi filmi sunuyorlar. Marie-Francine istemeden, hayatında yaşananlar nedeniyle bu hale gelen karakter. Kocasından ayrılıyor, işinden kovuluyor, parasız kalıyor ve 50 yaşındayken ebeveynlerinin yanına taşınmak zorunda kalıyor.

Tabi ki hayat devam etmek zorunda. Yeni bir iş ve yeni bir aşk bulmak istiyor. Tüm bunları ailesinin evinde gerçekleştiriyor. Zaman zaman ergenlikteki gibi kısıtlanıyor, zaman zaman ona 50 yaşında olduğu hatırlatılıyor.

İlginç bir konu, basit bir film. Yumuşak bir mizah. Gülmekten kırılmazsınız ama sıkılmazsınız. Zıtlıklarla dolu bir film olduğu için, durum komedisi kendiliğinden geliyor. Çok kaliteli değil ama zaman geçirir. Marie-Francine rolündeki Valerie Lemercier iyi bir oyunculuk sergiliyor. Aynı zamanda da filmin yönetmeni.

Yine de benim en çok merak ettiğim; acaba Fransa'da böyle bir moda veya ihtiyaç mı var? Son yıllarda bu kadar ortak temalı filmin çıkması ilginç. Ya da belki de biri tutunca devamı gelmiştir ama çok da 'tutan' filmler gibi değiller. En azından izlediklerim bu yönde...

Yine de bir yandan sadece Fransa'da değil, tüm dünyada yaşlıların artık geçmişe daha fazla özlem duyduğunu ya da eskiler gibi bunu saklamadıklarını, daha açıktan vurguladıklarını söylemek mümkün.

Çarşamba, Mart 9

Hayaletler

Ortaya karışık sloganlardan oluşan filmleri sevmiyorum. Has propaganda filmlerini bile tercih edebilirim ama ilki; olmuyor...

Antalya'da Altın Portakal kazanmış Hayaletler, fragmanı ile nefes kesen, yurt dışında aldığı ödüllerle (Venedik Film Festivali) merak uyandıran bir filmdi. Belki de bu beklenti bizi mahvetti. Fakat yine de içimize sinmemesini sağlayan nedenlerde haksız değiliz.

Öncelikle Avrupalıların filmi beğenmesini yadırgamıyorum. Türkiye'nin güncel sosyal, toplumsal ve ekonomik sorunlarına dair bilgi edinmek isteyen varsa; direkt Hayaletler'e yönelebilir. 86 dakikalık süresi ile adeta kısa bir özet geçiyor.

Fakat bizim için; işlenen her konu biraz yetersiz kalıyor. Kentsel dönüşüm mü izleyeceğiz, mülteci sorununu mu düşüneceğiz, kadınların toplumdaki yeri ve mücadelesi hakkında bir soruna mı eğileceğiz? Hepsi olsa yine iyi; hatta çok iyi. Fakat hepsinden biraz olunca tat almak zorlaşıyor.

Gerçi yönetmen Azra Deniz Okyay'ın tat verme gibi bir misyonu yok. Onun derdi var, hatta dertleri var ve bizim suratımıza bu dertleri çarpmak istiyor. Fakat oradan oraya atlayınca surata çarpan sert bir tokattan ziyade, toplamda 10 kilo edecek bir klasör kağıdın fırlatıldığında havada uçuşması gibi bir an yaşanıyor. Açıkçası o kağıtların uçuşması biraz yoruyor. Yani film bizi yoruyor. Fakat diğer yandan zaten ülke de yoruyor... Böylesine gürültülü bir ülkede yapılacak filmin de fazla gürültülü olması şaşılacak durum değil.

Belki de en sert politik eleştiri, yanlış olduğunu düşündüğün durumu tespit edip, onu tamamen yansıtmaktır. Yani eleştiri yapmaya çalışmaktansa bir gözlemi yansıtmak daha gerçekçi duracağından, aynı zamanda daha da sertleşecektir. Zira gerçekler acıdır ve serttir. Peki bu filmde gerçeklerden bahsetmiyor mu? Tabi ki bahsettiği konular tamamen gerçek. Fakat rahatsızlığı anlatmak yerine "Ben bundan rahatsızım" diyor. Sloganlar arka arkaya geliyor, hatta bazıları devamlı tekrarlanıyor. "Muhalif olmak" bu kadar kolay olmamalıydı...

Aslında çok da özgün bir noktası vardı. İstanbul'da saatlerce elektriklerin kesildiği bir gün... Güzel bir düşünceydi. Zaten tek güne sıkışan ve farlı karakterlerin yollarının kesiştiği filmleri severim. Üzerine böyle bir atmosfer katılınca tam benlik gibi duruyordu. Hayaletler vaatlerle yola çıktı ama arkası gelmedi. İyi bir sinema filminden ziyade, iyi bir 140 Journos bölümü gibi durmuş.

Tek gün ve birden fazla karakterin yaşattığı meraka rağmen tempo düşük kalmış. Karakterler karikatür gibi olmuş, üstün körü çizilmiş. Biraz sosyal medyanın gündemine ayak uydurulmaya çalışılmış. Kamera kullanımı konusunda da farklı bir yol tercih edilse de bizim gibi muhafazakarları kaybetmesine neden olmuş.

Yine de acımasız olmak istemiyorum. Zira Okyay'ın ilk uzun metrajlı filmi. Üstelik çok düşük bütçeyle çalıştığını eklemek gerek. Belki de kendisini ilerde çok seveceğiz. Bir ışık olduğunu görmemek mümkün değil. Ayrıca Türkiye'de politik sinemanın az ürettiğini, az üretmek zorunda kaldığını, engellendiğini bildiğimizden, karşımıza çıkan örneklere burun kıvırmak da istemem. Fakat bende günün sonunda basit bir izleyiciyim, o yüzden beklentilerim biraz farklı.

