Sanıyorum ki The Rider'ı duymamışsınızdır. En azından ülkemizde vizyona girmedi. Hasbelkader bir yerde denk gelmeniz lazım ama o da zor. Zaten kendi ülkesinde de çok bilinen bir film değil. Buna rağmen bu az bilinen film, IMDB'de 7.4 puana sahip. İşte böyle filmlerin hastasıyız. Az bilinen, beklentisi olmayan ama izlendiğinde hayranlık uyandıran filmler. Tam bir bağımsız sinema örneği...
Film yarı kurgusal yarı belgesel şekilde ilerliyor. Fakat bir belgeselin realist özelliklerine sadık kalırken diğer yandan bir duygu sağanağına dönüşüyor. Çinli yönetmen ve senarist Chloe Zhao (Zhao Ting) harika bir iş çıkarıyor.
Neden yarı kurgusal yarı belgesel dediğimizi daha net açıklayalım. Gerçek bir öyküden esinlenerek hazırlanan filmin oyuncu kadrosu, hikayenin esas sahipleri tarafından oluşturulmuş. Oyunculuk geçmişi olmayan bu insanlar, kendi hayatlarını bir kez daha yaşıyorlar. Bir belgeseldeki gibi anlatımda değiller. Hayatlarını bir kez daha yaşıyorlar ve oynuyorlar. Üstelik kamera karşısında hiç tutukluk yaşamıyorlar. Film boyunca, kurgusal bir filmde karakterlere can veren oyuncuları izlediğinizi düşünüyorsunuz. Bu noktada oyuncuların başarısı zaten takdirlik ama aslan payı tabi ki yönetmene ait.
Öyküden biraz bahsedelim. Brady, bir rodeo binicisidir. Hayatını buna adamıştır ki zaten çevresinde de çok yaygın bir meslektir. Buna rağmen bir kaza geçirir ve vücudunun bazı noktaları bir daha rodeo yapmasını engelleyecek şekilde hasar görür. İşte bu noktada gerçekler, tutkular, yaşamdaki varlık nedenleri, gelecek kaygıları, maddi kaygılar, yetenekler, yeterlilikler; yani insana dair olan her şey sorgulanmaya başlanır.
Bir insanın kendi hayatını ve duygularını çok net şekilde aktarabilmesi olması gereken bir durum gibi gözükebilir. Fakat kameralar önünden seyirciye bu kadar net bir aktarım sağlanması inanılmaz. Geçeğin bu kadar eşsiz anlatımını biz kendi hayatımızda yakınlarımızın karşısındayken bile yapamıyoruz. O nedenle hayret edici güzellikte bir film...
Filmin baş rolünde, boşluğa düşen ve hiçbir işe yaramadığını düşünen Bradley var. Onun acıklı sayılabilecek hayatına göz atıyoruz. Fakat diğer yandan en büyük dram Lane'e ait. Bradley'in en iyi arkadaşı olan Lane, geçirdiği bir rodeo kazasından sonra yatalak duruma düşer. Konuşamaz, hareket edemez. Bradley, sık sık Lane'in yanına gider. Film bittikten sonra, kameralar önündeki Lane'in de kendisini canlandırdığını öğrendiğimizde daha beter bir duruma geçiyoruz.
Filmde eleştirebileceğimiz tek nokta belki temponun düşüklüğü olabilir. Fakat onu da muhteşem görüntü yönetmenliği unutturuyor. Her sahnenin, her mimiğin, her duygunun özenle seçilmiş ayrı bir arka planı, ayrı bir rengi, ayrı bir rüzgarı, güneşi olduğunu hissediyoruz. At koşturulan o geniş araziler ve dar çiftlikler sadece filme değil karakterlere de girmemizi sağlıyor.
"Bir film yapmanın, bir kitap yazmanın tüm kurallarını, genelgeçer tüm yöntemlerini bir kenara bırakabilseydik ne kadar harika şeyler yaratabilirdik. Gözlemlemeyi unuttuk. Gözlemlemek yerine her şeyi kalıplara uydurmaya çalışıyoruz" diyen Tarkovski, bu filmi izleseydi çok severdi diye düşünüyorum.
Herhangi bir belgeselden daha gerçek, herhangi bir kurgudan daha yaratıcı...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder