Pazar, Ocak 31

Golo #15


Düşük skorlu maçların ligi Portekiz'de bu hafta güzel gol seçmek için çok umutluyduk. Zira hafta sona erdiğinde golsüz .biten maç yoktu. Portekiz'de sık görülen bir durum değil. 9 maçta 19 gol de fena sayılmazdı. Fakat haftanın son maçına kadar 'güzel gol' diyebileceğimiz  bir gol çıkmadı. Belki Paços de Ferreira'nın Maritimo deplasmanında attığı gol dar alanda kısa paslaşmalar bakımından öne çıkabilirdi ama onun dışında bir aday da yoktu.

Ta ki son güne kadar. Haftanın bitmesine 13 dakika kala atılan haftanın son golü bizi kurtardı. Lider Sporting'in, Boavista deplasmanında Pedro Porro ile bulduğu gol muazzamdı. Adaysız haftayı kurtarmak için seçilen bir gol de değil. Gerçekten klas bir gol var ortada.

Ceza sahası dışına çıkan topu alıp, hemen yüzünü kaleye dönmesi bile  güzel ama tabi esas önemli olan vuruş kalitesi. Bir de golden sonra çıkan sesler, Porro'nun bağırışları ve gülüşü gole doğal bir sos da katıyor.

Pedro Porro henüz 21 yaşında. İspanya'nın alt yaş kategorilerinde kendini gösterdi. Bu sezon Sporting'e transfer oldu ve ligi domine eden takımın önemli oyuncularından birine dönüştü. Çok skorer bir oyuncu değil. En azından şimdilik. Onu bu köşede pek göremeyiz belki ama ileride adını sık sık duyarız.

GOLO #11

GOLO #13


Pazar, Ocak 17

Kray

 


İzlediğim en iyi filmlerden biri mi? Değil. İyi bir film mi ondan bile emin değilim. Giriş ve gelişme muazzam ama sonuç kısmında hayal kırklığına uğratıyor. Eğer o bölüm daha iyi kotarılsaydı çok daha fazla övgü kullanabilirdik. Yine de Altın Küre'ye aday gösterilmiş, İstanbul Film Festivali dahil birçok festivalde yer almış bir filme saygı duymak gerek. Zor bir film olduğu gerçek. Ama asıl gerçek; özel bir film olduğu..

Kurgusu zorlayabilir, senaryosu zayıf kalabilir ama çok usta bir yönetmen işi olduğu inkar edilemez. İzlerken gözler açık kalıyor. Zaten bunun için birçok etkileyici unsur kullanılmış. Tren var, kar var, bozkır var. Ayı bile var...

Hiçbir bilgi olmadan izlemeye başladığınızda bile buna "Bir Rus filmi" dersiniz. O kadar belirgin bir Rus filmi. Görüntü ve anlatım tarzıyla Biraz Tarkovski kokuyor, savaş temalı senaryosuyla Idi i smotri'yi andırıyor. O kadar bir Rus filmi ki, 2010 yılında Rusya'yı Oscar'da temsil etmiş. Tabi kısa listeye kalamamış ama olsun.

Film hakkında soru işaretleri oluşabilir ama yönetmen Alexei Uchitel'i vurgulama lazım. Gerçi ben de kendisini çok bilmiyorum ama bu filmi izledikten sonra hemen filmlerine bir göz attım. Henüz hiçbirini izlemedim ama fragmanları ve afişlerinden dahi çok ilginç işlere imza attığı belli oluyor.

Radarımıza aldık.


Perşembe, Ocak 14

Golo #13


 Bu hafta Portekiz'de güzel gol görmek pek mümkün olmadı. Oysa 9 maçta 27 gol atıldı. Golsüz biten maç yoktu. Hatta 0-1 gol aralığına giren maç bile olmadı. Maçların yarısından fazlası 2.5 gol üstü ile sonuçlandı. Buna rağmen haftanın golü için çok az adayımız vardı. Guimaraes'ten Andre önemli bir adaydı. Ceza sahası içinde dar alanda estetik işlere imza attı. Fakat bu tip ödüller için uzaktan bir şutun veya seri çalımların büyük avantajı olduğundan, bir gün sonraki maçta unvanı kaybetti.

Gil Vicente'den Lourency, kuralı uyguladı, şifreye uydu.Ceza sahası dışından şık bir vuruşla fileleri havalandırdı. Ligin en az gol atan takımlarından birinin oyuncusu olarak bu seriye konuk olması çok önemli bir başarı. Fakat tıpkı takımı gibi, o da ceza sahasına girmeden bu işi başardı!

Yazılacak çok fazla cümleye gerek yok. Daha bereketli haftalarda buluşmak dileğiyle...

Çarşamba, Ocak 13

The Social Network


2008 yılının Ocak ayı... Askerde henüz bir ayımız dolmamış. Yeni arkadaşlıklar edinmişiz. Telefon numaralarımızı almışız ama fırsat bulup bir internet cafe'ye gittiğimizde birbirimizi Facebook'tan ekliyoruz. Zaten ben de Facebook hesabımı askere gitmeden 1-2 ay önce açmıştım. Her şey en azından Türkiye'de henüz çok tazeydi. Yine de ben bu eklemelerden biraz rahatsızdım. Daha doğrusu Facebook, ondan önce MSN, ondan önce başka şeyler... Bütün bunları düşününce adeta sanal bir çöplük vardı elimde. Nereye gidiyorduk? Gerek var mıydı bunlara? Hatta bir ara, kışlanın içindeki 10 bilgisayarlı internet odasında şunu dediğimi halen hatırlarım: "Ya biz birbirimizi ekliyoruz ama sivile dönene kadar (5 ay sonra) Facebook'un modası geçer!"

Öngörülerim genelde çıkardı oysa. Burada fena patladık. Facebook hala hayatımızda. Üstelik filmi bile çekildi. O konuşmadan iki yıl sonra...

Hadi filme geçelim o zaman. Zaten film açısından beni en çok rahatsız eden nokta da bu. 2010 belki Facebook'un zirve dönemiydi ama bugünden bakınca o dönemin hikayenin başına dek gelen bir zaman diliminde olduğunu görüyoruz. O zamanlarda da bu aşikardı. Yani hikaye devam ediyordu. Gerçi film bize Facebook'u anlatmıyor. Facebok'un doğuşu esnasında yaşanan skandalları ve mahkeme süreçlerini anlatıyor. Bu da zaten belli bir zaman aralığında kalmasını kolaylaştırıyor. Fakat yine de bugün baktığımızda, bütün o karakterlerin söyleyecek başka cümlesi olabilir. Hatta sadece filmi izleyerek ve Facebook hesabı açarak öyküye ucundan katılmış sıradan bir kullanıcı bile 2010'da başka, 2020'de başka düşünecek noktaya gelmiş olabilir.

Bir hikaye devam ederken, onun filmini yapmak bana normal gelmiyor. Fakat son dönemde özellikle ABD sinemasında bu çok yaygın bir durum. Gündeme oturan her şeyin filmi çekiliyor. Tabi ki benim gibi yıllar sonra izlediğinizde de filmin yarım yamalak kaldığını görüyorsunuz.Yapanlara koyar mı? Koymaz. Zira gişede iş yapıyorlar ve belli kurallara uygun güçlü bir bir film çekince ödüller de geliyor.

Çağımızın etkileyici figürleri artık sanatçılar, siyasi liderler, komutanlar vs değil. Onların filmleri ikinci planda. Biyografiler sıkıyor. Başrol artık girişimcilerin, kaçakçıların, zenginlerin... Üstelik onların da hayatlarının tamamını değil, sadece belli bir bölümünü merak ediyoruz. Yani nerede nasıl köşeyi döndüklerini... Bir usulsüzlük mü var, yoksa zeka parıltısı mı? Ona göre tavrımızı koyuyoruz veya etkileniyoruz.

Kısacası sinemanın ekseni kaydı. Bugün bir Jim Morrison veya Che'nin hayat hikayesi iş yapmaz. O nedenle Steve Jobs gibi, Marc Zuckerberg gibi figürlerin hayat hikayelerini konu alan filmler izliyoruz. Hatta hayat hikayeleri de yok ortada. Sadece işlerini nasıl büyüttüklerini anlatan bir film var. Sanki bir Tedx konuşmasının kurguya aktarılmış hali. Bu da beni rahatsız ediyor. O zaman izleme!

Fakat filmin kendisi güzel. Heyecanlı. Sarıyor. Bir de bu filmlerde David Fincher gibi yönetmenler, Aaron Sorkin gibi senaristler, Jesse Eisenberg, Fassbander gibi oyuncular yer alıyor. Ya da cümleyi değiştirelim. Bu isimler zamanlarını ve emeklerini bu filmlere ayırıyorlar ve 'iyi' film kontenjanı buralara gidiyor. Piyasada daha iyi film bulamayınca, mecburen bunlarla idare ediyoruz.

Fakat gerçekten hakkını vermek lazım. The Social Network, zaman geçirecek film olarak gayet yeterli düzeyde. Keşke bu izlediğimiz kurgu olsaydı. Tamamen senaristin kafasından yaratılan bir dünya ve öykü olarak kalsaydı. O zaman bayılırdım. Fakat bu haliyle hep bir canımı sıkacak.

Film bir Sorkin senaryosu olduğunu hissettiriyor. Sorkin'in bazı kitaplardan senaryoya aktardığı üç film izledim. Üçünün de hızı, temposu, temeli birbirine çok benziyor. Charlie Wilson, Molly's Game ve son olarak The Social Network... İyi - kötü olarak aynı torbaya atmıyorum ama filmlerin ortak bir elden çıktığı belli oluyor.

Sonuncusunda bir de David Fincher imzası var. Fakat bence Fincher'ın külliyatında zayıf kalır bu film. Yine de piyasadaki standartın üstünde olduğunu kabul etmek gerek. Oyuncu kadrosunu da es geçmemek lazım. Jesse Eisenberg, benim çok beğendiğim aktörlerden biri. Üstelik film seçimi inanılmaz başarılı. Kötü filmi yok, kötü oynadığı bir rolü yok. Onun yanında 2010 için genç sayılacak ama şu anda kariyerlerin zirvesinde olan isimler var. Rooney Mara, Armie  Hammer, çok kısa rolüyle Dakota Johnson ve sinema için yeni sayılan Justin Timberlake. Hepsi de çok başarılı... Hammer'ın iki ikiz kardeş Winklevoss'ları aynı anda canlandırması çok başarılıydı. Ayrıca filmde sen sevdiğim karakterler oldular. Sporcu kimlikleri sayesinde hem rekabetçi hem centilmenler. Helal olsun, Allah yollarını açık etsin.

Gerçi şu an ne yapıyorlar bilmiyorum. İyi insan mı oldular. Yoksa Zuckerberg gibi nefret edilen bir figüre mi döndüler. Yine aynı yere geleceğim. 2020 yılında bu filmi izledik de ne oldu? Filmi kapattık ve Twitter'a girdik. Orada yoğun bir tartışmayla karşılaştı. Wattsapp bilgilerimizi mi çalıyor? Facebook ile ortak olması ne anlama geliyor? Neler oluyor?

Benim kişsel gündemime girmesini istemediğim tartışmalar bunlar. Fakat giriyor. Daha da girecek. Çünkü dediğim gibi; bu hikaye henüz bitmedi... Filmin kendisi ne kadar güçlü olursa olsun, anlattıkları her zaman eksik kalacak...

Belki de bunu bildikleri için Sorkin, bir devam filmi için kapıyı açık bırakmıştı. Daha zaman var, acelemiz yok...

Cumartesi, Ocak 2

Erken Mesai

2 Ocak yılın ilk iş günüdür. Yani normal zamanda öyledir. Eğer hafta sonuna denk gelmiyorsa, 1 Ocak resmi tatildir ve hemen ardından 2 Ocak günü işe gidilir.

Mesela yıllar önce, 2009'da, askerden döndükten sonra girdiğim işteki ilk günüm yine 2 Ocak'tı. Mesai gününe sıkı sıkı hazırlanmış, bir gün önce erken yatmış, sabah kalkıp özene bezene ofise gitmiştim ama ofisin geri kalanı yılbaşı coşkusunu henüz üzerinden atamadığı için tek başıma birkaç saat beklemek zorunda kalmıştım.

Tabi mesai kavramının de sektörden sektöre, hatta iş yerinden iş yerine değişimi söz konusu. Bazı sektörler resmi tatil dinlemez. Eğlence sektörü, hizmet sektörü, basın... Bunlar için 1 Ocak ile 2 Ocak'ın çok farkı olmaz. Fakat eğlence sektörüne dahil edebileceğimiz futbol bunlardan biraz farklıdır. En azından Türkiye'de...

Süper Lig'de uzun zamandır bu kadar erken maç oynanmamıştı. Yıllar önce Fenerbahçe - Galatasaray ve Beşiktaş - Galatasaray basketbol maçlarını 2 Ocak günü salondan izlemiştim. Fakat futbolda 2 Ocak'a bir maçın denk geldiğini hiç görmemiştim.

Bunun en büyük nedeni genişleyen yabancı kuralı olsa gerek. Yabancıların Noel'de ülkelerine gitmek istemesi, yılbaşını orada geçirmeleri fikstürde oynamalara neden oldu. Zira 70'lerde ve 80'lerin başlarında fikstürde 2 Ocak gününe denk gelen maçları görebiliyorduk. Fakat ne zaman yabancı oyuncuların sayısı arttı,işte o zaman devre arası tatilinin süresi uzadı veya fikstür Noel'e göre ayarlandı.

Bugün ligde 6 maç var. Süper Lig'de 22 sene sonra oynanacak yılın en erken maçları. Açılışı  öğlen vakti Erzurumspor - Gaziantep FK ve Sivasspor - Denizlispor maçları ile yapıyoruz. İlk golü kim atacak acaba?

22 sene önce oynanan son 2 Ocak maçı Beşiktaş - Malatyaspor (eski) karşılaşmasıydı. Sahadaki 22 futbolcunun 21'i Türk. Tek yabancı, Beşiktaş kalecisi Rene Zalad. Bir de kulübede Gordon Milne var. Maç sonucu 0-0. Yılbaşı uyuşukluğu kendini belli etmiş. Tıpkı 2009'da Gayrettepe'de benim gördüklerim gibi...

Süper Lig'de 2 Ocak günü atılan son goller için 1982-83 sezonuna gitmemiz gerekiyor. Yani 1983 yılına. O gün Süper Lig'de 7 maç yapılmış.

Alınan sonuçlar şöyle:

Adanaspor - Boluspor: 0-0
Antalyaspor - Gaziantepspor: 1-0
Mersin İdman Yurdu - Sarıyer: 2-0
Beşiktaş - Adana Demirspor: 2-1
Kocaelispor - Galatasaray: 1-1
Ankaragücü - Altay: 4-0
Sakaryaspor - Samsunspor: 2-0

Antalyaspor, Galatasaray ve 2.Lig'de Kocaelispor bu sene de sahaya çıkacak. 

O zaman 38 sene önce bugün gol atan futbolcuları da sayalım... Bekir Şalak, Levent Arıkdoğan, İsa Ertürk, Nejdet Ergün, Metin Tekin, Müjdat Karanfilci, Senad Ibric, Raşit Çetiner, Halil İbrahim Eren (2), Bülent İzgiş (2), Tuna Güneysu(2)...

Pandemi olmasaydı bu sene de 2 Ocak'ta Süper Lig maçı göremeyecektik. Aslında olmasına da gerek yoktu. Yılbaşından çıkar çıkmaz futbola odaklanmak zor oluyor. Bu noktada İngilizlere şaşkınlık duyuyorum.

Bakalım bir daha ne zaman, kaç sene sonra 2 Ocak'ta Süper Lig maçı olacak? 

Cuma, Ocak 1

Decommissioned

Sanırım izlediğim en düşük IMBD puanlı filmlerden. Benim hatırladığım 3.4'lük The Devil You Know var mesela. Gerçi ben izlediğimde 3.7'ymiş, sonra daha da düşmüş. Decommissioned ise 3.5. Bence 5'i zorlardı ama gerçekten de başarısız bir film. Notu tartışmayacağım.

Bugüne kadar izlediğim tüm ajan filmlerinin tekrarı. İlk sahne bile çok alışıldık. Ajanımız, daha doğrusu emekli ajanımız, evinde küçük tatlı çocuğuyla oynar, güzel eşiyle sevişir. Evi tam bir Amerikan evidir. Kapısında ABD bayrağı görülür. Zaten film boyunca gözümüzün önüne devamlı Amerikan sembolleri çıkar. Meşhur Iwo Jima heykeli, Pentagon'a kuş bakışı...

Tabi ABD başkanı da bu sembollerin olmazsa olmazı. Hikayemizin merkezinde o vardır. Demokrat söylemlerle bir basın toplantısı yapar. Sonradan anlarız ki aslında bu sözleri yüzünden düşmanı çoktur. Emekli ajanımız da bu yüzden devreye girer. Hatta kötü adamlar 'evine' sızar, ailesini kaçırır.. O da bu duruma daha fazla kayıtsız kalamaz. Öyle bir imaj verilir ki, 'düşman evimize kadar sızdı' hissi seyirciyi rahatsız eder. Bu sayede vatansever kardeşlerimiz evi bir anda ülkesi olarak da düşünebilir. Bu hızlı geçiş için çok müsait bir zemin var.

Aslında böyle filmlerde Amerikalılar genelde siyasete çok bulaşmıyor. Yani kutuplaşma siyasetine en azından girmiyorlar. Biz bazı çıkarımlar yapmaya çalışıyoruz ama emin de olamıyoruz. Mesela ajanımız çok Cumhuriyetçi gibi duruyor ama başkanımız da Demokrat gibi. Tabi ikisinin ağzından veya filmin herhangi bir yerinde bu konuyla ilgili bir şey duymuyoruz. Gerçi başkanın yardımcısı Afro-amerikalı; bu bir işaret olabilir. Haliyle her nabza göre şerbet olunca, filmden herkes kendi düşüncesine göre bir şey çıkarabiliyor.

Zaten filmin bütünü mantıksız. Aksiyon için izlenir ama. Heyecanı yok diyemem. O konuda çok büyük sıkıntıları yok. Fakat o da beni doyurmaz. Oyuncuların da hakkını vermek lazım. Vinnie Jones artık usta oyuncu olmuş. Hatta ben filmi izlerken o olduğunu fark edemedim bile. Bir İngiliz futbolcunun, bir Amerikan aksiyon filminde ajan olmasını beklemiyordum. Johhny Messner da fena değildi. Estella Warren güzel kadın oyuncu rolünü doldurmak için gelmiş ama ne eskisi kadar güzel ne de oyunculuğu etkileyiciydi. Zaten çok da sahnesi yoktu.

Kurtar Vadisi'nden bir bölüm izleseydim sanırım çok daha iyi olurdu.


 

Golo #11

Portekiz Ligi'nde yeni sezona yavaş yavaş dahil oluyoruz. Böylece geçen sezon yapmaya çalıştığımız seriye yeniden başlayabiliriz. Haftanın golünü seçmeye devam...

Geçen sezon salgından önce bu seriyi devam ettirme konusunda başarılıydık. Fakat sonra araya Corona girdi. Lig Haziran'da yeniden başlayınca da fikstür allak bullak oldu. Aslında güzeldi, her güne maç koydular ama bu sefer de 'haftanın herhangi bir şeyini' seçmek güçleşti.

Bu sezon da önce ligin ısınmasını bekledik. Artık başlayabiliriz.

Her zaman sol ayakla atılan gollerin avantajlı olduğunu belirtmiştim. Bu sezona da bir sol ayak golüyle başlamak ideal olacak. Fakat büyük ihtimalle birçok kişi hangi ayakla atıldığında bakmaksızın bana hak verecektir.

Braga'nın pek de golcü olmayan orta sahası Iuri Medeiros, ceza sahası dışından eski takımı Boavista'ya müthiş bir gol attı. Skor henüz 1-0, dakika da 15. Rakip savunmanın ona baskı yapmaması golün değerini düşürmez. Belki de ondan böyle bir vuruş beklemiyorlardı. Çıkarken kaptırılan toplar da dengeyi bozar. Zaten bu da gole ayrı bir güzellik katıyor. Topu kapan oyuncunun kendisi, süren kendisi, şutu çeken kendisi. Her şeyiyle onun golü. Top da çok güzel süzülüyor...

Medeiros için 'golcü değil' diyoruz ama bu sezon şimdiden üç gole ulaştı.  Kariyerinin en golcü sezonlarında 7-8'de kaldı. Bu sezon Carvalhal ile daha golcü bir kimliğe bürünebilir.

Bu hafta bir de mansiyon ödülü veriyoruz. Golün kendisi şık ama esas güzellik katan asist. Farense - Paços de Ferreira maçında ev sahibin ekibin beraberlik golünde 22 yaşındaki Madi Queta'nın Guti'yi anımsatan asisti şahane.

Bu arada haftanın en iyi performanslarından biri sergileyen Rodrigo Pinho (Maritimo) gol atamasa da haftanın golüne çok yaklaştı. Müthiş şutu üst direkten dönmeseydi, bu postun aktörü kendisi olabilirdi.


GOLO 2019-2020