Yemekteyiz'e katılan yarışmacılar gibi; "Eline emeğine sağlık, çok emek vermişsin, bu malzemeden iyi bir iş çıkarmışsın ama beğenmedim."

Salı, Mart 8

Yeni Bordalas Yeni Valencia

Biraz Jose Bordalas ve Valencia övelim...

Bordalas; son altı yılda ismini iyice duyuran ve adım adım yükselen bir teknik direktördü. 2016'da Alaves'i La Liga'ya çıkarmıştı ama kendisi o yaz 2.Lig'de kalmaya devam etmiş ve Getafe'nin başına geçmişti. 2017'de bu sefer Getafe'yi yukarıya taşımıştı.

İşte Getafe onun döngüsü oldu. Bordalas, bu sefer çıkardığı takımda kalmaya devam etti. Çıkar çıkmaz sezonu sekizinci sırada bitirdi ve Avrupa biletini üç puanla kaçırdı. Bir sonraki sezon efsaneydi. Bu sefer beşinci sırayı yakaladı. 

Kral Kupası'nda çeyrek finale çıktılar. Bu turda Valencia'ya olaylı bir maçla elendi. 1-0'ın rövanşına, deplasmanda gol bularak başladılar. Fakat sonrasında Getafe 9 kişi kaldı ve üç gol yiyerek elendi.

Getafe 2019-20'de peri masalını yaşıyordu. Burada da bahsetmiştik. Örnek bir modeldi Getafe. Trabzonspor ile aynı grupta başladığı UEFA Avrupa Ligi'nde son 16'yı gördü, ligde Şampiyonlar Ligi potasındaydı. Her şey çok iyi giderken olmayacak bir şey oldu ve pandemi geldi...

Pandemiden sonra işler tepetaklak gitti. Bordalas'ın oyunu aslında izleyenlere keyif verecek gibi değildi. Derinde bekleyen, alanları kapatan, blokları sıkıştıran ve hücuma çıkmak için fazla acelesi olmayan bir takımdı. Sadece izleyenleri değil futbolcuları da sıkan bir oyun anlayışına dönüşebilirdi. Kolay değil böyle bir oyun için futbolcu milletini ikna etmek. Bordalas zor olanı başarmıştı. Sadakat, disiplin, aidiyet, beraberlik gibi duyguların çok kuvvetli olması gerekiyordu ve bunları takımın aşılamıştı.  Fakat üç aylık bir pandemi arasının, takımdaki birliğin, uzak kalmasın takım ruhuna zarar vermesi kaçınılmazdı.

Getafe geri dönüşte Inter'e elendi, ligde de bırakın Şampiyonlar Ligi'ni, Avrupa Ligi biletini bile kaçırdı. Başkan Angel Torres ile Bordalas'ın araları biraz açıldı. Gerçi bunu yüksek sesle dillendirmediler ama eski tutku yok gibiydi. Zaten ertesi sezon Getafe için çok daha sıkıntılı geçti. Yine de ligde kalmayı başardılar ama sezon sonunda yollar ayrıldı.

Bordalas artık Valencia teknik direktörüydü. 2000'lerin başına Şampiyonlar Ligi finalleri oynayan, UEFA Kupası kazanan ve tabi ki La Liga'nın en başarılı kulüplerinden birine dönüşen Valencia'nın da o eski halinden eser yoktu.

Garry Neville, Cesare Prandelli gibi deneyimler yaşamışlardı son yıllarda. Geçen sezon kulüp ekonomik darboğazın pençesine düşmüştü. Kulübün sahibi Singapurlu Peter Lim, taraftarların hedef tahtasındaydı. Genelde böyle zor ve tepkisel durumlarda sahipler, taraftarların suyuna gitmeye çalışırlar ama Lim ve ailesi yaptığı açıklamalarla taraftarları daha da kızdırdılar. Bu sezonun başında da Bordalas'ı takımın başına getirdiler.

Aslında herkes için bir son şanstı. Valencia için ve Lim için zaten aşikardı o son şansın sebepleri ama Bordalas için neden öyleydi? Çünkü Getafe'de oynattığı oyun çok sempatik değildi. Bir açıklaması vardı. Kadro kısıtlıydı ve bu kadro ancak böyle tutunabilirdi La Liga'da. Üstelik ilk sezonlarında işe yaramış bir plandı. Fakat onun üzerine bir tuğla dahi koymaması eleştiri konusuydu.

Valencia ise bir Getafe değildi. Hugo Duro, Carlos Soler, Guedes gibi yetenekli, üst düzey hücum oyuncuları vardı. Bunlara devre arasında Bryan Gil de eklendi. Haliyle Getafe'deki gibi bir oyun Valencia'da yeterli olmazdı. Kabul görmezdi. Doğasına aykırıydı.

Bordalas alıştırdığı oyun felsefesinin zıt tarafına geçmedi ama biraz dönüştü. Valencia, bu satırlar yazıldığında La Liga'nın ilk 10 sırasında yer alıp eksi averaja sahip olan tek takımdı, hafta sonunda kazanınca onu düzeltmiş oldular. 0-0 ve 1-0'lara alıştırdığı Getafe'den sonra 4-3'ler, 3-3'ler, 4-1'ler havada uçuşuyor. İzlemesi gayet keyifli bir takıma dönüştü.

Fakat yine de en önemli şey somut başarıdır. İşte o başarı da geldi. Valencia İspanya Kral Kupası'nda finale yükseldi.

Yerel kupalar Avrupa'da halen çok saygı görüyor ve çok önem atfediliyor. Bizdeki gibi 'angarya' değil yani. O yüzden Bordalas'ın ve Valencia'nın başarısının, kendilerine önemli bir kredi kazandırdığı tartışmasız. Bordalas'a bu başarıyı getiren kulübün 2019'da elendiği Valencia olması da oyunun bir başka güzelliği.

Valencia, Kral Kupası'nı en çok kazanan beşinci kulüp. Sekiz defa kupayı müzelerine götürdüler. En son 2019'da kazandılar. Yani Valencia için çok uzak bir seviye değil burası. Fakat son dönemde yaşananlardan sonra bu başarıya ihtiyaçları vardı. Yarı finaldeki Athletic maçı sonrasındaki kutlamalarda, Bordala'ın oyuncularıyla Getafe'deki gibi sıkı bir ilişki yakaladığı görülüyor. Öyleyse bu işin devamı gelecek gibi..

Fakat önce final... Valencia, 2019'daki finali Benito Villamarin'de oynamıştı. Stadın sahibi Real Betis, bu sezonki finalde Valencia'nın rakibi olacak. Onlar da beşinci kez finale yükselerek önemli bir başarı elde ettiler. Üstelik maç yine Sevilla'da. Bu sefer adres son iki sezonda olduğu gibi La Cartuja ama yine de Valencia için deplasman gibi olacak.

Aslında bir ara Real Betis de övmek gerek. Onlar da üç kulvarda çok iyi gidiyorlar. Sıra gelir ama önce bir dip not vererek bu defteri kapatalım. Real Betis'in kaptanı 37 yaşındaki Joaquin, 2008'de Valencia ile Kral Kupası'nı kazanmıştı. Ve hatta Real Betis'in son kazandığı 2005 finalinde de yeşil-beyazlı takımın kadrosundaydı.

Güzel maç olacak... 23 Nisan'da...


Pazartesi, Mart 7

Sen Hiç Ateşböceği Gördün Mü?

 

2021'in sokağa çıkma yasakları ile geçen günlerinde bir haber düştü. 1990'ların sevilen tiyatro oyunu Sen Hiç Ateşböceği Gördün Mü? Netflix için çekilecekti. Daha doğrusu çoktan çekilmiş; artık Netflix'te de yayınlanmaya başlayacakmış.

Ben bu gelişmelerden bihaberdim. Canım sevgilim, bu konuya bana ileten kişi oldu. Kendisi tiyatro oyununu izlememişti. Sinema versiyonu vizyona gelince (Netflix'e de vizyon demek) izlemek istemişti. Yapacak daha iyi bir sosyal aktivitemiz olmayan (hatta hiçbir sosyal aktivitemizin olmadığı) o günlerde ben de onu kırmadım. 

Film için sözleştiğimiz akşamdan birkaç saat önce, tiyatro oyununu yeniden hatırlamak istedim. Yıllar önce televizyonda izlemiştim. Anafikrini biliyordum, esprilerini çok hatırlamıyordum ama o dönemin Yılmaz Erdoğan mizahına aşinaydım. Duysam hatırlarım gibiydim. Fakat yine de hangi karakter kimdi, onu kim canlandırmıştı gibi soruları yanıtlayabilmek için Youtube'u açıp hafıza tazelemem gerekirdi. Bir de baktım ki, yıllardır sağ tarafta gördüğüm oyun artık yoktu. Netflix için kaldırılmıştı.

Böyle hamleleri hiç sevmiyorum. O nedenle filme de bir ön yargıyla başladım. Fakat zaten benim gibi tiyatro oyununu izlemiş, onu çok net hatırlamasa bile filmi izledikçe hatırlamaya başlayan biri için sinema filmini sevmek mümkün olmayacaktı. Bunu filmin yetersizliğinden dolayı ifade etmiyorum. Şartlar böyleydi.

Öncelikle bu tip tekrar çekimlerin her zaman eleştirilmek gibi bir bahtsızlığı mevcuttur. Yapımın ilk versiyonunu izlemiş olanlar daha nostaljik ve muhafazakar bakışlarıyla yaklaşırlar. Ben de öyle yaptım ama ilginçtir, o konuda çok fazla değişiklik olmamış. 1998 ile 2021 arasındaki ufak farklar senaryoya yedirilmiş, o da zaten hikayenin son bölümüne sıkışmış.

Malum, hikayemiz bir Türkiye portesi çiziyordu. 1940'lardan başlayıp, 2000'lere kadar ilerliyordu. Şimdi yolculuk 2020'leri bulmuş. Yani hikayeye yüzde 80 oranla sadık kalmak mümkün olmuş.

Bu açıdan şaşırdım ve saygı da duydum. Fakat illa eleştireceğim ya; bu sefer de şu soru aklımıza takıldı: O zaman neden bu film çekildi?

Sanıyorum Yılmaz Erdoğan, en üretken çağının en önemli eserlerinden birinin, daha çok kişiye ulaşmasını istedi. Bir sanatçı olarak bunu isteme hakkı çok doğal. En popüler olduğu zamanlarda bile tiyatro oyunları çok az kişiye ulaşmıştı. Gerçi bir tiyatro oyunu için çok yüksek sayılara ulaştığını hatırlıyorum ama yine de nüfusa vurduğumuzda düşük bir rakamdı (Şimdi baktım 1 milyonmuş). Ayrıca aradan 20 sene geçti ve yeni bir kuşak toplumumuza dahil oldu. Erdoğan'ın o kitleye de bu oyununu tanıtmak istemesi normal bir kaygıydı. Büyük ihtimalle Netflix ve pandemi sayesinde bu amacına da ulaşmıştır.

Fakat bu sefer de kafamda şu soru doğdu. Bir tiyatro oyununu sinemaya aktarmak; sinema filmini yeniden sinemaya aktarmaktan daha zor veya kolay mı? Bunun cevabı bende yok. Pardon'un oyununu izlememiştim ama sinemada altından kalkmıştı. İyi bir sinema filmi değildi ama güçlü hikayesi, az sayıdaki müthiş oyuncularıyla işi çok rahat kotarmıştı.

Sen Hiç Ateşböceği Gördün Mü?'nün en önemli sıkıntısı oyuncu kalitesiydi. Filmde yer alan isimlere saygısızlık etmek istemem ama Demet Akbağ, Yılmaz Erdoğan, Altan Erkekli, Binnur Kaya ve diğer 'eski dönem' BKM oyuncularının yanında (daha doğrusu 20 sene sonrasında) biraz sönük kalmışlar.

Ecem Erkek'i ekranlarda çok gördük. Muhakkak iyi bir oyuncu. Fakat burada çok bir Demet Akbağ gibi davranmaya çalışmış gibiydi. Benim açımdan kazanç ise Merve Dizdar oldu. En sevdiğim karakter olan halayı oynaması bir yana; kendisinden bir şeyler katması da çok özeldi. Zaten filmden sonra kendisini biraz daha takip ettim. Oyunculuk kabiliyeti dışında olduğu her yerde; röportajlarından, O Ses Türkiye peformansına kadar her yerde insanının içini ısıtan bir enerji yayıyor. Yolu açık olsun.

Esasında oyuncu kıyaslamaları dışında da bir yenilik görmüyoruz. Filmin en tartışılacak noktası olabilir. 20 yıl önceki tiyatro eserini sinemaya aktarırken bir yenilik koymak mı gerekir, yoksa muhafazakar kalmak mı lazım? Büyük ihtimalle iki seçenek de eski versiyonunu izleyenleri memnun etmeyecekti.

Fakat ilk defa izleyenler için başarılı bir film olduğunu söyleyebiliriz. Zaten Türk sinemasının son döneminde başarılı işler çıkmadığı için, bu iş çöldeki vaha gibi duruyor olabilir. Hele bir de pandemi etkisiyle geçen kurak üç seneyi düşününce, Allah bereket versin diyoruz. 

Bir de esasında ben böyle hikayeleri seviyorum. Geniş döneme yayılan bir hayat hikayesi, arkada içinde bulunduğu toplumun siyasi ve toplumsal gelişmeleri.. Harika bir tür. Forrest Gump bunun en güçlü örneklerinden ama Türkiye de bu konuda başarılı eserler çıktı. Gerçi çoğu 1990'larda kaldı ama olsun.  Bu noktada Umur Bugay'ın muhteşem dizisi Oğlum Adam Olacak'ı es geçemeyiz. Umarım onu da Youtube'dan kaldırmazlar...

Yine lafı oraya bağlamışken... Film yayınlandı, izlendi, oldu bitti. Yine yeniden tiyatro oyunu Youtube'a mı dönse artık acaba...

Pazar, Mart 6

Sportif İzolasyon

10 gündür bambaşka konulardayız. Aklımız Rusya - Ukrayna savaşında. Ne olur, ne olacak, ne olmalı, ne yapılmalı...

Devamlı bunları konuşuyoruz. Biz bunları konuşuyoruz ama dünya da devamlı bir eylemler silsilesi içinde.

Aslında bu yazıyı daha önce yazacaktım. Pazartesi akşamı Avrupa sporundan arka arkaya haberler geldi. Önce Euroleauge, Rus takımlarının haklarını dondurdu. Zaten kafasına göre takım alıp takım sokan bir organizasyon için şaşırtıcı değildi. Haberi duyunca Twitter'dan bir tweet paylaştım ve UEFA'nın benzer bir kararına hak vereceğimi belirttim. Çok geçmeden, dakikalar içinde UEFA'dan da benzer bir karar geldi zaten.

O zaman neden böyle düşündüğümü anlatmanın vakti geldi. Hatta geçiyor bile. Zira basit bir boykot kararının devamında iş bir ulusu topyekun ihraç etme noktasına ulaştı. Bu işin de bir sınırı olmalıydı. Avrupa'da Rus öğrencilerin kayıtları donduruluyor, Dostoyevski yasaklanıyor, uluslararası firmalarda çalışan Ruslar işsiz kalıyor. Bunlar biraz fazla... Ve zaman geçtikçe; UEFA'ya hak veren ben bile "işin ucu kaçtı" demeye başlıyorum. Tüm bunlar aynı torbaya atılacak kararlar değil. Ve iş çığırından çıkmaya başlıyor.

Aslında her şey Rusya'nın Ukrayna işgaline nasıl tepki verileceği konusundaki tartışmalarla başladı. Hem Türkiye'de hem Batı'da çok sayıda kişi Batı güçlerinin, AB'nin ve tabi ki NATO'nun olaya müdahale etmesi gerektiğini söyledi. Rusya bir şekilde durdurulmalıydı. Böyle kafalarına göre ilerleyemezdi. Onları ilk andan beri püskürtmek gerekirdi. Hitler de ilk başta Polonya'yı işgal ettiğinde kimse ciddiye almamıştı, bu sefer ciddiye almak gerekirdi. 

İşin siyasi boyutu ayrı bir konu. Fakat bir parantez açalım. İlkesel olarak savaşa karşı biri olarak; tabi ki her savaşa karşıyım. Yani Rusya'nın işgaline de karşıyım. Fakat bunu doğuran sebepleri de gözardı edemeyiz. O sebepler çözüme kavuşmadan, savaşı başka bir savaş unsuruyla durdurmaya çalışmak, savaşı durdurmayacağı gibi daha şiddetli bir savaşa da neden olabilir. O yüzden üst paragrafta önerilen çözüm önerisine katılmam kolay değil.

Büyük ihtimalle Avrupa devletlerinin bir kısmı da benzer bir korkuya sahip oldukları ve kendilerinden uzaktaki Ukrayna için bir büyük savaş riskine girmeyi göze alamadıkları için böyle bir tercihte bulunmadılar. Bunun yerine ekonomik boykotlar geldi. Çok anlamadığım bankacılık sistemlerinden Rusya'nın aforoz edilmesi gibi örnekler vardı mesela. Kafam basmadığı için neye yarayacağını bilmiyorum. Sponsorluklar iptal edildi. Anlaşmalar bozuldu. Esasında da bunun da çok sağlıklı olduğunu düşünmüyorum. Rus halkının yoksullaşmasına neden olacak projeler uzun vadede daha zararlı sonuçlar doğurabilir. Birinci Dünya Savaşı'nı kaybeden Almanya'nın Versay Anlaşması sonrası İkinci Dünya Savaşı'nı başlatması boşuna değildi. Perşembenin gelişi çarşambadan belliydi. Tabi 1918'den 1938'e kadar geçen 20 yıllık bir süreç var. Dünya şu an 20 yıl sonrasını düşünmüyor. Acil eyleme geçmek zorunda. Fakat yine de bunlar çekimser kaldığım boykotlar.

Fakat kültürel bazı boykotların taraftarıyım. Bunların en önemli farkı; boykot kararını devletlerin değil kurumların almış olması. Yani bir menfaat kavgasından ziyade, sivil bir tavır koyması önemli. Zira Putin ile yıllarca iyi geçinen, ona meşruluk ve güç kazandıran, diğer yandan Ukrayna'NATO'nun bahçesine çeviren Batı'nın resmi yollardan ekonomik hamlelerde bulunması hem inandırıcı değil hem de işe yarayacakmış gibi durmuyor.

Fakat kurumlar böyle değil. Kurumlar daha bağımsızdır. Daha farklı amaçları vardır. Son dönemde çok tartışılan Münih Filarmoni Orkestrası'nın kararına da bakalım. Şef Valery Gergiev işinden, hatta birçok unvanından uzaklaştırıldı. İlk başta rahatsız edici duruyor. Fakat Gergiev'in Putin'i ve rejimini desteklediği biliniyor. Mesela Fazıl Say; Gergiev'i savunanlardan ve "Savaşı o başlatmadı ki" diyor. Haklı da olabilir. Fakat rahatsız edici bir konu. Öyleyse geçmişe baktığımızda Hitler ile dostluğu olan, Nazi sempatizanı sanatçıların savaş sonrasından tarihe kara listede geçmesine ne diyeceğiz? Onlar da savaş başlatmadı ama savaş başlatan bir oluşumun destekçileri oldular. İkinci Dünya Savaşı ile ilgili birçok filmin odak noktası Hitler değil, Hitler'in büyümesine yardım edenlerdir. Hitler'in propagandasını yapanlar, ona güç ve meşruluk kazandıranlar. Belki bir savaş suçlusu değillerdi ama savaşın başlamasına yardımcı olmuşlardı. Belki "Putin henüz Hitler değil" savunması gelebilir. Veya "Putin bir hafta önce de aynı Putin'di, şimdi mi aklınız başınıza geliyor" da denilebilir. Fakat Putin de her iki anlamda da şimdi sınırı geçti... Zaten biz de "bu insanları idam edelim" demiyoruz. Fakat çok uluslu bir oluşumda; hatta misyonu barıştan yana olması gereken bir sanat kurumunda yerini kaybetmesi yadırganacak bir durum değil.

Biz esas konumuza dönelim. Yani UEFA'ya. Ben UEFA'nın kararını onaylıyorum. Fakat bir parantez açıyorum ve FIFA'nın kararını ayırıyorum. Zira iş orada tutarsız kalıyor. Avrupa, uzun yıllar sonra ilk defa savaş görüyor (Yugoslavya İç Savaşı hariç), dünya ise hiçbir zaman savaşlardan başını kaldıramadı. UEFA'nın emsal durumları olmadı ama FIFA diğer savaşlarda kafasını kuma gömdü. O yüzden kalabalığın öfkesine katılan FIFA'nın şovunu geçiyoruz.

UEFA ise Avrupa kültürünü temsil eden en ciddi kurumlardan biri. Düzenlediği organizasyonlar, Avrupa birlikteliğinin sosyal alandaki en büyük karşılığı. AB dediğimiz kurumdan bile daha fazla üyesi var, daha çok insanı ilgilendiriyor. Daha geniş bir alana yayılıyor. Şampiyonlar Ligi'nin Avrupa için önemini ve değerini Süper Lig tartışmaları çıktığında anlatmaya çalışmıştık.

Haliyle böyle bir misyona sahip kurumun şunu demesi bana normal geliyor:

"Kardeşim eğer sen bu birlikteliğe darbe vuruyorsan, gidip bir başka Avrupa ülkesini işgal ediyorsan o zaman bu birlikte yerin yok. İstiyorsan git Asya Şampiyonlar Ligi'nde oyna. Hem UEFA'nın şaşalı varlıklı nimetlerinden faydalanacaksın, hem de Avrupa'nın kültürel varlığını bozmaya uğraşacaksın. Buna hakkın yok."

Ekonomik izolasyon Rus halkının sinirlerini bozabilir, onları öfkelendirebilir ve öfkelerinin adresi Batı dünyası olabilir. Bunu da bir otokrat lider üzerinde vücutlaştırabilirler. Fakat kültürel izolasyon aynı sonucu doğurmayabilir. Moskova'da Petersburg'da yaşayan, uluslararası şirkette çalışan, iş çıkışı Şampiyonlar Ligi maçı izleyen, yazın Yunanistan'da tatil yapan, iş gezisine Londra'ya giden, üniversiteyi Berlin'de okuyan bir insan bu sefer şunu düşünebilir. "Kardeşim ben bu Putin yüzünden UEFA'dan uzaklaştım, Paris'ten, Londra'dan, Berlin'den mahrum kaldım. Çin'e, Hindistan'a kaldım. Bunu yaşamak zorunda mıyım?"

Tabi ki Çin'i, Hindistan'ı ve diğer Asya ülkelerini küçümsemiyorum. Fakat sosyal ve kültürel anlamda Avrupa'da olmanın getirdiği zenginlik daha başka. Bir kulüp Avrupa'da oynayınca mı daha kolay transfer edebilir, Asya'da mı? Hangisinden daha çok gelir elde eder? Zaten aksi olsaydı Kazakistan UEFA'ya girmek ister miydi? Kim Asya Şampiyonlar Ligi'nin rekabetini tercih eder. Veya daha kötüsü, kim uluslararası herhangi bir organizasyonda olmamayı kabullenir... Bir Zenit taraftarı, bir Moskovalı bunun hesabını Putin'den sormaz mı? Büyük ihtimalle soramaz ama olsun. Savaş istemenin, istemesen bile savaş sessiz kalmanın bir karşılığı olmalı. Belki bu sayede şu anda Rusya sokaklarına "Savaşa hayır" diyenlerin sayısı daha da artar.

İşin bir de "eşit rekabet" boyutu var. Bu işgal nedeniyle Ukrayna Ligi oynanacak mı oynanamayacak mı belli değil. Oynanmayı bırak, her gün bir Ukraynalı sporcunun öldüğü haberi geliyor. Şimdi bu ülke ister istemez UEFA'nın tüm organizasyonlarından ayrılmak zorunda kalırken, Rusya'nın içeride kalması hak mı? Belki bu olayların sorumlusu Rus kulüpleri değil ama yine de sizi temsil edenlerin yaptıklarının bir bedeli de olmalı.

Bir de sonuçta uluslararası müsabakalardan bahsediyoruz. Rus kulüpler, Ukrayna kulüpleri, kavgalar, milli marşlar, yuhalamalar... İş çok başka noktalara da taşınabilir.

Aslında bu karara giden yolu açan Robert Lewandowski oldu. Polonyalı oyuncu ve takım arkadaşları, Rusya ile Dünya Kupası elemelerinde karşılaşmak istemediklerini açıkladı. Herkesin takımında, çevresinde, geçmişinde Ukraynalı arkadaşları varken, onlar işgal altında kalırken gidip Rusya Milli Takımı ile maç yapmak da kolay bir iş değil.   

Yine de tüm bunlara rağmen bir "ama" var...

Bu sezon için bu kararın alınması biraz yanlış bence. Spartak Moskova'nın günahı ne şimdi? Buraya kadar gelmiş, oynamış, mücadelesini vermiş. Burada ceza Spartak Moskova'ya veriliyor, Rusya ikinci planda kalıyor. Belki 1-2 aya ateşkes olacak, UEFA da yazın bu kararından vazgeçecek. O zaman ceza-yaptırım kime kesilmiş olacak? Hatta Spartak'ın kadrosunda Rus olmayan, 8-9 oyuncu var. Böylesine kozmopolit bir takımı dışarıda bırakmak ve Leipzig'i bir üst tura çıkarmak adalet duyusunu da zedeliyor.

Kısacası kararın ana fikrine katılmakla beraber, zamanlaması rahatsız edici geldi.

Ve ayrıca UEFA'nın da tıpkı FIFA kadar büyük olmasa da ufak bir samimiyet problemi var: İsrail!

İsrail, Rusya'dan çok farklı değil. Tek farkı Avrupa birliğine darbe vuracak bir şekilde bir başka Avrupa ülkesini işgal etmiyor. Zaten bir başka sorun da tam olarak buradan kaynaklanıyor. İsrail'in Avrupa'da ne işi var? Aslında onun da cevabı Rusya gibi. Fakat İsrail'e piyango çıktı. Asya konfederasyonundaki Arap ülkeleri, tıpkı şimdinin Batı ülkeleri gibi İsrail'i boykot etti. İsrail Asya'da maç yapamayacak duruma geldi. Çare ülkeyi UEFA'ya dahil edilmekte bulundu. Neyse; sonrasında ikinci soru geliyor. İsrail'in olduğu yerde, İsrail'in rahatsız etmediği yerde Rusya mı Avrupa'ya batıyor?

Fakat bunlar sonraki dönemin soruları olarak kalmalı. Zaten büyük ihtimalle sonraki dönem sağlanırsa o dönemde de havada kalmaya devam edecek. Şu anda ciddi anlamda bir 3.Dünya Savaşı tehlikesi var. Bunun da muhatapları Rusya ve Ukrayna. Biz de buradan devam edeceğiz bir süre daha.

Bu kararlar bir işe yarar mı bilmiyorum ama hiçbir şey olmamış gibi devam etmek de rahatsız ederdi. İnsanlar bir hafta önce evlerinde işlerini yapıp, hafta sonu çocuklarıyla parklara giderken şimdi trenlerle bilmedikleri yerlere kaçmaya çalışıyorlar. Coğrafyamız sebebiyle hepimizin başına gelebilecek, ya da başımıza geldiğini düşündüğümüzde bile tüylerimizi diken diken eden bir atmosferden bahsediyoruz. İnsanlık namına bu işin durması gerek. Fakat bunu durdururken de işin 3.Dünya Savaşı'na dönüşmesi riskinden de kaçınmak lazım. Bu nasıl olur bilmiyorum ama en işe yaraması muhtemel kararlar ve eylemler bunlar gibi. Daha iyi fikri olan varsa, ona da kapımız açık...

Cumartesi, Mart 5

Arıza

Tolga Sarıtaş'ın yeni dizisi Baba başlamışken, bir önceki dizisinden bahsetmenin zamanın gelmiş demektir. Zira geçen sene bir hataya düştük ve 30 bölümlük bu vasat altı diziye hapsolduk.

Arıza'nın ilk bölümü 13 Eylül 2020'de yayınlanmış. Ben o zamanlar dizinin farkında bile değildim. Ekim-kasım gibi pandemi yasakları geldiğinde benim de düzenim tepetaklak olmuştu. Yapacak hiçbir şeyim yoktu. Geceleri geç yatıyordum. İşte o geç yattığım günlerin birinde, Arıza'nın tekrar bölümüne geldim.

Tabi ki oyunculuk becerisi diplerde olan Sarıtaş ile partneri Ayça Ayşin Turan'dan etkilenmedik. Dizinin diğer karakterlerinde usta oyuncular vardı. Ahmet Mümtaz Taylan, Ezel'de Kenan Birkan'ın sağ kolu Kaya'yı canlandıran Levent Can, Murat Daltaban, konuk oyuncu olarak gelen Fırat Tanış gibi isimleri görünce diziye bir şans vermek istedim. Aslında konusu da kağıt üzerinde fena değildi.

Bir taksi durağında çalışan Ali Rıza, bir gün darp edilen bir kadını arabasına alır. Tabi ki darp eden kızın takıntılı olan bir platonik aşıktır. Arıza, aşıkı tokatlar, hatta daha fazlasını yapar. Çocuk (Burak Ersoylu) bunu kaldıramaz. Ali Rıza'nın mahallesini basar. Çıkan tartışmada silahlar çekilir ve serseri bir kurşun Ali Rıza'nın kardeşi Nihan'ın ölümüne sebep olur Ali Rıza da intikam yemini eder.

İntikam meselesi bizim zayıf karnımız. Fakat yerli diziler için bu konu çok hassas. Zira intikam konusu işleniyorsa, olaylar silsilesinin az çok belirlenmiş olması ve ona göre ilerlenmesi gerekir. Yani kervan yolda düzülürse, karakterlerde tutarsızlıklar ortaya çıkar. Diğer yanda ise reyting kaygısı var. Bu da her hafta senaryoda değişiklikler yaşanmasına neden oluyor. Haliyle Arıza dizisi de, ilk 6-7 bölümden sonra saçma sapan bir şeye evrildi. Kendi öz senaryosuna sadık kalamadığını hissettim. Konu bambaşka yerlere gitti. Seyirciyi kandırma tuzağına da düştüler. Akıl oyunu yerine saçma sapan olaylar oldu. Sulu bir mafya dizisine döndü. Mafyatik olaylar da sürreal bir hale büründü. Haliyle dizi yok oldu gitti.

İyi ki de gitti. 30 bölüm iyi dayandık. Benim huyumdur, bir diziyi izlemeye başladıysam bitmeden bırakamam. Teselli kaynağımız Arıza'nın tek sezonda sona ermesiydi.

Tabi Tolga Sarıtaş'ın 'yakışıklı ve genç kızların sevgilisi' sınıfından bir oyuncu olması, senaryonun bu hayran kitlesinin istekleri üzerinden (ve tabi ki menajerlerin) değişmesine neden oluyor. Haliyle son günlerin merak edilen dizisi Baba'ya mesafeli duracağım. Haluk Bilginer'in varlığı bile kurtaramayacak; ki benzer hatayı Ahmet Mümtaz Taylan için yaptık.

Bu arada Arıza'nın senaristlerinin tam da dizinin ortasında değiştiğini eklemek lazım. Dizi vasatın üzerindeyken Deli Yürek ve Kurtlar Vadisi gibi dizilerin senaryo ekibinde yer alan Cüneyt Aysan kadrodaydı. Zaten çok fazla göndermesi veya benzerliği de mevcuttu. Son 15 bölümde ise başka bir ekip kalemi eline aldı. O değişiklik sonrasında da seyirci sayısı düşmeye başladı.

Arıza'nın benim açımdan en büyük kazancı ise Olgun Toker oldu. Ali Rıza'nın can düşmanı Burak'ı oynayan Toker, dizinin yıldızı oldu. Son bölümleri izlememdeki, daha doğrusu onlara dayanabilmemedeki en ciddi motivasyonum oydu. Arıza sona erdikten sonra aynı yapım şirketinin (O3 medya) diğer dizisi Son Yaz'a katıldı. Orada da üst düzey bir oyunculuk sergiledi. İki dizi, iki karakter arasında sadece 1-2 hafta boşluk verip, ikisinde de üst düzey bir performans göstermesi takdir edilesiydi.

Öte yandan sonradan diziye dahil olan Balaban karakterinin (Rüzgar Aksoy) renk kattığını söylemeden geçemeyeceğim. Fakat onu da Ali Rıza'nın düşmanı diye antipatik bir karaktere dönüştürdüler.

İzledik bitti. Bizim gibi takıntılı insanlara da ders oldu. Bundan sonra bir diziyi bitmeden izlemeyeceğiz Fakat bu dersi uyguladık mı? Tabi ki hayır... Bu sezonun dizisini de bitince yazarız.

Cuma, Mart 4

Golo #24

Süper Lig'de bu hafta 43 gol atıldı ve rekor kırıldı. Portekiz'de ise bunun yarısından daha az gol atıldı; 21 gol! Tıpkı geçen haftaki gibi. Oldukça kurak bir Şubat ayı yaşadık.

Haliyle 21 golden en güzelini seçmek kolay olmadı. Beş maç berabere bitti, dengeler bozulmadı. Çoğu gol kenar ortalardan geldi. Saymadım ama kafayla atılan gollerin sayısı da fazlaydı. "Kafayla atılan gol güzel olmaz" diye bir kural yok tabi, hatta onları özel olarak beğenen de var ama benim radarıma kolay kolay girmiyor.

Haliyle başka haftalarda yüzüne bakmayacağımız bir gol, bu sefer öne çıktı. Porto - Gil Vicente maçı, haftanın en keyifli mücadelelerinden biriydi. Porto, takipçisi Sporting ile puan farkını açmak için sahaya çıktı ama sezonun sürpriz takımı Gil Vicente inanılmaz bir direnç gösterdi. Konuk takım henüz 3. dakikada 10 kişi kaldı, ilk yarıda kalesini kapadı, maç boyunca kalesinde 27 şut gördü, yetmedi bir de 62. dakikada golü buldu.

