Pazar, Aralık 29

Golo #14


Geçtiğimiz hafta; daha doğrusu Noel ve yılbaşı tatili öncesinde oynanan son lig haftasında, Portekiz Ligi'nde 23 gol atıldı. Portekiz Ligi için fena bir rakam değil. Fakat haftanın en güzel golünü bulmak kolay olmadı. Bazı haftalarda (mesela bu serinin son yazısı olan 11. haftada) çok güzel goller arasından seçim yapmak zorunda kalıyorduk. Hatta o 11. haftada ilk üçün dışında kalan goller bu hafta zirvenin tartışmasız sahibi olurdu. Bu haftanın en güzel golünü ise o haftalarda direkt elerdik. Kısmet işte...

Bu hafta iki gol arasında gittim geldim ve günün sonunda yine bir Porto golü zirveyi ele geçirdi. Porto - Tondela maçında skoru belirleyen gol, yani haftanın atılan son golü, ödülü kaptı. Otavio'nun golü bireysel güzellikten uzak, hazırlanış bakımından klas bir golü. Paslaşmalar çok güzeldi. Özellikle Jesus Corona'dan gelen son pas çok şıktı. Zaten Corona o akşam çok iyi oynadı ve üç golün ikisinde asist yaptı. Otavio'nun vuruşu da klastı. Brezilyalı oyuncu bu sezon ligdeki ilk golünü de atmış oldu ve ilk golüyle haftanın golü ödülümüze layık oldu.

Bence Otavio'yu zorlayan tek gol ise Gil Vicente'den Bozhidar Kraev'in golüydü. Porto'nun golüne benzer nitelikte. Hızlı çıkarken bir anda set hücumuna dönen Gil Vicente, Guimaraes savunmasını gafil avladı. Öldürücü darbe ise dar alanda kaleci Douglas Renato'ya şık bir çalım atan Kraev'den geldi. Belki de bazıları bu golü Otavio'ya göre daha çok beğenebilir. Bana göre Porto'nun golündeki fark oyuncuların daha hızlı hareket etmesiydi. Gil Vicente oyuncuları ağırdan alınca estetik biraz kaybolmuş...

Öte yandan Kraev'e ufak bir parantez açmak lazım. 22 yaşındaki Bulgar oyuncu sezon başında Danimarka'dan transfer edildi. Sezonun ilk haftasında Porto'ya gol atınca dikkatleri çekti ama sonrasında kayboldu. Aralık ayı ona uğurlu geldi. Önce Sporting'e, sonra da Guimaraes'e gol atarak yeni yıla umutlu girdi. 2020'de gözümüz üzerinde olacak. 

2019'u Otavio'nun golüyle sonlandırdık. Portekiz Ligi'nde 15. hafta maçları 4 Ocak'ta başlayacak. Merakla beklediğimiz maç ise Sporting - Porto mücadelesi olacak. Haftanın golü de ya oradan ya da Benfica - Guimaraes maçından çıkabilir.

GOLO #11

GOLO #7

GOLO #2

Cumartesi, Aralık 28

The Rider


Sanıyorum ki The Rider'ı duymamışsınızdır. En azından ülkemizde vizyona girmedi. Hasbelkader bir yerde denk gelmeniz lazım ama o da zor. Zaten kendi ülkesinde de çok bilinen bir film değil. Buna rağmen bu az bilinen film, IMDB'de 7.4 puana sahip. İşte böyle filmlerin hastasıyız. Az bilinen, beklentisi olmayan ama izlendiğinde hayranlık uyandıran filmler. Tam bir bağımsız sinema örneği...

Film yarı kurgusal yarı belgesel şekilde ilerliyor. Fakat bir belgeselin realist özelliklerine sadık kalırken diğer yandan bir duygu sağanağına dönüşüyor. Çinli yönetmen ve senarist Chloe Zhao (Zhao Ting) harika bir iş çıkarıyor.

Neden yarı kurgusal yarı belgesel dediğimizi daha net açıklayalım. Gerçek bir öyküden esinlenerek hazırlanan filmin oyuncu kadrosu, hikayenin esas sahipleri tarafından oluşturulmuş. Oyunculuk geçmişi olmayan bu insanlar, kendi hayatlarını bir kez daha yaşıyorlar. Bir belgeseldeki gibi anlatımda değiller. Hayatlarını bir kez daha yaşıyorlar ve oynuyorlar. Üstelik kamera karşısında hiç tutukluk yaşamıyorlar. Film boyunca, kurgusal bir filmde karakterlere can veren oyuncuları izlediğinizi düşünüyorsunuz. Bu noktada oyuncuların başarısı zaten takdirlik ama aslan payı tabi ki yönetmene ait.

Öyküden biraz bahsedelim. Brady, bir rodeo binicisidir. Hayatını buna adamıştır ki zaten çevresinde de çok yaygın bir meslektir. Buna rağmen bir kaza geçirir ve vücudunun bazı noktaları bir daha rodeo yapmasını engelleyecek şekilde hasar görür. İşte bu noktada gerçekler, tutkular, yaşamdaki varlık nedenleri, gelecek kaygıları, maddi kaygılar, yetenekler, yeterlilikler; yani insana dair olan her şey sorgulanmaya başlanır. 

Bir insanın kendi hayatını ve duygularını çok net şekilde aktarabilmesi olması gereken bir durum gibi gözükebilir. Fakat kameralar önünden seyirciye bu kadar net bir aktarım sağlanması inanılmaz. Geçeğin bu kadar eşsiz anlatımını biz kendi hayatımızda yakınlarımızın karşısındayken bile yapamıyoruz. O nedenle hayret edici güzellikte bir film...

Filmin baş rolünde, boşluğa düşen ve hiçbir işe yaramadığını düşünen Bradley var. Onun acıklı sayılabilecek hayatına göz atıyoruz. Fakat diğer yandan en büyük dram Lane'e ait. Bradley'in en iyi arkadaşı olan Lane, geçirdiği  bir rodeo kazasından sonra yatalak duruma düşer. Konuşamaz, hareket edemez. Bradley, sık sık Lane'in yanına gider. Film bittikten sonra, kameralar önündeki Lane'in de kendisini canlandırdığını öğrendiğimizde daha beter bir duruma geçiyoruz. 

Filmde eleştirebileceğimiz tek nokta belki temponun düşüklüğü olabilir. Fakat onu da muhteşem görüntü yönetmenliği unutturuyor. Her sahnenin, her mimiğin, her duygunun özenle seçilmiş ayrı bir arka planı, ayrı bir rengi, ayrı bir rüzgarı, güneşi olduğunu hissediyoruz. At koşturulan o geniş araziler ve dar çiftlikler sadece filme değil karakterlere de girmemizi sağlıyor.

"Bir film yapmanın, bir kitap yazmanın tüm kurallarını, genelgeçer tüm yöntemlerini bir kenara bırakabilseydik ne kadar harika şeyler yaratabilirdik. Gözlemlemeyi unuttuk. Gözlemlemek yerine her şeyi kalıplara uydurmaya çalışıyoruz" diyen Tarkovski, bu filmi izleseydi çok severdi diye düşünüyorum.

Herhangi bir belgeselden daha gerçek, herhangi bir kurgudan daha yaratıcı...


Perşembe, Aralık 26

Todos lo Saben


Todos lo Saben, yani daha bilinen ismiyle Everybody Knows, aradan geçen bir senenin ardından IMDB'de 7.00 puan barajının altına düşmüş durumda. Şaşılacak durum değil. Fakat kadronun tamamını düşününce ortaya çıkan ürün gerçekten şaşırtıcı.

Asghar Farhadi çok fazla film çekmiş bir yönetmen değil; sadece sekiz. Ben de sadece bir filmini izledim. Az  üretime rağmen kaliteyi kanıtlamış. İnsanı heyecanlandırdığı muhakkak.

İran gibi zor koşullarda ve kısıtlı kaynaklarda çekilen iyi filmlerin ardından bu tip yönetmenlerin Batı imkanlarıyla çok daha klas işlere imza atması bekleniyor. Fakat aksi olması muhtemel. Mesela  Kusturica'nın en basit işlerinden birinin Arizona Dream olması gibi... Todos lo Saben'in başına gelen de bu...

Kadro şahane. Javier Bardem, Penelope Cruz, Ricardo Darin... İyi bir yönetmen ve iyi bir öyküyle çok iyi bir film çıkacağını bekliyoruz ama her şey çok standart kalıyor. Hikaye merak uyandırıcı değil, kurguda boşluklar var, diyaloglar zayıf, tempo ağır. Orta sınıf bir film için dahi çekilmez özellikler ama yüksek bütçeli ve yüksek beklentili bir filmde karşılaşınca, hayal kırıklığı daha büyük oluyor. Bir de Farhadi'nin kendisini tekrar ettiğini söyleyenler var ama o konuya ben hakim değilim. 

Yine de Codayi-i Nadir ez Simin'in çok daha iyi olduğunu belirtebilirim. Fakat yönetmenin hakkını verelim.  Codayi-i Nadir ez Simin ne kadar İran toplumunu anlatan bir film olsa da aslında insani ilişkilere dair bir bakış da sunuyordu. Ve insan her yerde insan. Yönetmen de bu sefer İspanya'da (daha önce Fransa'da) bazı insanların hayatlarına ve birbirleriyle ilişkilerine girişmiş. Ne kadar kotaramasa da cesareti hayranlık uyandırıcı. Ve en azından film boyunca ve filmden sonra bize "Ben bu karakterin yerinde olsam şöyle yapardım" veya "Bunu yapmazdım" dedirtiyor. Ahlak, vicdan gibi kavramlar üzerine kafada kıvılcımlar çıkıyor. Bu kıvılcımlar İran filmlerinde olduğu kadar bir yangına dönüşmüyor ama olsun...

Çocuk kaçırmasıyla, tarla kavgasıyla, yasak aşklarıyla, küçük bir kasabaya musallat olan suç silsilesiyle, bir Türk televizyon dizisini andıran filmin bazı artıları da yok değil. Yönetmenin gözü, kamerası ve tekniği, İspanya'nın sıcak atmosferi ile birleşince güzel görüntüler çıkıyor ortaya. Müzikler de filme ruh katıyor.

Bir de düğünleri hiç sevmeyen beni bile etkileyen bir düğün sahnesi var. Sebebinin ne olduğunu anlayabiliyorum ama uzun uzun anlatmaya gerek yok. İşte bu da yönetmenlik becerisi olsa gerek. Zaten biz de geri kalan dakikalarda bunu göremediğimiz için üzülüyoruz..

Çarşamba, Aralık 25

Kağıttan İsyan


Blogu sık güncellemediğimiz için gündemi de kaçırıyoruz. Fakat fırsat yakalamışken Ahmet Nur Çebi'nin iki gün önceki basın toplantısına değinmek gerek. Zira ben bu işlerden çok sıkıldım.

Önce maça dönelim. Fenerbahçe kesinlikle çok daha iyi oynayarak kazandı. Çok iyi değildi ama rakibine kıyasla çok daha iyiydi. Beşiktaş'ın kötülüğünü, maç sonu basın toplantısında hakeme girmeden oyunu anlatmaya devam eden Abdullah Avcı da söyledi zaten. Diğer yandan Beşiktaş'ın penaltılarının verilmediği de doğru. Özellikle ikinci yarıdaki Serdar Aziz - Vida eşleşmesi ve N'Koudou'nun formasından çekilmesi penaltı olmalıydı. Olmayınca da gündem değişti; her zamanki gibi...

Aslında hepimiz biliyoruz ki bu tartışmaların son iki yılda daha da alevlenmesinin birinci nedeni VAR uygulamasının varlığı. Kenarda VAR olup da bu tip bazı pozisyonlarda VAR'a gidilmeyince isyan daha da büyüyor. Üstelik Türkiye gibi bir ülkede çok daha fazla büyümemesi düşünülemezdi. Zaten insanlar bir bit yeniği aramaya müsaitken, VAR bu tartışmalar için ekstra malzeme vermiş oldu. Futbolun aktörleri de bu malzemeyi sıkça kullanıyor. O yüzden VAR'a karşıydık ama arkadaşlarımız bizi romantik olmakla suçladı. O günlerde "Artık adalet gelecek" diyen o arkadaşlarımızın bir kısmı bugünlerde hakem kararları karşısında damarlarını sıkarak öfkeleniyor, bir kısmı da Süper Lig izlemekten vazgeçti. Kısacası VAR, başa bela oldu.

Ahmet Nur Çebi'nin basın toplantısında altını çizdiği konu buydu. Mecazi anlamda kullandık ama gerçekten cümlelerinin altını çizmiş olabilir. Zira bütün bir camianın isyanını kağıttan okudu. Kağıttan okumak, bir isyanın şiddetini azaltan bir unsur. Basın toplantısı sonrasında Beşiktaşlıların "Çok sakin bir açıklamaydı" demesinin sebebi de o kağıttan okumadır. Böylesine basın toplantılarından sıkılan biri olarak başkanın kağıttan okumasını ve nispeten yumuşak kalmasına karşı çıkmak abes durabilir ama değil. Çünkü insan bir ikili durum sezmeden duramıyor.

Madem bu kadar çok sevdiğiniz ve başkanı olduğunuz takımınızın haksızlığa uğradığını düşünüyorsunuz, duygu ve düşüncelerinizi kağıttan mı okursunuz? Bir kulübün başkanı, seçim döneminde birçok muhabirin karşısına çıkan, kongre üyelerinden oy isteyen tecrübeli bir iş adamı 90 dakika içinde yaşanmış iki üç hakem hatasını ve kafasındaki soru işaretlerini samimi bir şekilde basına ve kamuoyuna yansıtamaz mı? Muhakkak dikkatli olmak istemiştir. Notlar alabilirdi. Fakat tüm açıklamayı kağıttan okumak... Bari metin resmi siteye verilseydi. "Beşiktaş'tan sert açıklama" başlığı altında daha çok ses getirirdi.

Türk futbolunu takip ettiğimiz onca yılın ardından yönetici sınıfına güvenimiz kalmadı. Onların derdi isyan etmek, protesto etmek değil. Dostlar alışverişte görsün misali. "Bizi masaya yumruk vururken görsünler ama gerisine karıştırmasınlar. Millet birbirini yesin biz önümüze bakalım.

Bana yıllardır olan biten hengame böyleymiş gibi geliyor.

Zaten açıklamada söylenenler de bunu doğruluyor gibi. Mesela Çebi "Tenis ve basketbol gibi teknik heyete itiraz hakkı verilmeli" diyor. İnsan sormadan edemiyor. Bunun yeri burası mı? Bunu değiştirecek olan TFF mi? Bir spor yöneticisi, 116 yıllık bir kulübün başkanı VAR protokolünün IFAB tarafından belirlendiğini ve yerel federasyonların bunu değiştiremeyeceğini bilmiyor mu? Hadi o bilmiyor diyelim, yanındaki danışmanları ve profesyoneller de mi bilmiyor? Yoksa bilip de uyarmıyorlar mı? Ya da daha kötüsü; biliyorlar ama dostlar alışverişte gördükten sonra kimin ne bildiği önemli olur mu hiç? Düşünsenize koca IFAB; tüm dünyadaki futbol kurallarını belirleyen kurum, sıradanlaşmış, Edirne'den ve Van'dan dışarı çıkınca kimsenin izlemediği Süper Lig'in bir maçında yaşanan penaltı pozisyonlarının ardından uygulamasını değiştirecek. 

Devam edelim. Çebi, TFF'den VAR kayıtlarının açıklanmasını istedi. Üstelik Çebi'nin açıklamasından bir gün sonra Fenerbahçe de Çebi'ye destek veren bir açıklama yayınlayarak 1.haftadan itibaren tüm VAR kayıtlarının açıklanmasını talep etti. Bu da mümkün değil! İmkansız bir talep. Gerçi TFF "Yeter atık be kardeşim" diyerek bir cinnet haliyle tüm kayıtları da dökebilir. Belli olmaz burası Türkiye. Fakat işin esas noktası; VAR kayıtlarının açıklanması IFAB tarafından tavsiye edilen bir durum değil. Bazı ülkelerde buna rastlıyoruz ama onların sebebi, futbolseverleri oyun kurallarına dair bilinçlendirmek. Yani birkaç öfkeli taraftarın gazı alınsın diye hakemler arasındaki konuşmalar medyaya servis edilmiyor. Eğer TFF böyle bir adım atarsa, ben bütün hakemlerin ortak bir karar alarak bir protesto eylemine girmesini isterdim. Tabi o da olmaz...

Ahmet Nur Çebi geçen sezon başkan değildi. Yönetimde de yer almıyordu. O nedenle geçen sezon olanları ona soramayız. Fakat "Biz hakem adaleti istiyoruz. Beşiktaş lehine de olsa bunu bizim kabul etmemiz mümkün değildir. Bu düzenin böyle devam etmesini istemeyenler safları sıkılaştırsınlar ve yanımızda olsunlar" dedikten sonra aklıma bir soru takıldı. Eğer basın toplantısında olsaydım sorardım. Geçen sezon Galatasaray benzer bir açıklama yaptığında, Kulüpler Birliği karşı bir açıklama sunmuştu. Üstelik aradan bir sene geçmesine rağmen hâlâ kimin hazırladığı belli olmayan bir açıklamaydı. O yüzden Çebi'ye Kulüpler Birliği toplantılarında bu tip konuların tartışılıp tartışılmadığını sorardım. Bu daveti sadece medya üzerinden mi yapıyorlar yoksa içeride münazaralar veya büyük kavgalar dönüyor mu? Orada nasıl bir atmosfer var? Bu talepler orada dile getiriliyor mu? Yoksa sadece canı yananın hafta içinde basın önünde talep ettiği, taraftarın gazını almak için söylenen ama aslında çok da önemsenmeyen bir mesele midir bu?

Tabi basın toplantısındaki muhabirlerin soruları bu minvalde değildi. Onlar belki de Çebi'den daha fanatik oldukları için 'inanılmaz' sorular sordular. Ali Koç'un Zorlu ziyaretinin üzerinde durmayı daha çok tercih ettiler. Biraz manşet koparmak, çokça taraftarlara şirin gözükmek adına... 

Yapacak bir şey yok. Bu mizansene alışığız. Fakat iş çığırından çıktı artık. Bu işlerin sonu gelmiyor. Yönetici, muhabiri herkes taraftarların hassasiyetine oynuyor. Değişen hiçbir şey olmuyor. Eğer bir şeyleri değiştirmek istiyorsanız, yapılacak birçok iş var. Ve o işlerin yeri kameralar önünde oturduğunuz masalar değil. Reçeteler de okuduğunuz kağıtlarda yazmıyor. Biraz daha gerçekçi ve çözüm odaklı olmanın zamanı geldi de geçiyor bile...

