Cuma, Haziran 23

Takımların Kralları # 2023

Geçen sezon benzerini yaptığımız içeriğin, benzerini bir kez daha listeleyelim. Bakalım bu sezon kendi takımlarında en golcü oyuncular kimler olmuş?

Galatasaray / Mauro Icardi: Zaten çok fazla konuşmaya gerek yok. Mauro Icardi, sezona damga vurdu. 22 gol, çok iyi bir rakam. Asıl ilginç olan, ona en yakın isimlerin 10 golü bile bulamaması. Kerem 9; Gomis 8'de kaldı. An itibariyle kağıt üzerinde; geçen sezon 83 golün 35'ine (yüzde 42) imza atan üç oyuncu (Icardi, Gomis, Milot) Galatasaray oyuncusu değil. 

Fenerbahçe / Enner Valencia: Enner Valencia gol kralı oldu ama bana pek tat vermedi. "Penaltı kralı", sanırım Fenerbahçe taraftarının görmek istediği esas santrfor tipi değildi. Yine de katkısı es geçilecek gibi değil. Onun attığı 29 golün, önümüzdeki sezona takıma dağıtılması gerekecek. Bu arada Batshuayı'nin 19 lig maçındaki 12 golü, bence çok daha iyi bir istatistik.

Beşiktaş / Cenk Tosun: Sezonun son maçında sakatlanan Cenk Tosun'a yazık oldu. Futbol kariyeri noktalandığında kendisinden 'Mustafa Pektemek'in golcü hali' şeklinde bahsedeceğiz herhalde. Eğer bir kez daha sakatlıktan dönüp 15 gol civarlarını yakalarsa, saygıyla eğileceğiz, şapkaları çıkaracağız.

Adana Demirspor / Younes Belhanda: Santrfor konusunda sıkıntı çeken Adana Demirspor'un '9' problemini, 8.5 Belhanda çözdü! Kariyerinin en skorer sezonlarından birini geçirdi. 12 gol attı. Galatasaray değerini bilemedi ama Adana'da kendini buldu. Gerçi Fransa'ya geri dönme vakti de geldi gibi! Öte yandan 12 maça sekiz gol sığdıran Cherif Ndiaye'yi de anmak lazım. Sarı-kırmızılıların sevemediği adamlar, Adana çok iyi sezon geçirdi...

Başakşehir / Danijel Alkesic: Ligin beşincisi olan takımın en golcüsü sekiz gol atar mı? Başakşehir'de yaşandı bu. Ne demeli peki, nasıl yorumlanmalı? İyi tarafından bakarsak; herkes skor katkısı sağlamış, goller dengeli paylaşılmış diyebiliriz. Fakat pek de öyle değil gibi. Birçok oyuncu, daha az maça çıktığı Avrupa kupalarında da ligdekinden daha çok gol attı. İlginç bir sezon oldu Başakşehir için...

Trabzonspor / Trezeguet: Listede en çok şaşırdığım yer burası oldu. Kadrosunda Maxi Gomez, Umut Bozok, hatta Bakasetas olan Trabzonspor'un en golcüsü 11 golle Trezeguet'ydi. Aslında Trezeguer'nin 11 gol atması çok şaşırtıcı değil. Kasımpaşa sezonlarında da 9 ve 13 atmıştı. Yani ortalaması burası. Fakat bir önceki sezonun şampiyonunun en golcüsü bu kadar düşmemeliydi, ayrıca bir kenar oyuncusu olmamalıydı. Santrforlardan hiç katkı alamamak, kötü sezonun net göstergelerinden biri.

Fatih Karagümrük / Mbaye Diagne: Bu ligin gol şifresi Mbaye Diagne galiba. Zira kendisi yine kaşla göz arası 20 golü geçti. Yanına da Fabio Borini'yi aldı. İtalyan da gollerin yanına asistleri ekledi. Seneye ne yapacağı merak konusu bir Karagümrük bıraktılar...

Konyaspor / Mame Diouf: Konyaspor sezon başında az gol atıyordu ama yeniyordu da. O sayede yukarıya tırmandı. Sonra teknik direktör değişimi oldu. Bu sefer hiç gol atamamaya başladı. Böyle bir sezonda, böyle kısır bir takımda dokuz gol atmak başarı sayılabilir. 'Dede' Mame Diouf, yine yaptı işini. 

Kayserispor / Mame Thiam: Transfer yasaklısı Kayserispor, bana göre çok iyi bir sezon geçirdi. Hatta sezonun takımı olarak bile adlandırılabilir. Sadece yokluklar içinde puan toplamadılar, ayrıca bir oyun ortaya koydular. Fakat sonuç alamasalardı daha farklı konuşmalar olabilirdi. İşte o yüzden başarıda aslan paylarından biri Mame Thiam'a ait. Attığı fokuz gol belki az gözüktü ama kritikti.

Kasımpaşa / Mamadou Fall: Kasımpaşa, çoğu sezonda çok gol atan ama çok gol yiyen bir takım olurdu. Hatta Diagne, Muleka, Umut Bozok gibi enteresan isimleri bulup getirirdi. Bu sezon, o kimliğinden uzaklaştı. Az gol attı. En çok gol atan oyuncusu Mamadou Fall oldu. O da sekiz golde kaldı.

Ankaragücü / Ali Sowe: Bu sezonun Anadolu'daki en etkili transferlerinden. Tutulamıyor adam. Önceki sezon Rostov'da oynarken izlemiştim ama bu kadar göze çarpmamıştı. Aslında Süper Lig'e de iyi gitmedi. Dünya Kupası'na kadar üç golü vardı. 2023 yılında Türkiye Kupası'nı da dahil edersek Beşiktaş ve Trabzonspor'a iki, Fenerbahçe ve Başakşehir'e birer gol attı. 2023 yılında Ankaragücü ile iki maç yapan Galatasaray ucuz yırtmış...

İstanbulspor / Valon Ethemi: Hakkı verilmeyen takım, hakkı verilmeyen teknik direktör, hakkı verilmeyen oyuncular. İstanbulspor maçlarını ne zaman izlesem keyif aldım. Buna önceki sezonlardaki 1.Lig maçları da dahil. Yıllardır aynı oyunu oynuyorlar. Teknik direktörler değişse de felsefe aynı kalıyor. Üstelik lige çıktıktan sonra hemen hemen oyuncular da aynı kaldı. Geçen sezon iyi maçlar çıkaran Valon Ethemi, bu sezona da 12 gol sığdırdı. 

Antalyaspor / Haci Wright: İyi bir sezon, bunun tesadüf olmadığını kanıtlayan yeni bir sezon başlangıcı, ardından Dünya Kupası seyehati... Haci Wright geçen sezonki 14 golü, bir adım daha aştı. Üstelik bunu daha az maçla başardı. Peki ödülü neydi? Sezonun son maçlarında ıslıklanmak! Türkiye'ye asıl şimdi hoş geldiniz Mr.Wright...