Sezonun iki yıldızı başroldeydi. Porto, Benfica ve Atletico'nun peşinden koştuğu Samuel Lino getirdi, İspanyol santrfor Fran Navarro sırtı dönük bir şekilde topla buluştu. Kıvrak bir şekilde döndü ve iki Porto stoperi Mbemba ve Cardoso'nun arasından geçti. Artık kaleci Diogo ile karşı karşıya kalmıştı ve bu sezon sıklıkla yaptığı gibi topu filelere gönderdi.

Çok güzel bir gol değildi belki ama içinde kaliteyi barındırıyordu. Onu gösterebilmesi kalbimizi çalmaya yetti. Zaten Fran Navarro bu sezon kalitesiyle radarımıza da girdi. Valencia altyapısından çıkan 24 yaşındaki oyuncuyu La Liga'da pek görememiştik. Portekiz'deki ilk sezonunda ise şimdiden 13 gole ulaştı. Büyük ihtimalle (yine İspanya'dan gelen) Darwin Nunez'i krallık yarışında yakalayamayacak ama Gil Vicente gibi bir takımda bunu başarması çok daha önemli olabilir.

Asisti yapan Lino'nun da sekiz golü var. Onun da peşinde Premier Lig takımları var. İki oyuncunun toplam gol sayısı, Gil Vicente'nin toplam gol sayısının yüzde 60'ına tekabül ediyor. Gil Vicente ise sezonu muhteşem geçiriyor ve beşinci sıraya kuruldu. Porto deplasmanını da 87 dakika 10 kişi oynamalarına rağmen 1-1 bitirdiler. 

Bu arada Gil Vicente, bu bloga daha önce bir kez konuk olmuştu. Geçen sene yine bir haftanın golüne imza atmışlardı. O golü atan Laurency, şimdi Göztepe'de oynuyor. Fran Navarro'nun yolu buraya düşer mi? Belli olmaz. Fakat Avrupa'da biraz daha zaman geçireceği belli...

GOLO #22 GOLO #15

GOLO #14 GOLO #13

GOLO # 12 GOLO #11

GOLO #9 GOLO #8  

GOLO #7 GOLO #6 

GOLO #4 GOLO #2


Perşembe, Mart 3

Terraferma

Rusya'nın Ukrayna'yı işgali, ardından yaşananlar, Batı'daki tepkiler, gelen haberler...

Sanırım savaş ve yaşanan gelişmeler hakkında sık sık konuşmamız gerekecek. Devamlı yeni bir haber geliyor, yeni bir tartışma konusu karşımıza çıkıyor. İçimizi dökeceğimiz yer de burası olacak.

Ortada sayısız mesele var. Bunlardan biri de mülteci konusu. Daha doğudaki savaşlardan kaçanlara çelme takanlar, Ukrayna'dan gelenlere kapılarını ardına kadar açtı. Hatta Ukrayna'dan gelenleri de ayırdılar. Sarı saçlı mavi gözlüler için işler daha kolayken, Ukrayna'da yaşayan Afrikalı işçiler, öğrenciler, çocuklar trenlere alınmadı.

Batı'nın bu konudaki iki yüzlülüğü zaten bilinen bir durumdu. Söyleyen söyledi, dinleyen dinledi. Yüzlerine karşı söyleyince bile bir değişim olmadı. Hatta kendi toplumlarında bile bu konuyu dillendirenler olduğunda kafalarını güme gömdüler.

Biz şimdilik bu konuya değinmeyelim ve konuyla ilgili bir film önerisinde bulunalım.

İtalya'nın 2011 senesinde Oscar adayı olan filmi Terraferma esasında çok başarılı değil. Benim beklentim daha yüksekti. Son yıllarda bu konu hakkında yapılan filmlerin sayısı artmıştı. Haliyle Terraferma'yı benzerleri ile kıyasladığımızda, onlara nazaran zayıf kaldığını söylememiz mümkün.

Muhteşem fragmanı, fragmanında çalan müziği, fragmanında sadece tek bir repliğe yer vermesi ile beni etkilemişti. Ayrıca bir İtalyan/Akdeniz filmi olmasının avantajını, görüntü yönetmenliği açısından çok iyi kullanmış. Manzaralar, görüntüler çok temiz... Anlatımı etkileyici, oyuncular iyi.

Fakat senaryo biraz tutuk. Yine de filmi bir karşıtlık üzerinden kurması beğenimi kazandı. Bu sayede birçok metafora ve vurucu sahneye imza atılmış.

Hikayemiz Sicilya yakınlarındaki bir adada geçiyor. Ada sakinleri hayatını balıkçılık ve turizmden kazanıyor. Haliyle adaya dışarıdan gelenlere özel bir ilgi gösteriyorlar. Tabi eğer onlar turist ve batılı olursa...

Bir gün adaya Etiyopya'dan birileri gelir ve ortalık karışır.

Tam da bu günlerde izlenmesi gereken filmlerden. Ayrıca senaryosunu ne kadar 'gömsem' de; her filmin markası sonudur. Sonu kuvvetli olan filmler her zaman bir adım öne çıkmayı başarır. Terraferma; sonunu bağlayamayan türdeşlerinden ayrılıp çok güçlü bir sonla kapatıyor kamerasını...

Filmi izleyince ister istemez, Akyarlar'a cansız bedeni vuran Aylan'ı da hatırlıyoruz. Deniz yoluyla Avrupa'ya sığınmaya çalışan mültecilerin sembolü olan Aylan'ın hikayesi 2015'e damga vurmuştu. Terraferma ise 2011'de çekildi.

2011'de anlatıldı; bir işe yaramadı.
2015'te çok sert bir şekilde yaşandı; bir işe yaramadı.
2022'de bakalım neler göreceğiz bu sefer...