Perşembe, Mayıs 27

Bobby Robson: More Than a Manager


Bir İngiliz beyefendisi olan Bobby Robson bizim hayatımıza, güneyde dolaştığı yıllarda girdi.

Gözümüzü açıp, Avrupa futboluna bakındığımız dönemlerde o Portekiz'deydi. Sporting'de ve Porto'da çalışıyordu.

Portekiz Ligi'nde çalışan bir İngiliz teknik direktör! Herhalde çok iyi değildi. Böyle düşünüyorduk. Zira iyi olsaydı Premier Lig'de çalışırdı. Veya diğer büyük liglerde. Fakat o Portekiz gibi 'sıradan' bir ligde, zaten şampiyonluğa yakın duran takımla sırtını dayayarak kariyer inşa ediyordu.

10 yaşında böyle düşünmemiz normaldi. Anormal olan onun bir anda Barcelona'ya sıçramasıydı. Onun orada geçirdiği kısa süreyi Ronaldo ile hatırlıyoruz. Fakat bir yandan da Robson'ın bu tercihlerini hep merak ederdim.Sonradan öğrendik onun Ipswich Town'a Avrupa kupası kazandırdığını, İngiltere Milli Takımı'nı 1966'dan sonra Dünya Kupası'na en çok yaklaştıran adam olduğunu.. 

İlginç bir kariyeri vardı. Detayları anlamak için böyle bir belgesel çok iyi geldi. Bunu da Bir Sporting - Porto maçının oynandığı günde izlemem ayrı ve hoş tesadüftü. 90 dakika boyunca Portekiz'den Akdeniz sahillerine, oradan Ada'ya uzandık.

Son dönemin 'favori' belgesel anlayışının yanında biraz daha klasikçi kalmış. Bu da bizim hoşumuza gitti. "Oh be" dedik. Tabi ki arşiv, kayıtlar önemli ama duygusuz bu işler olmaz.

Belgesel, adından da anlaşabileceği gibi Bobby Robson'ın kariyerini anlatıyor. Robson vefat etse de, yine de onunla yapılmış röportajları görebiliyoruz. Jose Mourniho, Gary Lineker, Ronaldo, Pep Guardiola ve daha fazlası. Ama en çok da Paul Gascoigne...

Bu belgeseli Asif Kapadia çekseydi, bir deniz kıyısında hüngür hüngür ağlayan Gazza'yı göremeyecektik. Veya hiç ziyaret etmediğimiz Ipswich'in nasıl bir şehir olduğunu ve o başarının ne kadar önemli olduğunu hissedemeyecektik. Bunlar önemli detaylar. Bulursunuz 1980'lerden kayıtlar, koyarsınıı arka arkaya. Bu da çok önemli bir iştir, hatta çok daha büyük emek ister. Fakat aynı duygu geçer mi karşıya? Sanmam.

Robson'ın kariyerinin satır başlarına hakimdik. En azından başarıları ve başarısızlıkları net olarak ortada duruyordu. Fakat neler yaşadığını ve yakınındaki insanlara neler hissettirdiğini bu belgesel sayesinde gördük. Barcelona'da ve Newcastle United'dan nefret ettik. Jose Mourinho'nun karizmasının ve ukalalığının başlangıç noktalarına daldık. Barselona kentinin çekimlerine hayran kaldık ve Akdeniz özlemimiz arttı.

Futbola dair izlenebilecek belgesel sayısı çok azken, çöldeki vaha gibi önümüze çıktı.

Belgeselin adı başka belki ama manşeti Jose Mouriho verdi:

"Bir insan ancak onu seven son insan öldüğünde ölür."

Pazartesi, Mayıs 10

Her Şeyin Başladığı Gün


Sevilla'nın resmi Twitter hesabı, geçtiğimiz yıllarda bugünü "Hayatımızın değiştiği gün" diyerek andı.

Onlar adına kesinlikle doğru. Hatta belki de bizim için de öyle. Yani bir Sevilla taraftarı değiliz. Hayatımız da değişmedi belki ama Sevilla algımızın değişmesine neden olan gündü. Hatta o gün ve Sevilla sayesinde Avrupa Ligi'ne bakışımız bile değişmiş olabilir.

2006 yılında Eindhoven'da oynanan finalde Sevilla ile Middlesbrough karşılaşmıştı. Dört gün sonra Süper Lig'de şampiyon belli olacaktı. O Çarşamba günü Abbas Güçlü, Genç Bakış programınını da ligdeki şampiyonluk yarışına ayırmıştı. Maltepe Üniversitesi'nden yapılan canlı yayında ben de öğrencilerin arasındaydım. Rasim Ozan Kütahyalı gibi bir videomuz yok. Zaten programın konuklarının kim olduğunu da hiç hatırlamıyorum. Hatta atmosferdeki harala gürele beni rahatsız etmişti. Sıkılıp, okulda gezdiğimi hatırlıyorum. Bir devlet okulu öğrencisi olarak, özel okul yurtlarındaki yaşamı görünce de çok kıskanmıştım. En sonunda bir yerde televizyon bulup bu finali izlemiştim.

Bir Latin Avrupa futbolu sevdalısı olarak gönlüm Sevilla'dan yanaydı. Premier Lig tutkunları da vasat Middlesbrough'un peşinden gitmişti.

Aslında Middlesbrough'un iyi bir forvet hattı vardı. Mark Viduka, Jimmy Floyd Hasselbaink ve Massimo Maccarone... Fakat kadro biraz yaşlıydı. Sevilla ise fırlama gençlerden oluşan fırtına bir takımdı. Dani Alves, rahmetli Puerta, Adriano, Jesus Navas, Luis Fabiano, Kanoute...

O sezon grupta Beşiktaş'ı televizyon yayının olmadığı maçta 3-0 yenen Sevilla, finalde de Middlesbrough'yu 4-0 mağlup etti. Son 10 dakika inanılmazdı. Enzo Maresca, yanlış hatırlamıyorsam oyuna sonradan girip resital yapmıştı. Sevilla harika bir takımdı. Çok güzel oynamışlardır. Fakat kupayı daha önce kazanan başka harika takımlar vardı. Finallerde farklı skorları da çok görmüştük. Sevilla'nın olayı o final değildi, devamıydı.

Ertesi sene Glasgow'da İspanyol finali oynandı. Sevilla, penaltılarda Espanyol'u yendi.

Sonra bir ara. 2014'te Torino'da yine penaltılarla Benfica...

2015'te Varşova'da 3-2'lik skorla Dnipro...

2016'da Basel'de 3-1'lik skorla Liverpool...

2020'de Köln'de 3-2'lik skorla Inter...

Adamlar, Avrupa Ligi'nin fahri başkanı oldular. Tam da Avrupa Ligi'nin ülkemizde küçümsendiği bir dönemdi. Bir İspanyol takımı, yetenekli oyuncular transfer eden ve yetenekli oyuncular yetiştiren mütevazı bir İspanyol takımı, Avrupa Ligi'nde başarılı oluyor. Şampiyonlar Ligi'nde fazlasını yapamıyor ama gücünü doğru yere kanalize etmeyi başarıyor.

Sevilla tüm bu seriyi oluştururken yolun ortasında Türkiye şampiyonuna da elendi. Şimdi bir Türkiye şampiyonunun Sevilla'yı yenmesi mantıklı durmuyor.

Yani aslında bundan 15 sene önce, bizim takımlarımızın yenebildiği bir takım; biz kendi ligimizdeki şampiyonluk yarışı için muhabbetler ederken Avrupa Ligi kazanmıştı. Ve orada kalmadı, devam etti, adını daha da büyüttü, müzesini daha da doldurdu.

Ve işte her şey, bir 10 Mayıs günü başladı...


Pazar, Mayıs 9

Dogs of Berlin


Bazen yerli dizilerimize çok fazla haksızlık ediyoruz.

Çeşit çeşit dizimiz olduğu için, yani ortada bir enflasyon olduğundan ortalamamız biraz düşük kalabilir. Fakat yerli dizilerin yersiz uzunluğunu bir kenara bırakırsak, ortalıkta çok kaliteli işlerin olduğunu ıskalamamak lazım.

Diğer yandan hayran kaldığımız Batı'da çok kötü işler olduğunu da görmezden geliyoruz. Batı kısmını biraz daraltalım. Zira ABD dizileri her zaman bir standartı yakalıyor. Konuyu sevmezsiniz, hikaye sarmaz ama işin profesyonelce yapıldığını izlediğiniz her dizide anlarsınız. Avrupa'da ise işler değişiyor.

İşin içine bir de Netflix girince kalite giderek düşüyor galiba. Çok fazla Netflix yapımı izlemedim ama denk gelenler üzdü. Oysa Netflix, çağımıza uygun platform. Birçok dizi, film, belgesel burada. Bu açıdan geniş bir havuz var. Fakat kendi yaptığı işlerde pek başarılı olduklarını düşünmüyorum.

Konuyu uzatmayalım. Netflix'in Dark'tan sonra çektiği ikinci Alman dizisi olan Dogs of Berlin, kağıt üzerinde yazan konusuyla çok şey vadediyordu. Ölü bulunan gurbetçi bir futbolcu (Mesut Özil benzerlikleri basında sıkça yer aldı), göçmen bir polis, onunla ortaklık yapmak zorunda kalan, pis işlere karışmış ve geçmişinde Nazi ocakları günleri olan bir başka polis, Arap klanı, Balkan mafyası....

Say say bitmez. Bunları ortaya atsan, senaryo yazmana gerek kalmadan insanları ekran başına oturtursun zaten. Sadece biraz özen gerekiyordu. Fakat o da ıskalanınca tatlar kaçtı.

Zaten hemen her zaman Netflix'ye yaşadığımız sıkıntılar burada da mevcut. Altyazılar, özensizliğin sembolü olarak gözümüzün önünde. Derdimiz yabancı dilden çeviride yaşanan sıkıntılar da değil üstelik. Bir kavramın veya kelimenin Türkçe'de nasıl kullandığını bilmeden yapılan çeviriler, izleyici ile alay etmekle eşdeğer. Üstelik insanın tüm hevesini kaçıracak cinsten.

Tabi bu, Türkiye masasının eksisi. Yapım ekibinin sıkıntıları daha da kötü. Nereden başlayacağımı da  bilemiyorum. 

Önce kötü futbol sahnelerine girelim. Tamam futbol maçı çekmek çok zor bir şeydir. Ve Zafere Kaçış dışında bunu başarabilen bir film de görmedik. Orada da sıkıntı yaşamamak için Pele'den Ardiles'e kadar kimi buldularsa oynattılar. Yani bu konuda her futbol filmini anlayabilirim, kolay kolay eleştirmem. Fakat bu kadar kötüsünü de görmemiştim. PES veya FIFA maçı koysaydınız daha iyiydi. En azından figüranlara falan para ödemezdiniz.

Benzer sıkıntı bir polisiye/gangster dizisinin kavga, dövüş, kovalamaca sahnelerinde de mevcut. Mesela Naziler ile Türkler arasındaki kavga... Bunu Türkiye'de çekseler alay konusu olurdu. Yani göçmen çetelerini ve faşist yapılanmayı konu alan bir dizi olarak burada da düzgün bir sahne çekmeyeceksiniz, ayağınıza sıkın veya harakiri yapın daha iyi.

Konu çok iyi, çok ilgi çekici ama sadece iki bölüm. Hadi üç olsun. Merak ettiren o konu, üçüncü bölümden sonra kendini unutturuyor. Ölü bulunan futbolcu veya mafyalar savaşından, kocasını aldatan kadını daha çok izlemeye başlıyoruz mesela. Karakterlerin hepsi de ayrı bir kökenden olduğu için her sahne bir politik mesaj veriyormuş gibi geliyor. Sanki senaryo ekibi toplantıda şöyle konuşmuş gibi:

- Biz dizide ne izlettirir?
+ Heyecan, macera...
- Tamam mafyaları koy.
+ Erkekler futbolu çok sever.
- Koy.
+ Seks de sattırır.
- Onu da koy.
+ Karakterler nasıl olsun?
- 72 milletten olsun işte.
+Nasıl harmanlayalım bunları?
- Harmana gerek yok, sırayla ver işte.

Ben de sağlıklı düşünen biri değilim. Takıntılarım var. Mesela bir diziye başladım mı, bitiririm. Hatta o yüzden çoğu zaman tüm sezonları tamamlanmış dizileri izlerim. Karakterler oturmuş, hikayede çok oynanmamış, övgüleri almış, 'bu olmuş' denilen güçlü yapımlara zaman harcamak için bu yolu seçerim.

Dogs of Berlin'in kağıt üzerinde yazan enfes konusu, bu kuralımı çiğnememe yol açtı. Hevesle izledim, hayal kırıklığına uğradım. Eğer sağlıklı biri olsaydım, üçüncü bölümde kapatırdım. Yine de sonuna kadar izledim. Hakkını vereyim, ilk iki bölümle beraber son iki bölüm de fena değildi ve en azından son virajda şarampole yuvarlanmakan kurtuldu. Fakat ne olursa olsun izlerken tek dileğim, ikinci sezonun gelmemesi yönündeydi. Zira gelse  mecburen onu da izleyecektim. Bundan sonra gelse de izlemem!

Hakkında birçok haber çıkmasına rağmen, "2020'de ikinci sezon gelecek" denmesine rağmen korktuğumuz olmadı. İkinci sezon gelmedi. Oysa beğeneni de çoktu. Lübnanlılar ile Türkleri ayıramayan, Lübnanlıları 6. bölüme kadar Türk sanan  çoğu arkadaşımız diziyi çok beğenmiş.

Fakat bu yapımcılar için yeterli olmamış herhalde. İkinci sezona onay çıkmamış. Bundan sonra da çıkmaz herhalde. Millet diziyi unuttu. Karakterler bile yaşlandı neredeyse.

Kötü bir tecrübeydi, neyse ki kısa sürdü. Biz Son Yaz'dan, Sadakatsiz'den devam...


Cumartesi, Mayıs 8

Herkes Onun Gibi Olsaydı

"2003-2004 sezonunda, Fenerbahçe ile çıktığım ilk maçta aldığımız yenilgi sonrası ateş altındaydım. O günlerde ofisime Pierre van Hooijdonk geldi. 1.93'lük boyuyla karşıma oturdu ve monoloğa başladı. Her şeyi not ettim:

'Burada kendimi çocuk yuvasında gibi hissediyorum. Liderimiz yok. Bunları değiştirmenizi bekliyorum. Bazı oyuncuları gözden çıkarmalısınız. Buraya arkadaş bulmaya değil, başarılı olmaya geldim.' 

Nokta ve virgül koymadan konuşuyordu. 'Lütfen' de demiyordu; talep ediyordu. Yüzünde mimik yoktu. Sabırla onu dinledim ve anlayış gösterdim. Sakin kalmayı yeğledim. Ona takımın yeni kurulduğunu, zamana ihtiyacı olduğunu söyledim. Kuşkuyla baktı. Nasıl biri olduğunu anlamıştım. Daha ilk günden itibaren çok profesyoneldi ve herkesten aynı şeyi bekliyordu. 18 yaşında olandan da 30 yaşında olandan da... Herkes onun gibi davransaydı Şampiyonlar Ligi'ni kazanırdık. Ama işler böyle dönmüyor. Bir teknik direktör olarak herkesin aynı olmasını bekleyemezsiniz. Pierre de bunu anlamak istemiyordu."

Christoph Daum

Salı, Mayıs 4

Sükut Evi

Sükut Evi, aslında çok sık işlenen ama gişede ve popüler kültürde alıcısı pek olmasa da kendine has bir kitlesi olan bir konuya sahip. Daha doğrusu konu oldukça evrensel ve örnekleri ana akımda da var. Fakat tarz ve içerik biraz kıyıda kalmaya mahkum.

Kendine yabancılaşan bir karakterin tesadüfler silsilesi sonucu bir köyde 'mahsur' kaldığını, bu köyden çıkmak için çabaladığını, bunu başaramadıkça oldukça yavaş bir şekilde olsa da köye adapte olduğunu ve zamanla kendisini tanımaya başladığını görüyoruz.

Aslında bu açıdan bakınca hikayemiz güzel. Üstelik görsel bakımdan da oldukça başarılı bir iş kotarmış. Fakat ana fikri güzel olan hikaye, ilerleme aşamasında biraz eksik kalmış. Detaylara girilmemiş. Karakterler, özellikle de Mehmet Özgür'ün oynadığı Adem karakteri oldukça didaktik bir figür olarak kalmış. Hatta esas karakter dışındaki tüm karakterler biraz sönük kalmış, derine inememiş. Hepsinin bir şeyleri temsil ettikleri aşikar, hatta neyi temsil ettiklerini de anlıyoruz ama bir noktadan sonra o karakterler sadece temsil heyeti gibi filmde yer ediniyor. Bir karakter olarak varlıkları yok, sadece bir semboller. Fakat o sembollerin sembol olduğu sık sık vurgulansa da, sembollerin ne anlatmak istediği verilememiş. Oysa biz son ana kadar onun merakıyla filme tutunmuştuk.

Öykü akıyor. Akarken izleyiciyi de içine çekiyor. İsminden, manzarasına kadar bir 'sır', bir 'gizem', bir 'ulvilik', bir 'ruh' bizi besliyor ama bunu güçlendirecek ögelerden eksik kaldığını ancak filmin sonuna geldiğimizde anlıyoruz. Yani beklentilerimiz boşa gidiyor. O huzur veren güzel görüntüler bize artı olarak kalıyor.

Aslında ironik bir şekilde film, köye düşen yabancının düştüğü duruma düşüyor. Manayı ararken, daha doğrusu manayı anlatırken, tüm cümlelerini üstün körü ve yüzeysel bir şekilde kullanıyor. Bir nevi kendi kazdığı kuyuya kendi düşüyor. Yazık olmuş demekten kendimizi alamıyoruz.

Fakat üçüncü kez yazmaktan sıkılmadan; ciddi anlamda başarılı bir görsellik başarısı var. Dip not, film Aksaray'da çekilmiş.

Pazartesi, Mayıs 3

Orta Saha


 6'ya 8'e bakmadan emanet edilecek yerli orta saha...

Yabancı lazımsa arkadakini de önlerine koyarsın iş görür.

Pazar, Mayıs 2

El Pepe: A Supreme Life

Jose Mujica, yani Pepe, Uruguay siyaseti için çok önemli bir figür. Tabi bizden kilometrelerce uzak olan ve ilişkilerin pek de yoğun olmadığı Uruguay'ın tarihinde kilit bir isim olmak bizim merakımızı çalmak için yeterli olmazdı. Zaten uzun zamandır da birkaç siyaset meraklısı dışında da ülkemizde bilinen bir isim değildi Pepe.

Fakat son yıllarda işler değişti. Uruguay, Servet-i Fünun ekibinin Yeni Zelanda'sı gibi, muhaliflerin gözde ülkesi oldu. Pepe de özlenen ve aranan devlet başkanıydı. Zaten dünyanın en fakir başkanı olarak biliniyordu ve bu ona bir popülarite ve sempati getirdi. Ülkemize ziyarette de bulundu ve gazetelerin sayfalarında daha sık yer almaya başladı. Tüm bunların etkisiyle bir anda Putin, Merkel, Trump gibi isimlerden sonra ülkemizde en çok tanınan siyasetçilerden biri oldu. Fakat yine de Uruguay ve Pepe hakkında sınırlı bilgilerimiz olduğunu düşünüyorum. En azından benim için ve kendi çevremde öyle...

O yüzden hakkında bir belgesel izlemek faydalı bir girişim olacaktı. Emir Kusturica'nın Maradona belgeselini yıllar önce izlemiştim. Çok sevdiğim yönetmenin, çok sevdiğim futbolcuyla bir araya gelerek çektiği belgeselden çok fazla ümidim vardı. Fakat beklentilerimi karşılayamadığını çok net hatırlıyorum. Aradan yıllar geçip Pepe için ekran başıma oturduğumda bu sefer beklentilerim çok düşüktü. Bunun da sonucunu aldığımı düşünüyorum. Çok daha sağlam bir temele oturtulan, çok daha güçlü bir yapım olduğunu kabul ediyorum.

Aslında, tıpkı Maradona'da olduğu gibi burada da alışılmış bir belgesel kurgusu yok. Yani Maradona'nın veya Pepe'nin hayatına uzun uzun bakmıyoruz. Biyografik bilgilerin üzerinden tekrar geçmiyoruz. Oraları çok hızlıca hatırlıyoruz zaten. Devamında bir röportaj hali söz konusu. Fakat bu röportaj için de bir stüdyoya girmiyoruz. Maradona'da da aynısı vardı. Sokaklar geziyorduk ama burada çok daha belirgin ve somut bir şekilde bu tarz hissediliyor. Zira Pepe ile gezdiğimiz sokaklar, sıradan sokaklar değil. Onun siyaseti ve fikirleri sonucu ruh kazanan sokaklar. Biz o sokaklarda ve mekanlarda gezerken bir yandan da Pepe'nin çay içtiği, bahçe ile uğraştığı ve tango hakkında konuştuğu gündelik hayatına giriyoruz. Çok sevdiği eşi ile beraber yaşadığı (yaşamış olduğu değil, şu an yaşadığı) hayatı görüyoruz. İcraatları güçlü bir şekilde var olmaya devam eden bir siyasetçinin mütevazı hayatını aynı kareye sığdırıyor Kusturica. Maradona, kesinlikle Pepe'den daha renkli ve ilginç bir figürdü ama bu tarza Pepe çok daha uygundu.

Tabi bir siyasetçi ile futbolcu arasında da fark var. Pepe'nin yaptıkları veya mirası canlı kanlı Uruguay'da var olmaya devam ediyor. Bir yandan Pepe'nin hayatını, yaşadıkları ve hissettiklerini öğrenirken, dinlerken; bir yandan da onun Uruguay'da yaptıklarının etkilerini görüyoruz. Maradona'nın böyle bir şansı yok. Ne yapacak; gidip Napoli'de kazandığı şampiyonluğu tekrar gösteremez ya...

Doğru isimle doğru uyum yakalanıyor. Üstelik bu uyumun farkında olan yönetmen zamanı da sömürmeye kalkmıyor. 70 dakika civarına sığdırıyor her şeyi. Kısa ama gerçekten öz bir iş. Pepe'yi anlatmak için en uygun formül zaten.

Cumartesi, Mayıs 1

Golo #29

Portekiz'de 30. hafta erken başladı ama hemen hızlıca 29. haftanın raporunu, daha doğrusu golünü verelim.

Haftanın golü için zorlandığımı kabul etmeliyim. Çok şahane goller yoktu, hatta az sayıda gol atıldı ama güzel goller vardı ve bu güzel goller birbirine yakındı.

Bir adım önde olan iki gol vardı. İlki Belenenses - Guimaraes maçında Afonso Sousa'nın attığı goldü. Gol güzel ama rakip savunmaya çarpıp çarpmadığını anlamadım. Sanki çarpmış gibi. Çarptıysa golün güzelliği biraz zedelenir. Çarpmadıysa hakkını yemiş olacağım, zira bu ihtimal nedeniyle birinciliği vermedim. Oysa güzel gol için tüm şartlar müsait. Ceza sahası dışından gelişine düzgün bir vuruş. İp gibi gidiyor top. Fakat o ihtimal yok mu; kafamızı çeliyor...

O yüzden ödül Famalicao - Tondela maçında atılan dört golden birine gitti. 20 yaşındaki Ekvadolu oyuncu Leonardo Campana'nın golü; tam 'akıl dolu gol' tanımına uyan cinsten. Pozisyon gelişirken hiç böyle sonlanacağını, böyle bir gol göreceğinizi beklemiyorsunuz. Zaten her zaman göreceğiniz cinsten bir gol değil. Tamam; şahane , harika, muhteşem bir gol de değil ama izlemesi çok keyifli. Az daha güme de gidiyordu ama VAR'dan gelen onayla Campana ve arkadaşları iki kere sevinç yaşadı.Öyle bir gol!

Campana, çoğu Famalicao oyuncusu gibi menajer Jorge Mendes'in Wolverhampton'a götürüp, getirdiği isimlerden. Tabi orada pek kendini gösteremedi ama henüz 20 yaşında olduğunu atlamamak lazım. Bu sezon kendisini çok fazla izleyemedik. Az maç yaptı, çoğunda da kenardan geldi. Fakat son iki maçında gollerini atmaya başladı. Ayrıca 13 numaralı formayı giymesi de değerli. İleride ismini daha çok duyabiliriz.

GOLO 11  GOLO 13  GOLO 15  GOLO 24  GOLO 26