Perşembe, Eylül 29

Everybody's Fine



Kötü film değil ama insan Robert de Niro, Drew Barrymore, Kate Beckinsale ve Sam Rockwell gibi isimlerini aynı filmde görünce daha büyük bir beklentiye giriyor. Bir de De Niro'yu hava limanında bavulla görünce, sağlam bir yol filmi geliyor sanıyoruz. Bu beklentiler gerçekleşmiyor. 

Henüz izlemediğim Stanno Tutti Bene'nin yarı arak yarı esinlenmesi diyorlar. Hollywood, bunları bozar, sulandırır. Ama yine de kötü film değil. Duygusallık zaman zaman tavan yapıyor. 90 dakika sürüyor. O sürede bir Türk dizisi izlemekten daha iyi. En azından Babam ve Oğlum'dan çok daha iyi...

Çarşamba, Eylül 28

Tarık Akyarlar


Var, gerçekten bir şeyler var, uzaklarda bir yerlerde gerçekten birileri türküler söylüyor.

Geçen gün bir anektod paylaşıp hem de 48'e selam çakmaktı niyetim. Hem hazır Ekim gelmiş, "Bodrum'un tam mevsimi" geyiğine de gönderme yapacaktık. Atanamamış amatör sosyolog ve meteorologları sokaklara çağıracaktım.

Derken son dakika yazıları belirdi. Mahmut Hoca Cnn Türk'e bağlanmış, "Hepiniz yıl sonuna kadar izinlisiniz" diye açıklama yapmıştı sanki.

Tüm fikis menüler 10 lira olmuş.

Emel Sayın kaçırılmış.

Hamişine nanay pi pi kayılmıştı tüm ateş böceklerinin.

Renkli televizyonlar yetiştirilememişti kardeşlere.

Tüm elektrikçiler boyaya çarpmıştı ana sigortalara bakarken.

Oktay Buzdolapları'nın sahibi aile şerefi için vurulmuştu bir av tüfeğiyle.

Koçum Benim FC'nin teknik direktörü yönetime istifasını sunmuştu.

Alembeyendispor deplasmanda yenilmişi

Kuşpalazı olmuştu tüm tatlı dilli çocuklar.


Son 10 yıldaki kutuplaşmamızın sonucu olan 'ünlü cenazesi' üzerinden siyasi polemikler başlamadan vaziyetimi aldım. Bir replik bıraktık sosyal medyaya. Orhan Gencebay'ın dediği gibi "Sevenler anlar ancak, sevmeyen bilmez".  Mesajı alanlar almıştı zaten, konuşmadan anlaşıyorduk.

Derken enteresan bir bloklama geldi. Tüm kariyerini, ailesini, hayatını, doğduğu şehri bırakıp Bodrum'a yerleşen ve eşiyle beraber mütevazı bir hayata yelken açan bir arkadaşım silmişti beni malum ortamlardan. Sebebini merak ettim, menajerler aracılığı ile mesajlar yolladım, devlet büyüklerini devreye soktum, hocalar/hacılar girdi devreye, Muğla Kaymakamlığı ve İl Jandarma Komutanı ve bölük yazıcısı bölgeye jipleriyle gittiler. Cevap gecikmeden geldi:

"Hayatımdan negatif insanları çıkardım artık. Ölüm-acı-savaş-zulüm, bu tür paylaşımlar enerjimi alıyor, kusura bakma. Kendine iyi bak beni düşünme su akar YATAĞAN'ı bulur"

Gerçi son kısmı ben uydurdum. Nereden bilecekler, nereden anlayacaklar, bunlar o gece orada olsalar çatal fırlatanlardan olurdu eminim.

Bir an bundan 5-6 sene önce "Bodrum'un Bedroom'u, oğlum bak Gümbet'e git, 17-77 İngiliz ablalar var, onlar teklif ediyorlar zaten" erkek mavraları arasında Akyarlar'ı tercih etmemi hatırladım. Ayağımı suya soktuktan sonra Tarık Akan'ın evini bulup, mutlu olmuştum. Derler ki gençlerin yurt sorunları üzerinde lafı olduğu yıllarda buradan bir ev almış, deplasman tribünü kadar yakın Kos'a sörfle gidip-gelmeye başlamış. "Ulan aslında gidilir mi" diye aklına karpuz düştüğünü haber alan askerler 'hayırdır' çekmiş bir güzel. Sonra davadan beraat edilmiş tabi, Kos da ukte olarak kalmış.

Üstad giderken yine düşündürmüştü. Bir başka üstadın dediği gibi, "Ne ölümden korkmak ayıptı, ne de ölümü düşünmek" 

Daha önce de yazmıştım. Bu tarz "İstanbul'dan kaçıp , bir Ege kasabasına yerleşme" hayallerinin sonunda da değişik psikolojilere giriyor insanlar. Bu kaçıncı şahitliğim. 

Salı, Eylül 27

Bravetown


McFarland'daki ergenler ilgimi çekince kendimi 2015 yapımı başka bir ABD filiminde buldum. Fakat diğer filmde ne kadar vurucu mesajlar varsa (McFarland; Latinlerin yaşadığı kasaba ve düşük gelir düzeyine sahip. ABD'nin diğer yüzü; dışlananların yeri.. Filmde herkes işçi veya çiftçi, İngilzce'yi düzgün konuşanlar çok az) bunda tam tersi yer alıyor. Ana konu ne kadar ilgi çekici olsa da milliyetçilik temaları, Amerikan askeri kutsallığı, 'uzak ülkelerde kan döken şehitlerimiz' propagandaları rahatsız ediyor.

Esasında; kendinizi kapamayın, duvarları yıkın, böylece daha güçlü olacaksınız teması filmin tamamına hakim olsa; çok daha evrensel bir mesaj verebilirdi.

Filmde Las Vegas dizisinden tanıdığımız Josh Duhamel başrollerin birinde. Kendisini Lionel Messi ve Barcelona hayranı bir Arjantin asıllı eski asker olarak görüyoruz. Amerikan filmlerinde pek görmediğimiz futbol figürleri artık yavaş yavaş kendine yer buluyor.

Filmin diğer önemli karakteri Josh (Lucas Till) ise Platoon filmini çok seviyor. Bu sayede sık sık Adagio for Strings duyuyoruz. Filmin düşük notunu biraz olsun yükselten ayrıntılar.

Pazartesi, Eylül 26

Yeniden



Belki biz orada değildik, belki eski hevesimiz de kalmadı ama şu manzarayı yeniden görmek her şeye rağmen çok güzeldi.

McFarland


Hangi filmin iyi çıkacağını bilemezsiniz. Oturup izlemeniz lazım. McFarland, geçen yılın filmi olmasına rağmen gözüme çarpmamıştı. Hiçbir bilgim yoktu. Oysa Kevin Costner ve Maria Bello gibi isimlerin yer aldığı bir projeydi. Hafta içi bir gündüz vakti denk geldim ve hiç bilmeden izlemeye karar verdim.

İyi ki de izlemişim. Son dönemde izlediğim en iyi filmlerden. 

Hikaye zaten beni çekti. Bu aralar garip kafalardaydım. Ergenlerle, gerçek hayata adım atma arefesinde olan insanlarla zaman geçirmek istiyorum. Onlara yardımcı olmak gibi bir hevesim var. Ama hareketim yok. Kendi işimizi, kendi hayatımızı belirlerken bunları düşünmemiştik. Aslında olabilirmiş. Birilerinin yolunu açmaya çalışmak, bu hayatta yapılabilecek nadir anlamlı şeylerden biri. Diğer mastürbasyon üretimlerden, eylemlerden daha kalıcı... 

O karışık düşünceleri zihinden geçirirken bu film çıktı karşıma. Tabi ki, 'hayatımı değiştiren film' olmayacak. Sadece güzel bir iki saat geçirmiş oldum. Ama belki başka cesur ve hareket kabiliyeti olan birilerinin kafasında şimşek çakar. O şimşeği çakabilecek güçte bir film.

Aslında filmde beni çeken çok şey vardı. Sadece eğitimcilik ve ergenlik değil; spor ve sporculuk, küçük bir yerde yaşamak ve samimiyet de var. Olmak ve yapmak istediklerim. 

İnsan bazen böyle filmlerin inandırıcı olmadığını düşünüyor ama sonrasında gerçek bir hikayenin anlatıldığını öğrenince seviniyor. Bir süre sonra o hikayenin kendisine ait olmadığını anlayınca üzülüyor ama o da hemen geçiyor.

Okyanus sahnesindeki bekçi; adam oğlu adam...

Pazar, Eylül 25

Gönüllerin Şampiyonu



Bu blogun atçısı Peralta, artık buralara çok fazla uğramıyor. Bize zehri saldı, kendisi kayıplara karıştı. Biz de işin uleması olmadık ama ufak ufak takipteyiz. Koyu renkli atların içindeki Graystorm gibi takılıyoruz. 

Çok eskiden gündemin daha içindeydi bu yarışlar sanki. Emin değilim ama galiba daha çok ilgileneni vardı. Şimdilerde bu olaylar kimsenin ilgisini çekmiyor. Hayvan, triple crown yapacaktı, kıyısından döndü ama pek de olay olmadı.

Bu triple crown, aynı sene içinde Tay Deneme Koşusu'nu, Gazi Koşusu'nu ve Ankara Koşusu'nu kazanan için geçerli bir hadise. Türk atçılık tarihinde bunu sadece 8 at başarabildi. Geçen sezon hayata veda eden Bold Pilot bunlardan biriydi. Grand Ekinoks ise sonuncusu. Diğer 6 atı  (Sadettin, Minimo, Karayel, I.Seren, Uğurtay, Hafız) ben de pek bilmiyorum ama son ikisini izleme, uzaktan tanıma fırsatımız oldu. 

Graystorm ilk ikisini kazanmıştı. 17 sene sonra bir tarihe tanıklık edecektik. Ama olmadı. Çok yaklaşmıştı oysa. Yarışın sonuna kadar şansı devam ediyordu. Çok da iyi yarıştı. Ama Victory is Ours; Halis Karataş etkisiyle yarışı kazandı. 

Ama yarın sonrası okuduğum dinlediğim, bu işin meraklıları Graystorm övgüsüne devam ediyor. Haklı olabilirler. 1600'de kazandı, 2400'de kazandı, 2800'ü de sonuna kadar getirdi. Ayrı bir meziyet var. Dışarıdan bakınca da oldukça güzel bir at. Rengiyle, duruşuyla fark yaratıyor.

Qui vive


Çok büyük beklentileriniz olmayacaksa övebileceğim filmlerden biri. Biraz sıkıcı; sonu iyi bağlanmamış ama özellikle ilk yarıda insanı tutuyor. Adele Exarchopoulos hayranları onu malum filmdeki gibi görmek isterse yanılır. Yorucu bir akşamın sonunda, uyumadan hemen önce izlenecek 90 dakikalık bir film.

Cumartesi, Eylül 24

Balkondan Gelen Sesler



Çocukluğunuzda, ergenliğinizde hangi sesler kaldı aklınızda?  Çok fazla sesle, kokuyla, duyguyla temas etmiş olmalısınız. Size hayatınızda yön verenler belki de o sesler ve o kokulardır. Ben de zaman zaman öyle oldu. Çocukluk ve ergenlik sona erdikten sonra önünüze çıkan seçenekleri değerlendirirken referansınız o ses ve kokular oluyor. Belki bazen bir bilene de danışıyorsunuz ama son kararı verirken içinizdeki his noktayı koyuyor. İşte o his; sesler ve kokular... Mesela, 3 dakika süren şarkılar o nedenle bu yüzden önemli bazı insanlar için.

Lisedeydim. Önümde uzun yılların olduğunu varsayarak üniversite sınavlarına hazırlanıyordum. Aile; hemen her aile gibi zor dönemden geçiyordu. Ben de başka bir yere taşınmak zorunda kalmıştım. Bildiğim bir evde, tanıdığım insanlarla beraber ama alışık olmadığım bir hayatı yaşarken aynı zamanda son kozlarımı oynuyordum. Esasında sıkıcı olmasına rağmen güvenli bir alandaydım. Bir müddet sonra geleceğimi tayin edecek kararlar alacaktım ama ne yapacağıma dair en ufak bir fikrim de yoktu. Yaşım 16'ydı; barlara giremiyordum, ehliyetim yoktu, oy kullanamıyordum. Hangi bölümde okuyacağım veya hangi mesleği seçeceğim de o anlarda benim için pek önemli değildi. Önemli olan; hangi hayatı yaşayacaktım?

İşte o tanıdık evde geçirdiğim günlerin birinde, bahar geldi. Nisan mayıs aylarıydı. Yaşım 16'ydı; arkadaşlarımdan uzaktım, kız arkadaşım yoktu, ailem yanımda değildi. Havalar ısındıkça; karşı apartmanın balkonundan, her gece oturduğum odaya sesler gelmeye başladı. Sohbet eden insanlar. Gençler. Güzel ablalar, düzgün konuşan abiler. Ben o yaşta onlara "Şerefsizlere bak ne güzel bir aradalar ve ne güzel eğleniyorlar" diyerek kıskançlıkla bakıyordum. O sesler arttıkça, sıklaştıkca, hemen her hafta sonu çoğaldıkça, kafamdaki karar mekanizması da hızlanmaya başladı. Benim oluşturmak istediğim hayatın simgesi buydu. Balkonda; kalabalık, gülerek...

Bunu istediğimi fark etmem; bunu istediğim andan sonrasına denk geliyor. Ama bunun için çabalamam o anlarda başlamış olmalı. Ona göre tercihlerimi yaptım, ona göre hareket ettim. O hayata bir an önce başlamak için para biriktirdim, askerliğimi hemen aradan çıkardım. Bazı şeyleri ihmal ettim. Ve bir hayat kurdum.

Bir dönem o balkondan gelen sesleri ben çıkardım. Onun uzun uzun süreceğini zannediyordum, ne de olsa çok istemiş ve çok çabalamıştım. Fakat, hayat bir şeyler başardığınız anda sonsuzluğa ermiyor. Bir şekilde akşamları balkonda otururken, sabahları yola düşüyordum. O nedenle zaman zaman, sabahları yola düşeceğim için bazı akşamlar balkonu erteledim. Bu değişikliği fark edememiştim ve o esnada yeni sesler ve kokular türetememiştim. Tıkandığımı sonradan fark ettim.

Geçtiğimiz günlerde bir akşam işten çıkmış eve dönüyordum. Ihlamur kokan sokağımızda; henüz kentsel dönüşüme uğramamış eski apartmanların birinin balkonundan sesler geldi. Zaten yeni apartmanaların balkonları o sesler için müsait değil. Aynı sesler, eski binalardan geliyor anca. Yine gülüşmeler, konuşmalar, çatal bıçak sesleri... Yaş grubu benimle yaşıt; hatta belki benden de ufak.

Sesleri kaybettiğimi fark ettim. Arkadaşlarımdan uzaktım, kız arkadaşım yoktu, ailem yanımda değildi.

Perşembe, Eylül 22

Macbeth



İlk defa bir William Shakespeare eserini tamamen okudum. Parça parça karşımıza alıntılar çıkınca tüylerim diken diken oluyordu. Fakat hepsini bir arada görünce o kadar etkilenmedim. Çok güçlü bulamadım. Konu da sarmadı. Belki de tamamen dilden kaynaklanıyordur. Ama adamın en önemli özelliği de evrenselliği. Bana şiirsel bir haz vermesine gerek yoktu. Diğer kitaplarda şansımızı deneyeceğiz. 

Pazartesi, Eylül 19

Viaggio in Italia



Filmin sıkıcı olduğunu söyleyenler var. Açıkçası ben çok sıkıcı olduğunu söylemem. Ama çok fazla işlenen bir konunun çok basit bir şekilde ilerlediğini söyleyebilirim. Keşke bir de mutlu son olmasaydı, en azından daha vurucu bitebilirdi. Sonuç olarak Ingrid Bergman'ı 40 yaşında bile oldukça güzel bir şekilde görüyoruz. Arkada İtalya manzaraları da güzel; filmin siyah-beyaz olması hiç önemli değil. Ama işte sanki biraz hızlıca yapılıp vizyona sokulmuş gibi. Çok uğraşılmamış. Kadro ve beklentiler; bize bunu söyletiyor.

Cuma, Eylül 16

Rulet


"Onunla ilgili en net hatırladığım şeylerden biri, Valladolid'e karşı yaptığı bir hareketti. Ceza alanının önünde Guti'den pası aldım ve Zidane'a duvar oldum. Topu aldığı anda şutunu çekip golünü atabilirdi ama önce üzerine gelen savunmacıyı ruletle geçti, sonra da kaleciyi yere yatırıp topu tribünlere gönderdi. Olmayan en güzel goldü o."

Ronaldo

Perşembe, Eylül 15

Kinyas ve Kayra



MSN'de online olmuştu. "Bir tane kitap okudum; tam senlik. Bir ara okusana" mealinde bir cümle yazdı. Adını sordum. Kinyas ve Kayra! Duymuştum. Yeni edebiyatçılardan birinin kitabıydı. Ben üniversite öğrencisiydim, ergenlikten yeni çıkmış olsam da hâlâ hiçbir şeyi beğenmiyordum, çevremdeki çoğu şeye tepkiliydim ve Fight Club'tan sonra türeyen yeni tarz Türk edebiyatçılardan ve onu sevenlerden tiksiniyordum. Zaten henüz eski külliyata da hakim değildim. Önce onlara saygımdan önceliğimi geçmişe vermeliydim.

Haliyle Kinyas ve Kayra'yı okumadım. Zaten onun dediği çoğu şeyi yapmadım. Keşke bir kısmını yapsaydım. Bana en çok "Çok bekliyorsun. Harekete geç" derdi. Hep erteledim. Devamlı geciktirdim. 

Sonra Ezel izledim. Herkes televizyonda izledikten üç sene sonra internetten... Bir sahnede Kinyas ve Kayra gözüktü. Sanırım; Azad'ın Dayı'ya getirdiği yeni dönem edebiyatçıların arasındaydı. Sonra bir de Hakan Günday'ın Socrates'e yazdığı Sankt Pauli temalı "Liman" öyküsünü okudum. Sonunda kitabı almaya karar verdim. 

O tavsiyeden sonra 10 sene geçmişti. Kitabı okumaya başladım. Sıkıldıkça sıkıldım. Bazı yerleri vurucuydu ama genel olarak bir ergenlik kokusu vardı. Ama "Erken Kaybedenler" gibi de samimi değildi. Çok yapmacık bir öfke. Tıpkı 10 sene önceki ben gibi... 

Whatsapp'tan yazdım.

"Bana seneler önce Kinyas ve Kayra'yı tavsiye etmiştin, hatırlıyor musun?"
"Evet?"
"Baya kötüymüş ya, hiç sevmedim"
"Ben sana o zaman oku demiştim. Şimdi düşününce bence de çok iyi değil"

Yine geç kalmıştım. Hakan Günday ise geç kalmamış. Seveni çok. Bu kitabı 2000'de yayınlamış. 24 yaşındayken... Ve çok daha önce yazmış.

30'larımın başından merhaba....

Çarşamba, Eylül 14

Kako si


Atanamamış Amatör Sosyologlar Yazıları | Belgrade

Bir tane komşumuz var, adam sürekli turkiye.gov.tr'de. 

Millet Facebook, Twitter, sözcü.com.tr'de takılır, bu ise sürekli burada. Devamlı öneriler getiriyor, birilerine şikayetler yazıyor. Dikkate de alınıyor aslında. Bu adamla goygoy yapıyoruz ama elin oğlu "karanlığa kızmak yerine, bir kibrit de sen çak" temalı sözlerle yüceltiyor bu insanları.

Ne bileyim, ben olsam ne yazardım diye düşünüp dururum. Ya da bala-göte üst düzey bir göreve getirilsem veya bir danışman falan olsam, 23 Nisan-19 Mayıs (gerçi geçtik o dönemleri de) gibi günlerde koltuğa oturtulsam yapacağım 1-2 şey var.

Eğitim sisteminde köklü bir değişikliğe giderim.

1) Herkes belli bir süre hizmet sektöründe zorunlu bir şekilde çalışacak. Staj gibi, askerlik gibi, dönem ödevi gibi. Devlet kurumu da değil, özel sektörde çalışacak. Türlü ağız kokularını tadacak, klişelerle tanışacak, gözlem yapacak, insan zehirlenmesi yaşayacak.

2) Yıllar önce Japon turist kafilesinden bir çifte sormuştum, "Ya siz hayırdır böyle her şeyin fotoğrafını çekiyorsunuz, olayınız nedir?" Devlet bunlara görev veriyormuş, misal "Yabancı ülkelerde toplu taşıma nasıl işliyor , gidin-görün-bakın-gelin" şeklinde. Bunlar da yerinde görüp raporluyormuş. Ajan jurnallemesi gibi değil ama "hem tatil yap, hem de ülkene faydan olsun" naifliğinde. Batının iyi yanlarını yerinde alıyorlardı. Her vatandaş 17-18 yaşından itibaren yurtdışına çıkacak, gözlem yapacak, "Hey gurban olduğum memleketim be, nerede var böyle doğa, nerede var bu domatesin tadı be" diyen adamları İsviçre'ye, ya da ne bileyim, domatesin anavatanına göndereceksin (neresiyse orası artık).

Ezberler bozulacak, at gözlükleri çıkacak, ucuz hamasetler kaybolacak, milliyetçilik kitaplardan değil insanlardan öğrenilecek.

Son yıllarda bir tribe girdim. Hangi filmdi unuttum şimdi , adamın bilmem kaç gün ömrü kalıyor ve yapamadıkları şeyleri yazıyor, her yaptığı şeyde üzerini çiziyordu. Ufak şımarıklıklar, küçük mutluluk kaynakları. Biraz yerel kalıyordum bu ukte tamamlamalarda... Bazen 'İzmir'de boyoz yenecek, çiğdem çitlenecek' bazen 'Adana'da Adana derbisi izlenecek' gibi kulağa romantik gelen ama yapınca 'eee yani' hissiyatı veren ukte doldurmalar. Çünkü ecnebi filmlerinde ve bu tarz kitaplarda söylenenler, bizim her gün rutin yaptıklarımız. "Ölmeden önce yapmanız gereken 1001 şey" türevi kitaplarda "Boğazı 1 kez motorla geçin" gibi ukteler var. Biz her gün küfür ederek yaptığımız için artık farklı ukteler doldurmak gerekliydi. Hayata 2/1 oynayıp, sistem kuponlarında yüklü mutluluklar, endorfinler salgılatan iddia profesörleri olmak lazımdı.

Bu düşüncelerle başladı Belgrad yolculuğu.  Aslında ilk yurtdışı deneyimi olacağı için yerin pek önemi yoktu, ben nelerle karşılaşacağımı, 30 küsür yıldır kafamıza doldurulan bir sürü klişeyi test etmeye gidiyordum. 

Sıralarsak :

* "Olm yurtdışında herkes Mc Donalds gibi fast food yerlerinde yemeğini yedikten sonra kendi atıyormuş çöpünü (DOĞRU
* "Bu Marks& Spencer var ya , aslında İngiltere'de çok dandik malların satıldığı , varoş kesime hitap eden bi yermiş, kotu da kamyoncular giyiyormuş , balıkçılar giyiyormuş o yağlı yağmurlukları (DOĞRU- LC WAIKIKI mağazası Belgrad'ın en gözde mağazası şu an )


* "Su çok pahalıymış dışarda, alkol bile daha ucuzmuş sudan, adamlar su yerine bira içiyor" (DOĞRU)


* "Avrupa'da sokaklarda hiç polis göremezsin" (DOĞRU)
* "Türkleri hiç sevmiyorlar, tanımıyorlar Türkiye'yi, "sizde 4 kadınla mı evleniliyor , deve ile mi gez..."( YANLIŞ , bizi bizden daha iyi tanıyorlar)
* "Futbolcular İstanbul'u dillere destan gece hayatı için tercih ediyorlar" (YANLIŞ, İstanbul gece hayatı tam bir overrated, başka bir yazı konusu)
* "Türkiye ucuz abi, şu simit-karper-çay mesela, adamlarda bir de kahvaltı kültürü yok, kruvasan-kahve.." ( Büfe dediğin yerde portakal suyu+karışık tost ye bakalım ne oluyor?)
* "Aslında Konya'dan gerisi vereceksin ya , bölüneceksek de bölünelim abi (YANLIŞ, kimle konuştuysam mutlu değiller. 'Yugoslavya iken daha iyiydik' diyorlar. Hatta halk müzakere aşamasında oldukları AB'ye bile tepkili. 'Abuk subuk yaptırımlar getirip, boş yere para harcatıyorlar, para olmadığı için de kredi açıyorlar, kısır döngüye sokuyorlar' diyorlar)
*Yurtdışında toplu taşımada bilet olayı (DOĞRU, kimse "Hemşerim hoopp niye basmadın sen akbilini" diye sormuyor bile)
*Türkleri hiç sevmiyorlar. (YANLIŞ , sen önce çekik gözlü turiste "çançinçon , tutsikiyançek" demeyi bırak, sonra genelle)

Ülkenin çöplük gibi gündeminden biraz uzaklaşmak insana iyi geliyor . Nedir bu kadar beni bu ülkeden soğutan diye düşünüyor insan. Kalabalığı , 7/24 siyasetle iç içe yaşamamız , arabesk kültürümüz. Nerede yanlış yapıyoruz, her şeyin en iyisi/en yenisi/en son modeli var , hemen uyum sağlıyoruz her şeye ama bir yerlerde yanlış yapıyoruz. Değme tarih profesörlerine taş çıkartacak bir kütüphanesi olup ama hiç bir kitabı okumamış bir insan gibiyiz sanki. 

Magnet, süs eşyaları satılan yerlerde bilim adamlarımız, tenisçilerimiz olsa. Şu ''şiş kebap-fes-turkish viagra lokum - baklava'' muhabbetlerinden bir kurtulabilsek.

Ha bir de son olarak herkesle futbol muhabbeti yapma isteğimiz... Hadi saplarla yapıyorsun da, bebek gibi kızla niye Duško Tošić muhabbetine girersin.

"Ya anlamıyorum Tosic o kadar star bir oyuncu değildi burada, eşi desen estetik güzeli Türk erkekleri nasıl bu kadar beğeniyor anlamıyorum" diyince Partizan'lılar kendi dillerinde "Koyduk mu" diye girdiler.  Misal Emina Sandal daha çok seviliyor.

Futbol muhabbeti yerine "Belgrad Ormanı'nın ismi nereden geliyor" konusuna biraz çalışın, ortamlarda ekmeğini yersiniz. 

Son olarak değişik bir düşünce oluşmuş , "Where are you from?" sorusuna "Turkey" yerine "İstanbul" deyince aldığım tepki daha pozitif oluyor. Siz de böyle yapın daha iyi olur.


Yazan: Refet

Salı, Eylül 13

Il Gattopardo



Bazı filmleri izlemek zordur. Sadece tempo meselesi değil. Tarihi bir arka plan varsa eğer, ve siz de o toplumdan uzaktaysanız, bilgileriniz kısıtlıysa bağlantıları kurmakta zorlanırsınız. Il Gattopardo; benim için böyle bir filmdi esasında. Fakat film boyunca öyle bir karizma akıyor ki; gözlerinizi alamadan izliyorsunuz. Burt Lancaster; Alain Delon'ı bile gölgede bırakıyor. Filmin yıldızıdır. Canlandırdığı karakter Fabrizio çok önemlidir. Büyün olay onun üzerine kurulmuştur. Western filmleriyle özdeşleşen bir adamdan beklenmedik bir film ve belki de kendi kariyerinin başyapıtı. Marlon Brando da bu rolü oynamak istemiş ama kısmet Lancaster için ayağa gelmiş.

Alain Delon'un ise en 'güzel' zamanları... Güzel bir erkek suratı nasıl olur sorusunun, vücuda yerleşmiş hâli. Her şey doğru oranda; muazzam bir geometri. Yanına da Claudia Cardinale gelince olay akıyor. 

Bu kadar fiziksel övgü filmin hakkını çalmasın. Müthiş bir film. Keşke Garibaldi devrimi hakkında daha çok bilgi sahibi olsaydım. Neyse ki filmden önce CKM'de İlber Ortaylı'nın sunumuna rast gelebildik. Yani filme nispeten hazır girdik. Bu sayede filmi de kopmadan izleyebildik. Üstelik süresi 3 saate yaklaşsa da... Üstelik eski dönem filmlerini; dekorlarına ve kostümlerine çok yakınlık hissedemesem de... Balo sahnesinde halay çeken İtalyan gençlerini görünce çok uzaklaşmak mümkün olmadı. 

Eğer bu filme kendinizi ayıracak zamanınız varsa; bir yerlere yetişme derdiniz olmayacaksa, oturup tüm benliğinizle filme odaklanabilirseniz; büyük keyif alabilirsiniz. Tekrar izlemek istediğim filmlerin sayısı azdır; bu onlardan biri. 

Salı, Eylül 6

Ayrılık Günü



4.214 ev
1.004 iş yeri
73 kilise
1 sinagog
2 manastır
26 okul


15 insan