Salı, Aralık 24

Beoning


Korece ismiyle Beoning, İngilizce ismiyle Burning'i izleyip bitirdikten sonra internete girip hakkında yazılmış yorumlara dalmamak kaçınılmaz. Onlarca soru film daha bitmeden izleyicinin kafasında beliriyor ve hatta film sona erdiğinde de çoğu cevapsız kalıyor. Bir yardıma başvurmaktan zarar gelmez.

Fakat benim okuduğum bir sürü yorum birbirinden farklı çıkarımlara ve cevaplara sahipti. Belki de filmin adının Şüphe olmasına uygundur. Fakat şöyle bir durum var ki; filmin adı Şüphe değil. Burning, Türkiye'ye Şüphe olarak gelmiş. Filmin kendisine uygun bir isim olduğunu söylemek lazım ama yine de esas mesele Burning... Ve yorumlarda da, Şüphe'nin üzerinde çok durulduğunu ama Burning kısmının atlandığını hissettim.

Filmle ilgili okuduğum yorumların hiçbirinde benim aklımdan geçenler yoktu. Oysa ben filmin politik ve Kore'ye özgü alt metinleri olduğunu düşünmüştüm. En azından öyle olmasını istemiştim. Bu tezime göre Kuzey Kore sınırında yaşayan yoksul baş karakterimiz Lee Jong-Su Kuzey'i, dejenere olmaya müsait saflığı ama erkekleri peşinden koşturacak güzelliğiyle kızımız Shin Hae Mi Güney'i, zengin havalı ama içi boş yapısıyla bir anda ortaya çıkan ve Kuzey ile Güney'in arasının açılmasına sebep olan; hatta ismi bile Batı'dan gelen Ben, Batılıları temsil ediyordu. Hatta filmin sonunda bu üçlünün başına gelenler, alternatif bir dünya düzenini işaret ediyor bile olabilirdi.

Fakat bir filmi izlemeye sıfır bilgi ile başlamayı seven ben, Burning'in bir Haruki Murakami uyarlaması olduğunu es geçtim. Sonuçta Murakami bir Japon ve onun öyküsü Kore'ye özgü olamazdı. Yine de açık kapım olsun; sonuçta tezimi sevdim. Belki o da yazarken Kore'yi düşlemiştir!.

Tabi Murakami'nin filme konu olan öyķüsü Barn Burning'i ben okumadım. Zaten Türkçe'ye de çevrilmemiş. Üstelik öykü sadece 10 sayfaymış. Film ise 148 dakika... Film ekibi aslında sadece öyküyü değil Murakami'yi uyarlamış. Murakami öykülerinde sık sık denk gelinen ama Burning'de olmayan bazı olgular (mesela kedi) filme eklenmiş. Daha önce hiç Murakami okumamış biri olarak bunun ne kadar başarılı olduğunu tespit edemem ama fikre ve çalışmaya saygı duydum. Murakami sevenler de zaten çok hoşlanmış.

Fakat bu başarı bizim için yeterli değil! Öyküyü bırakıp yeniden filme dönelim. Herkesin başka bir fikir çıkardığı, birçok sorunun cevapsız kaldığı film başarılı mıdır? Bunun tek ve kesin bir cevabı yok ama amaç zihinlerde kaos yaratmaksa başarılı olduğu kesin. Sorgulanan ve tartıştıran filmleri severiz. Fakat yine de sinema sanatına uygun bir şeyler de görmek isteriz. 148 dakika süren filmde bunlar hiç yok değil ama yetersiz kalıyor. Birkaç replik, birkaç sahne, araya sıkıştırılan görsellik ama hepsi kısıtlı. Öykü sağlam ama film akmıyor. Uzun cümlelerle dolu bir kitap olsa keyif alınırdı ama sinema salonunun koltuklarında perdeden seyirciye bir duygu aktarımı sağlanmazsa her şey çöpe gider.

Burning'te hissettiğim de bu oldu. Kötü film demeye içim el vermiyor ama bir ülkenin Oscar adayı olmasını ve önemli festivallerden ödüllerle dönmesini hayretle karşılıyorum. Güney Kore sinemasını seven biri olarak izlemek için heveslendiğim ve Güney Kore sinemasını sevmeyen kız arkadaşımı izlemek için ikna ettiğim bir filmdi. Burning yüzünden sanırım uzun bir süre beraber Kore filmi izleyemeyeceğiz...

Filmin notunun en çok kırıldığı yerler sonları oldu. Heyecanın, merakın en yukarıda olması gereken yerde resmen durulduk. "Acaba ne oldu / simdi ne olacak" sorularını sormak yerine "Hadi sadede gelelim" demeye başladık. Bu esnada, yanan seraları izlemek biraz olsun güzeldi. Yönetmen araya uyumlu renklerle sunduğu manzaralarla filme devam edebilmemizi sağladı. Ateş, ne kadar tehlikeli olsa insanı hayretler içine düşüren ve heyecanlandıran bir şey. Ayrıca yanmış seraların ıssızlığı ve bilinmezliği de bir merak duygusu yaratıyordu. Bütün bunlara rağmen kurguda bazı aksaklıklar ve eksik kalan durumlar olduğunu belirtmek gerek.

Bu arada seraların ve yansıttığı metaforun film analizlerinde ıskalandığını gördüm. Oysa tüm hikaye orada şekilleniyordu. Bu da asıl vurgulanmak istenenin izleyici tarafından kaçırıldığının bir göstergesi olabilir ki bu kopukluğun sebebi olarak yönetmene dönmemiz gerekir sanki.

Çok fazla artısı ama bir yandan da çok fazla eksisi ve üstelik elinde çok fazla dakikası olan Burning her şeye rağmen izlenmeyi hak ediyor. Daha iyi olabilirdi ama sinemanın süper kahramanlar çağında bundan iyisini bulmak da kolay değil zaten...

Perşembe, Aralık 19

Tek Maçtan Yatan Kuponlar #3


Biz bir seriye başlayalım dedik ya; hemen ardından canlı bahis geldi, minimum maç sayısı düştü. Haliyle tek maçtan yatmanın dramı azaldı. Zira dört maçlık kuponda tek maçtan yatınca illa karşınızdan "Kardeşim sen de o kadar maça oynama!" tepkisi geliyor. Haksız da değiller. Zaten bizim de oynadığımız kuponlardaki maç sayıları düştü. O yüzden hızlı başladığımız seriye uzun bir ara verdik. Yine de zaman zaman dört maçlı kuponlar yapıyoruz ve sıkça tek maçtan yatıyoruz.

Bu haftanın yatan kuponu oldukça çok can sıkıcıydı. Bu sefer Bilyoner'de oynamadık ve bayiden kuponumuzu yaptık. Yukarıda görüyorsunuz. Yaklaşık 12 oran var. Fena değil. 

Pazar gününün gündüz seansında Türkiye'de oynanan maçlardan bir dörtlü kupon yaptık. İlk üçü aynı saatte başladı. Keçiörengücü - Hatayspor maçı tam beklediğimiz gibi ilerledi. Yüreğimiz yetseydi 0-1 gol bile oynardık ama 2.5 gol altı ile yetindik. Keçiörengücü kendi sahasında çok zor yenilen, çok zor gol yiyen bir takım. Hatayspor'a gol atmak da kolay değil. İki takım da çok sabırlı. Kıran kırana bir maç olacaktı. Atan kazanır tadında bir maçtı ve lider Hatayspor galibiyete bir adım daha da yakındı. Öyle de oldu. 90 dakika golsüz bitecekken son dakikada Bokila bir gol attı ve Hatayaspor üç puana ızandı.

Diğer maçta Ümraniyespor, Osmanlıspor'u 1-0 yendi. Osmanlıspor zaman zaman bazı takımlara zorluk çıkaracaktır ama artık büyük resimde onların artık eridiğini görüyoruz. Zamanla tarihin tozlu sayfalarına karışacak gibiler. Aynı cenahın yeni takımı Ümraniyespor sezona sallantılı başlasa da son dönemde biraz toparladı gibi. En azından sezonun devamında kendi sahasında kolay kolay yenilmeyecektir. Osmanlıspor'u rahat yenerler diye düşündük ama o kadar da rahat olmadı. Penaltı golüyle kazanabildiler. Yine de istediğimiz oranı aldık. Az kalsın handikaplı galibiyetli oynayacaktık. İyi ki oynamamışız demek isterdik ama kuponun tek maçtan yatması daha kötü oldu!

Gaziantep FK - Kayserispor maçının favorisi ev sahibiydi. Her ne kadar hiç beğenmesem de bu sezon fena puanlar toplamadılar. Kendi sahalarında da Kayserispor'u yenebilirlerdi. Fakat oranları çok düşüktü. 1.42'lik galibiyet oranının riskine girmek istemedik. 2.5 gol altı ise 1.90'a kadar çıkmıştı. Gaziantep maçlarının çok gollü geçmesi, Kayserispor'un da çok gol yemesi oranın artmasına neden oldu herhalde. Fakat aslında iki takımın oyun yapısını düşününce 2.5 gol üstü pozisyon bile olmayabilirdi. Gaziantep, topu alınca hiç üretemediğini Galatasaray karşısında çok net göstermişti. Onların aradıkları; boş alanlar ve o alanlara sarkan Twumasi, Kayode, Güray gibi oyuncular. Kayserispor deplasmana bir puan için geleceğinden, rakibine o alanları vermezdi. Bülent Uygun oyunu sıkıştırmak adına her şeyi yaptırırdı. Zaten gol de atabilecek bir takım değil. O zaman 2.5 gol altı oynanırdı.

Gerçekten de maç beklediğimiz gibi ilerledi. 65 dakika boyunca gol olmadı. 67'de Kayserispor'un bir anlık hatasından Güray Vural golü attı. Olabilir; sorun değildi. Gaziantep şimdi geriye yaslanırdı, Kayserispor'da gol atamazdı. Fakat ne olduysa golden sonra oldu. Eski takımına gol atan Güray, gol sevincini yaşamak için Kayserispor taraftarlarının önüne gitti. Ortalık karıştı. İki takım oyuncuları birbirine girdi. Hakem Özgür Yankaya kartlar çıkardı. Tribüne yollananlar oldu. Sinirler gerildi. Oyun uzun bir süre durdu. Konsantrasyon bozuldu. Ve maç başladıktan hemen sonra inanılmaz bir şekilde Gaziantep ikinci golü attı. İki dakikada 2-0! Bir anda sınıra dayandık.

Yine de 20 dakika iyi dayandık. Gol olmadı. Son dakikaya kadar geldik. Ve yine pozisyon yokken, tehlike yokken olmayacak bir şey oldu ve Djedje, saçma sapan bir penaltı yaptırdı. Hakem Yankaya penaltıyı vermese bir şey demezdik. Ama biz 2.5 gol altı oynadığımız için o penaltı verilecekti!

Daha da kötüsü penaltı az daha çıkarılıyordu. Kayode topa vurdu, Lung topu koltuk altından kaçırdı. Dakika 90+3! Skor 3-0...

En üzüldüğüm yatan kuponlar, içinde beraberlik olanlardır. Dördüncü maçımız Balıkesirspor - Akhisarspor maçıydı. Keşke onda da yatsaydık da bu kadar üzülmeseydik. Fakat  bildik. Her ne kadar Çifte Şans'ta Akhisar galibiyetini önersem de iki gün sonrasında kararımı değiştirdim ve beraberliğe oynadım. Karşılaşma 0-0 sona erdi, puanlar paylaşıldı. Bizimse elimiz boş kaldı...



Çarşamba, Aralık 18

Eva No Duerme


Oyuncu kadrosuna bakınca heyecanlanıp izlediğimiz bir film. Fakat kadro biraz şaşırtıcı. Filmin ilginçliğini karşılamadığını söyleyemeyiz ama oyuncuların süreleri beklediğimiz gibi değildi. Mesela  başrolde gözüken Gael Garcia Bernal çok az gözüküyor; sadece üç dakika. Diğer yandan Denis Lavant daha çok sırtlıyor filmi. Zaten o ikisi adına izlemiştik.