Sivasspor / Max Gradel: Listede en az golle kendine yer bulan isim Max Gradel. Sivasspor için garip bir sezon oldu. Avrupa'da marta kadar yürüdü, ligde az kalsın küme düşüyordu. Ligin en golcüsü de sol kenarın oyuncusu Max Gradel oldu. Fakat diğer resmi maçları katınca da bu sefer Yatabare en skorer isim oldu. Biri 35, diğeri 36 yaşında iki ihtiyar sayesinde tutundular sezona.. Zaten geri kalan isimler de çok genç değildi...

Alanyaspor / Ahmed Hassan: Listenin bir diğer Mısırlısı... Alanyaspor her zaman iyi yabancılar getirdi ve onlara çok fazla gol attırdı. Ahmed Hassan ilk kısmı sağlıyor ama ikinciyi sağlayabilmesi için fazla yardım alamadı. Yine de 10 gol kaydetti. Ona en yakın isim 5 gol atan Efecan Karaca.. Sıkıcı bir sezon olduğunu buradan anlayabiliriz.

Giresunspor: / Rijad Bajic: Bosnalı oyuncu Konyaspor'da geçirdiği çok iyi bir sezonun ardından çok gezdi ama bir daha o rakamlara (32 maç 17 gol) ulaşamadı. Şimdi yeniden kendini hatırlattı. Giresunspor onun 14 golüne rağmen küme düştü. Bakalım Bajic ligde kalacak mı? Bajic'in her sezonu böyle olmuyor ama kabul edelim, ilginç bir aurası var...

Ümraniyespor / Umut Nayir: Küme düşen takımda 17 gol. Muhteşem bir iş. Burak Yılmaz'dan sonra ligde bunu başaran ilk Türkiye doğumlu santrfor. 30'una yaklaşan Umut Nayir için kariyer sezonu diyebiliriz. Ligde kalacağı kesin ama İstanbul içinde transfer yaparsa hiç şaşırtıcı olmaz.

Çarşamba, Haziran 21

İmzayı Görmeden İnanma


"Bir gün Ergun (Gürsoy) bana telefon etti. 'Ağabey yazıhaneme bir uğrayabilir misin? Hem bir çay içeriz' dedi. Gittim baktım Rıdvan orada. Ergun, 'Rıdvan'ı Galatasaray'a alıyoruz' dedi.  Hadi hayırlısı olsun dedim. Rıdvan kalktı, elimi öptü. 'Ben Galatasaray'ı çok seviyorum' dedi. 'Aferin oğlum. Gel bir öpeyim seni' dedim. Ergun, 50 milyon avans vermişti yanlış hatırlamıyorsam. Aradan bir süre geçtikten sonra Rıdvan'ın Fenerbahçe'ye geçtiğini öğrendik. O zaman Ergun'a dedim ki: 'Parayı geri aldın mı?'"

Ali Tanrıyar / Galatasaray'ın eski başkanı 


Salı, Haziran 20

Barcelona - Sofya Uçuşu

Hiç akla gelmeyecek insanların, onlarla hiç yan yana gelmeyecek yerlere gitmesini seviyorum. Transfer dönemlerine dair en büyük beklentim de bu tip hikayeleri duymak.

Şu an henüz yazın başı. Çok fazla imza düşmedi önümüzde, düşenler de az çok tahmin edilebilir olanlardı. Joselu'nun 33 yaşında küme düşen Espanyol'dan Real Madrid'e dönmesi kesinlikle çok iyi hikaye. Fakat o hikayenin taçlanması için sezonun başlamasını bekleyeceğiz ve Joselu'yu sahada izleyeceğiz.

Şu anda ise benim favorim bir teknik direktör hamlesi. Aslında teknik direktör de sayılmaz. Barcelona'nın 90'lardaki kaptanı Jose Mari Bakero, yaklaşık 10 yıldan beri kulübün scout bölümündeydi. Bu yaz radikal bir karar aldı ve teknik direktörlüğe döndü. Üstelik daha radikali, tercihini Bulgaristan'dan yana kullandı. Oysa bir-iki sene önce adı Lokomotiv Moskova gibi biraz daha ciddi takımlarla anılıyordu. Oraları tercih etmedi, üç sene sonra Avrupa futbolunun en formsuz ülkelerinden birinin en başarıdan uzak başkent takımına adım atacak.

Aslında Bakero, bir dönem teknik direktörlük yapmış ve o zamanlar da farklı ülkelere gitmişti. Lech Poznan (Polonya) bunlardan biriydi. Fakat Polonya'da İspanyol bir teknk direktörün olması çok abes değil. Sonrasında bir de Peru yaptı. İspanyolca'dan dolayı o da bir nebze kurtarıyordu.

Tabi ki ikisi de ilginç tercihlerdi. Fakat Slavia Sofia daha da şaşırtıcı oldu. Bakero ve Bulgaristan dediğimizde aklımıza ilk olarak Bulgar kulüpleri gelmezdi herhalde. Stoichkov daha çok öne çıkabilirdi. Acaba işi de o mu bağladı eski takım arkadaşına?

Tabi ki değil. Ya da şöyle belirtelim; Bakero'nun Slavia ile tek bağlantısı eski takım arkadaşı değil. Jose Mari'nin 1999 doğumlu oğlu Jon; 2022 yılında Slavia'da oynamıştı. Babadan oğula nesil bunlar yani..,

Öte yandan Bakero'nun futbolculuğunu hatırlamayanlar olabilir. Bizim çocukluk dönemimizin en iyi 2-3 takımından biriydi Barcelona. Bakoer da o takımın kaptanıydı. Üstelik bir Basklı olarak bandı koluna takıyordu. Galatasaray'ın ilk Şampiyonlar Ligi sezonlarında karşımızdaydı. Karizmatik, olgun ve çok temiz ayaklıydı. İspanyol orta sahalarına karşı sempatimi başlatan isim olabilir.



Salı, Haziran 13

Başarı ve Başarısızlık

Fenerbahçe'de son dokuz senenin birikimi had safhada. O nedenle tribünlerden gelen tepkilerin şiddeti gayet anlaşılabilir. Fakat spor basını tabloyu aynı şekilde okumak zorunda mı? Eve pencerenin dışından bakıp, ona göre bir değerlendirmek zor mu? Gerçi bu seçenek biraz zor olabilir ama iletişim araçlarının esas misyonu bu değil mi peki?

Gerçi biz de kimden neyi bekliyoruz?!

Zaten bu sezon Fenerbahçe taraftarının yaşadığı hayal kırıklığının en büyük sebebi spor basını ve kendi basınıdır. Kendi basınını açalım; kanaat önderi olarak kitleleri peşinden sürükleyen, taraftar kisvesi altında cukka yapanlar.

Neden bunlar sebep oldu? Zira takım o kadar iyi değilken bile son 60 yılın en iyi takımı olduğunu iddia etmişlerdi. Türkiye her zaman sonuç odaklı yorumların merkezi olmuştur ama artık iş o raddeyi geçti. Artık Türkiye, kitlelerin sonuçlara verdiği tepkiler odaklı yorumların merkezi... Futboldan siyasete her alanda böyle. Çünkü satış önemli, satış için de satın alacak kitlenin istekleri ve duyguları göz önünde bulunmalı. Aksini söylerseniz, kim sizi tüketir ki?!

Süper Lig'de ikincilik, Türkiye Kupası'nda şampiyonluk, Avrupa'da son 16 turunda şampiyona elenme. Hiç fena bir karne değil. Tabi bunu önemli bir başarı olarak sunacak değiliz. Fakat tam da son maçın üzerinden 24 saat geçmemişken hocasız kalmış ve ilk transferini yapmış bir takımın dikkat etmesi, sırtını çevirmemesi gereken bir karne. Belli ki yine yeniden yeni bir yapılanmaya gidilecek. O zaman, o yeni yapılanmadan istenen de bundan daha iyisi olacak. Oysa eskisinin üzerine gidilse daha iyisini yapma ihtimali daha çok olmaz mıydı?

Fenerbahçe 80 puanla ikinci oldu. Bu puan ve ortalaması, birçok eski sezonda Fenerbahçe'yi şampiyon yapardı. Fakat Galatasaray 88'e çıkınca sarı-lacivertliler geride kaldı. Galatasaray'ın sezon ortasındaki muhteşem galibiyet serisi bize bir şeyler anlatıyor. Mesela ligin kalitesinin ve rekabet seviyesinin ne kadar düşük olduğunu.. Biraz gaza basınca lig tarihinin en uzun serisini yaşıyorsunuz. Gordon Milne'in Beşiktaş'ının, Karadeniz fırtınası Trabzonspor'un ve 96-2000 Galatasaray'ın dahi başaramadığı bir seri var ortada. Bu seneki Galatasaray onlardan çok daha iyi değildi. Fakat rakipler çok daha yumuşaktı.

İşin ironik tarafı Fenerbahçe ve hatta Beşiktaş da benzer seriler yakaladılar. Fenerbahçe son 21 maçında sadece üç kere yenildi. Bu üçü de derbilerdi.

Yani aslında ligin kaderini derbiler tayin etti. Lig bir daha oynansa ve bütün maçlar aynı şekilde sonuçlansa ama sadece üç takımın kendi arasında oynadığı maçları ev sahipleri kazansa; Fenerbahçe şampiyon olur. Yani en azından ikili averaja kalırdı ama en azından genel averajda Fenerbahçe üstün olurdu.

Üstelik bahsettiğimiz senaryo hiç de ütopik değil. Sonuçta her derbinin doğal favorisi kendi sahasında oynayan takımlardır.

Fenerbahçe'nin küme düşen iki takıma yedi puan kaybetmesi ise bir başka mevzu...

Tabi ki tam bu noktada "Fenerbahçe aslında çok iyiydi" demeyeceğiz. Fakat Katar dönüşünün ardındaki dönemde bahsedildiği kadar da kötü değildi. O kadar yıkım yaratan derbinin ardından toparlanıp lige bir şekilde devam etmeyi de başardılar. Esas sıkıntı; Katar öncesi de bahsedildiği kadar muhteşem değillerdi.

Fenerbahçeliler, Kadıköy'de 4-5 gol atarak maçları kazanınca ligi tamamladıklarını düşünüyorlardı. Buna medya da buna çanak tutuyordu. Gol rekorunun kırılacağından bahsediliyordu. Oysa İstanbul dışına ilk çıktığında (ki onda da rakip Konyaspor deplasmandaydı; maç Eskişehir'deydi) Fenerbahçe yenilmişti. Katar öncesi oynanan 13 maçta İstanbul dışına sadece iki kere çıkmışlardı.

Belki de o zamanlarda daha dikkatli olsalardı, öz güven laubaliliğe dönüşmeseydi (birçok futbolcuda gözlemledik bunları) daha farklı sonuçlar çıkabilirdi. Ya da en azından bu günkü hayal kırıklığı daha yumuşak olurdu.

Jorge Jesus'un isteksiz tavırlarını ve saçma açıklamalarını bir kenara bırakırsak, hocayı ve taraftarı uzun vadeli bir projeye inandırmak o zamanlar daha kolay olabilir ve bugün taşların üzerine taşlar ekleyerek yola devam edilebilirdi. 2018'den bu yana kazanılan tek kupanın, başından itibaren tek hocayla geçirilmiş sezonun sonunda gelmesi de bir şeyler anlatmıyor mu?

Başarı ve başarısızlık kavramları; sportif alanlarda hem nettir hem de aldatıcıdır. Saha içi çok nettir. Zira rakamlar, skor tabelası, puan durumu, kupalar çok fazla göz önündedir. Başarı elde edeni hemen görürsünüz.

Fakat profesyonel futbol 11'er kişinin çarpışmasından ibaret değildir. Daha fazlasına ihtiyaç duyarsınız. Bir yapı inşa etmek zorundasınız ve aslında başarınızı da bu hedeflere uygunluk belirler. Puan durumuna bakmak yetmez, dönüp sezon başında hedefleri yazdığınız kağıda bakmanız gerekir. 

Yolun sonuna ne kadar sürede gitmeyi düşünüyorsunuz, molalarda geriye dönüp baktığınızda hedefe ne kadar yaklaştınız? Bunları ölçmek o kadar kolay değil. Bunun için işin uzmanlarına ihtiyaç var. Hele kitleler peşinizdeyse sabırsızlık daha da artar. Yani o hedefleri bir de kitlelere önceden anlatma sorumluluğu var.

Fakat siz planlar, hedefler, uzmanlar, takvimler yerine YouTube'da bomboş sıkanlara kulak verirseniz işiniz kolay olmaz.

Zaten onların kavramlarını baz alacaksanız, yine onları dinlemeye gerek kalmaz. Sonuç zaten ortada, onların dediği kadarını okuma yazma bilen herhangi bir çocuk bile söyler:

Onun yerine de ben söyleyeyim; ikinci oldunuz; o zaman başarısızsınız! Diğer 18 takım gibi...

 

Pazartesi, Haziran 12

Kalite, Heyecan ve Duygular

Bir futbol maçının heyecanını ve dramasını adı belirlemez. Yani en üst seviyede oynanan maçlar, size bol kalite vadedebilir belki ama bu, bol dramanın, yüksek tansiyonun ve duygusal gelgitlerin garantisi değildir.

Cumartesi gecesi izlediğimiz Şampiyonlar Ligi finali mesela. Tarihin en iyi takımlarından biri, tarihin en ciddi ekollerinden biri ile karşılaştı. Heyecan beklentimiz vardı ama finallerin adresi olarak gösterebileceğimiz İstanbul bile kurtaramadı. 1-0'a tatmin olmaya çalıştık.

Son yıllarda üst düzey futbolda drama ve heyecan bulmak eskisi kadar kolay olmuyor. Oysa aşağılar öyle değil. Avrupa'nın orta sınıf ligleri ve alt ligler sıklıkla futbolun eski saf halini anımsatan maçlara sahne oluyor.

Cumartesinin sıkıcı finalinden pazar gününe uzanıyoruz.

İspanya'nın üçüncü liginde bir play-off maçı. Final bile değil; çeyrek final. Üstelik ilk maç da öyle heyecan fırtınası içinde geçmemiş.

Bir zamanların La Liga şampiyonu SuperDepor, pandemi senesinde (2020) averajla ve biraz da katakulliyle veda ettiği Segunda'ya dönmek için sahaya çıkıyor. Rakibi yan gruptan Castellon.

Deportivo La Coruna sezona, gruptan direkt çıkma; yani liderlik, hedefiyle başlamıştı. Fakat türlü sakatlıklar, şanssız iç saha maçları (kayıplar) ve tabi ki kader maçlarındaki yetersiz oyunuyla bu şansını kaybetti. Play-off'tan şansını zorlayacaktı.

Castellon ile oynanan ilk maç öncesinde, şehrin ne kadar inandığını gösteren videolar sosyal medyadan önümüze düştü. O inancın sonucunu sadece 1-0'la alabildiler.

Rövanş deplasmandaydı. Ve maç nefes kesti.

Önce statüyü anlatalım. Bizim 2.Lig'de de iki grup var ve play-off'a katılan takımlar kendi gruplarındaki rakipleriyle karşılaşır. Ondan sonra da grupların kazananları final maçında kozlarını paylaşır.

İspanya'da ise yan gruptaki takımla oynuyorsunuz. Öte yandan ikili eşleşmelerde deplasman golü kuralı artık geçersiz ve uzatmalar sonunda maç penaltılara gitmiyor. Oysa ben tam tersini tercih ederdim; uzatma olacağına penaltılar olsun. Zira yarım saatlik uzatmaların çoğu, dünkü maçın aksine aynı tadı vermiyor.

Sonuç olarak zurnanın "zırt" dediği yer de burası. Peki uzatmada eşitlik bozulmasa ve penaltılar da yoksa kazanan nasıl belirleniyor? Sezon içinde sıralamada daha üstte yer alan takım tur atlıyor.

Castellon - Deportivo maçına ev sahibi çok hızlı başladı. 31. dakikada 2-0'ı buldu. Bu da turu geçmesine yarayacak sonuçtu. Fakat Depor, her iki yarıda birer gol bularak skoru 2-2'ye getirdi.

Gollerden birini atan, diğerinin de asistni yapan solak Lucas Perez'e ayrı bir parantez açalım. Adı tanıdık gelebilir. Zira kendisi Arsenal, West Ham United gibi takımları görmüş Lucas Perez'in ta kendisi. Bu sezonun ilk yarısında da Cadiz formasıyla La Liga'daydı. Fakat Coruna doğumlu santrfor, doğduğu şehrin takımının kendisine ihtiyaç duyduğunu hissederek devre arasında şehrine döndü. 19 maçta sekiz gol atarak da önemli bir katkı verdi.

2-2'lik skor Coruna'ya yarıyordu. Fakat maçın son anlarında işler değişti. Castellon 90'da golü buldu. Daha da kötüsü yedi dakikalık uzatma bölümünün beşinci dakikasında Coruna kalecisi Juan Mackay (Roy Makaay ile bir alakası yok), ceza sahası içinde topa sahip olduğu bir anda rakip oyuncuyu yere devirmeyi tercih etti. Bu da bir penaltı ve kırmızı kart demekti.

Castellon işi bitirmeye çok yaklaşmıştı. Zaten işi o noktaya getiren de yine Mackay'dı, zira yenilen ilk iki golde de fahiş hataları vardı (Real Madrid alt yapısından çıkan Jaime Snchez de ona eşlik eti). Fakat Castellon, bu sefer ikramı geri çevirdi ve penaltı vuruşunda topu auta atmayı başardı. Deportivo'nun şansı devam ediyordu ama kalan yarım saati Mackay'ın gereksiz hareketi yüzünden 10 kişi oynamaya devam edeceklerdi. (Mackay maçın ardından sosyal medya hesaplarını kapatmak zorunda kaldı).

Buna rağmen mavi-beyazlılar golü buldu. Kuki skoru 3-3'e getirdi. Yarı final bileti bir kez daha Depor'a geçti.

Fakat Castellon 10 kişi kalan rakibine bir gol atmayı başardı. Skor 4-3 olmuştu. 120 dakika da böyle sona erdi. Peki turu kim atladı?

Deportivo kendi grubunu dördüncü sırada bitirmişti. Castellon ise üçüncüydü. Bu da yola devam edenin Castellon olduğunu gösteriyordu. Fakat bir diğer açıdan bakınca haksızlık iddiasında bulunabilirdik. Zira Deportivo sezon boyunca 67, Castellon ise 62 puan toplamıştı. Üstelik Deportivo'nn grubu daha zordu. Madem böyle bir mantık vardı, daha çok puan toplayanı ilerletmek gerekirdi.

Olan oldu. İspanya futbolunun kurallarını tam da şu anda değiştirecek değiliz zaten. Draması dolu bir maçın sonunda SuperDepor, yine süper günlerinden uzak kalmaya devam etti. Ezeli rakibi Celta Vigo'nun ikinci takımı ile aynı ligde kalmaya devam etti.

Oysa şehir tıpkı ilk maçtaki gibi çok inançlıydı hem tura hem Segunda'ya dönmeye. Riazor'da ve şehir meydanlarında dev ekranlar kurulmuştu. Çocuk, genç, yaşlı, 7'den 70'e herkes maçı takip etti. Olmadı. Valencia yakınlarında küçük bir şehir olan ve ambleminde yarasa olan Castellon yola devam ederken Galiçya'nın en önemli şehrinin takımı aşağıda kalmaya devam etti. Bize de; onlarca maç izlediğimiz sezonda aradığımız heyecanı bulduğumuz bir alt lig müsabakası anısı kaldı.

Bu dramaların sonunda kazananlar yola devam eder ama kaybedeneler de bizim desteğimizi kazanır. Haliyle Los Turcos ile aramdaki bağ biraz daha güçlendi. 

Önümüzdeki sene her şey daha farklı olacak. 



Pazar, Haziran 11

Sezonun 11'i

Ara ara yaptığımız sezon 11'ini bu sezon bir kez daha oluşturalım. Ama uyaralım; ağır bir Galatasaray hakimiyeti olacak.

Öncelikle geçen sezonun 11'i için TIKS

İlk olarak Galatasaray'ın ideal 11'ini yazalım. Zira eksik parçaları bu 11'e göre şekillendireceğiz. Burada bir sol bek eksiğimiz olduğu aşikar. Öyleyse 10 futbolcu yazalım.

Fernando Muslera, Sacha Boey, Abdülkerim, Nelsson, Torreira, Sergio, Mertens, Milot, Kerem, Icardi...

Bu 10 futbolcudan daha iyilerinin çıkıp çıkmayacağına bakacağız. Öncelikle tartışmasız olanların yerini ayıralım.

Boey, Nelsson, Torreira, Kerem ve Icardi beşlisine karşı çıkacak herhangi biri olduğunu sanmıyorum. Bu beşlinin tamamı önümüzdeki sezon Avrupa'nın en iyi beş liginde oynarsa şaşırmayız zaten.

O zaman kaleye geçelim. Fernando Muslera; en iyi sezonlarından birini geçirmedi belki ama son yıllardaki en iyi sezonunu yaşadı. Özellikle sezon başında, daha takımın atanı yokken, takımın tutanı olarak takımı yarışta tuttu. Sezon sonu talihsiz bir Beşiktaş maçı oynadı ama zaten Dolmabahçe onun geleneği oldu artık. Nazar boncuğu diyelim.

Muslera bir referans noktası. Ondan daha iyi bir kaleci var mı bu sezon? Mert Günok belki zorlardı ama son maçtaki hatalarıyla şansını kaybetti. Uğurcan kötü değildi ama Muslera kadar da iyi değildi. Ve tabi biraz şanssızdı. Muslera'nın televizyon kadrajına girmediği maçlar olurken, Uğurcan'ı devamlı sağa sola uçarken gördük. Trabzonspor bu sezon 54 gol yedi. Bu Uğurcan'ın değil, takım savunmasının zaafı. Fakat bu kadar gol yemiş bir kaleciyi de ilk 11'e yazamayız. Fenerbahçe zaten kendi kalecilerinden memnun değildi. Başakşehir, Volkan Babacan'a fazla güvendiği için yarışta geri düştü. İstanbul dışına bakınca Ertaç ve Sehiç bu sezon iyi işler çıkardılar ama bir Muslera değillerdi. Yani; yine Muslera... Döndük dolaştık ve 1 numarayı ona verdik.

Sol stoperde de ben Abdülkerim'den vazgeçmeyeceğim. Ona alternatif olabilecek tek oyuncu Saiss'ti ama ben tercihimi Marcao'yu unutturan, sezona da talihsiz bir hatayla başlayan ama buna rağmen kısa sürede toparlayarak mental açıdan da gücünü gösteren Abdülkerim'den yana kullanıyorum.

Sergio'nun ve Mertens'in temposu zaman zaman sorunlar çıkardı. Merkez orta sahada bu iki oyuncudan daha iyisini arayabiliriz. Çıkar mı? Bu arada Sergio'nun 34, Mertens'in 33 maç oynadığını ekleyelim. Yani maç içinde tempo sorunları yaşamış olsalar da sezonun neredeyse tamamında sahadalardı.

Yani taraftarın ittire ittire oynattığı ve sadece 11 maçta ilk 11'de sahaya çıkan Arda Güler, buraya girme şansını pek kullanamaz gibi.

Öte yandan Sergio'ya bu kadroda yer vermek adil olmaz. Gümüş 11 yapan olursa, orayı doldurur. Biz buraya yine bir Portekizli yazacağız ve aslında her Galatasaray taraftarının bitmek tükenmek bilmeyen hayalini yeniden kurgulayacağız. Yani Torreira'nın yanına Gedson'u ekleyeceğiz.

Karagümrük bu sezon sıklıkla 4-3-3 oynadı. Bizim kadromuz ise 4-2-3-1. Yani bir tane 10 numara özellikli orta sahaya ihtiyacımız var. Borini, Diagne'nin iki kenarında gezen bir oyuncuydu. O formasyonda yeri orasıydı. Birçok sezon 11'inde de onun ismini gördüm ama 4-2-3-1'in ve 4-4-2'nin sağ ve sol kenarlara konmuştu. Bence 4-2-3-1'te, forvetin arkasında, bu sezon oynadığı role daha benzer bir konumda olur. 19 gol - 8 asist yapmış bir oyuncuyu da rakip kaleden fazla uzaklaştırmamak lazım. O nedenle Borini de kadromuzda... Bu arada o bölge için bir diğer alternatifim de Younes Belhanda. Fakat onun da devamlılıkla ilgili kalıtsal problemleri "en iyi" olmasını biraz zorlaştırdı. Yine de bu sezon çok iyi bir Belhanda izlediğimizin altını çizmek gerek.

Geldik Milot'un yeri olan sağ kenara...  Burada Milot'a alternatif tek isim Redmond. İki oyuncu da birbirine hem benziyor hem biraz farklı. İstatistikler denk. Aslında daha fazla üretseler fena olmaz. Milot'un savunma katkısı çok değerli. Redmond ise hücumda daha ciddi tehdit. İkisi de sezonun ikinci yarısı başlarken takımlarının ilk 11'lerine yerleştiler ve onlar 11'e girdikten sonra takımları yükselmeye başladı. Karar vermek zor. Fakat Kadıköy'deki Fenerbahçe derbisi, burun farkıyla Redmond'ı öne çıkaracak gibi. Zira istatistikleri yetersiz olan bu iki oyuncudan en azından bir büyük maç damgası beklemek hakkımız. Onu da sağlayan Redmond oldu.

Geldik sol beke. Geçen sezon yer verdiğimiz Guilherme, bu sezon buranın daha bir hakimi gibiydi. Alternatifi pek yoktu. Bir yandan da sağ bek oynayan Ferdi'nin hakkını verebilmek adına, onu sol beke mi yerleştirmeyi düşündüm. Hatta geçen sezon da aynı ikileme düşmüştüm. Fakat Ferdi bu sezon daha az sol bekte oynadı. Sezon boyunca sol bekte oynamış Guilherme'^ye haksızlık olacaktı. Bir de bek olarak dokuz asist yapmış bir oyuncuya (özellikle Konyaspor gibi bir takımda) yer vermek gerekirdi.

Yani özetle kadromuz budur. Ligin gol kralı Enner Valencia'nın kadroda olmaması ise benim ayıbım değil gibi!





Cumartesi, Haziran 10

28 Şubat ve Demokrasi

Öncelikle isme kanıp bu kitabın 28 Şubat sürecini değerlendirdiğini düşünmemek gerek. Hatta neden kitabın ismi bu şekilde konulmuş anlamadım. Ticari bir kaygı mı? Zira 28 Şubat, kendi döneminden daha çok son 10 yılda konuşulur/tartışılır oldu ve ona dair bir içerik bulma hevesi okuyucuda daha da arttı.

Gerçi önsözde içerikle ilgi bilgiler veriliyor; tamamen bir aldatmadan dem vuramayız. Emre Kongar'ın 1999 yılında yazdığı köşe yazılarının derlemesinden ibaret kitap. Fakat yazıların tamamı da 28 Şubat ile alakalı değil. Zaten 28 Şubat da 1997 yılında yaşanmıştı.

Aslında, toplanan yazılarla okuduğumuz 200 küsür sayfa kötü bir çalışma değil. İnternetin yaygınlaşmasıyla her şeyin elimizin altında ama dağınık şekilde bulunması, inanılmaz bir kirlilik yaratıyor. Sadece bilgi kirliliğinden ibaret değil bu; artık geçmişe dahil hatıralarımız, kronolojik bilgimiz, neden-sonuç ilişkilerimiz kaybolmuş ve birbirine karışmış durumda. Haliyle bu tip kitapların bazen soluklanmamız, bazen deüzerimize yağan bilgi bombasından kurtulup sağlıklı düşünmeyi sağlaması açıdan değerli buluyorum.

Hatta internet medyasının hızı ve hızından doğan karmaşıklığı bence gazeteleri yeniden değerli kılacak ve kılmak zorunda ama bu başka bir yazının konusu olsun.

Buna rağmen; yine de 28 Şubat ve Demokrasi kötü bir isim. Mesela "1999 berbat bir yıldı" gibi bir isim çok daha güzel olabilirdi. Kongar'ın yazılarını arka arkaya okurken 1999 gündemini yeniden yaşıyorsunuz. Zaten bir insan neden seneler sonra sadece 1999 yılına ait yazılarını toplar kı? Belli bir konuya, belli bir içeriğe ait değil; tamamen zamana odaklı bir çalışma. Çünkü, 1999'un önemi; 2009'da, 2015'te vs daha net anlaşılıyor. Hatta 2023'de bu kitabı okurken, o kötü yıllarda bile nasıl güzel fırsatların eşiğinde olduğumuzu ve zamanla bu fırsatları nasıl yok ettiğimizi daha net anlıyoruz.

28 Şubat 1997'nin yankılarının halen devam ettiği o yılda Öcalan yakalandı, Nisan ayında genel seçimler oldu, 17 Ağustos depremi yaşandı, Hizbullah operasyonları ve onların infazları göz önüne çıkartıldı, Ahmet Taner Kışlalı öldürüldü, 12 Kasım'da bir deprem daha oldu... Ve tabi ki irili ufaklı birçok olay daha yaşandı.

1999; bir sosyal bilimci için müthiş bir çalışma sahası yaratırken, bir yurttaşın psikolojisini bozan olayları da arka arkaya sıralıyordu. Bugünlerde 90'ları övenlerin okuması gereken bir yıl.

Tabi son cümle, son yıllarda "AKP övgüsü" argümanı olarak kullanılıyor. Biz o açıdan bakmıyoruz ama bir gerçeği de inkar edemeyiz. AKP gökten zembille inmedi, biz de bugünlere de bir günde veya bir seçimle (2002) gelmedik. 2023; bizlere 1990'ların, hatta 1980'in hediyesidir!

Kitabı tekrar okurken o günleri bir daha yaşıyoruz. Fakat zaten tarihsel bir döneme ışık tutan bir kitap değil. Güncel yazılmış yazıların toplanması... Bu noktada Emre Kongar'ın o günkü sıcağı sıcağına tespitlerini okumak önemliydi benim açımdan, daha fazlasını aramak hata olur.

Kongar, fikren çok uyuştuğum bir yazar değildir. Bu kitapta da bazı tutucu değerlere çok fazla sarıldığını görüyoruz. En basitinden 28 Şubat'tan büyük övgülerle bahsetmiş. Haklı olduğu noktalar bulunsa da (bu da onun değerlerine bağlılığından kaynaklanıyor) bir sosyal bilimci olarak yaşananların dip dalgasını o günlerden sezmesi ve anlatması gerekirdi. Üstelik bunu başarabilecek bir birikime sahip olduğunu, başka konularda gösterebiliyor.

Ona göre 28 Şubat sayesinde siyasal islamın önü tıkanmıştı. Bundan sonra (1999) biraz sıkı çalışmayla bu sorun bertaraf edilebilir, Güneydoğu'da Kürt milliyetçiliği ve onu besleyen Türk milliyetçiliği sorunları çözülürse demokrasi kurmaya başlanabilirdi.

Oysa ne Güneydoğu'daki sorun lümpen bir milliyetçilikten ibaretti ne de siyasal islamın önü tıkanmıştı. Hatta çok daha güçlü bir şekilde geldi. Üstelik Kongar, o günlerdeki yazılarında Adnan Menderes döneminden de sıklıkla bahsediyor. Yani bir "mağduriyet"in bazı çevrelerce nasıl kullanıldığına hakim olduğunu da biliyoruz.

Tabi içerik dışında biçim de önemli. O noktada Kongar'ın hakkını vermem lazım. Yaşanan nemli olayları, hatta tarihin kırılma anlarını, 1-2 gün içinde bir gazete köşesinde kısa, akıcı ve derin yazabilmek kolay iş değil. Şimdi ana akımdaki köşe yazarların yazılarına bakıyorum da; arada çok büyük kalite farkı var.

Yine de öncelikli okunması gereken kitaplardan biri değil. Evde bu ara geniş bir temizlik yapacağız. Bazı kitapları elden çıkabiliriz. O nedenle bir süre sonra elimizde tutmaya gerek kalmayacak zayıf kitapları, elden çıkarmadan önce okumaya çalışıyorum. Bu da onlardan biriydi....

Cuma, Haziran 9

Kolay Şampiyonluk Yok


Bir klişe gibi görünen yukarıdaki söz, bir kez daha doğruluğunu ispatladı. Fakat bu söz de genellikle Galatasaray'ın şampiyonluk sezonlarında ortaya çıkıyor.

Bu sezon Galatasaray çok iyiydi. Süper Lig'deki birçok rekorunu kıracak işlere imza attı. Galibiyet serisi inanılmazdı özellikle. Sezonun sonunda 88 puan toplamış oldu. Fakat böyle bir sezonda bile son haftalara kadar şampiyonluk yarışı devam etti.

Yani geçen sezonki Trabzonspor veya 2014'teki Fenerbahçe gibi olamadı. Oysa ortaya çıkan istatistiklerin şampiyonu erken belirlemesi gerekirdi.

Açıkçası zaten Galatasaray'ın son 35 yılda kolay veya rahat; en azından erken şampiyonluğu hiç olmadı.

1987, 1993, 1994, 2006, 2008, 2012, 2018 şampiyonlukları son haftaya kaldı.

Tarihe geçen hanedanlık dönemi 1996-2000'de bile şampiyonluklar erken gelmedi. 1997'de sondan bir önceki hafta garantilendi. 1998'de yine aynı haftada şampiyonluk geldi, üstelik o gün Fenerbahçe Ankara'da Şekerspor'u yenseydi son haftaya kalacaktı. 1999'da sondan bir önceki hafta garantilendiğini düşünülmesinin nedeni Beşiktaş'a 20 averaj fark atılmasıydı. Yoksa puanlar eşitlenebilirdi. 2000'de ise sondan bir önceki maçını oynayan Galatasaray henüz şampiyonluğu garantilememişti. Neyse ki iki gün sonra Fenerbahçe, Beşiktaş'ı yendi de iş bir hata daha uzamadı. Belki o stresle UEFA finali de aynı konsantrasyonla geçmeyecekti.

2105'te de 2000'dekine benzer bir şampiyonluk çıktı ortaya. Rakipten gelen müjdeli haber işin son haftaya kalmasını engelledi.

