Cumartesi, Şubat 29

Wheeler


Böyle filmleri yakalamayı çok seviyorum. Tam bir scout'un oyuncu keşfetmesi gibi bir haz duyuyorum.

Bu film hakkında internette çok fazla bilgi bulamazsınız. Özellikle Türkçe sitelerde sıfıra yakın. Ben hiç bulamadım zaten ama illa kıyıda köşede vardır diye iddialı konuşmuyorum. Öte yandan ABD'de de çok fazla izlenmiş bir film değil. IMDB puanı 5.8. Bu puana bakarak filmi izlemeye karar vermek kolay değil. Diğer yandan bu filmi sadece 375 kişi oylamış. Bu istatistik de ne kadar kıyıda köşede kaldığını gösteriyor.

Beklenti bu kadar düşük kalınca, alınan zevk de yüksek oluyor. Kesinlikle 'harika' bir film değil. Orası bir gerçek. Fakat hikayenin işlenişi ve sonuyla insanı etkiliyor.

Wheeler, Teksas'ın taşrasında yaşayan, zar zor geçinen ama amatör olarak müzikle (country) ilgilenen biridir. Fazla konuşmayan biri olmasına çevresinde sevilir. Çevresindekiler ayrıca onun müziğini de sever. Fakat 300 milyon insanın yaşadığı ABD'de müzik piyasasına girmesine pek kolay değildir. Fakat bir anda şansı yaver gider. Birkaç günlüğüne Country müziğinin merkezi olarak kabul edilen Nashville'e gider. Orada bir yerlerde sahneye çıkar, birileri onu duyar, birileri onu birileriyle tanışır. 

Böyle bakınca klasik bir 'Amerikan rüyası' öyküsü izliyormuşuz gibi gelir. Fakat aslında tam öyle değildir. Detayları filmi izleyince görülür. Diğer yandan filmin genel özellikleri de bazı farklar barındırır. Kurgusal bir ilerleyiş söz konusuyken, bir yandan da belgesel ögeleri mevcut. Zaten filmde profesyonel oyuncu sayısı sadece bir. Wheeler karakterini canlandıran Stephen Dorff hem başrolde hem de senaryoda. Ayrıca kendisi fena halde Robert Pires'e benziyor. Geri kalanlar ise Wheeler'ın hayatına girmiş gerçek kişiler. Bu noktada filmin yaşanmış bir hikayeyi anlattığını da belirtmiş oluyoruz. Etkilenmemizin bir diğer nedeni de bu. Görüntü yönetmenliği ve kamera kullanımı da geçer not alıyor benden.

Tabi filmin eksileri de var. Mesela 100 dakika biraz fazla uzun. Genel sinema standartında çok uzun değil ama hikaye daha az süreye sığabilirdi. Gerçi film boyunca Wheeler'ın şarkılarını da dinliyoruz. Bu da hatırı sayılır bir süre tutuyor tabi. Şarkıları dinlerken filmin akışından kopmak mümkün. Fakat diğer yandan şarkılar da güzel. Özellikle o tarzı (Country) sevenler için keyifli olacaktır. Zaten genel olarak film memnun edecektir. Gerçi biraz üzecektir de...

Hikayesi benzer olmasa da son dönemde izlediğim The Rider ile benzerlikleri var. The Rider daha kaliteliydi ama iki film de farklı duruş ve anlatımlarıyla beni etkiledi. İyi ki yakalamışız...

Cuma, Şubat 28

Golo #22


Portekiz'de haftanın golü genelde, haftanın son maçlarında geliyordu. Bu hafta bir değişiklik olması adına ümitlendik. Zira haftanın açılış maçında V.Guimaraes oyuncusu DavidsonAves kalesine çok şık bir gol attı. Biraz kaleci hatası barındırsa da, diğer maçlarda onun golüne yaklaşabilen biri çıkmadı.

Fakat Pazar gününün son maçının son anlarında işler değişti. Bu maç haftanın son maçı değildi; sondan bir önceki maçıydı ama o gece şampiyonluk yarışı açısından heyecan doruktaydı. Porto kendi sahasında Portimonense ile karşılaşıyordu. Ertesi gün ise Benfica, zorlu Gil Vicente deplasmanına çıkacaktı.

Küme düşme hattında yer alan Portimonense, rakibine beklemediği kadar sıkıntı yarattı. Jackson Martinez ilk yarıda bir penaltı kaçırdı, hatta topu adeta uzaya yolladı. Eğer atsaydı maç nereye giderdi meçhul. Fakat kaçan penaltıya rağmen Porto galibiyeti bir türlü yakalayamadı. Ta ki 87. dakikaya kadar....

Duran topların usta ismi Alex Telles, bu sefer akan oyunda sahneye çıktı. Porto'nun muazzam baskı kurduğu dakikalardı ama Portimonense de pek açık vermiyordu. Haliyle o savunmayı ancak yetenekli bir ayak uzaktan şutla delebilirdi. Topu önünde bulan Telles, yaklaşık 35 metreden öyle bir şut çıkardı ki...

Zaten daha önce bu serimizde solaklara ayrıcalık tanıyacağımızı söylemiştik. Fakat bu golün de ekstra bir ayrımcılığa ihtiyacı yok. Davidson'un kendisi bile Telles'in golünü daha çok beğenmiştir! 

Porto bu golle maçı kazandı ve bir günlüğüne liderlik koltuğuna oturdu. Ertesi gün Benfica, deplasmandan aynı skorla dönünce yarış iki takım adına kayıpsız devam etmiş oldu. Bu açıdan bakınca Telles'in golünün ayrıca sezonun en önemli golü olma ihtimali de var. Golün önemi; bizim kriterlerimizden biri değil ama sezon sonunda sosyal medyada veya Porto'nun olası şampiyonluk kliplerinde bu sanat eserini çok sık görebiliriz.

Öte yandan Telles, 11. haftadan sonra 22. haftada da ödülümüzün sahibi oluyor. Sezonun şu anki bölümüne kadar 10 kere bu seriye devam edebildik ve o 10 haftada 'duble' yapabilen başka bir oyuncu çıkmadı. Bir sol bek için çok özel bir beceri...


GOLO 20   GOLO 19


GOLO 15      GOLO 14

7 Beonbangui Seonmul


Bazen izlediğim filmleri bloga yazmayı erteliyorum. Bu da erkenden söylenmesi gerekenleri geciktirmeme neden oluyor. 

7 Beonbangui Seonmul adlı Kore filmin geçen yaz izlemiştim. Çok da sevdim. Kusursuz değil ama oldukça doyurucu. Hem komedi hem de dram türüne girebilen bir film olması nedeniyle sıkıntı yaşaması çok muhtemeldi. Ne olacaktı yani; gülecek miyiz, ağlayacak mıyız? Arada kalabilirdi ama ikisi de kararında veriliyor. Gerçi gülerken bir anda ağlama moduna geçirmek pek kolay değil. O noktalarda ara sıra duygu sömürüsü yapıldığı gözden kaçmıyor. Olsun; hikayenin kendisi çok kuvvetli.

Zaten sadece seyircinin duygularıyla oynayan bir film değil. Aynı zamanda Kore toplumuna ve siyasetine ışık tutan, ara ara eleştirisini sunan bir film. Kore ile benzerliklerimiz çok fazla. Haliyle Amerikalı birinin Kore filmlerinde anlamayacağı detayları biz yakalayabiliriz. Bu filmde de iki ülke ve toplum arasında ortak noktaları görmek zor değil.

Çok fazla karaktere sahip olduğundan, güldürüp güldürüp sonda vurduğundan, müziklerin kullanım tarzından dolayı "tam bir Yılmaz Erdoğan filmi olurmuş" dedim. Devamında Erdoğan'dan çıktım ve daha genele yaydım. Türk sinemalarında gösterilse çok fazla izlenir ve beğenilirdi. Fakat ülkemizde altyazılı filmler zaten az izlenirken bir de Korece gibi kulağa uzak gelenlerin hiç şansı yok. 

Derken kötü haber geldi. Film Türkiye'ye uyarlandı. Geçtiğimiz sonbaharda 7. Koğuştaki Mucize adlı ismiyle vizyona girdi. Tabi ki izlemedim. Fakat filmin yoğun ilgi gördüğünü okuduk. İlk üç günde 615 bin seyirciye ulaşarak, tüm zamanların en iyi dram filmi açılışı rekorunu kırdı. Fakat fragmandan gördüğümüz kadarıyla iki film arasında dağlar kadar fark var gibi duruyor.

Yine de izlemeden, önyargıyla yorum yapmayalım. Türk versiyonu bir ay boyunca Netflix'te olacakmış. Büyük ihtimalle (yüzde 99.9) izlemem ama her iki filmi de izleyenlerin yorumlarını merak ediyorum. Yine de orijinal versiyonun saygım sonsuz. IMDB puanı 8.2'yi hak ediyor.

Perşembe, Şubat 27

Tarih


Blogun ilk açıldığı yıllar, bana sanki çok eski çağlarmış gibi geliyor. Sadece 11-12 sene öncesi ama artık bambaşka bir hayatım, bambaşka önceliklerim var. O günlerde Galatasaray için çok derin duygular besliyordum ve o duyguların ömrüm boyunca kaybolmayacağını hissediyordum. Şimdilerde o noktanın çok altındayım. Herhangi bir Galatasaray maçı beni heyecanlandırmıyor. Yenilgiler üzmüyor, galibiyetler sevindirmiyor. Bunun çeşitli nedenleri var ama onlar bu yazının konusu değil.

Her ne kadar Pazar günkü derbiyi evde usul usul izlesem de, çıkan sonucun ardından ne hayatım ne de duygularım değişse de, benim için sıradan bir maç gibi olsa da yine de bloga bir not düşmek gerektiğini düşündüm. Sonuçta o eski yılların bir hatırası vardır. Kadıköy'deki bir derbiye gidemediğim için işimden istifa ettiğim günler o kadar da uzak olmamalı. Gidemediğim her Kadıköy deplasmanında "Umarım benim gidemediğim maça denk gelmez" dememe neden olan bencil duyguların bir kalıntısı kalmış olmalı. Gerçi şimdilerde zaman zaman televizyondan dahi izlemediğim derbiler oluyor. Totem değil; yapacak daha iyi işlerim olduğuna inandığımdan... Yine de bu derbinin diğerlerinden farklı olduğu aşikar.

Zaten Pazar günü evimde maçı izledim. Güzel bir pazar gününün son saatlerinde sıcak evde oturup maç izlemek güzel oluyor. Fenerbahçe - Galatasaray derbisi de denk gelince başka alternatifleri kurcalamaya çok gerek kalmıyor. Üstelik son dönemdeki derbileri düşününce, kötü bir maça denk gelme korkum da çok yüksekti.

Maç öncesi beraberliği çok daha olası görüyordum. Hatta aklımdan geçen skor 1-1'di. Son yılların zevksiz derbilerine benzemeyeceğini ama yine de iki takımın çok fazla asılmayacağını düşünüyordum. Galatasaray, Kadıköy'den bir puanla dönerse üzülmez. Ersun Yanal da beraberlik çıkarırsa kovulmaz. O zaman kimse birbirini üzmez! Düşüncem bu yöndeydi.

Öngörüleri ilk yıkan Galatasaray oldu. Maça çok iyi başladı. Fakat son 20 senedeki maçların en az yarısına iyi başlamıştır. O ilk gol gelmediği takdirde de Galatasaray'ın işi zorlaşırdı. Hatta bazen ilk golü atması bile yetmezdi. Nitekim, (başta Onyekuru) o pozisyonlardan gol çıkaramadığı gibi, bir de durduk yere kalesinde gol gördü. Penaltıyı ben olsam vermezdim ama verilmesi de bir hata değil. Marcao'nun o anda öyle girmesi bile hakemin düdüğünü ağzına götürmeye yetmiştir. Biraz penaltıya davetiye gibi oldu.

Fenerbahçe eskiden 1-0 öne geçtiğinde üçe dörde giderdi. Fakat artık öyle bir oyuncu grubu yok. Sadece yetenek olarak değil. Derbileri yaşayan, derbilere bir başka hazırlanan o oyuncu grubu artık bulunmuyor. Tuncay, Lugano, Luciano, Appiah, Gökhan Gönül, Caner, Tümer, hatta gol atamasa bile Volkan Demirel gibi oyuncular sahada yok. 1-0'ı, 4-0'a taşıyacak bir açlık ve saldırganlık uzun süredir Kadıköy'den uzakta. Bundan 10 sene önce, yani yenilmezlik serisinin aslında galibiyet serisi olduğu dönemde, ilk golden kısa bir süre sonra farkı açardı Fenerbahçe. Bu hafta ise geriye yaslanmayı tercih etti. Üstelik onu da beceremedi. Galatasaray çok kısa sürede golü buldu. Ryan Donk, idmanda vuramayacağı rahatlıkta bir kafayla beraberliği getirdi. 

İkinci yarı görece daha durgundu. Galatasaray biraz daha kontrollü ve bekleyen gibi dursa da aslında topu aldığında çok daha etkiliydi. Fenerbahçe ise adeta plansızdı. Ersun Yanal, sanki elindeki kadrodan 11 oyuncuyu sahaya çıkarmış ve "Bu maçı zaten tribün kazandırır" demiş gibiydi. Bu görüntü ikinci yarıda çok daha belirginleşti. Fakat Fenerbahçe kadrosu gibi, tribünü de eski tribün değil. Derbilerin o eski atmosferi 5-6 senedir yok. Belki de seriyi kaybetme korkusu stadın üzerine kara bulut gibi çöküyordur. Gidenlere sormak lazım. Yine de ne olursa olsun, Fenerbahçe'nin rakip kalede en azından 1-2 pozisyon yaratmasını beklerdik.

Ne kadar çok gol kaçırsa da bana göre maçın yıldızı olan Onyekuru, Jailson'un arkasına sarktığı bilmem kaçıncı pozisyonda penaltıyı aldırdı. Bence bu penaltı da ağırdı ama ilkini verenin bunu da vermesi gerekirdi. O nedenle Meler'in tutarlı olduğunu düşünüyorum. Asıl tutarsız olan Fenerbahçe kadro planlaması. İki senede 10'a yakın stoper transfer eden, limitten şikayet eden, hafta içinde Rami'yi gönderen Fenerbahçe derbiye stoper olmayan Jailson ile çıktı. Ve o Jailson, sezon içinde yaptırdığı penaltılarına bir yenisini daha ekledi.

Serilerin bozulduğu veya farklı skorların alındığı maçlar tarihe geçer ve o karşılaşmaların kadroları seneler sonra bile masaya dökülür. Fenerbahçeliler 21 senelik serinin bozulduğu maçın stoperinin Jailson olduğunu hatırladıkça, mağlubiyetin acısı daha da keskinleşecektir. 

2-1'den sonra işler artık tam da Galatasaray'ın, hatta en çok Onyekuru'nun istediği şekle büründü. Üçüncü golün geleceği barizdi. Fenerbahçe'nin de gol atamayacağı aşikardı. Fakat Mehmet Ekici her an şapkadan tavşan çıkarabilirdi. Girer girmez, o soğuk haliyle çıkardığı şut inanılmazdı. Herhalde Muslera'dan başkası da kurtaramazdı. Devamında bir tane daha denedi ama yine olmadı. O ikisi olmadıktan sonra daha fazlasını denemeye de gerek kalmadı. Belki Deniz sahada kalsaydı o da tehdit yaratabilirdi ama sahada kaldığı süre bir referans olacaksa o kısım da biraz karamsar kalır.

Kupalar ve şampiyonluklar kazanan kadrolar özeldir ve kaliteli olduklarını her zaman gösterirler. O kupaları kazanmalarına neden olan maçlar esnasında devamlı kalitelerini ispat ederler, devamlı bir sınava girerler. O sınavları geçtikleri için adları tarihe yazılır. Mesela Galatasaray'ın 2000 kadrosu, tarihin en iyi kadrosudur. İyi bir oyuncu grubu bir araya gelir, rakiplerini seneler boyunca yener, şampiyon olur, kupalar kazanır ve isimlerini tarihe yavaş yavaş yazdırır. Fakat tek bir maçlık zaferler için en iyilere sahip olmanız şart değildir. O gün iyi olan kazanır ve tek maçla tarihe geçer. Bazen standart düzeyin altında bir oyuncu bile o kadroda kendine yer bulabilir. Zaten Galatasaray, 21 senede daha iyi derbiler oynadı. Daha kaliteli oyuncularla Kadıköy'e geldi. Onlara nasip olmadı, daha standart bir kadroya nasip oldu. Böyle zaferler için seneler değil, sadece bir 90 dakika yeterlidir.

Belki kulüp tarihinde çok kısa ve ufak yerleri olacak Saracchi, Marcao, Seri, Falcao gibi oyuncular bu tarihi maçın parçası oldular. Şans işte! Hatta Marcao hemen dövmesini bile yaptırdı. Fakat bu galibiyetin Fernando Muslera'ya denk gelmesi şık oldu. En çok ona yakıştı. Galatasaray'da kazanmadığı başarı, kırmadığı rekor neredeyse kalmadı. Bu da halkanın yeni parçasıydı.

Yazılacak çok şey var aslında. Bu maç o açıdan bereketliydi. Mesela Aziz Yıldırım'ın zamanında büyü yaptırdığı söylentileri yeniden akla gelmedi değil. Sanki Yıldırım, giderayak büyüyü de bozdurdu. O gittikten sonra seri de sona erdi. Büyüye inanmıyordum ama bu bile benim kafamı karıştırdı. Güney Amerika gibi yerlerde böyle bir hikaye yaratılsa, seneler içinde iyice abartılarak bir efsaneye dönüşürdü. Belki bizde de olur. Fakat büyünün veya mistik olayların dışında bir gerçek var. Kadıköy'de derbi yenilgisi görmeyen Volkan Demirel'in futbolu bırakmasının ardından oynanan ilk derbide Fenerbahçe yenildi. Bu tesadüf olamaz.

Bir de Fatih Terim gerçeği var tabi. Taktiğine, günceline girmeden; hocanın çok iyi bir Kadıköy istatistiği olduğunu fark ettim. Yani 21 senedir kazanamayan bir takımın en uzun çalışan teknik direktörünün sayıca çok fazla yenilgisi olmasını beklersiniz. Fakat son 12 Kadıköy deplasmanında sadece 3 kere yenilmiş. Bunlardan birinin 6-0 olması talihsizlik. Onun diyeti bir şekilde ödenmiş oldu belki de.

Benim açımdan ise değişen bir şey yok. Lig yarışı devam ediyor. Süper Lig'i seviyorum. beIN Sports'a yüklü bir miktar para ödüyorum. O yüzden oynanan tüm maçlarını tadını çıkarmaya çalışıyorum. Bu da o maçlardan biriydi. Fakat diğerlerinden biraz daha güzeldi...

Chosun Masoolsa


Her zaman övdüğümüz Kore filmleri sadece etkileyici ürünlerden oluşmuyor tabi. Onların da iyileri, kötüleri, vasatları var. Bazıları tamamen sinemanın kendisine katkı sunmak için üretiliyor, bazıları gişe kaygılı.

Chosun Masoolsa ikinci kısma giriyor. Bunu nereden anlıyoruz? Hikayenin işleyişinden. Tipik bir Kore filmi değil. Öyle başlıyor aslında. Zaten yerel efsanelerden beslenen nostaljik bir öykü. Bir şeylerden kaçan ve bunun için köy köy gezen, hatta suratını bile saklayan başarılı bir sihirbazın hikayesi anlatılıyor. Yaklaşık 1000 yıl öncesinin Asya'sında geçen film etkileyici bir girişe de sahip. The Prestige'i, Jack Sparrow'u, Hayyam'ı, Hacivat'ı anımsatır bir şekilde ilerlerken bir anda standart bir Hollywood filmine dönüşüyor.

Derin bir öykü beklerken, kavuşamayan aşıkların hikayesini izlemeye başlıyoruz. Aşıklardan biri prenses. Onun da hikayesi ilk başlarda filme heyecan katmıştı. Kendisi hükümdarla zorla evlendiriliyor ve sarayına gitmek için uzun bir yola çıkıyor. Tabi yanında dev bir ordu var. O yolculuk esnasında prenses ve sihirbaz karşılaşıyor. Bundan sonra da bayıyor... Bu anlarda ordunun komutanı devreye giriyor ve duruşu, sadakati, ilkeleri sayesinde bizi filme bağlıyor. Ama onun katkısı filmi kurtarmaya yetmiyor...

Filmin IMDB puanı da çok yüksek değil. Yine de 6'ya yaklaşmış ve bu beklediğimden yüksek. Hayal kırıklığına uğradık ama buna rağmen Kore sinemasından vazgeçmeyeceğiz.


Çarşamba, Şubat 26

50


26 Şubat 1970 / Saraybosna

Paterno


Paterno, Amerikan spor tarihinin en başarılı koçlarından biri olan Joe Paterno'nun kariyerinin ve hayatının son yıllarını anlatıyor. Sadece bir biyografi olarak bakamayız tabi, zira aynı zamanda bir skandalın perde arkasını da aralıyor.

Paterno, uzun yıllar boyunca Penn State Üniversitesi'nin amerikan futbolu takımını çalıştırmıştı. Çok yüksek bir galibiyet yüzdesine sahipti. Bir gün yardımcısı Jerry Sandusky'nin bir öğrenciyi taciz ettiği ortaya çıkar. Devamında Paterno'nun da görevine son verilir. Bu da bazı tartışmalara yol açar.

Paterno bir tacizci değildir. Kimilerine göre üniversite kendini temizlemek ve kurtarmak için onu günah keçisi olarak seçer. Kimilerine göre de yardımcısının yaptıklarını umursamaması ve işine bakması onu aklamaz. O yüzden de günahların üstünü örtmekle suçlanır. Yani susan dilsiz şeytan rolü biçilir. Özellikle üniversite öğrencileri ilk sınıfa dahil olur. Ulusal medya ise ikinci sınıfa daha çok yer verir. En azından filmden anladığımız bu...

Biz ise bu konuda biraz mesafeliyiz, çünkü konuya çok hakim değiliz. Elimizde sadece bir film var. Filmden sonra biraz araştırma da yaptım tabi ama yine de bir taraf seçme konusunda kararsız kaldım. Film ise fena değil. Spotlight'ın televiyon versiyonu diyebiliriz. HBO tarafından çekilmiş. Vasatın üzerine çıkamayan televizyon filmlerinin yanında iyi kotarılmış.

Başrolde Al Pacino'yu izliyoruz. Any Given Sunday'den sonra bir kez daha amerkan futbolu sahasında. Yönetmen koltuğunda ise Barry Levinson var. Bu isimlerden daha iyi bir ürün çıkabilirdi belki ama televizyona film çekmenin farklı dinamikleri olduğu bir gerçek. İzlerken, sanki nereye reklam kuşağının geleceği, nerede temponun artacağı önceden ayarlanmış, film de bu bilgilerin ışında yazılmış ve çekilmiş gibi hissettim. İletişim fakülteleri bu konuda bir kıyaslama yapmışlar mıdır merak ettim. Zira sinema filmi ile televizyon filmi arasında muhakkak bazı farklar olmalı.

Öte yandan birçok 'taciz-skandal' temalı filmde kurbanlara odaklanılır. Veya seri katiller sinema filmlerine özne olur. Burada ise olayların dışında kalan, sadece işine odaklanan veya kafasını kuma gömen bir adam öne çıkıyor. Onun hayatının son anında yaşadığı çelişkileri, buhranları, geriye dönerek aklına gelen parçaları izliyoruz. Açıkçası bu bakış açısı benim hoşuma gitti. Bir değişiklik oldu. O rolde de Pacino'nun olması ilgi çekici kıldı. 

Al Pacino alıştığımız kadar muhteşem değil ama standartın üstünde. Ayrıca gerçek Paterno'ya çok benzemiş. Bu arada Pacino kadar iyi olan, hatta belki de beklentilerin üzerine çıktığı için daha çok alkışı hakeden biri varsa da, o da Riley Keough. 

Filmin sonunda bir telefon konuşması var. Bir kişi muhabiri arıyordu. Acaba Paterno'nun oğlu mu diye düşündüm. Bu da koltuktan kalkarken kafada sorular oluşturması nedeniyle filme bir artı daha katıyor.


Deniz Yıldızı


Kötü 1980'lerin kötü filmlerinden biri daha. Bu filmi yıllar önce televizyonda gördüğümü hatırlıyorum. 2000'lerin başıydı. Dadı furyası ve Gülben Ergen fırtınası esiyordu. Yani Gülben Ergen'in en popüler zamanlarıydı. Gündüz kuşağıydı. Herhalde Gülben Ergen'in az bilinen, gençlik dönemi bir filmini yayınlamak, hatırı sayılı bir rating katardı. O zamanlar için ilgi çekici olabilirdi. Fakat benim ilgimi çekmemişti.

Şimdilerde ne Gülben Ergen o kadar popüler ne de bu tarz bi film gündüz kuşağında izlenir. O kadar yarışma, evlilik programı vs. gibi yapımların arasında böyle bir film yayınlamak rating kaybı demek. Yani Yemekteyiz'in standart bir bölümünden dahi kötü bir film. Fakat o yıllarda Kartal Tibet'i yönetmen koltuğuna oturtmuş, Safa Önal'a senaryo yazdırmış bir film. İşte Yeşilçam'ın 1980'leri böyleydi.. Allah Eşkiya'dan razı olsun...

O dönemin en çok işlenen konusu, daha doğrusu en çok işlenen figürü biraz özgür davranan ve toplum değerlerinin dışında hareket eden zengin ve şımarık kızlardı. Bu tip kızların hikayelerinin anlatıldığı filmlerin yarısı mesaj kaygılı dramlar olurken, diğer yarısı da nefretle başlayan aşk hikayeleriydi. Bu film ikinci sınıfa giriyor. Genç, güzel, zengin ve şımarık Gülben, kendisi gibi olan arkadaşlarıyla Marmara Adası'na gider. Orada 'ukalaca' tavırlar sergiler. Dürüst, çalışkan, fakir Yakup Reis de onun bu tavırlarından rahatsız olur. Fakat sonrasında kavgalar aşka dönüşür. Bu aşka dönüşme esnasında taciz, insan kaçırma ve hatta tecavüz bir yöntem olarak gösterilir. Meşrulaştırılır demek istemiyorum ama iş oralara kadar gidebilir. Filmin sonunda ise o 'zengin, şımarık, özgür kız' aşkında yanarak erkeğine hizmet etmeye, evinin kadını olmaya and içecek hale gelir.

Zaten filmde esas anlatılmak istenen bir aşk hikayesi değildir. O konuya bir çekicilik katmak için merkeze konmuş bir unsur sadece. Gülben karakterinin zenginliği ve şımarıklığı önemlidir.. Arkadaşlarıyla tatile gidebilen, baba parası yiyen zengin kızın ne kadar antipatik olduğu üstüne vura vura gösterilir. Topluma verilmek istenen mesaj budur. Bu öyle ince bir mesajdır ki; servet avcılığına veya zengin düşmanlığına dönüşmez; biraz olsun toplumun genel alışkanlıklarının dışına çıkanlara kötü gözle bakılmasını sağlar. Açıkçası Gülben Ergen de rolün hakkını verir. Kötü oyunculuğu bir avantaja dönüşür ve kendisinden daha antipatik bir karaktere hayat verir.

Sonuç olarak; ben niye izledim bu filmi bilmiyorum. Youtube'da denk gelince aktı gitti. 75 dakika sürüyor zaten. Ömürden bir kayıp mı? O kadar da değil. Fakat belki bloga yazmayabilirdim. Ama olsun. Çeşittir. Gülben Ergen filmi de yazıyoruz, 2.Lig maçına da gidiyoruz, Oscar da konuşuyoruz, Avrupa futboluna da ışık tutuyoruz. Bizim de farkımız budur...

Cuma, Şubat 21

Pendikspor 0-3 Tarsus İdman Yurdu


Bu sene ilk defa bir lig mücadelesi için Pendikspor maçındayız... İlginçtir daha önce geldiğimiz kupa maçındaki sonuçla aynı skor çıktı: 0-3! Pendikspor'a bu sene yaramadık!

Takımın puan durumundaki yerini görmesek neyse ama play-off yarışına dahil olmuş bir takımın biri alt ligden olmak üzere iki kulvarda, iki takıma evinde 3-0 yenilmesi ve o iki maçta da bizim tribünde olmamız normal değil. Uğursuzluk bizde...

Fakat saha içindeki oyuna baktığımız zaman bir uğursuzluktan veya şanssızlıktan söz etmek mümkün değil. Yani kaçan mutlak goller veya basit hatalarla yenilen goller yok. Maçın ilk yarısı iki takımın da üstünlük kurma çabasıyla geçildi. Pendikspor biraz daha fazla pozisyona girse de o pozisyonlar da çok elverişli değildi. İkinci yarıda ise işler değişti. Konuk takım devreye yüklenerek başladı. Ardından kazanılan bir köşe vuruşunda (hatta üst üste kazanılan köşe vuruşların ikincisinde) savunma oyuncusu Cansın ile golü buldu.

Bu dakikalarda Pendikspor tribününde küçük isyan sesleri duyulmaya başladı. İsyanın öznesi Ozan Papaker'di. Ozan benim beğendiğim bir futbolcu. Geçen sezon çok verimliydi. Fakat bu sezon yedeğe düştü. Pendikspor cephesinden çok fazla haber alamadığımız için zaman zaman sakatlık sorunu yaşadığını düşündüm. Fakat sanırım durum öyle değil. Taraftarlar da onun oynamasını çok istiyor. Yenilen golden sonra onun adını bağırdılar ve oyuna girmesini talep ettiler. Teknik Direktör Sinan Yücer de beş dakika sonra onu oyuna soktu. Fakat oyuna giren Ozan, teknik direktörün tercihini doğrulatan bir performansa imza attı. Belki daha sık maç oynaması lazımdır. 2.5 aydır ilk 11 çıkmıyor. Bu sezon sadece üç tane 90 dakikası var. O maçlardan biri de tribünde olduğumuz Turgutluspor karşılaşmasıydı. Açıkçası o gün de pek iyi değildi. Fakat yerine oynayan Oktay Balcı'yı da yeterli bulduğumu belirtemem. Bir üst lig için yeterli yeteneği olan Ozan'ın belki de yeni sezonda bir transfer yapması ve sık oynayacağı bir yere gitmesi gerek.

Pendikspor'da beğendiğim oyunculardan biri olan Ahmet Yazar da bu karşılaşmada yedekteydi. Hatta Ozan'dan farklı olarak hiç oyuna giremedi.

1-0'dan sonra Tarsus İdman Yurdu çok rahat bir futbol sergiledi. 65 ve 72'de attıkları gollerle skoru 3-0 yaptılar ama kalan sürede fark daha da artabilirdi. Çok sağlam bir takım olduklarını belli ettiler. Oyuncuların ilginç bir özelliği var; maç içinde sürekli birbirlerine kızıyorlar. Birbirleriyle konuşmuyorlar, uyarmıyorlar; resmen kızıyorlar. Sinirleniyorlar. Laf dalaşına giriyorlar. Özellikle takımın eskilerinden Ferhat Duman bu konunun lideri. Bazen hücumda çalım deneyen Ali Yavuz'u orta sahaya kadar giderek haşlıyor, bazen çıkarken topu kaptıran savunma oyuncusuna pozisyon bittikten sonra (yaklaşık 1 dakika sonra) bağırıp çağırıyor. Diğer oyuncular onun kadar sert mimikler kullanmasa da yüksek sesle tartışıyorlar. Böylesine bir takımın teknik direktörünün, futbolcuyken ağzını açmayan Ergün Penbe olması çok ilginç. Fakat belki de bu sayede maç boyunca bir dakika bile konsantrasyonlarını kaybetmediler.

Tabi gözümüz biraz Ali Yavuz Kol'un üzerindeydi. Galatasaray'dan ayrılarak 2.Lig'in yolunu tutan 19 yaşındaki futbolcu bu sezon 7 gol kaydetmişti. Sekizincisi Pendik Stadı'na nasip oldu. Üstelik çok da klas bir gol kaydetti. Attığı golün yanı sıra maç içindeki çabası ve çalışkanlığı çok kıymetliydi. Genelde o yaştaki oyuncuların sık sık maçtan koptuğunu görürüz ama Ali Yavuz'da öyle bir durum söz konusu değil. Ayrıca fiziği de yerinde. Mesela ters tarafta oynayan takım arkadaşı Mustafa Yılmaz da gözüme girdi ama 21 yaşındaki oyuncunun fiziği maalesef daha yukarıya çıkmasının önündeki engel gibi duruyor. Ali Yavuz ise hem sol tarafta hem de en önde oynama çeşitliliği sayesinde de parlak bir gelecek vadediyor.

Bu sezon Beyaz Grup 'diğerleri' için zor bir yer. Samsunspor ve Manisa FK gibi iki takımın olduğu yerde yukarıya kafa uzatmak mümkün değil. Üstelik play-off için da geriye üç kontenjan kalıyor. Stadyumda izlediğimiz iki takımın az da olsa şansı devam ediyor. Fakat Çarşamba günü oynanan futbol Pendikspor'u imkansıza yaklaştırırken, Tarsus İdman Yurdu'nun son ana kadar mücadele edeceğini gösterdi.

Bundan sonra 2.Lig'de hafta içi mesaisi olmayacak. Pendikspor'un play-off'a kalmasını da biraz bundan istiyordum. Haliyle büyük ihtimalle bu sezonun Pendik ziyaretleri sona erdi. İnşallah önümüzdeki sezon buraya da Passolig gelmez.

Perşembe, Şubat 20

Nights in Rodanthe


Normalde film yazıları yazdığımda, yazının fotoğrafı filmden bir sahne veya bir afiş olur. Fakat bu sefer o kadar kötü bir filme denk geldik ki, filmden bir sahneyi koymaya gönlüm razı oldu. Onun yerine filmin geçtiği mekanın fotoğrafını koyuyorum. Zaten o mekan da film çekildikten sonra oldukça ilgi görmüş.

Zaten bu filmin güzel tek kısmı da mekan kullanımıydı. Herhalde kitabı okuyan (kitap uyarlaması) biri böyle bir yerde film çekmenin çok güzel olacağını, iki tane ünlü oyuncunun da filmi izlenir kılacağını, senaryonun ve yönetmenin çok da önemli olmayacağını düşündü.

Romanın kendisini bilmiyoruz ama filme bakınca ondan da bir beklentimiz yok. Richard Gere ve Diane Lane 2002'de Unfaithful'u çevirmişti. Benim mesafeli yaklaştığım film çok da kötü eleştiriler almamıştı. Herhalde o etkiyle 2008 yılında iki oyuncuyu bir daha buluşturup bir romantik film çekmek istemişler. Açıkçası para da kazanılmış. Fakat sinema sanatının şanı saygısızca çiğnenmiş!

Nights in Rodanthe, bir fırtınada bir otelde yalnız kalan iki orta yaşlı ve 'yaralı' insanın hikayesini anlatıyor. Büyük ihtimalle orta yaşlı ve orta üst sınıf kadınların çok fazla ilgisini çekmiştir. Zira Lane'in canlandırdığı Adrienne karakteri onlara hayallerini yaşatıyor. Adrienne, yakışıklı bir doktora kendini aşık ediyor, kendisini aldatan kocasının ilgisini yeniden kazanıyor, çocuğuyla sorunlarını hallediyor. Daha ne olsun. Fakat tüm bunlara rağmen Lane çok kötü bir oyunculuk sergiliyor. Gere ise filmin ortalama üstü tek unsuru.

Gerçi benim de duygulandığım bir sahne oldu. 43 yıllık karısını standart bir ameliyat esnasında bir anda kaybeden adamın doktora açıldığı sahnede yıkıldım.

İşte sinema böyle. Tarihin en kötüsünü izlerken bile bir şey yakalayabiliyorsun. Böyle bir filme altı paragraf yazmak da ayrı bir başarı...


Çarşamba, Şubat 19

Irkçılığa Kırmızı Kart


Moussa Marega'nın Guimaraes deplasmanında yaşadıkları haftaya damga vurdu. Daha doğrusu gösterdiği tepki sayesinde dünyanın her yerindeki haber sitelerine özne oldu.

Aslında olay, haber sitelerinde ve sosyal medyada özet geçilirken biraz yanlış aksettiriliyor. Genelde "Rakip tribünlerin ırkçı tezahüratlarında dayanamayan Marega maç oynanırken sahayı terk etmek istedi" şeklinde bir ana fikir hakim. Fakat tam olarak öyle değil.

Yine de ortada bir tepki olduğu doğru. Marega, arkadaşlarının ısrarına rağmen kararından dönmedi ve oyundan çıktı. Onun neler hissettiğini anlamamız mümkün değil. Tabi şimdi uzun uzun 'Irkçılık kötüdür, ırkçı tezahürat yapmayın' yazacak halimiz de yok. Sene 2020 olmuş. Artık insanların, diğer insanları ikna etme veya durumu izah etme misyonu olmamalı. Kurumlar, kuruluşlar ve hatta devletler bunun için var. Harekete geçme ve cezalandırma görevi olanlar, işlerini yapmalı.

Mesela hakemler! Bu olayın da esas kaynama noktasında hakem Luis Godinho yer alıyor. 

Tribündeki rakip taraftarların aslında büyük bir kısmı ideolojik kaygılarla bu tezahüratları yapmıyor. Çoğu ne yaptığının farkında dahi olmayanlar. Salaklar veya kalabalığa uyarak normal olan bir şeyi yaptıklarını düşünüyorlar. Zaten ideolojik bir düşünceyle saldırsalardı; önce kendi takımlarındaki siyahi oyunculara her hafta tepki gösterirlerdi. Öyle bir kaygıları yok. Bu kesimin tek amacı rakip oyuncuyu yıldırmak ve moralini bozmak. Fakat bu sefer işler planladıkları gibi gitmiyor. Marega bu tezahüratlar altında mücadelesine devam ediyor ve maçın 60. dakikasında takımını öne geçiren golü kaydediyor.

Golden sonra Marega'nın sevinci, bir protesto eylemine dönüşüyor. Tribünlere kolunu; yani ten rengini gösteriyor. Tribünler de iyice çıldırıyor ve ona koltuk yağdırıyor. Marega durmuyor; sahaya atılan siyah koltukları alarak kafasının üstüne kaldırıyor. Esasında buraya kadar alışıldık; ya da hayatın normal akışına uygun bir gidişat var. Irkçılığa uğrayan bir oyuncu var. Takımını öne geçiren golü atıyor ve tribünleri adeta çıldırtıyor. Ardından da öfke ve gurur karışımı duygularıyla protestosunu gerçekleştiriyor.

Peki sonra ne oluyor? Asıl şaşılacak olay burası. Aslında maçı o dakikaya kadar oynatması bile tartışılması gereken hakem Godinho, Marega'ya sarı kart gösteriyor. Marega'nın oyundan çıkma isteği de orada başlıyor.

Gerçekten ilginç bir olay. Bu esnada takım arkadaşları da onu oyuna geri döndürmek istiyor. Twitter'da birçok insan, bu duruma anlam verememiş. Arkadaşları ırkçılıkla uğraşırken, onların halen oyunu ve kalan dakikaları düşünmeleri ilk bakışta saçma gelebilir. Fakat Marega zaten sahada ırkçı tezahüratlara cevap vermiş, onlara karşı mental açıdan güçlü durabildiğini kanıtlamış. Yani maç oynanırken, tezahüratlara dayanamayacak noktaya gelmemiş. O sınavı başarıyla vermiş. Fakat hakemin işgüzarlığı bardağı taşıran son damla olmuş. Takım arkadaşları da, büyük ihtimalle o sarı kartı fazla önemsemeden işine dönmesini istemiş.

Onlara da çok fazla kızmak doğru olmaz. Zira gerçekten ilginç bir olay var. Daha önce birçok stadyumda ırkçı tezahüratlar yükseldi. O maçların bazıları tatil edildi, bazıları protesto eylemlerine sahne oldu, bazılarında ise tezahüratlar duymazlıktan gelindi ve maça devam edildi. Fakat ilk defa (en azından ben ilk defa görüyorum) ırkçılığa uğrayan ve tepki gösteren oyuncu sarı kartla cezalandırıldı.

Marega oyundan çıkarak, hatta daha doğru ifadeyle sahayı terk ederek büyük bir gündem yaratmayı başardı. Sadece Portekiz'de değil, Türkiye'den İngiltere'ye bütün Avrupa Marega'yı konuştu. Hafta boyunca ırkçılık lanetlendi. Avrupa'yı geçelim; belki Portekiz Futbol Federasyonu bile hem tezahüratlara, hem de hakemin sarı kartına kulağını kapatacaktı. Fakat Marega'nın isyanı sonrasında muhakkak bir ceza ve yaptırım hazırlamışlardır.

Futbolda ırkçılığı önleme konusunda çalışmalar var. UEFA'nın prosedürleri aslında çok da eksik veya hatalı değil. Fakat Marega olayında futbol dünyasının bir noktayı gözden kaçırdığını anlamış olduk. Bu yaptırımlar; tribünlerin veya belki de bazı futbolcuların ırkçı olması, ırkçılık yapması ihtimali üzerine hazırlanmış.

Peki ya hakem? Yani o kuralları uygulaması gereken kişi gizli bir ırkçıysa ne olacak?

Belki Godinho, ırkçı bir insan değildir. İsmini bu haftaya kadar duymadığımız biri hakkında kesin yorumlar yapmayalım. Fakat tezahüratların önlenmesini engellemeyen, maçı sonlandırmayı düşünmeyen ve üstelik ırkçılığa uğrayan oyuncuya sarı kart gösteren bir hakeme ne diyeceğiz? 

Marega maç sonunda bunun cevabını şöyle vermiş; utanç kaynağı! 

Salı, Şubat 18

Aşkın Zaferi


Günümüz Türkiyesine eleştiriler sıralarken, geçmişi çok fazla övüyoruz. Hemen her alanda bu böyle ama sinemada sanki daha fazla. Birçok alanda yaşını alanlar geçmişe dair nostaljik özlemler duyar ama Yeşilçam sinemasını, ona yetişemeyen kuşağın zihninde bile bir 'saflık ve güzellik' abidesi olarak yer edinir.

Oysa kötü filmler, kalitesiz işler, kötü işlenen ve adeta propagandaya dönen tarihsel/siyasi filmler çok fazladır. Bir diğer adı Aşk ve Vatan olan Aşkın Zaferi de böyle bir filmdir.

Hülya Koçyiğit henüz 25 yaşındadır. Şimdiki gibi fikrileri pek yoktur. Fakat yine hakim görüşten yanadır. Aşkın Zaferi, Cumhuriyet'in 50. yılında, Milli Mücadele'nin nasıl zafere ulaştığını anlatmaya çalışan, o nedenle emek, özveri, fedakarlık gibi kavramlara çok fazla yer veren ama izlenme kaygısıyla araya dramatik bir aşk öyküsü sokan ve popülist kaygılar nedeniyle amacın dışına çıkarak mesajını sulandıran bir filmdir. Bu sulandırma çabasına rağmen hedefe ulaşmış ve izlenmiş olabilir. Yani büyük ihtimalle yutanı olmuştur. Bugünlerden bakınca ise hem sinema tekniği açısından hem de kurgusal bakımdan eleştirileri bitmemesi gereken bir filmdir. O dönemin şartlarını ve standartını düşününce tekniği çok fazla eleştirmek haksızlık olabilir ama diğer açılardan üzüntü verici.

Hikaye biraz Vurun Kahpeye gibi ilerliyor. Tabi ki onun kadar güçlü değil. Kötülerin fazla kötü olması, iyilerin kusursuz olması bir Yeşilçam geleneğidir. Fakat bu sefer oyunculuklar da yetersiz olunca; kör göze sokulan parmak çok fazla acı veriyor.

Uzun uzun sıralayacak çok fazla şey bulunabilir ama bunları sıralamaya 50 sene sonrasında gerek var mı emin değilim. Karşısındakinin casus olduğunu anlayan İngiliz'in silahını kullanmaması ve tokat atması ise benim için artık son noktaydı. Bazen böyle filmlere denk geldiğim ve onları izlediğim için çok üzülüyorum. Kendime de kızıyorum. Fakat her zaman dediğim gibi, kötü film izlemeden, iyi filmlerin değeri anlaşılmaz. Futbol maçları için de geçerli.

Sık sık İzmir Marşı'nın başını duyduğumuz için sanki bir yerden Erkan Yolaç çıkacakmış gibi hissetiren filmin tek artısı köylü ve şehirli kavgasını çok iyi işlemiş olmasıdır. Fakat o da filmde çok fazla yer kaplamamış. Ayrıca Hulusi Kentmen ve Aytaç Arman da ortalamanın üstüne çıkarak biraz olsun içimizi rahatlatıyor.

Bu arada bir kez daha rakı içince dağılan İngiliz tasviri görmek beni çok güldürdü. 2005 Şampiyonlar Ligi finalinden beri öyle olmadığını biliyoruz.


Pazartesi, Şubat 17

Sporting - Başakşehir Eşleşmesine Doğru


Yaklaşık iki ay önce Başakşehir, Sporting ile eşleştiğinde durumlar biraz farklıydı. En azından Sporting için...

Okan Buruk yönetimindeki Başakşehir, sevabıyla günahıyla beklentileri sahaya yansıtmaya devam ediyor. Ne oynadığını görebiliyor, ne yapabileceğini tahmin edebiliyoruz. Bazen kötü günlerinde oluyorlar (Beşiktaş maçı gibi) ama yine de şaşırtmıyorlar. Fakat Sporting için aynı durum geçerli değil. Adeta istikrarsızlığın görsel bir sunumu gibiler.

Portekiz'in köklü kulübü bu sezon Avrupa Ligi gruplarına fena performans sergilemedi. En azından kendi evlerinde üç galibiyetle turun kapısını araladılar. Fakat ligde işler o kadar iyi gitmiyor. Lider Benfica'nın 19 puan gerisindeler. Daha ligin yarısı yeni geçilmişken bu kadar fark yemek sık rastlanan bir durum değil. Tabi Benfica'nın kusursuza yakın performansı da önemli bir detay ama yine de Sporting'in oynadığı 20 maçın dokuzunda puan kaybetmiş olması da kolay kolay açıklanamaz.

En azından ligde, iç saha avantajlarını olması gerektiği kadar kullanamadılar. İlk altı sıra içindeki beş rakiplerinin dördüne yenildiler. Sadece Braga'yı mağlup edebildiler ki, onlara da deplasmanda boyun eğdiler. Bunun sebebi ne? En başta evlere şenlik savunmaları...

Sporting'in savunma hattı çok fazla açık veriyor. Hatta bazen açık vermesine gerek kalmadan, bireysel hatalardan rakiplerine goller hediye ediyorlar. Mesela Sebastian Coates sezonun ilk yarısını facia bir şekilde geçirdi. Kırmızı kartlar, kendi kalesine attığı goller, yaptırdığı penaltılar... Buna rağmen eldeki en iyi isim o. Bir örnekle savımızı güçlendirelim. Savunmada zaman zaman şans bulan isimlerden biri, Süper Lig'den adeta alay edilerek yollanan Luis Neto. Sporting savunmasının düştüğü durumu özetlemek için yeterli olur. Gerçi Neto çok fazla şans bulamadı ama rotasyona girebiliyor. Neto'nun forma bulmasını sağlayan değişken ise sistem. Üçlü oynadıklarında kadroya, üçüncü stoper olarak girebiliyor. Dörtlüde ise genelde Coates'in yanında 36'lik Jeremy Mathieu forma giyiyor. Biri sakar biri yavaş iki oyuncu rakipler için nimet. Burada Neto ile üçleme yapılıyor. Fakat bu sefer de öne atılan beklerden hücum anlamında çok fazla verim alınamıyor. Kolombiyalı Borja, Arjantinli Acuna ve Makoedon Stefan Ristovski üçlüsü bu sezon sadece toplam bir asist yapabildi. 

Mesela bu konuda Başakşehir'in ne kadar başarılı olduğunu biliyoruz. Kendi beklerini oyuna katma ve rakip bekleri oyuna fazla dahil etmeme onların en büyük başarıları. Okan Buruk bu sezon beklere, Avcı dönemindeki kadar fazla yük bindirmiyor ama belki de bu sayede daha fazla verim alıyor. Clichy ve Caicara'nın dörder asisti var. Aynı zamanda Başakşehir savunmasının doğru yerleşim konusunda örnek bir takım olduğunu da düşününce oyunun bu kısmında temsilcimizin Sporting'e bir üstünlüğü var. En azından Coates'in ilk yarıdaki durumunda düşecek bir oyuncu yok. Kötü oynadıkları Beşiktaş maçında, savunmalarına güvenerek rakiplerine pozisyon vermediler ve bir tane iyi atak yaparak üç puan alabildiler. Avrupa arenasında savunmadaki doğru tutum, dengeli eşleşmelerde turun anahtarı olabilir.

Hücum kısmında işler, ara transfer dönemine kadar Sporting lehineydi. Başakşehir son yıllarda sonuna kadar geldiği ama bir türlü koparamadığı şampiyonluğun kaçışlarını, hücum hattının kısırlığına bağlamalı. Bir türlü takımın doğru işleyen hücum organizasyonlarını bitirecek doğru santrforu bulamadılar. Hatta bazen santrforsuz oynadılar. Geçen sene Robinho'dan çok şey beklediler. Bu sene ise o sorunu Enzo Crivelli biraz olsun çözdü.  Demba Ba da Beşiktaş'taki ilk döneminden sonra en iyi sezonunu geçiriyor. Üstelik Okan Buruk zaman zaman çift forvetle sahaya çıkarak hücum futbolu aşıklarının özlemini gidermeye çalışıyor. Gerçi bunun Başakşehir için çok işe yaradığını söyleyemeyiz. Hatta Sporting karşısında yeterli olmayabilir.

Neyse ki Sporting de sezonun ilk yarısında ayakta kalan tek oyuncusunu Manchester United'a gönderdi. Bruno Fernandes 27 resmi maçta 15 gol 10 asistlik performansının altından Ada'nın yolunu tuttu. O gittikten sonra skor yükünü çekecek kimse ortaya çıkmadı.

Geçen sezonun devre arasında 2.Lig'den transfer edilen ve gelir gelmez katkı sağlayan (14 maç 8 gol) Luis Phellype, bu sezona tutuk başladı. Ligde henüz altı gol atabildi. 2020'de golü yok. Sönük Ada macerasının ardından İberya'ya dönen Vietto, üretkenlik anlamında bir şeyler yapmaya çalışıyor. Fakat o da bir santrfor değil. Zaten Fernandes gidince; Phellype ile Vietto'yu saymazsak takımda dört gol atan isim yok! Üçer gol atanlar ise stoperler Coates ve Mathieu...

Başakşehir'de ise herkes skora katkı yapmaya çalışıyor. Crivelli ve Demba'dan bahsettik. Onlar dışında Visca, İrfan, Aleksic ve Gulbrandsen devreye girebiliyor. Kısacası Başakşehir'de sistem tıkır tıkır işliyor.

Eşleşmenin kaderini Sporting tarafı belirleyecek. Bu sezon işler halen rayına oturmadı. Bir ara sular durulmuştu ama o da çabuk bozuldu. Sezon içinde, hatta neredeyse başında teknik direktör değişikliğine gitmişlerdi. Şu anda takımı 43 yaşındaki (Okan Buruk'tan üç yaş küçük) Silas çalıştırıyor. Silas geçen sezon Belenenses ile iyi işler çıkarmış, takımını Avrupa potasına sokmuştu. Fakat bu ilk deneyiminin ardından Sporting gibi kaynayan bir kazana düşmesi biraz erken oldu gibi. Şu anda da hem oyuncuların verimini yükseltmekte başarılı olduğunu hem de bir sistem oturttuğunu söylemek zor. Başakşehir ise yetenek bakımından belki bir Portekiz takımının üstüne çıkamaz ama bahsettiğimiz iki alanda da rakibinin üstünde. Ve kıran kırana geçmesi beklenen bir Avrupa eşleşmesine en önemlisi o...

Avrupa Ligi'nin en zorlu gruplarından birinden çıktığını düşününce, Başakşehir'in hem Lizbon'dan galibiyetle hem de eşleşmenin sonundan turla dönmesi şaşırtıcı olmaz. Belki de Lizbon'da onları en çok rakip taraftar zorlayacak ve belki de İstanbul'da karşılık veremeyeceği tek alan orası olacak. Onun dışında tüm kozlar Başakşehir'den yana...

Pazar, Şubat 16

600 Millas


65. Berlin Film Festivali'nde yönetmeni Gabriel Ripstein'a "En iyi ilk film" ödülünü getiren 600 Millas, bu ödülden doğan beklentiyi karşılıyor. Ripstein halen bu filmin üzerine bir uzun metraj çekmedi. Narcos'un bazı bölümlerinde yönetmenlik koltuğuna oturmuş ama daha çok senaryo işiyle uğraşıyor. Birkaç gün önce burada yer bulan Compadres adlı filmin senaryosunda kalem izi var. Compadres bir komedi filmiydi. 600 Millas ise daha derin ve sert bir film. Senaryosuyla, yönetmenliğiyle tamamen Ripstein'a ait. Üzerinden beş sene geçti. Biz yeni izledik ama hemen yönetmenin yeni bir filmini görme hevesimiz kabardı.

Meksika'da birçok yerel ödülü kazanan film, uluslararası platformda da dikkat çekmiş. Bir ara Oscar adaylığı bile gündeme gelmiş. Kırmızı halıdan geçememiş ama Berlin'den Selanik'e, San Sebasitan'dan Mar del Plata'ya kadar birçok yerde dikkat çekmiş. Buna rağmen IMDB puanı 5.5! Kesinlikle bu puanı hak etmeyen bir film.

Kısaca konusundan bahsedersek, bir çete üyesi gencin (hatta ergenin) peşine bir polis düşer. Polis onu yakalamak isterken genç onu yakalar. Amaç polisi patronuna götürmektir. Bunun için beraber 900 kilometre; yani 600 mil (filmin adı) yol gitmek zorundadırlar.

Filmin yavaş tempolu olduğunu belirtmek lazım. Özellikle ilk 15-20 dakika zorlayabilir. Fakat sonrasında devam ederseniz, sıkılmazsınız. Bence pişman da olmazsınız. Bu arada ajanların, çetelerin, silahların olduğu yerde aksiyon dozu beklenenin altında kalabilir. Bu durum benim için daha iyi oldu ama polisiye bekleyenleri üzebilir.

Kamera kullanımı, renkler, görüntü yönetmenliği gibi teknik konular tartışmaya açık. Fakat filmin bir tarzı olduğunu inkar edemeyiz. Gabriel Ripstein, Berlin jürisinden boş yere ödül almamış. Öte yandan filmin kalitesini arttıran en önemli etken Tim Rooth. Onun da en azından bazı festivallerden ödül alması gerekirdi.

Süresi 85 dakika olan film, izlenmek için bir şansı hak ediyor.

Cumartesi, Şubat 15

Sinyor


"Souness'ın bayrak diktiği maçta Can Bartu'yla beraberdik. Gazeteciler var, öbür yanda da Şeref Tribünü, orada da bir milletvekili... Can'ı görünce bağırdı: "Can nasılsın?" Şimdi herhangi bir insana milletvekili öyle seslense kimisi yanına gider koşa koşa, kimisi ayağa kalkar, en azından cevap verir. Can adamı hiç tınmadı bile; döndü, elini hafiften bir kaldırıp selam verdi... O kadar! Herkes şaşırdı. O, 'Sinyor' sıfatını biraz da böyle kazandı. Kendini çok iyi muhafaza etti."

Uğur Köken / Socrates Kasım 2019

Cuma, Şubat 14

Edward Scissorhands


Aslında hem bu kadar çok bilinen ve çok sayıda hayranı olan hem de üzerinden yıllar geçmiş (30 sene) bir film hakkında uzun bir yazı döşemek gereksiz kaçabilirdi. Benim de planlarımın arasında öyle bir şey yoktu. Fakat Ekşi Sözlük'te bir yoruma denk gelince karar değiştirdim. Yorum şöyleydi: "Böylesine absürt bir hikaye nasıl olur da böyle ısıtır insanın içini, işte bu sorunun cevabı da burada sanırım: Tim Burton!"

Esasında yorumda benim açımdan çok büyük bir yanlışlık yok. Ortada absürt bir film var. Elleri makaslardan oluşan bir karakterin filmini izliyoruz. Hatta filme adını da veriyor bu karakter. Daha ne kadar absürt olsun? Fakat daha detaylı bakınca, bunun dışında fazla absürt noktalar bulamıyoruz. Geri kalan tüm karakterler, mekanlar.... Her şey normal... Hatta fazla normal. Üstelik film de bu normallik üzerinden ilerliyor...

Diğer yandan elleri makaslardan oluşan Edward'da makas eller dışında bir absürtlük yok. Uçup kaçmıyor, olağandışı bir yeteneği yok. Ellerini, yani makaslarını çok iyi kullanıyor sadece. Usta bir berberden biraz daha iyi, usta bir bahçıvandan daha etkileyici. Tek yeteneği bu... Yani o makaslardan ışınlar da çıkmıyor.

O sözlük yorumunun merak ettiği nokta burası ama bulduğu cevap ilginç. Tabi ki filmin üreticisi Tim Burton aslan payına sahip ama diğer filmlerini düşününce buradaki kadar geniş kitleleri yakaladığını söylemek zor. Film hemen hemen herkesi sarıyor. Fakat herkesin içini ısıtıyor mu ondan da emin değiliz. 

Edward yaşadığı toplum tarafından, aralarına yeni katıldığı insanlar tarafından hep 'farklı' görülüyor, hiçbir zaman tam anlamıyla kabul görmüyor ve en ufak bir kaosta çok çabuk dışlanıyor. Bu oldukça tanıdık bir hikaye... Herkesi sarıyor ama birçok izleyeni de üzüyor.

Her ne kadar yönetmen Tim Burton'ın çocukluğundan izler taşıyan kişisel bir eser olsa da aslında hemen her insan benzer duyguları hissetmiştir. Kimi mahallede, kimi ailede, kimi okulda, kimi iş yerinde, kimi askerde... Herhangi bir ortamın en özenilen kişisi bile hayatının bir noktasında "İnsanlar beni anlamadı/aralarına almadı/kabul etmedi" demiştir. Bunu bazen hüzünle bazen öfkeyle tonlamıştır ama muhakkak olmuştur. Haliyle izleyen herkesin Edward ile bağ kurması oldukça normaldi. Herkes Edward'ın duygularına yakın hisler beslemiştir. "Dışlanmadım" diyen bile en azından platonik bir aşk yaşamıştır. O nedenle Edward herkes için anlaşılır, hatta tanıdık bir karakterdir.

Aslında oldukça karamsarlaşmaya müsait bir kurgu var. Zaten mutlu sondan da bahsedemeyiz. Fakat Burton, araya kattığı dokunuşlar sayesinde izleyenleri sıkmadan hislendiriyor. Bana kalsa, daha sert bir film mesajlarını daha iyi verebilirdi. Fakat o zaman da yönetmenlik ve oyunculuk kariyerlerine yeni yeni adım atan insanlar için sonuç biraz hüsran olabilirdi. 20 milyon dolara çekilen film 90 film dolar gişe yapmış. Büyük başarı ama bu başarıya ulaşmak için ufak dokunuşlar gerekiyordu. O nedenle araya bir 'kavuşamama' hikayesi katılması anlaşılır. Fakat toplum eleştirisi ile dolu filmin birçok insan tarafından 'romantik' olarak sınıflandırılması veya 'iç ısıtması' da bugünden bakınca pek hoş durmuyor.

Edward tabi ki bir azınlık. Mahallesinin teki. Herkes onu sevse de, onunla iyi geçinse de, onun makaslarından faydalansa da, onu kendilerinden ayırmakta bir mahsur görmüyorlar. Peki bu çoğunluğun dışladığı azınlık, nasıl birçok insanla parallelik kurabiliyor? Eğer o az olansa, hisleri çoğunluğa nasıl tanıdık geliyor?

Çünkü insan çoğunluk tarafından her zaman dışlanmayabilir. Bazen de, hatta çoğu zaman o çoğunluğa dahil olmak için çabalar. Bunun için kendinden ödünler verir. Kendinden ve hayallerinden vazgeçer. Belki bazen biraz zorbalaşmak zorunda kalır. Vicdanını uykuya yatırabilir. Bütün bunların hepsi, derecesi, zorluğu nasıl bir çoğunlukla karşı karşıya olduğunuzla alakalı. Edward'ın mahallesindekiler gibi işinde gücünde, standart hayatları olan ve tek tipleşmek dışında fazla günahları olmayan bir grup da karşınıza çıkabilir, 2020'lerin bir coğrafyasında kendinden olmayanı susturan, yok sayan, farklı olmayı ihanetle eşdeğer kılan bir zümreye de denk gelebilirsiniz. Birine ait olmak veya olmamak sadece iç dünyada hüzünler yaşatırken, diğeri ömür boyu yüklenecek vicdani yaralar açabilir.

Biz bu filmde bu kadar derin bir tartışmaya inmiyoruz. Edward'ın aklında sadece güzeller güzeli Kim var. Bütün meselesi o. Hem Edward'ın bu naif isteği hem de popüler kültür tarihinin en uyumlu çiftlerinden Johhny Depp ve Winona Ryder arasındaki çekim izleyicinin duygusal hisler taşımasına neden oluyor. Ryder çok güzel (her ne kadar ona çok yakışan koyu kısa saçlarını bu sefer göremesek de) ama Depp'in buradaki oyunculuğu kariyerinde bir seviye aşmasını sağlıyor. Ellerini olmadan, sadece 169 kelime kullanarak bir başrol sınavı veriyor ve altından başarıyla kalkıyor.

Genel olarak tüm noktalarına baktığım zaman beğendiğim bir filmdi ama mesajını ve derdini biraz gizli gizli anlattığını, ya da tam olarak ifade edemediğini düşünüyorum. Mesela benzer açılardan işlenen Pleasantville benim için daha öndedir. İkisi de benzer muhitlerde benzer mesajlar içeren filmlerdir. Biri mutlu sonludur, diğeri ise seyircinin istemeyeceği şekilde biter. Fakat vurucu olmayı başaran Pleasantville'di. Edward Scissorhands ise başarılı bir fantastik/romantik film algısından kurtulamadı. Hatta kimilerine göre ara tatilde vizyona giren ve çocukları salona çekmeye çalışan filmlerle bir tutuldu. Filmin kendine yarattığı bir sorundu. Fakat bu sayede Burton (32), Depp (27) ve Ryder (19) devamındaki 20 yıla damga vuran bir kariyere imza attılar. 

Belki de insan ara sıra da olsa kendisini kalabalıklardan uzak tutmaktan vazgeçmeli ve oyunu onlara göre oynamalı...

Perşembe, Şubat 13

Tek Maçtan Yatan Kuponlar #4


Daha önce tek maçtan yattığımız sayısız kupon oldu. Kimisi son maçın son dakikasında gitti. Kimisi çok yüksek oranlıydı, bize yar olmadı, kimisi de en tahmin edilemeyen, en düşük oranlı maçtan yattı. Çok üzüldüğümüz kuponlar oldu. Fakat kupon gözümüzün önünde giderken bu kadar sinirlendiğimiz azdır.

Geçtiğimiz Pazar günü öğleden sonra hazırladığım kupondan çok büyük bir beklentim yoktu. Fakat en azından ilk iki maç tutarsa, devamının geleceğini düşünüyordum. O korktuğum ilk maçlar sayesinde kupon iyi başladı. Kendi evindeki son 11 lig maçında sadece PSG'ye yenilen Montpellier, seriye St.Etienne karşısında da devam etti ve rakibini Andy Delort'un attığı gole 1-0 mağlup etti. Aynı saatlerde İngiltere'de Sheffield United, Bournemouth'u konuk etti. Bu sezonun en renkli takımlarından biri olan Sheffield United'ın maçları genelde gollü geçiyor. Fakat ben kazanacağını da düşünüyordum. Öyle de oldu. Kırmızı-Beyazlılar geriye düşse de, maçın son bölümünde attığı golle sahadan 2-1 galip ayrıldı. Zaten bize sadece Sheffield United galibiyeti yetmiyordu, 1.5 gol üstü de lazımdı. O da sağlandı.

Üçüncü maç kuponun en yüksek oranlı karşılaşmasıydı. Galatasaray, Kasımpaşa deplasmanındaydı. Galatasaray'ın gollü bir maç sonunda kazanacağını tahmin ediyordum. Aklımda bazı seçenekler vardı. Galatasaray handikaplı kazanır, Galatasaray kazanır ve 2.5 gol üstü, ilk yarı 1.5 gol üstü ve 3.5 gol üstü öne çıkan seçeneklerdi. İlk etapta Galatasaray galibiyetlerini eledim. Zira Sarı-Kırmızılı takım rakibine kıyasla ne kadar ağır bassa da ufak bir sürpriz ihtimalini göz ardı edemezdim. Son dönemde Galatasaray iyi oynamaya başlasa da sezonun ilk yarısında bu tip karşılaşmalarda canımızı çok yaktı. O nedenle gol bahislerine yöneldim.

Malum; ilk yarı 1.5 gol üstü ile maç sonu 3.5 gol üstünün oranıdır. Birinde 45 dakikada 2 gol, diğerinde 90 dakikada 4 gol gereklidir. Eşit gibi gözüküyorlar ama genelde maçların ikinci yarısı daha gollü geçer. Bir takım kırmızı kart görebilir, yorgunluk nedeniyle orta sahalar çabuk geçilebilir, oyuna sonradan girenler kendilerini göstermek için gaza gelir. Birçok neden sayabiliriz. O nedenle ben de bu maçta direkt 3.5 gol üstünü seçerek, ilk yarıdan yatma ihtimalini sildim.

Galatasaray ilk yarıya fırtına gibi girdi. 45 dakika sonunda skor 3-0 oldu ve çok rahatladım. Geriye kalan 45 dakikada sadece bir gol daha lazımdı. O golün gelmeme ihtimali de yok gibiydi! Kasımpaşa dağılmıştı. Galatasaray'da da oyuna Onyekuru girince bir hareketlenme oldu. Fakat o hareketlenme bir saman aleviydi. Yine de dördüncü gole çok yaklaşıldı. Onyekuru'nun bir şutu çizgi üzerinden çıkarıldı. Dönen topa Feghouli çok rahat vuracakken, hat-trick yapma sevdalısı Adem hem topa vuramadı, hem de daha rahat durumdaki Feghouli'nin pozisyonunu bozdu. Son dakikada Selçuk İnan'ın pasında Onyekuru kaleci Fatih ile karşı karşıya kaldı ama çok rahat atabileceği golü adeta santimlerle kaçırdı.

Bu esnada Sporting - Potimonense maçı da başlamıştı. O karşılaşma için 2.5 gol üstü demiştim. Galatasaray maçı sona erdiğinde skor 1-1  oluştu bile. Keza 72.. dakikada o da tuttu. Fakat işte Kasımpaşa - Galatasaray maçının adeta çöpe atılan 45 dakikası, benim de kuponu çöpe atmamama neden oldu. Cidden yazık... Bundan sonra en azından ilk yarı 1.5 üst seçeneğine bu kadar çabuk sırtımı dönmeyeceğim.




Le Tournoi


Le Tournoi iyi bir film değil. Sadece 85 dakika sürüyor ama tempo o kadar düşük ki, hikâye o kadar ilerlemiyor ki ve hatta oyuncular o kadar zayıf ki sanki film daha uzunmuş gibi hissediyoruz. Belki ana konu olan satranca hakim olsaydık, literatürü bilseydik filmden alacağımız zevk daha yukarıya çıkardı. Fakat yine vasatı aşamazdı.

Genç bir satranç şampiyonunun Macaristan'da katıldığı bir turnuvada yaşadığı duygu değişimlerini ve yeni yeni ortaya çıkan rakibini izliyoruz. Standart bir konu. Hemen hemen tüm spor filmlerinde var olan ezberler burada da mevcut. Satranç bir spor mudur, bu da bir spor filmi midir? Bu da ayrı bir tartışma konusu. Rekabet etmek, yarışmak her oyunun ortak özelliğidir ve çok güçlü hisler barındırır. Fakat "her oyun bir spor değildir" diyerek filme geçelim.

Daha önce izlediğimiz, hafızalara kazınan birçok filmden parçalar barındırıyor diyebiliriz. Onlara gönderme mi var yoksa sadece 'esinlenme' mi bilemiyoruz. Mesela bir anda Donnie Darko gibi bir tavşan çıkıyor karşımıza. Her spor filmi gibi Rocky duygularını da barındırıyor. Sinemanın vazgeçilmezleri olan 'Aydınlanmak için sokağa çık' veya 'Konfor alanından çıkmak gerek' gibi mesajları ayan beyan önümüze sunuyor.

Yönetmen Elodie Namer, tarzıyla sanki bu kurgunun yönetmeni değilmiş gibi düşündürdü. İşin ilginç kısmı Namer, kariyerinde lu ana ladar sadece bu filmi çekmiş. İsabet mi olmuş demeli acaba?

Kısacası; sarmadı...


Çarşamba, Şubat 12

Golo #20


Bu hafta Portekiz'de çok sayıda güzel ve ilginç gol vardı. En güzel gole karar vermek benim açımdan zordu. Fakat önce ilginç gollerden bahsedelim.

Moreirense - Setubal maçında, konuk takım 12. dakikada öne geçti ve son anlara kadar üstünlüğünü korudu. Fakat duran topta alana bir kişi daha sokarsanız tehlike yaratırsınız. Moreirense, son dakikada kazanılan köşe vuruşunda Brezilyalı kalecisi Mateus Pasinato'yu ceza sahasında gönderdi. Kendisi gol atmadı ama Abreu'ya asist yaptı. 

Diğer yandan golün kendisi ilginç olmasa da Jackson Martinez 20. haftada sezonun siftahını yaptı. Kolombiyalı oyuncu transfer rekorları kıran kariyerinin son günlerini, lig sonuncusu Portimonense'de vasat bir performansla geçiriyor. Bu sezon fileleri havalandıramamıştı. Sporting deplasmanında şık bir vuruşla topu bu sezon ilk kez ağlara yolladı. İlginçtir bu sezon resmi maçlarda bir gol daha atmıştı; o da Lig Kupası maçında yine Sporting'eydi... 

Portekizliler haftanın golünü bu maçtan seçti. Sporting'in Fransız savunma oyuncusu Jeremy Mathieu, klas bir serbest vuruşu golüyle fileleri havalandırdı. Başka haftalarda olsa benden de 'en iyi' oyunu alırdı ama benim için üçüncü sırada.

Bu hafta atılan iki gol arasında gittim geldim. Guimaraes'in deplasmanda Famalicao'ya gol yağdırdığı (7-0) maçta Pepe'nin golü öne çıktı. Kalabalık ceza sahasında, uzak bir köşeden üst köşeye bıraktığı şut oldukça etkileyiciydi. 'Üç büyük takım'dan biri olmaması nedeniyle pozitif ayrımcılık yapmak istedim. Fakat günün sonunda Sergio'ya haksızlık edeceğimi düşündüm.

Porto'nun bu sezon çok fazla şans bulamayan oyuncusu Sergio Oliveira, kritik Benfica maçında perdeyi açan isim oldu. Otavio'nun sağdan gelen ortası zaten çok iyiydi. Tam insanı gaza getirip topa yatmasını heveslendirecek cinsten bir top. O topu gören Sergio, ceza sahasına çok iyi koşu yaptı. Ardından yaptığı vuruş ve topun gittiği yer şahaneydi. En ölü noktaya, direğin içine topu dokundurdu ve takımını öne geçirdi. Ayrıca Tiquinho Soares'in de öncesinde voleye kalkması görsel bir katkı sağladı. Sanki önceden hazırlanmış bir koreografi gibiydi.

Diğer yandan her iki maçtaki rakipler de bu iki gol arasındaki sonucu belirledi. Pepe, yedek kadroyla çıkan, 10 kişi kalan, saha içinde dağılan Famalicao'ya dördüncü golü ataraken, Sergio şampiyonluk maçında Benfica karşısında öne geçen golü atıyordu.

Üst üste ikinci defa Portekizli oyuncular bizden ödülü kaptı. Targetstriker olarak tebrik ederiz! Portolu oyuncular ise 11. hafta Telles ve 14. haftada Otavio'dan sonra bir kez daha blogumuza konuk oldu...




GOLO 15      GOLO 14

Salı, Şubat 11

The Little Hours


Yine bir IMDB puanı adaletsizliği ile karşı karşıyayız. 5.8 mi? Hadi ama...

Sanırım popüler oyunculardan oluşan kadrosu seyircinin beklentileri yukarıya çekmiş. Seyirci de haklı. John C. Reilly, Dave Franco, Alison Brie... Kaliteleri tartışılır (gençlerin) ama en azından şöhretli isimler. Hepsi aynı anda bir projeyi kabul etmişlerse vardır bir bildikleri. Gerçi Franco ve Brie birbirleriyle evli. Yani aynı anda projeyi kabul etmeleri, birbirlerini ikna etmeleri normal ama olsun. Yine de kariyerlerinin bir noktasında böyle bir filmde yer almaları şık duracak... 

Decameron adlı filmin modern zaman uyarlamasıymış. Orijinalini duymuştum ama izlemedim. Bol sevişme sahneleri olan bir filmdi. Belki beklentiyi yukarıya çeken budur. Zira bu filmde güzel kadınlar rol alsa da pek bir sevişme sahnesi yok. Kimin hangi beklentiyle film izlediğini bilemeyiz. Mesela Ekşi Sözlük'te filmin çöp olduğuna dair yorumlar okudum. Benzer (trash) yorumları film vizyona girdiğinde Katolik kilisesi de yapmış. Beklentiler farklı ama kafa aynı! 

Fakat her ne olursa izlediğimiz 90 dakika doyurucuydu. Kendine has bir mizaha sahip. Bu mizah biraz incelik yakalamayı gerektiriyor. Eğer espiriler ıskalanırsa film boyunca gülmeden koltuktan kalkabilirsiniz. Üstelik zaten espirileri yakaladığınızda da kahkahalar atmıyorsunuz. Fakat yine de hoşunuza gider.

Ayrıca filmin bütçesinin düşük olması da saygımızı daha da arttırıyor. Genel sinema seyircisi bunlara pek ilgi göstermez. Fakat kıt kaynaklarla iyi bir film sunmak ayrı bir meziyet olarak ekstra ödüllendirilmeli... Öte yandan oyuncular diyalogları doğaçlama yaparak kurmuşlar. Gerçi son günlerde senaryoya bağlı kalmak övülüyor ama doğaçlamanın ne kadar zor olduğunu biz biliriz.

Filmin en zayıf kısmı sonu. Hikayeyi bağlarken bazı zorluklar yaşanmış. Zaten muazzam bir film olduğunu da iddia etmedik. Ama 5.8 nedir şimdi yani...

Büyüklere Dokunma!


Anadolu takımları, İstanbul'un şampiyonluk adaylarını yendikten sonra, hemen ertesi hafta oynanacak maça kolay kolay konsantre olamazlar ve genellikle kayıp yaşarlar. Süper Lig'in yazılı olmayan kuralıdır. Fakat bu sezon işler daha da çetrefilli bir hal aldı. Sadece ertesi haftayı değil, sonrasındaki periyodun neredeyse tamamını kara bulutlarla geçiriyorlar. Günün sonunda da fatura teknik direktörlere kesiliyor. 


Sergen Yalçın (Yeni Malatyaspor): Beşiktaş'ı yendi iki maç sonra görevinden alındı.

Yücel İldiz (Denizlispor): İlk hafta Galatasaray'ı yendi. Ardından oynadığı altı haftada sadece bir galibiyet alabildi. Yerine Mehmet Özdilek geldi.

Bülent Korkmaz (Antalyaspor): Kadıköy'de Fenerbahçe'yi yendi, Ardından üst üste dört hafta yenildi. Görevinden ayrılmak zorunda kaldı.

Metin Diyadin (Ankaragücü): Beşiktaş ile berabere kaldı. Sonrasındaki üç hafta yenildi. Görevi sona erdi.

Mustafa Kaplan (Ankaragücü): İstanbul'da 2-0 geriden gelerek Galatasaray ile 2-2 berabere kaldı. Sonrasındaki üç maçı kazanamadı. Görevde kalamadı..

Mustafa Kaplan (Gençlerbirliği): Galatasaray ile 0-0 berabere kaldı. Ertesi hafta kazandı ama sonraki hafta yenilince görevden alındı.

Bülent Uygun (Kayserispor): İlk maçında Fenerbahçe'yi yendi. Devamındaki altı haftada sadece bir maç kazanabildi. Yollar ayrıldı.

Pazartesi, Şubat 10

Nosotros los Nobles


Noble ailesi zengin bir ailedir. Daha doğrusu iş adamı olan baba zengindir. Anne yıllar önce vefat etmiştir. Üç kardeş ise sorumsuzca harcamalar yaparak hayatlarını yaşarlar. O nedenle babaları çocuklarına bir oyun oynamaya karar verir ve onların çalışmasını sağlar.

Basit bir konusu ama iyi bir mizahı olan güzel bir film. Biraz bizim Ah Nerede'yi hatırlatıyor. Orada film fazla romantik ögelere saplanmıştı. Üç kardeşin hikayesi arka planda kalıp Ferit ile Zehra aşkına odaklanmıştı. Bu filmde Gülşen Bubikoğlu'yu ekarte edip kardeşlerden birini kız kardeşe çevirmişler. Daha iyi olmuş. 

Tabi kusursuz bir film değil. Alıştığımız bir tempo ve akışta değil. Biraz Meksika dizileri gibi. Fakat sıkmadan, sıkılmadan izlenir. Meksika'nın Arzu Film'i sunar.

Bu arada filmde karikatürize edilen eve teslim benzin projesi benim aklıma baya yattı. Türkiye'de kuryecilik ve eve hizmet getirmek bu kadar yaygınlaşmışken birileri akıl etmeli!

Pazar, Şubat 9

Sadece 41 Sene


Evrensel çapta bir cenaze törenindeyiz. Üstelik hiç beklemediğimiz bir anda. Haliyle basketbola, NBA'a birazcık temas etmiş herkesin kafası allak bullak. Böyle zamanlarda insanlar hislerini kolay kolay anlatamaz.

Aileden biri değil. Hatta hayatında hiç görmedin. Fakat yine de 20 yıl boyunca bir şekilde adını duydun. Hayatının ufak veya kocaman bir parçası oldu. Herkesin Kobe Bryant ile farklı bir ilişkisi vardı. Herkes için ayrı ayrı anlamlara sahipti. Haliyle bu hem yakın hem uzak olma durumu, bir de olayın ani kısmıyla birleşince insan şaşkınlık içinde kalıyor.

Herkes gibi benim için de bir 'Kobe' var. Fakat itiraf etmek lazım. Kobe Bryant, benim için bir kahraman değildi. Hayranı değildim. Zaten NBA benim ligim değildi. Hatta geçen seneye kadar sınırlı bir ilgim vardı. Yani Kobe'nin oynadığı ve efsane olduğu zamanlarda, sabah kalkıp maç sonuçlarına dahi bakmazdım. Play-off zamanlarında biraz daha fazla ilgilenirdim. Belki de Kobe'nin tüm kariyerinde oynadığı yüzlerce maçtan bir tanesini bile tamamen izlememiş olabilirim. Emin değilim. Büyük ihtimalle milli takımla katıldığı turnuvalarda denk gelmişimdir ama onlar da çok rekabetçi mücadeleler değildi. Ayrıca Lakers da benim takımım değildi. Yani Lakers'ı başarıdan başarıya koşturan bir adama bağlanmak da benim adıma kolay olmazdı.

Yine de; tabi ki bu adamın kim olduğunu çok iyi biliyordum. Yeteneğini, kazanma hırsını, tutkusunu görmek için 48 dakika (daha doğrusu üç saat) ekrana bakmak gerekmezdi. Çok büyük bir oyuncuydu. Bunu zaten herkes bilir, bugünlerde de herkes söylüyor. Ve zaten; tüm bu uzaktan bakışlarıma rağmen haberi duyduğumda herkes gibi ben de şok oldum. Olayın 'kaza' nedeniyle olması, aniden gerçekleşmesi gibi detaylar ölümün tüm o soğukluğu anında hissettirdi.

Her zaman gözünün önünde olan, belki ekrandan izlemen nedeniyle senin için biraz sanal bir karaktere dönüşen ve o yüzden bir fani olduğunu unuttuğun adam ölüyor... Sporcuları, rock starlarını, aktörleri bu şov ve televizyon dünyasının bir parçası oldukları için sanki bir 'roman/film karakteri' gibi görüyoruz ve ölümlerine çok şaşırıyoruz. En çok da gözümüzün önünde olmaya devam ederken ölenlere. Yani Kirk Douglas gibi son filmini 20 sene önce çeken, 106 yaşında hayata veda edenlere değil!

Ünlü olmanın getirdiği hislerin yanında bir de üst düzey sporcu olmanın yarattığı karizma var. Bunu inkar edemeyiz. Sporcular, aktörlerden de müzisyenlerden de, diğer tüm inanlardan da ayrı bir yerdedir. Modern sporun başlangıcından, hatta Antik Yunan'dan beri spor yapan, sporcu olan, rakiplerini alt eden, herkesin daha önünde, daha üstünde olan o insanlara ayrı anlamlar yüklüyoruz. Zaten bu kaçınılmaz. Haliyle bir anda bu hayattan çekildiklerinde şaşırıyoruz.

O karizmanın belki de en büyük taşıyıcılarından biriydi Kobe. Dünya tarihinden kaç tane sporcu vardır onun gibi? Jordan, Federer, Bolt... Başka? Maradona değil mesela. Maradona bugüne kadar kaç defa hastaneye yattı, kaç defa olarak dibe vurdu... Onun ölümü herkesi üzer ama kimseyi şaşırtmaz. Kobe'nin eski takım arkadaşı Shaq mesela. Sadece cüssesi ve hamburger yediği fotoğrafları bile insana "Oğlum bu adamla kalp, kolestrol falan vardır" dedirtir. Lionel Messi için bile 'uzaylı' diyoruz ama biliyoruz ki o da çocukken bir hastalık geçirdi ve ufacık tefecik bir adam. Sahada yenilmez belki ama bu dünyanın dertleri onu savunmasız bırakabilir.

Tamam; Kobe de ölecekti bir gün. Ama o gün bu gün müydü? Kobe kahramanım olmadığı için duygularım daha gerçekçi. Belki de daha acımasız. Mesela şöyle düşünüyorum. Bu adam liseden mezun olup direkt NBA'e geldi. 20 yıl boyunca dünyanın en rekabetçi basketbol liginde, en üst seviyede oynadı. Kupalar kazandı, rekorlar kırdı. Bunun için çok üstün bir yeteneğe sahip olması yetmezdi. Liseden önce, lisede ve sonrasında deli gibi çalıştı. Senede 90 küsür maça çıktı. Üç günde bir maça çık, idman yap, yazın formunu koru, belki milli takıma git. Muhakkak sonunda mükafatını alıyorsun ama hemen ardından yeni bir macera, yeni bir görev başlıyor. Durmak yok! Normal bir insan için oldukça zorlayıcı bir tempo. Ayrıca o kariyer esnasında dünya kadar para kazanıyorsun; belki o parayı harcayacak zamanın bile olmuyor. Bir yandan aile kuruyorsun. Fakat ailene zaman ayıramıyorsun. İşte tüm bu fiziksel ve mental koşturmanın ardından bir gün emekli oluyorsun. Bütün dünyada insanlar 60lı yaşlarında emekli olurken, sen 40 yaşına girmeden muhteşem anılarla, sıcak bir yuvayla, tarihe bıraktığın isimle ve tabi ki içi dolu banka hesabıyla emekliye ayrılıyorsun. Bundan sonra dünya senin. Gez, yaşa, gül, eğlen, istediğini yap... Derken bir anda dünyadan göç ediyorsun...

Çok sert bir paragraf oldu belki de. Bu dönemde Kobe hakkında yazılmış duygusal yazılar gibi değil. Daha çok bir cenaze namazı sonrası cami çıkışı laflayan insanlar gibi. Ama başta da belirttiğim gibi Kobe benim kahramanım sayılmazdı. Onunla kurduğum ilişki 'aileden biri' gibi değildi, daha çok 'mitolojik tanrılar' gibiydi. Yarı gerçek yarı sanal.

Aslında kahramanım değil diyordum ama ona özendiğim de olmuştu. Zaten ölümü sonrası içimi titreten de ona özenmiş olmamdan kaynaklanıyor.

Geçen yaz bir gece uyku tutmamıştı. Evde televizyon izlerken Kobe ile Shaq'ın muhteşem işine denk geldim. Oturdum izledim. Uykum daha da kaçmıştı ama önemli değildi. Ağzım açık izliyordum. Sporcu olmak; hem de üst düzey bir sporcu olmak ne kadar güzeldi. İnsan nasıl özenmesin onlara? Tabi Shaq gibi iri kıyım cüsseli bir adam yerine Kobe gibi atletik olarak kusursuz, yetenek olarak benzersiz birine daha çok imreniyordu insan. Kobe Bryant olmak! Sayısız hikayen ve bunları dinlemek isteyen milyonlar var. Geçmişe dönüp baktığında acıları ve mutlulukları gülerek hatırlıyorsun. Sayısız kupa, sayısız şampiyonluk, sayısız maç. Biriktirdiğin 20 sene sona ermiş ve şimdi o anları anlatıyorsun. Üstelik bundan sonra yapacağın bir sürü şey var. Milan tesislerine gidebilir, Ronaldinho ile kanka olabilir, Barcelona idmanına çıkabilir, Caddebostan'da tek pota maç yapabilirsin. Muhteşem bir hayat. Muhteşem bir çevre. Stressiz günler. Geniş bir aile. Sıcak bir gülümseme.

O akşamın sonunda "Ulan keşke Kobe Bryant gibi olabilseydik" demiştim. Belki de "Keşke Kobe olsaydım" demiş bile olabilirim. Şimdi ise günlerdir aynı şeyi düşünüyorum. İyi ki Kobe Bryant olmamışım.

Bizim de hikayemiz belli değil. Sonumuz belirsiz. Belki ömrümüz bu son cümleyi dahi aratabilir. Fakat işin aslı şu: Kobe gibi biri için; böyle bir son olmamalıydı. 30 sene sonra beyaz sakallarıyla Staples Center'da Lakers maçı izlerken görmeliydik. O salonda, biz ekranda... Yanımızdaki gençlere, daha önce hiç maçını izlememiş olsak bile "Bu adam var ya, çok büyük oyuncuydu" demeliydik. Hatta "81 sayı attığı gece, maçını televizyondan izlemiştim" diye ufak eklemeler yapmalıydık. Kim bilecek?

Şimdi başka bir gerçeği yaşayacağız. Biz yaşayacağız en azından. Ama alışmak kolay olmayacak... Ve Kobe'ye bile böyle bir  son çizildiyse eğer, biz faniler de biraz korkmaya devam edeceğiz.