Konu biraz ilginç, anlatım tarzı daha da kafa karıştırıcı. Eva Peron hakkında yapılan onlarca filmden biri ama bu sefer Eva'nın naaşı üzerinden bir hikaye izliyoruz. Gerçek hikaye midir onu da bilmiyorum ama Arjantin tarihinden beslendiği bir gerçek. Ve biz o tarihe de biraz uzak olduğumuz için muhakkak filmdeki birçok kilit noktayı ister istemez pas geçiyoruz.

Kısa süresine rağmen uzun sahnelere maruz kalıyoruz. Bu kötü bir özellik değil ama sıkıştığımız bir sahne olduğunda kurtuluşumuz olmuyor. Oysa sinematografik açıdan ilgi çekici bir yapım. İnsanın bir kere daha izleyesi geliyor. Fakat ikinci izleyişten önce muhakkak Arjantin'in yakın dönem tarihine dair araştırma yapmak şart. Özellikle 1969 olayları hakkında daha derin bilgilere sahip olmak lazım.

Salı, Aralık 17

Yeni Çıkanlar



Arkadaşlarımızın çalışmalarına, uğraşlarına yer vereceğiz. Burası kişisel bir blog; neyi koyacağımıza kimse karışamaz. Fakat diğer yandan bu bir torpil de değil...

Çarşamba, Aralık 11

Prisoners


Prisoners, izledikten sonra IMDB Top 250'de olmasına şaşırdığım filmlerden. Kötü film değil ama kusursuz da diyemeyiz. Çok fazla eksiği ve sıkıntısı var. Yine de izlenmeyecek kadar kötü de değil. Gerilim, heyecan, merak üst seviyede. İnsanı çekiyor.

Fakat böylesine filmlerde kahramanların gereksiz salaklıklarını görünce çok üzülüyorum ve filmden kopuyorum. Olay örgüsü yaratmak için başroldeki karaktere gereksiz bir salaklık yüklüyorlar. Bizim televizyon dizilerimizde de çok vardır bu tip numaralar. Yutan yutuyor ama beni filmden uzaklaştırıyor. Burada da Keller Dover (Hugh Jackman) bu tip salaklıklara çok fazla imza atıyor. Filme ilgili ipucu vermemek adına girmiyorum bu konulara. 

Diğer yandan süre de gereksiz uzuyor. Çok kısa sürede filmi koparabilirlerdi. Uzattıkça uzatıyorlar. Dini simgeler abartılıyor. Polisiye film sanki Dan Brown tarzı bir imge bulma oyununa dönüyor.

Jackman'ı severim ama karakterinin salaklığından mıdır bilmiyorum; filmde Jake Gyllenhaal'ın gölgesinde kalıyor. Zaten Gyllenhaal bu tip filmlere aşina. İzlerken akla devamlı Zodiac geliyor. Zodiac için de favori filmim diyemem ama Prisoners yanında Oscar'lık kalıyor. Bu filmin artısı ise oyuncuları ve yönetmeni. Kurguda eksikler çok can yakmış.

Filmin adının Prisoners olmasını da tasvip etmedim. Hapishane filmi sanmıştım ama alakası yokmuş. Neyse... Filmden bana kalan en önemli şey güzel bir söz oldu. Keller'ın devamlı dile getirdiği; "En iyisini iste en kötüsüne hazırlan" motto benim hayatıma da çok uyuyor. Bu konuda çevremizden bazı tepkiler alsak da adam doğrusunu yapıyor...

Salı, Aralık 10

Gitti Gözümün Çiçeği


Türkiye ligleri dışında en keyifle izlediğim lig La Liga'ydı. Aslında geçmiş zaman kullanmama gerek yok; halen en çok İspanya futbolunu seviyorum. Fakat bu sezon izlemek nasip olmadı. Geçtiğimiz haftalarda düşen bir haber de bu süreyi daha da uzatacak gibi duruyor.

La Liga'nın Türkiye'deki yayın haklarını üç sene boyunca D-Smart aldı. D-Smart zaten neredeyse yok olmaya yüz tutan bir platform. Evinde D-Smart kutusu bulunduran insan sayısının çok fazla olduğunu sanmıyorum. Fakat onun dışında; ayrıca benim gördüğüm en sahtekar kurum olduğu için bundan sonra Süper Lig maçlarını alsa dahi D-Smart'a para kazandırmam. Yani; hoşçakal La Liga!

Şimdi "Yahu kardeşim her kurum kötü hizmet politikalarına sahip. Kimsenin diğerlerinden farkı yok" diyebilirsiniz. Haklısınız. Tüketici ve müşteri olarak birçok kurumdan doğru dürüst hizmet alamıyoruz. Digitürk, Turkcell, Superonline vs... Fakat yine de D-Smart'ın yolu çok daha çirkin. Yaşanmışlıklar var ki konuşuyoruz...

Olay şöyle gelişti. Birkaç ay önce yeni bir internet bağlantısı kurmak istediğimden arayışa geçtim. Altyapısı sebebiyle de Türk Telekom'da karar kıldık. Google'a en kolay şekilde"Türk Telekom" yazınca karşımıza çıkan ilk adrese girdik ve oradaki telefon numarasını aradık. Burada kesinlikle bir hatamız var. Fakat telefon konuşması esnasında da tüm cümleler karşı tarafın Türk Telekom olduğu yönünde ilerledi. Sadece bir yerde "Size kampanyamız nedeniyle bir yıl bedava D-Smart da vereceğiz" dediler. "Lazım değil" dememize rağmen promosyon gereği kabul ettik. İlginçlikler de zaten burada başladı. Karşı taraf; önce D-Smart kurulumunun yapılacağını, bir gün sonra da internet için evimize gelinceğini söyledi.

Gerçekten de önce D-Smart geldi. Gelmesi de pek işe yaramadı gerçi. Çok ilkel bir teknikleri olduğu için hali hazırda Digitürk bağlı olan evime D-Smart bağlayamadılar. Ben de "Gerek yok zaten, siz bırakın kutuyu gidin" dedim. O esnada sözleşmeler de imzalandı. Sözleşmeler D-Smart ile yapıldı. Şüphelenmedim diyemem ama sonuçta D-Smart abonesi oluyordum. "Türk Telekom ile sözleşmeyi de ertesi gün yaparım" şeklinde düşündüm.

Ertesi gün internet bağlamak için apartmana bir teknik servis geldi. Kendisi işlemini apartmanın girişinden yaptı. Üst kata çıkmadı ve gerisini benim halletmem gerektiğini söyledi. Hemen koşarak aşağıya indim ve adama "Ben bunu beceremem, gel hallet" dedim. O ise "Benim buna yetkim yok" deyince bende jeton düştü. Kendisi bir Türk Telekom çalışanıydı ve yukarıya çıkmasına D-Smart izin vermiyormuş. Çünkü ben bir D-Smart abonesi olmuştum. Habersiz ve istemeden...

Gelen kişi bir Türk Telekom çalışanı olmasına rağmen bana Türk Telekom'un altyapısını kullanan D-Smart'ın internetini bağlıyordu. O nedenle eve çıkması yasaktı. Bizim aradığımız numara da Türk Telekom gibi davranan D-Smart'mış.

Neyse ki bu sahtekarlığı hemen anladık. O nedenle hemen sözleşmeden cayma hakkımızı kullandık. Gerçi o esnada bile cayma hakkımız olmadığını söylediler ama sözleşmeyi didik didik okuduğumuz için üzerine gittik. Haliyle geri adım atmak zorunda kaldılar. Büyük ihtimalle 100 kişiyi böyle tuzağa düşürseler 70 tanesi cayma hakkı olduğunu bilmediğinden fazla para ödememe adına aboneliğe devam ediyordur. Yüzde yetmişlik bir oran da; bitmek üzere olan bu kurum için fena değildir diye tahmin ediyorum. Biz iki gün içinde D-Smart'ı iptal ettik. Devamında Türk Telekom'u da bir daha aramadık.

Hikayenin ilk hatalı hareketi bizim tarafımızdan yapıldı. Bunu kabul ediyorum. Türkiye gibi bir ülkede daha dikkatli olmak gerek. Fakat genellikle sağda solda, televizyonlarda, gazetelerde duyduğumuz tüm sahtekarlık öykülerinde ortak bir özellik vardır. Birkaç 'vurguncu' çok iyi organize olur, kendilerini kurumsal bir şekle sokar veya kendilerini fiyakalı bir şekilde tanıtırlar, ardından da sizi ikna ederler. Siz o illegal olan veya aslında hiç var olmayan şirketi-kurumu var olan bir kurum zannedersiniz. Burada ise karşımızda sokaktaki sıradan adamların oluşturduğu bir çete yok. Bildiğimiz, tanıdığımız bir şirket var. Bir şirket, kendini başka bir şirket olarak tanıtarak abone kazanmaya çalışıyor.

Süperonline, Turkcell, Digitürk ve diğerlerinin yaptığı bir sürü rahatsız edici uygulama olabilir. Fakat haklarını verelim; onlar yapılan sözleşmelerin açıklarına uygun bir şekilde veya bir görüşmeden çıkan cevaplarla ilerliyorlar. Yani bir nevi düello gibi. Herkes eşit ama onlar sizi daha iyi tabancayla vurabiliyor. Adil! D-Smart ise adeta pusu kurup, sırtınızdan vuruyor...

Olayın ardından internette araştıma yaptım. Neler neler yaşanmış. Hiç unutamadığım olaylardan biri, bir Türk Telekom abonesinin başına gelmişti. Abonenin taahhüt süresi dolmaya yaklaşırken bir telefon alıyor. "Sizi Türk Telekom'dan arıyoruz. Sözleşme süreniz dolmak üzere. Uzatmak ister misiniz?" diye soruyorlar. Müşteri de memnun olduğu için kabul ediyor. Birkaç gün sonra D-Smart geliyor ve sinsice D-Smart bağlıyor. Müşteri önce internetin berbatlaşmasından şüpheleniyor ama uzun süredir iyi hizmet aldığı Türk Telekom'a konduramıyor. Bir ay sonra D-Smart üzerinden faturası gelince olayı anlıyor.

Bizim olayımız çok kısa sürdü. İki gün sonra iptal için eve en yakın D-Smart bayisine gittim.  Bayi tamamen iptal işlemlerine ayrılmış  gibiydi. Herhalde o kadar çok mağdur vardı ki; bayide ayrı bir 'iptal masası' bile vardı. Dükkanın yarısı iade edilmiş modemlerle, kutularla doluydu.

İşte gözümün çiçeği La Liga'yı bu sahtekarlara kaptırdık. Çok üzgünüm. Fakat bu yoldan dönüş yok. Zaten Ronaldo gitti, Messi yaşlanıyor, Mourinho yok, Xavi bıraktı, Arda Turan etkisi de yok... La Liga eskisi  gibi değil zaten... İzlemeyiz olur biter...

Maçları anlatan spikerler arasında çok sevdiğim arkadaşlarım da var. Onları da o çatı altında görünce biraz üzülüyorum. Fakat en azından o kurumun paralarını alıyorlardır. Umarım orada da bir emek sömürüsü olmuyordur.

Bizim sektör hareketlidir. Günün birinde acaba bizim de yolumuz D-Smart'a düşer mi? İnşallah düşmez. O zaman bu yazı önümüze konur. Fakat simit satmak daha iyi bir seçenek olur. 

Pazartesi, Aralık 9

Le Salaire de la Peur


1945'te sona eren İkinci Dünya Savaşı, dünyayı bambaşka bir yere getirdi. Yarattığı tahribat, sefalet, vicdansizlık gibi klasik savaş sorunlarının yanında; insanı da baştan aşağı değiştirdi. Belki de tarihteki hiçbir savaş, bireyi ve toplumu bu kadar güçlü şekilde değiştirememişti. Zira hem savaşın etki alanı çok genişti hem de savaşın kendisi 1945 yılına ulaşmış dünya için oldukça ilkelce ilerledi.

Sanki yılların birikimiyle zirveye çıkan bütün teknoloji, en sefil ve ilkel dönemine yaklaşmış olan insanla bir arada kalmıştı. "Şimdi ne olacak?" sorusu belki de tarihte hiçbir zaman insanlık tarafından bu kadar sıkça sorulmamıştı. Veya belki de ilk çağlarda dünyayı ve kendini anlamlandırmaya çalışan insan aynı soruya bu kadar sığınmıştır. Fakat zaten onun elindeki teknoloji kısıtlıydı ve benzer soruları kendine sorması çok doğaldı. 1945 ve sonrası ise gerçek bir kabus gibi olmalı...

Bir sinema filmi için böyle bir girişe gerek var mı? Bence var. Hatta sadece tek bir sinema filmi için değil; 1945 -1975 arasında çekilmiş hemen her 'iyi' film bu tip bir girişi bulabilir. Zira o dönemin senaristleri, yönetmenleri, sinemacıları, edebiyatçıları, (yani sanatçıları) insanın yaşadığı belirsizlik hissini yansıtmak zorundaydı. Veya o soruya bir cevap aramalıydı. İşte o yüzden dönemin sineması; Hollywood'da da Avrupa'da da, yedinci sanatin zirve noktasidir.

Türkiye'de Dehşet Yolcuları adıyla gösterilen Le Salaire de la Peur 1953 yapımı bir film. Filme uyarlanan romanın tarihi ise 1950. Yani tam o bahsettiğimiz yılların eseri, sanatı. Yönetmen becerisi zaten filmi belli bir çıtanın üzerine çıkarıyor. O konuya geleceğiz. Ama esas önceliğimiz hikaye.

Latin Amerika'nın (Venezuella) fakir bir kasabasına sıkışmış yetmiş iki milletten insan yırtmak ve kaçmak için bir yol arar. Arar ama bu arama beyhude bir çabadır zira kasaba bitik bir vaziyettedir. İş yoktur, fırsat yoktur, umut yoktur. Allah'ın unuttuğu yerin biraz daha iyisidir. 130 dakikalık filmin ilk bir saati kasabanın ve kasabadakilerin tasviri ile geçer. Yönetmenin (Henri Georges Clouzot) becerisi de burada yatar. Öyle bir dünya yaratır ki seyirciye, seyirci bitmek bilmeyen o bir saatte bunalır, sıkılır ve kendisinin de o kasabaya hapsolduğunu düşünerek derhal kaçmak ister. Tam da o anda filmin dört esas karakterine bir iş imkânı çıkar. Daha doğrusu tüm kasaba bu fırsatın adayıdır ama kazanan dört kişi, filmin geri kalanını sırtlayan kare as olur.. Parası iyi bu iş, onların eve dönüş biletidir. Bir Korsikalı, bir Fransız, bir Alman ve bir İtalyan filmin geri kalanında bizim has adamlarımıza dönüşür.

Bundan sonrası öyküye ait içerik duymak istemeyenleri üzebilir. Zaten filmin yarısını anlatmış bulunmaktayım ama esas macera diğer kısımda yaşanır. İkinci yarıda dananın kuyruğu kopar. Bu dört insan, kasabanın tek is kapısı olan petrol fabrikasında çıkan yangından kurtarılması gereken iki kamyon nitrogliserin başka bir yere taşımakla görevlendirilir. Haliyle is tehlikelidir. Kamyonların gireceği en ufak çukur veya en ufak bir tümsek, en ufak sallantı, en ufak temas bir patlamaya yol açacaktır. O nedenle kamyonlar en fazla 40 km hızla kullanılmak zorundadır. Latin Amerika'nın bozuk ve dağlık yolları için oldukça zorlu bir görevdir.

2019 yılından bakınca ezberleri bozan bir film gibi duruyor. Ne de olsa biz alışmışız hızlı giden arabalara, kovalamaca sahnelerine, şehir içinde kıvrak gezen arabaların sürücülerine, silahlı taşıyıcılara, taksi şoförlerine, hızlı ve öfkeli olanlara. Oysa bu sefer aksini düşünürüz. Karakterlere içimizden "Yavaş git be adam" deriz. Kovalama sahneleriyle gerilen nesil, ağır aksak ilerleyen kamyonları izleyerek hop oturup hop kalkar... Üstelik bir saat boyunca bu heyecanı yaşar. Bu bir saat, filmin başındaki uzun ve temposuz değildir. Adrenalin had safhadadır. Sonunda ne olur? Onu izleyenler bilir.

Fakat en sonunda yönetmenin (ve yazarın) bize anlatmak istediği bir şey vardır. İşte o; sanayi devrimiyle baslayan ve dünya savaşları ile son halini alan yeni insan modelidir. Filmde kapitalizm eleştirisi yer alsa da, bence esas derdi kapitalizm değildir. Esas dert insana ne olduğu ve belki de ne olacağı sorusudur. Nereye gidecek? Ne yapacak? Birbirleriyle rekabet eden, kendilerine ve çevresine yabancılaşan, çaresizleşen, en temel ihtiyaçlarını gidermek dışında başka meselesi bulunmayan, gelecek hayali kurmakta zorlanan bu insan ne yapacak? Filmde iki seçenek var. Birincisi; korkularıyla yüzleşerek, cesaret kazanıp bu çılgınlık haline adım atıp hayatını yırtmak için harekete geçenler; ikincisi ise ya o harekete geçme şansını elde edememiş ya da korkularını yenememiş olduğu için sefil ve sıkışmış hayatına devam edenler. Peki hangisinin yolu doğru? Cevap pek açık şekilde durmuyor; açılınca da insanın içini karartıyor.

Le Salaire de la Peur, sinemanın altın çağının en iyi filmlerinden biri. Bu tip konulara eğilen, böyle bir derdi olan tek film de değil. The Treasure of the Sierra Madre'dan Das Boot'a, Hiroshima Mon Amour'dan Casablanca'ya birçok farklı türden ve ülkeden dostu var. Tarihin en verimli yıllarıymış. Zira sinema böyledir. Bir derdi vardır. Bir derdi olmalıdır. Derdi olanları anlatmalıdır. Savaş sonrası dönem de derdi ve sorusu olan bir dünyaydı. O nedenle o yıllar sinemaya çok meyve verdi.

Şimdilerde yüksek bütçelerle belki gişede başarı elde eden ama geleceğe kalmayacak olan filmlerin de sorunu biraz bu. Gerçi parayı kazandıktan sonra gelecekte yer edinmemek sorun mudur bilinmez. Fakat sadece yavaş giden iki kamyon ve bugüne kıyasla üç kuruşla seyircinin kalbini yerinden çıkarmak da mümkün. Üstelik filmin sonunda insana kim olduğunu hatırlatarak....

Keşke sonu kamu spotu gibi bitmeseydi. Ama mutlu son arayışında da değiliz...