2019'da da Başakşehir ile sondan bir önceki hafta final oynandı. Zaten o maç da 2012'deki Süper Final'den sonra, Süper Lig'in gördüğü en 'karar maçı' kimliğindeki 90 dakikaydı.

Belki de bu anlamda en rahat şampiyonluk 2013 gözükebilir. 32. haftada şampiyonluk garantilenmişti. Matematik rahat olduğunu gösteriyor Galatasaray'ın. Fakat o sezonu yaşayanlar bilir. Orduspor, Mersin İdman Yurdu, Gaziantepspor maçları ligin ve sezonun ne kadar zor olduğunun kanıtı gibiydi.

Tabi bir de 1987-88 sezonu var. Süper Lig tarihinin en yüksek puan farkıyla gelen şampiyonluğu halen Galatasaray'a ve o sezona ait. Galatasaray, Beşiktaş'a 12 puan fark atmıştı. Üç puanlı sisteme geçilen ilk sezondu. Fakat orada da yarış uzun süre puan puana gitti. Beşiktaş son 6 haftada 12 puan kaybedince (sadece bir maç kazanınca) oluştu o puan farkı.

Bu sezon da iki maç kala şampiyonluk garantilendi. Fakat mesela Hatayspor ligden çekilmeseydi, yine Fenerbahçe maçına kalacaktı.

Aslında saha içine bakınca Galatasaray oldukça rahat şampiyon oldu. Yani Fenerbahçe maçına kalsa bile sonucun değişmeyeceği aşikar. Fakat sonuç olarak reel bir bilim olan puan durumu aynı şeyi söylemedi.

Ya da biz taraftar duygusuyla çok gereksiz stres yapıyoruz. Dışarıdan bir göz için, sonun nasıl gerçekleşeceği daha net belli olabilir. Öte yandan Fenerbahçe'nin 2006 ve 2010 travmalarının benzerini yaşama korkusu; şampiyonluğun olabildiğince erken garantilemeyi zorunlu kılıyor. Uzadıkça insanın içi ürperiyor. Bu kadar sene boyunca geçilen dalgaların acısı bir şekilde, bir zamanda, bir yerde çıkacaktır. Her taraftar bunu bilir ve aklının bir köşesinde tutar.

Yine de sonuç olarak Galatasaray, yine zor şampiyon oldu.

Çarşamba, Haziran 7

Derin



1993-94 sezonu...

İspanya La Liga'da Barcelona ve Deportivo la Coruna şampiyonluğa çekişiyor. Sezonun son haftasına lider giren Depor, Valencia'yı yenerse şampiyon olacak. Barcelona ise kazanması halinde rakibinin puan kaybını bekleyecek.

Maçlar aynı saatte başladı. Barcelona iki kere yenik duruma düşmesine ve ilk yarıyı geride kapamasına rağmen son 20 dakikadaki üç golüyle maçı kazanmasını bildi. Deportivo için ise işler iyi gitmiyordu. Valencia kilidini bir türlü açamadılar. Karşılaşma 0-0'a kilitlendi. Buna rağmen son dakikada bir penaltı kazandılar. Fakat penaltıyı kullanan Miroslav Djukic, topu filelere gönderemedi. İspanya futbol tarihinin en büyük trajedilerinden biri o gün gerçekleşti. Günlerden 14 Mayıs'tı.

Bir gün sonra Bursaspor'u 2-0 yenen Galatasaray, Süper Lig şampiyonu oldu.

2001-02 sezonu...

Bundesliga'da Borussia Dortmund, Bayer Leverkusen ve Bayern Münih şampiyonluğa çekişiyor. 

Sezonun muhteşem takımı Bayer Leverkusen üç kulvarda yoluna devam ediyordu. Almanya Kupası ve Şampiyonlar Ligi'nde finale çıkmıştı. Ligde de sondan bir önceki haftaya lider girmişti. Önündeki Nürnberg (küme düşme hattındaydı) ve Hertha Berlin maçlarını kazanması ona yeterdi.

Fakat planlar tutmadı. Nürnberg'e 1-0 yenilip liderliği kaptırdılar. Ertesi hafta da herkes kazandı, yani Leverkusen kaybetti. Bir daha da şampiyonluğa hiç o kadar yaklaşamadılar. Hatta o maçın ardından Şampiyonlar Ligi finalini ve Almanya Kupası'nı da kaybettiler. Her şeyin başladığı gün o gündü. Günlerden 27 Nisan'dı.

Bir gün sonra Kocaelispor'u 2-0 yenen Galatasaray, Süper Lig şampiyonu oldu.

2011-12 sezonu...

Diğer hikayelerden biraz daha farklı ama kalbi zayıf olanların zorlandığı bir gün.

Manchester City, 44 senedir hasret kaldığı şampiyonluğa 90 dakika uzaklıkta. Kazanmak için sahaya çıkıyor. Premier Lig'de sezonun son haftası, rakip vasat QPR. Puan durumunda City ve Manchester United aynı puanda ama averaj City'den yana. QPR karşısında kayıp yaşamazsa şampiyon City, tökezlemesi durumunda United kazanacak kupayı.

İşler iyi de başlıyor. City öne geçiyor. Fakat ikinci yarının başınca QPR beraberliği yakalıyor, ardından da öne geçiyor. Üstelik United da 1-0 önde Sunderland deplasmanında. Etihad'da 90 dakika halen 2-1 devam ediyor. Uzatma tabelası 5 dakikayı gösteriyor. City'nin talihi de bundan sonra dönüyor. Beraberliğin bile yetmeyeceği maçta beş dakikaya iki gol sığdırıyor ve şampiyon oluyor. Manchester City için tarihi bir gündü ama aynı zamanda Premier Lig'de unutulmaz bir 90 dakikaydı. Günlerden 13 Mayıs'tı...

Bir gün önce Fenerbahçe ile 0-0 berabere kalan Galatasaray, Süper Lig şampiyonu olmuştu.


2022-23...

Yine Almanya'dayız. 21 sene önce şampiyonluğu son anda kazanan Borussia Dortmund bu sefer senaryoyu tersten yaşıyor. 33. haftada Bayern'in puan kaybıyla liderliği eline geçiriyor. Son hafta maçını kazansa şampiyon olacak. Fakat olmuyor. Bayern de son dakikada kazanıyor. Ligin düğümü bir 27 Mayıs günü çözülüyor. Borussia Dortmund son hafta şampiyonluğu veriyor.

Üç gün sonra (seçim olmasa bir gün sonraydı) Ankaragücü'nü 4-1 yenen Galatasaray Süper Lig şampiyonu oldu.

Salı, Haziran 6

İftarlık Gazoz

 


28 Mayıs'taki ikinci tur seçiminden hiçbir beklentim yoktu ama çevremdeki herkes seçim konuşmaya devam ediyordu. Whatsapp grupları harıl harıldı. Sokaklarda uğultu halinde seçim gündemi tartışılıyordu.

Açıkçası canım sıkılmış, daha doğrusu bunalmıştım. Süper Lig zaten yoktu. Sevgili eşim de sandık görevlisi olduğu okula yakın olmak için baba evine gitmişti. Evde zaman geçirmek için bir film izlemekten daha iyi bir yol yoktu. Mümkünse hoş, naif, yumuşak bir film olmalıydı ve tüm gündemi unutturmalıydı.

Dondurmam Gaymak'ı ve Entelköy Efeköy'e Karşı'yı yöneten Yüksek Aksu'nun, bu sefer Cem Yılmaz gibi şöhretli bir komedyene yer verdiği bir diğer filmi İftarlık Gazoz istediğim olabilirdi. Filmin içeriğine dair pek fazla bilgim yoktu. Yukarıdaki künye bilgileri dışında Muğla'da ve 70'lerde geçtiğini biliyordum. Yani ertesi ülke ülke sathında seçim olacak bir cumartesi gecesi için ideal film olabilirdi.

Fakat değilmiş. Politik bir film varmış karşımızda. İzleyenler biliyordur içeriği. Fakat ben biraz ters ayakta yakalandım. Aslında fragmanında da politik bir ip ucu yoktu. Acaba neden böyle tercih edildi?  Bazı kaygılardan dolayı mı yoksa politik mesajların filmin sonuna denk gelmesi bir spoiler yaratır endişesi mi? Umarım ikincisidir...

Kısacası; yine solculara üzüldüğümüz, bu ülkeye dair umut kırıntısı biriktirmenin yersiz olduğunu hatırladığımız bir film izledik. Tam da o gece... Olabilecek en kötü zamanda ...

Tabi film sert ve karamsar değildi. Birçok kişi Babam ve Oğlum'a benzetmiş ama bence tam bir Vizontele ekolüydü. Veya Vizontele için sık sık kullandığım benzetmeden yola çıkarak Emir Kusturica tarzıydı. Görüntü yönetmeni Boşnak Mirsad Herovic olunca belki de bu benzerlik biraz daha belirgin hale gelmiştir.

Oysa Dondrumam Gaymak'ta akış, yapı, ruh aynı değildi. Entelköy Efeköy'e Karşı biraz daha politik göndermeleri olan filmdi ama akışı bu kadar vurucu değildi. Haliyle İftarlık Gazoz Aksu'dan beklemediğim bir film oldu. Bu sürprize rağmen Aksu'nun en iyi filmi olduğu tartışılmaz.

Üstelik politik söylemler konu olunca 'ortalarda' olan Cem Yılmaz'ın varlığı da beni plitik film olma ihtimalinden uzak tutmuştu. Yılmaz'ı başrolde görünce politik bir film beklentimiz hiç doğmadan ölmüştü. Öte yandan tam bu noktada Cem Yılmaz'a bir alkış göndermek lazım. Zaten iyi oyuncu olduğunu her muhabbette vurgularım. Fakat böyle bir filmde (düşük bütçeli ve ünsüz oyuncu arkadaşlarıyla) sık sık karşımıza çıkarken bize hiç "Cem Yılmaz'ın sahnesi" dedirtmemesi çok değerliydi. O tam olarak Cibar Kemal'di. Şöhretli isimlerin birçoğu bunu kolay kolay başaramıyor. Yılmaz, filmin önüne geçmemiş; tam aksine filme omuz vermiş. Bravo...

Bir de "61 gün" konusu vardı. Filmi biz İftarlık Gazoz olarak biliyoruz ama dünya gösterimlerinde "61 days" olarak yer almış. İlk başta bu farkı anlamlandıradım. Daha sonra, Ramazan'da oruç bozmanın kefaretinden bahsedildiği sahneye gelince kafamda bir fikir belirdi ama esasında tam olarak o da değilmiş.

Filmin final bölümünde, yani Aksu şovunu yaparken, müthiş bir bağlama yapıyor. Gerçekten de filmin esas adı (Türkiye'de de) 61 gün olmalıymış. İşte bu sefer de aklımıza şu soru takılıyor. Acaba filmin Türkiye vizyonlarındaki adı 61 gün olsaydı, neler yaşanırdı, ne yorumalar yapılırdı?

Zaten bu haliyle bile gelen yorumlar can sıkıcı. Sinema sitelerinde ve çeşitli internet mecralarında filme halkımızdan büyük eleştiriler var. Tabi ki politik tavrı bir kesimi rahatsız etmiş. Esasında sağ görüşlü insanların filmi sevmemesi de anlaşılabilir. Fakat son 20 yılın mirası olan yeni yeni söylemler türemişler sıklıkla.

Mesela "Yönetmen tarafsızlığını bozmuş" çok sık kullanılan bir eleştiri. Çıldırmamak elde değil. Bir yönetmen neden tarafsız olsun ki? Kendi kafasından geçeni, fikrini, düşüncesini anlatmak için film çeken birine tarafsızlık misyonu neden biçilir? Bu ezber, toplumda nasıl kabul gördü. Haber kanallarının bile tarafsız olmadığı bir ortamda, bir yönetmenin taraf olması mı rahatsız etti insanları? Zaten o tarafsızlığın da sınırlarını belirlemek ayrı bir taraf dayatması ya neyse...

Veya din temalı bazı sahnelerin çocuklara olumsuz mesaj vermesinden yakınılmış. Mesela, henüz ilkokul öğrencisi olan Adem, yazın oruç tutmak istiyor ama ailesi ve ustası ona izin vermiyor. Sanırız; Türkiye'deki birçok ailede yaşanmış bir durumdur. Çocuk büyüklere özenir, büyükler çocuklarına kıyamaz. Çocuk gizli gizli tutmayı dener. Bu hayatın bir gerçeğidir. Ve üzerine uzun uzun analiz yapmaya da pek gerek yoktur. Normaldir. Film de bu normalliği yansıtır. Fakat sen misin 2010'ların Türkiye'sinde bunu gösteren? "Çocukları oruçtan uzaklaştıran kötü yönetmen"den tut, "propaganda yaparak İslam'ı kötüleyenler" diyenlere kadar... Bu insanlara "Yahu sinema sizin neyinize ya; siz oturun evde dizi izleyin" de diyemiyoruz, çünkü bu sefer muhafazakar seçmeni aşağıladığımız gerekçesiyle biz suçlanıyoruz.

Perşembenin gelişi çarşambadan belli işte. Bu filmin tarihi 2016'ydı. 7 Haziran 2015 seçimlerinin verdiği bir umudun hemen sonrasıydı. Ve film yorumlarına çöktükleri gibi, o umudun da üzerine çöküldü aynı tarihlerde. Şaşılacak bir durum yok. 2023'te de şaşılacak bir durum yok.

Ufak bir eleştiri ile kapatalım o zaman bu tatlı ve sinir bozucu filmi. Film 1974 yılında geçiyor. Hatta Almanya-Hollanda Dünya Kupası finali izleniyor kahvede. Fakat 1974 yılında Ramazan ayı yaza değil sonbahara geliyor. Böyle detayları yakalamak ise beni üzüyor... 

Neyse ki Cem Karaca, Deniz Üstü Köpürür türküsünü 1974 yılında söylüyor.