Evrensel çapta bir cenaze törenindeyiz. Üstelik hiç beklemediğimiz bir anda. Haliyle basketbola, NBA'a birazcık temas etmiş herkesin kafası allak bullak. Böyle zamanlarda insanlar hislerini kolay kolay anlatamaz.
Aileden biri değil. Hatta hayatında hiç görmedin. Fakat yine de 20 yıl boyunca bir şekilde adını duydun. Hayatının ufak veya kocaman bir parçası oldu. Herkesin Kobe Bryant ile farklı bir ilişkisi vardı. Herkes için ayrı ayrı anlamlara sahipti. Haliyle bu hem yakın hem uzak olma durumu, bir de olayın ani kısmıyla birleşince insan şaşkınlık içinde kalıyor.
Herkes gibi benim için de bir 'Kobe' var. Fakat itiraf etmek lazım. Kobe Bryant, benim için bir kahraman değildi. Hayranı değildim. Zaten NBA benim ligim değildi. Hatta geçen seneye kadar sınırlı bir ilgim vardı. Yani Kobe'nin oynadığı ve efsane olduğu zamanlarda, sabah kalkıp maç sonuçlarına dahi bakmazdım. Play-off zamanlarında biraz daha fazla ilgilenirdim. Belki de Kobe'nin tüm kariyerinde oynadığı yüzlerce maçtan bir tanesini bile tamamen izlememiş olabilirim. Emin değilim. Büyük ihtimalle milli takımla katıldığı turnuvalarda denk gelmişimdir ama onlar da çok rekabetçi mücadeleler değildi. Ayrıca Lakers da benim takımım değildi. Yani Lakers'ı başarıdan başarıya koşturan bir adama bağlanmak da benim adıma kolay olmazdı.
Yine de; tabi ki bu adamın kim olduğunu çok iyi biliyordum. Yeteneğini, kazanma hırsını, tutkusunu görmek için 48 dakika (daha doğrusu üç saat) ekrana bakmak gerekmezdi. Çok büyük bir oyuncuydu. Bunu zaten herkes bilir, bugünlerde de herkes söylüyor. Ve zaten; tüm bu uzaktan bakışlarıma rağmen haberi duyduğumda herkes gibi ben de şok oldum. Olayın 'kaza' nedeniyle olması, aniden gerçekleşmesi gibi detaylar ölümün tüm o soğukluğu anında hissettirdi.
Her zaman gözünün önünde olan, belki ekrandan izlemen nedeniyle senin için biraz sanal bir karaktere dönüşen ve o yüzden bir fani olduğunu unuttuğun adam ölüyor... Sporcuları, rock starlarını, aktörleri bu şov ve televizyon dünyasının bir parçası oldukları için sanki bir 'roman/film karakteri' gibi görüyoruz ve ölümlerine çok şaşırıyoruz. En çok da gözümüzün önünde olmaya devam ederken ölenlere. Yani Kirk Douglas gibi son filmini 20 sene önce çeken, 106 yaşında hayata veda edenlere değil!
Ünlü olmanın getirdiği hislerin yanında bir de üst düzey sporcu olmanın yarattığı karizma var. Bunu inkar edemeyiz. Sporcular, aktörlerden de müzisyenlerden de, diğer tüm inanlardan da ayrı bir yerdedir. Modern sporun başlangıcından, hatta Antik Yunan'dan beri spor yapan, sporcu olan, rakiplerini alt eden, herkesin daha önünde, daha üstünde olan o insanlara ayrı anlamlar yüklüyoruz. Zaten bu kaçınılmaz. Haliyle bir anda bu hayattan çekildiklerinde şaşırıyoruz.
O karizmanın belki de en büyük taşıyıcılarından biriydi Kobe. Dünya tarihinden kaç tane sporcu vardır onun gibi? Jordan, Federer, Bolt... Başka? Maradona değil mesela. Maradona bugüne kadar kaç defa hastaneye yattı, kaç defa olarak dibe vurdu... Onun ölümü herkesi üzer ama kimseyi şaşırtmaz. Kobe'nin eski takım arkadaşı Shaq mesela. Sadece cüssesi ve hamburger yediği fotoğrafları bile insana "Oğlum bu adamla kalp, kolestrol falan vardır" dedirtir. Lionel Messi için bile 'uzaylı' diyoruz ama biliyoruz ki o da çocukken bir hastalık geçirdi ve ufacık tefecik bir adam. Sahada yenilmez belki ama bu dünyanın dertleri onu savunmasız bırakabilir.
Tamam; Kobe de ölecekti bir gün. Ama o gün bu gün müydü? Kobe kahramanım olmadığı için duygularım daha gerçekçi. Belki de daha acımasız. Mesela şöyle düşünüyorum. Bu adam liseden mezun olup direkt NBA'e geldi. 20 yıl boyunca dünyanın en rekabetçi basketbol liginde, en üst seviyede oynadı. Kupalar kazandı, rekorlar kırdı. Bunun için çok üstün bir yeteneğe sahip olması yetmezdi. Liseden önce, lisede ve sonrasında deli gibi çalıştı. Senede 90 küsür maça çıktı. Üç günde bir maça çık, idman yap, yazın formunu koru, belki milli takıma git. Muhakkak sonunda mükafatını alıyorsun ama hemen ardından yeni bir macera, yeni bir görev başlıyor. Durmak yok! Normal bir insan için oldukça zorlayıcı bir tempo. Ayrıca o kariyer esnasında dünya kadar para kazanıyorsun; belki o parayı harcayacak zamanın bile olmuyor. Bir yandan aile kuruyorsun. Fakat ailene zaman ayıramıyorsun. İşte tüm bu fiziksel ve mental koşturmanın ardından bir gün emekli oluyorsun. Bütün dünyada insanlar 60lı yaşlarında emekli olurken, sen 40 yaşına girmeden muhteşem anılarla, sıcak bir yuvayla, tarihe bıraktığın isimle ve tabi ki içi dolu banka hesabıyla emekliye ayrılıyorsun. Bundan sonra dünya senin. Gez, yaşa, gül, eğlen, istediğini yap... Derken bir anda dünyadan göç ediyorsun...
Çok sert bir paragraf oldu belki de. Bu dönemde Kobe hakkında yazılmış duygusal yazılar gibi değil. Daha çok bir cenaze namazı sonrası cami çıkışı laflayan insanlar gibi. Ama başta da belirttiğim gibi Kobe benim kahramanım sayılmazdı. Onunla kurduğum ilişki 'aileden biri' gibi değildi, daha çok 'mitolojik tanrılar' gibiydi. Yarı gerçek yarı sanal.
Aslında kahramanım değil diyordum ama ona özendiğim de olmuştu. Zaten ölümü sonrası içimi titreten de ona özenmiş olmamdan kaynaklanıyor.
Geçen yaz bir gece uyku tutmamıştı. Evde televizyon izlerken
Kobe ile Shaq'ın muhteşem işine denk geldim. Oturdum izledim. Uykum daha da kaçmıştı ama önemli değildi. Ağzım açık izliyordum. Sporcu olmak; hem de üst düzey bir sporcu olmak ne kadar güzeldi. İnsan nasıl özenmesin onlara? Tabi
Shaq gibi iri kıyım cüsseli bir adam yerine Kobe gibi atletik olarak kusursuz, yetenek olarak benzersiz birine daha çok imreniyordu insan.
Kobe Bryant olmak! Sayısız hikayen ve bunları dinlemek isteyen milyonlar var. Geçmişe dönüp baktığında acıları ve mutlulukları gülerek hatırlıyorsun. Sayısız kupa, sayısız şampiyonluk, sayısız maç. Biriktirdiğin 20 sene sona ermiş ve şimdi o anları anlatıyorsun. Üstelik bundan sonra yapacağın bir sürü şey var.
Milan tesislerine gidebilir,
Ronaldinho ile kanka olabilir,
Barcelona idmanına çıkabilir,
Caddebostan'da tek pota maç yapabilirsin. Muhteşem bir hayat. Muhteşem bir çevre. Stressiz günler. Geniş bir aile. Sıcak bir gülümseme.
O akşamın sonunda "Ulan keşke Kobe Bryant gibi olabilseydik" demiştim. Belki de "Keşke Kobe olsaydım" demiş bile olabilirim. Şimdi ise günlerdir aynı şeyi düşünüyorum. İyi ki Kobe Bryant olmamışım.
Bizim de hikayemiz belli değil. Sonumuz belirsiz. Belki ömrümüz bu son cümleyi dahi aratabilir. Fakat işin aslı şu: Kobe gibi biri için; böyle bir son olmamalıydı. 30 sene sonra beyaz sakallarıyla Staples Center'da Lakers maçı izlerken görmeliydik. O salonda, biz ekranda... Yanımızdaki gençlere, daha önce hiç maçını izlememiş olsak bile "Bu adam var ya, çok büyük oyuncuydu" demeliydik. Hatta "81 sayı attığı gece, maçını televizyondan izlemiştim" diye ufak eklemeler yapmalıydık. Kim bilecek?
Şimdi başka bir gerçeği yaşayacağız. Biz yaşayacağız en azından. Ama alışmak kolay olmayacak... Ve Kobe'ye bile böyle bir son çizildiyse eğer, biz faniler de biraz korkmaya devam edeceğiz.