Pazartesi, Aralık 9

Le Salaire de la Peur


1945'te sona eren İkinci Dünya Savaşı, dünyayı bambaşka bir yere getirdi. Yarattığı tahribat, sefalet, vicdansizlık gibi klasik savaş sorunlarının yanında; insanı da baştan aşağı değiştirdi. Belki de tarihteki hiçbir savaş, bireyi ve toplumu bu kadar güçlü şekilde değiştirememişti. Zira hem savaşın etki alanı çok genişti hem de savaşın kendisi 1945 yılına ulaşmış dünya için oldukça ilkelce ilerledi.

Sanki yılların birikimiyle zirveye çıkan bütün teknoloji, en sefil ve ilkel dönemine yaklaşmış olan insanla bir arada kalmıştı. "Şimdi ne olacak?" sorusu belki de tarihte hiçbir zaman insanlık tarafından bu kadar sıkça sorulmamıştı. Veya belki de ilk çağlarda dünyayı ve kendini anlamlandırmaya çalışan insan aynı soruya bu kadar sığınmıştır. Fakat zaten onun elindeki teknoloji kısıtlıydı ve benzer soruları kendine sorması çok doğaldı. 1945 ve sonrası ise gerçek bir kabus gibi olmalı...

Bir sinema filmi için böyle bir girişe gerek var mı? Bence var. Hatta sadece tek bir sinema filmi için değil; 1945 -1975 arasında çekilmiş hemen her 'iyi' film bu tip bir girişi bulabilir. Zira o dönemin senaristleri, yönetmenleri, sinemacıları, edebiyatçıları, (yani sanatçıları) insanın yaşadığı belirsizlik hissini yansıtmak zorundaydı. Veya o soruya bir cevap aramalıydı. İşte o yüzden dönemin sineması; Hollywood'da da Avrupa'da da, yedinci sanatin zirve noktasidir.

Türkiye'de Dehşet Yolcuları adıyla gösterilen Le Salaire de la Peur 1953 yapımı bir film. Filme uyarlanan romanın tarihi ise 1950. Yani tam o bahsettiğimiz yılların eseri, sanatı. Yönetmen becerisi zaten filmi belli bir çıtanın üzerine çıkarıyor. O konuya geleceğiz. Ama esas önceliğimiz hikaye.

Latin Amerika'nın (Venezuella) fakir bir kasabasına sıkışmış yetmiş iki milletten insan yırtmak ve kaçmak için bir yol arar. Arar ama bu arama beyhude bir çabadır zira kasaba bitik bir vaziyettedir. İş yoktur, fırsat yoktur, umut yoktur. Allah'ın unuttuğu yerin biraz daha iyisidir. 130 dakikalık filmin ilk bir saati kasabanın ve kasabadakilerin tasviri ile geçer. Yönetmenin (Henri Georges Clouzot) becerisi de burada yatar. Öyle bir dünya yaratır ki seyirciye, seyirci bitmek bilmeyen o bir saatte bunalır, sıkılır ve kendisinin de o kasabaya hapsolduğunu düşünerek derhal kaçmak ister. Tam da o anda filmin dört esas karakterine bir iş imkânı çıkar. Daha doğrusu tüm kasaba bu fırsatın adayıdır ama kazanan dört kişi, filmin geri kalanını sırtlayan kare as olur.. Parası iyi bu iş, onların eve dönüş biletidir. Bir Korsikalı, bir Fransız, bir Alman ve bir İtalyan filmin geri kalanında bizim has adamlarımıza dönüşür.

Bundan sonrası öyküye ait içerik duymak istemeyenleri üzebilir. Zaten filmin yarısını anlatmış bulunmaktayım ama esas macera diğer kısımda yaşanır. İkinci yarıda dananın kuyruğu kopar. Bu dört insan, kasabanın tek is kapısı olan petrol fabrikasında çıkan yangından kurtarılması gereken iki kamyon nitrogliserin başka bir yere taşımakla görevlendirilir. Haliyle is tehlikelidir. Kamyonların gireceği en ufak çukur veya en ufak bir tümsek, en ufak sallantı, en ufak temas bir patlamaya yol açacaktır. O nedenle kamyonlar en fazla 40 km hızla kullanılmak zorundadır. Latin Amerika'nın bozuk ve dağlık yolları için oldukça zorlu bir görevdir.

2019 yılından bakınca ezberleri bozan bir film gibi duruyor. Ne de olsa biz alışmışız hızlı giden arabalara, kovalamaca sahnelerine, şehir içinde kıvrak gezen arabaların sürücülerine, silahlı taşıyıcılara, taksi şoförlerine, hızlı ve öfkeli olanlara. Oysa bu sefer aksini düşünürüz. Karakterlere içimizden "Yavaş git be adam" deriz. Kovalama sahneleriyle gerilen nesil, ağır aksak ilerleyen kamyonları izleyerek hop oturup hop kalkar... Üstelik bir saat boyunca bu heyecanı yaşar. Bu bir saat, filmin başındaki uzun ve temposuz değildir. Adrenalin had safhadadır. Sonunda ne olur? Onu izleyenler bilir.

Fakat en sonunda yönetmenin (ve yazarın) bize anlatmak istediği bir şey vardır. İşte o; sanayi devrimiyle baslayan ve dünya savaşları ile son halini alan yeni insan modelidir. Filmde kapitalizm eleştirisi yer alsa da, bence esas derdi kapitalizm değildir. Esas dert insana ne olduğu ve belki de ne olacağı sorusudur. Nereye gidecek? Ne yapacak? Birbirleriyle rekabet eden, kendilerine ve çevresine yabancılaşan, çaresizleşen, en temel ihtiyaçlarını gidermek dışında başka meselesi bulunmayan, gelecek hayali kurmakta zorlanan bu insan ne yapacak? Filmde iki seçenek var. Birincisi; korkularıyla yüzleşerek, cesaret kazanıp bu çılgınlık haline adım atıp hayatını yırtmak için harekete geçenler; ikincisi ise ya o harekete geçme şansını elde edememiş ya da korkularını yenememiş olduğu için sefil ve sıkışmış hayatına devam edenler. Peki hangisinin yolu doğru? Cevap pek açık şekilde durmuyor; açılınca da insanın içini karartıyor.

Le Salaire de la Peur, sinemanın altın çağının en iyi filmlerinden biri. Bu tip konulara eğilen, böyle bir derdi olan tek film de değil. The Treasure of the Sierra Madre'dan Das Boot'a, Hiroshima Mon Amour'dan Casablanca'ya birçok farklı türden ve ülkeden dostu var. Tarihin en verimli yıllarıymış. Zira sinema böyledir. Bir derdi vardır. Bir derdi olmalıdır. Derdi olanları anlatmalıdır. Savaş sonrası dönem de derdi ve sorusu olan bir dünyaydı. O nedenle o yıllar sinemaya çok meyve verdi.

Şimdilerde yüksek bütçelerle belki gişede başarı elde eden ama geleceğe kalmayacak olan filmlerin de sorunu biraz bu. Gerçi parayı kazandıktan sonra gelecekte yer edinmemek sorun mudur bilinmez. Fakat sadece yavaş giden iki kamyon ve bugüne kıyasla üç kuruşla seyircinin kalbini yerinden çıkarmak da mümkün. Üstelik filmin sonunda insana kim olduğunu hatırlatarak....

Keşke sonu kamu spotu gibi bitmeseydi. Ama mutlu son arayışında da değiliz...

Hiç yorum yok: