Salı, Temmuz 25

Sakar Casus

Diyarbakır doğumlu ama Trabzon'da yaşıyor.

Adı Hakan, soyadı Yeşil.

Resmi kayıtlara göre 1 Ocak doğumlu. Günahını almayalım ama yaş küçültme furyasına kapılmış olabilir.

Tüm bu bilgiler, eğitimli bir istihbarat elemanını andırıyor. Fakat o bir futbolcu... Ve idmanda Trabzonspor'un en büyük transfer hamlesi Orsic'in sakatlığına sebep oldu. Tesadüf mü?

Tabi ki tesadüf. Ve hatta çok talihsiz. Keşke rakip olsalardı. Aynı takımdan birinin bu kadar uzun sakatlığına sebep olmak çok zorlayıcı bir durum olsa gerek. Fakat işin hafif mizahi yönüne bakınca da elimizdeki bilgiler bunlar. Kendisi ajan gibi. Hiç dikkat çekmeden kampa sızmış ve işi bitirmiş.

Bu arada kendisi milli takımlarda da sık sık oynamış. Buna rağmen bugüne kadar dikkatimi çekmemişti. Bu kısım benim eksikliğim. Fakat geçen sezon Bodrumspor'a kiralanmış ama sadece 5 maç ve 65 dakika süre alınca hiç farkında olmamışım. Bu da Hakan'ın eksikliği...

Yine de kariyerinin bu döneminde böyle bir olaya adının karışması talihsizlik. Videoyu da izledim. Aslında o kadar sert bir hamlesi de yokmuş. Birçok şeyin arka arkaya ters denk gelmesi, bu sonucu doğurmuş gibi. Fakat yine de bir hatası var Hakan'ın. İdman maçı da olsa; sırtını kaleye dönmüş ve taç çizgisine doğru şekil almış bir forvete ceza sahası içinde öyle girmenin hiçbir mantığı yok. Bu girişler bazen penaltılara bazen de böyle sakatlıklara neden oluyor. Pozisyon devam etse hiçbir şey olmayacaktı. Gol bile...

Yine de idmanlarda bu tip olaylar olabiliyor. Nasıl olduğunu bilmesek de Orsic'ten bir gün sonra Atletico idmanında Gimenez'in ayağı kırıldı. O da sezonun ilk yarısını kaçıracak gibi. Çağlar için avantajlı bir durum tabi...

Orsic sevdiğimiz bir oyuncuydu. Dinamo Zagreb'de coşmuş, özellikle Atalanta ve Tottenham'a yaptığı hat-trick'lerle gündeme oturmuştu. O dönemlerde neden Premier Lig'e gitmediğini sorguluyorduk. Geçen sezon 30'a gelince Southampton'a gitti. Geç kalınca da işler yürümedi istendiği gibi. Oradan sekip Süper Lig'e düşmesi ise heyecan vericiydi.

Fakat hazırlık maçlarında Trabzon medyası yerden yere vuruyordu. Ben izlemedim maçlarını. Hoca ile aynı memleketten olunca da satırlar kan doğradı adeta. Bu açıdan bakınca belki her işte bir hayır vardır. Southampton tecrübesi tatsız bitmiş moralsiz bir Orsic, oynasa ve bekleneni veremese Bjelica'nın işini zora sokabilirdi. Şimdi Bjelica'nın bir bahanesi oldu.

Sene sonunda çıkacak sonuca göre bu tatsız kazanın anlamı değişebilir.

Pazartesi, Temmuz 24

KAP Heyecanı Öldürüyor

Wilfried Zaha'nın transfer süreci ve Galatasaray'a getireceği faydalar (ve zararlar) başka bir konu. Hiç oraya girmeden başka bir konudan bahsetmek istiyorum. Üstelik o konu Zaha ve Galatasaray'dan daha fazla bir çevreyi ilgilendiriyor.

Günümüzde transfer videoları çok değerli. Taraftarlar bunlardan çok keyif alıyor. İçerik üretmekte zorlanan medyanın da işine yarıyor. Yaratıcı olanları zaten yıllarca unutulmuyor. Yaratıcılığın en güzel tarafı ise aslında videonun heyecan yaratmasından kaynaklanıyor. Yani kulüp bir video yayınlıyor ve siz onu izlerken bazen o oyuncunun kim olduğunu bile bilmiyorsunuz. Zaten yaratıcılar da senaryoyu ona göre çiziyor. Son ana kadar merak edilen bir kısa film tadında. Oyuncu son sahnede karşımıza çıkıyor ve yaratılan o şok sayesinde video, hızlıca yayılıyor.

En azından Avrupa'da bu işler böyle. Tabi bazen transferler çok beklendiği için, öncesinde isimler medyada çok tartışıldığı için, o an hangi oyuncunun videosunu izlediğinizi tahmin etmeniz de kolaylaşıyor. Fakat bizdeki sorun daha başka...

Bizde her şeyden önce kuru bir KAP açıklaması geliyor. "Oyuncuyla görüşmelere başlanmıştır" yazan iki satırlık resmi bir açıklama, aslında transfere ait en resmi ve ilk açıklama oluyor. Herkes biliyor ki, o "görüşmelere başlandı" ifadesi aslında görüşmeler tamamlandı ve oyuncu geliyor demek. Benim hatırladığım Reyes ve Forlan dışında KAP'a bildirilip de gerçekleşemeyen transfer pek yok. Varsa da onlar da 1-2 tanedir.

Bir pazar günü sıcaktan baygın bir şekilde evde oturuyorsunuz. Ezeli rakibinizin gündeminde bir transfer var. Gelecek mi gelmeyecek mi? Her an açıklanabilir. O sırada kulübünüz sosyal medya hesaplarından bir açıklama yayınlıyor. "Wilfried Zaha ile görüşmelere başlanmıştır"...

Tabi ki ortalık yine alev alev oluyor. Galatasaraylılar, ezeli rakibe attıkları gol nedeniyle mutlu, Fenerbahçeliler öfkeli.  Sosyal medya toz duman. Üstelik bu 1-2 saat de sürmüyor. Geceye kadar etkisi devam ediyor. Gece de zaten oyuncu Türkiye'ye geliyor. Fakat ortada bir video yok henüz. Zira resmi sözleşme imzalanmadı. Sağlık kontrolleri gibi detaylar da var. Yani görüşmeler devam ediyor!

İşin prosedür kısmını anlamak mümkün. Kulüpler o kurallara uymak zorunda. Fakat yine de yayınlanacak olan videonun etkisi, KAP açıklamasından daha etkili olmuyor. Daha doğrusu, KAP açıklamasının düştüğü saatlerde yayınlanacak bir videonun etkisi, normal sıralamada sona kalan bir videodan daha etkili olacakken; o fırsat kaçıyor.

Çok büyük bir sorun mu? Yani dünyanın sonu değil. Fakat futbolun "sportif" alandan çıkıp "eğlence sektörü"ne en çok yaklaştığı dönem olan transfer mevsiminde bence önemli bir ayrıntı. 

Zaten bu borsa, sportif A.Ş, sahipli yatırımcı ve benzeri durumlar beni hiç hoşnut etmedi. Bu da aynı ekolün bir diğer ayağı...

Çarşamba, Temmuz 19

San

"O turnuva için Sevilla ile bir sözleşme imzaladım. Fakat Sevilla başkanı bana, 'Maradona ayrı bir konu. Onunla ayrı bir anlaşma yapmalısın' dedi. Sevilla'nın La Coruna'da oynadığı maçın ardına gelen bir randevu ayarlandı ve deniz kenarında güzel bir restorana gittik. Güneş batarken Atlantik Okyanusu'na bakan bir kulüpte oturduk. Sonra lobiye geçtik ve Maradona ile sözleşme imzaladık.

Maç öncesi Maradona'ya ilave yüz bin dolar ödemem gerekiyordu. Benim gelirlerimden bir tanesi de televizyon haklarıydı ama Galatasaraylılığımdan dolayı sesimi çıkartamadım. Bir diğer gelirim de bilet satışlarıydı. O zamanlar bilet satışlarında Biletix gibi bir sistem yoktu. Kapıda maç öncesi satılıyor, nakit olarak hasılat alınıyordu. Soğuk bir akşam olduğu için maça istediğim kadar ilgi olmamıştı ve gişelerde 30 bin dolara denk gelecek bir para toplanmıştı. Bu arada (iptal olan) Michael Jackson konseri nakit akışımı ve para durumumu çok kötü etkilemişti. Finansal anlamda zor bir süreç yaşıyordum. Herhangi bir yerden yetmiş bin dolar daha bulmam gerekiyordu. Maç Türkiye ve İspanya'da naklen yayınlanacaktı. Sevilla ısınıyor ama Maradona'nın menajeri beni devamlı sıkıştırıyordu. Adamın derdi paraydı. Sonra aşağıdan haber geldi: "Maradona içeri girdi, maça çıkmıyor!"

Yayın başlayacak ama hâlâ Maradona yoktu; çünkü parayı hemen istiyordu. Faizle para aldığım bir arkadaşım vardı., onu aradım. Hilton'un kumarhanesinden para getireceğini söyledi. Bu arada maç başlamıyordu, çünkü Arjantinli sahaya çıkmıyordu. Sinyal sorunu diye bir şey uydurdum, maçı geç başlattık. Para da bu sırada geldi ve menajerine verdik."


Ahmet San'ın yeni çıkan ve hayatını anlattığı kitabını okudum en son. İnanılmaz bir hayat hikayesi var. Yüzlerce ünlünün adı geçiyor. Tabi ki 93 yazı başrolde. Fakat dahası da var.

Yine de kitap için anı yüklü dememiz kolay değil. Daha çok kişisel gelişim kitabı gibi. Gençlere öğütler  merkezde. Biz bu tip anıları, ülke tarihine geçen olayların arka planlarında yaşananları merak etmiştik. Keşke daha sihirli bir dokusu olsaydı. Yine de kitap hevesle okunuyor. Muhakkak eğlence ve organizasyon sektörünün içinde yer almak isteyenler temin etmeli.

Bu arada Ronaldo & Galatasaray transferi de gerçekten direkten dönmüş galiba....

Salı, Temmuz 18

Çöldeki Vaha



Kadın voleybol milli takımının şampiyonluğunu kutlayalım öncelikle. Tabi ki her şampiyonluk güzeldir. Ayrıca Türkiye'de kadınların bir araya gelip, uluslararası arenada başarılı olması da sadece bu kapsamıyla bile çok değerlidir. Bunu da küçümseyecek değiliz.

Fakat, başkasını dövmek için voleybolun kullanılmasından rahatsız olmamak elde değil. Futbolu, iktidarı, toplumu dövmek için "Bakın kadın voleybolcular ne kadar güzel işler yapıyorlar" demek pek gerçekçi bir anlatı değil. 

Aslında bugün voleybolu kullananlar başka zaman basketbolu da kullanır. Üstelik bunu her kesim yapar. Fenerbahçe futbol takımı kötüyken erkek basketbol takımı, dünyanın en güzel takımıydı. Futbol takımı iyi olsaydı, yani dövülecek bir lokomotif olmasaydı o kadar rağbet görmeyecekti bu söz. Veya Galatasaray erkek basketbol takımının yeniden "Yenilmez Armada"ya dönüşmesi, futbol takımının kötü olduğu 2010-11 sezonuna denk gelir. Ne zaman futbol toparladı, erkek basketbolunun misyonu ortadan kalktı.

Bugün voleybol milli takımını övmek (ve rahatsız olduğu her şeyi dövmek) için sıraya girenlerin, voleybolu pek önemsemediğini sonbaharda başlayacak Sultanlar Ligi'nin rayting rakamlarından anlamak mümkün olacaktır. Gece ABD'de oynanan maç için sıcak yatağından kalkıp heyecan yapmış gibi tweet atanların, gündüz saatinde açık kanaldan yayınlanan bir Galatasaray - THY maçını izlemediğini biliyoruz.

Çok da önemli değil. Herkes istediğini istediği zaman izler. Bir sınıf oluşturma derdinde değilim. Fakat bu başarıda sandığınız kadar büyük payınız yok. O kısmı geçelim.

Peki gerçekten kadın milli takımı başarılı mı?

Eğer anlatıyı zor şartlarda spor yapan gençler üzerinden kuracaksak belki öyle olurdu. Oysa değil. Yani Türkiye'nin kendine has zorlukları muhakkak bu toplumun fertleri olarak voleybolcuları da etkilemiştir. Fakat öte yandan Türk voleybolu, yaptığı yatırımın karşılığını bugüne kadar pek alamamıştı. Bu açıdan kabul etmek gerekir ki, kadın milli takımımız biraz başarısızdı. Bunu değerlendirmek için, önce sakin düşünmek sponsorların gazına gelememek, etkileşim peşinden koşan mesajlar atmamak gerek. 

Daha sonra da oyunun kendine ait gerçeğine bakalım.

Türkiye voleybolda Avrupa'nın en çok para harcayan ülkelerinden. Yani öyle fakir bir ülkenin yoktan var olmuş bir hikayesi yok. VakıfBank, Eczacıbaşı ve hatta son dönemde küçülen Fenerbahçe bile; Avrupa'nın sayılı kulüplerinden. Avrupa'da bizim kulüplerimiz kadar para harcayan bir Rusya vardı, malum sebeplerden artık o da yok! Zaten, yabancı oyuncularla dolu kulüp takımları Avrupa'da kupaları kaldırıyor.

Fakat milli takım aynı başarıyı yakalayamıyordu. Bu kötü bir şey de değildi. Eleştirmek için de belirtmiyorum. Sadece kafanızda kurduğunuz voleybol anlatısı gerçekle pek örtüşmüyor.

Ben bizim kadın voleybol takımımızı biraz İngiltere Milli Takımı'na benzetiyorum. En azından 1986 sonrası İngiltere'ye...

Nasıl bir İngiltere? Dünyanın en iyi futbolcularını liginde toplar, Avrupa kupalarında kafaya oynar, zaman zaman kupa da kazanır, yaz şampiyonlarında da milli takımı en iyi kadrolarından birine sahip olur, kupayı alacağını düşünür ve fiyaskoyla evine döner.

Aslında Türkiye gibi, spora ve sporcuya değer vermeyen bir ülke için bu da gayet iyi bir hikaye. Keşke tüm branşlarımız İngiltere futbolu gibi olsa. Üstelik voleybolu icat etmedik ve toplumumuz bunu kibiri altında ezilmedi. Yani kupa kaldırmamak  bizim için utanılacak bir durum değil.

Fakat nasıl Avrupa futbolunda İngiltere, "Loser" kavramı ile eş tutuluyorsa, kadın voleybol takımımızda da benzer bir durum var.

Neyse ki Milletler Ligi ile bu kırıldı. Tabi tam bu noktada bu sefer Milletler Ligi'nin ne kadar önemli bir organizasyon olduğu masaya yatırılabilir ama sanırım güçlü sponsorlar buna pek izin vermeyecek gibi. Daha çok Dünya Kupası veya olimpiyat madalyası kazanılmış gibi anlatılacak. Hatta toplumun birçok kesimi öyle olduğunu zannederek hayatına ve iktidar karşıtı Facebook paylaşımlarına devam edecek.

Aslında bu düşüncelere uzun zamandır sahibim. Fakat kaybedilen turnuvalardan sonra yazmak  fırsatçılık gibi dururdu. Bir de yamyam futbol tayfasının kıskançlığı ile bir tutmak istemezdim kendimi. O nedenle kazanırken söylemek daha doğruydu. Bir de zaten milli takım kaybedince biz de üzülüyoruz. Çıkıp "Bak yine kaybettiler" demek içimden gelmezdi.

En azından şeytanın bacağını kırdığımız ve gerisini geleceğine inandığımız bir dönemde bunları söylememiz daha uygun. Voleybol milli takımı saha içinde potansiyelinin altında kalan bir takımdı ve bu altta kalmanın altından kalkmak için önünde fırsatlar silsilesi önünde duruyor.

Öte yandan şunu da kabul etmek lazım. Kadın voleybolcular, ülkedeki diğer kadınlar daha avantajlılar. Zira onların rekabet ettikleri de kadınlar. Yani sadece voleybolcular değil, sporcular... Mesela bir kadın yönetmenin film sektöründe, bir kadın siyasetçinin siyasi arenada, bir kadın reklamcının Maslak plazalarında tutunması çok daha zor. Zira rekabet ettiği binlerce erkek ve erkek egemen sistem var. Oysa sporcunun karşısındaki de kadın. Ve Batı ülkelerini çıkarırsak, kadına verilen değer zaten üç aşağı beş yukarı benzer oluyor.

Buna bir de voleybolun özel avantajları eklenebilir. Tabi voleybol o avantajları altın tepsiyle almadı, biraz da kendi yarattı. Mesela federasyon her yere saha yaptı. Kızların voleybolcu olması kolaylaştı. Aslında sanılanın aksine futbol oynayan erkek çocuklardan daha fazla fırsatları oldu. Bir yandan da Avrupa'daki rakip ülkeler için voleybol o kadar da önemsenen bir branş değil. Komünizm mirası ve rekabetçi DNA ile Slav ülkelerini, top olduktan sonra her oyunu oynayan Brezilya'yı ve biraz da her spora asgari yatırım yapan ABD'yi çıkardığınızda; geriye pek bir ülke kalmıyor.

Oysa futbola, tenise, basketbola baktığınızda birçok ülkenin hevesli olduğunu ve rekabet çıtasını yukarıya çektiğini görürsünüz. Yani kadın voleyboluna koyulan 1 milyon, erkek futbolu için harcanan 50 milyondan daha büyük olabilir. Bu ikisini kıyasladığınızda, 1 milyonu görüp "işte azıcık desteğe rağmen..." ile başlayan cümleler kurmak pek doğru matematik olmayabilir.

Öte yandan kadın voleybolculara yaşatılan psikolojik zulmü de es geçmeyelim. Bu konuyu tartıştığımızda, sevgili eşim bu kısma çok dikkat çekti. O da haklıydı. Fakat bu kadın voleybolculara haiz bir durum değil. Türkiye, kendisinden başka herkesten nefret eden bireylerin oluşturduğu bir toplum olduğu için sene 500 maça çıkan ve gdevamlı görünür olan voleybolcu da zulme uğruyor. Tabi voleybol halkımız tarafından teknik anlamda pek bilinen bir spor olmadığı için, voleybolcuyu sportif açıdan eleştirmek kolay değil. O yüzden iş biraz "kadınsı özellikler"e kalıyor. Ama mesela futbolu herkes çok iyi bildiğini sandığı için Arda Güler'in imza törenindeki top sektirmesine bile burnunu sokup "Ben daha iyisini yapardım" diyebiliyor. 

Bu işin bir de kadın futbol ayağı var. Birkaç gün sonra Kadınlar Dünya Kupası başlayacak. Tabi ki izleyeceğiz fırsat oldukça. Sonra lig başlayacak. Onu da izleyeceğiz. Birileri ise izlemeyecek. Fakat sonra kadınların medyada yer bulamamasından şikayet edecekler, başka branşları dövecekler, "ah kadınlara ilgi gösterilse" diyecekler.

Peki bu ilgi nasıl gösterilecek? Oyunu oynayanların oyunu nasıl oynadıkları anlatmadan oyunun değeri artar mı? "Biz kadın futboluna ilgi gösteriyoruz" diyenlerin, ligimizden 10 tane kadın futbolcu sayamadığı ortamda hangi ilgiden bahsedebiliriz?

Bu işin özü sporcunun performansıdır. Yeteneği, kabiliyeti, iyiliği, kötülüğü, vurduğu smacı, kaçırdığı golü, sakatlığı, boyunun kısalığı, sol ayağının muhteşemliği.... Bunları konuşarak bir değer elde edersiniz. Bu hikayeleri yazarak ilgi çekersiniz. Biz çocukken futbola ve basketbola, toplumsal bir misyondan dolayı ilgi göstermedik. Gördüğümüz sportif manzaralar ilgimizi çektiği için heyecan duyduk. O manzaraları da önümüze koyan, o hikayeleri anlatan bir basın vardı. Ulaşmak kolaydı. Eğer kadın futbolcuların maçını izlemezsek, onu tartışmazsak, olan biteni eleştirmezsek buradan bir ilgi çıkmaz. 

Yani bu işin özü sahanın içi. Performansın kendisi. Hikaye orada. Haliyle kadın voleybol takımının başarısız olduğunu iddia etmek de bu işin bir parçası. Ayıp değil, günah değil. İşin ta kendisi... Son şampiyonluk ise bu ortamda geç kavuşulan bir meyve. Tek olmayacağına inanıyoruz ama asla da yeterli değil.

Başlık da biraz bu paragraf zaten. Siz Türkiye'deki kuraklığın içindeki güzellik olarak görebilirsiniz. Ben oyuna bakıyorum. Birçok turnuvadan eli boş dönen milli takımın kupasız dönemlerinin ardından kazandığı bir vaha olarak görüyorum. Çünkü spor budur. Ya kupanız vardır ya da yoktur. Gerisi gerçeklikten sapmaktır.

Pazartesi, Temmuz 17

Müslüm


Ayvalık'tan Bodrum'a giderken Tolga Çevik'in orta düzey Sen Ben Her Şeyimsin filmine denk gelmiştim.

Aynı rotadaki dönüş yolculuğumda ise seçenekler arasında Müslüm vardı. Müslüm filmine ilk çıkış yılından itibaren (2018) oldukça mesafeliydim. Daha doğrusu; filmin yapımcısı Mustafa Uslu çıkardığı ürünlerle ve sonrasında dünyayı kurtarmış gibi davranmasıyla bizi bu tip hikayelerden soğutmayı  başarmıştı. O nedenle Müslüm'e doğal bir mesafe koymamız kolay oldu. Fakat her şeye rağmen bir otobüs yolculuğunda izlemek için hiç fena bir seçenek sayılmazdı.

Hatta filmin girişindeki isimleri okuyunca "Acaba haksızlık mı ettim?" diye kendime sormadan edemedim. Senaryo kısmında Hakan Günday'ın olduğunu beş yıldır bilmiyordum, bu bilgiyi filme başladıktan hemen sonra öğrendim. Bu da düşük beklentilerimi bir anda yukarıya çekti.

Fakat yine de karşımda iyi bir film bulamadım. Aslında benim yıllardır düşündüğüm kadar da kötü değildi. Ben tam bir ajitasyon ve drama bekliyordum. Popüler bir isme sırtını dayayarak üretilmiş, tiraj kaygılı bir 'reklam ürünü' çıksa şaşırmazdım. Aslında bu düşüncelerimiz belli noktalarda kendini gösteriyor. Fakat en azından oyunculuk, zaman zaman görüntü yönetmenliği ve tabi güçlü bir öykü bizi bir şekilde filmde tutuyor.

Yine de Müslüm Gürses gibi, uzun yıllara damga vurmuş, kitleleri harekete geçirmiş, bunun yanına da tam anlamıyla "tam filmlik" bir hayat hikayesi eklemiş bir karakterin biyografik filmi çok daha derinlikli olabilirdi. Hatta film genel olarak, standart bir sinema filmi kadar derin değil. Kompakt da değil.

Sinematografik kısımda pek sıkıntımız yok. Zaten çok iyi oyuncular var. Teknik anlamda da masraftan pek kaçılmamış. Filmin iki yönetmenli olması ise büyük sıkıntı. Hangi sahneler Ketche hangi sahneler Can Ülkay'a ait bilemedim. Buna rağmen filmin konusunda bir kopukluk var. Filme başlar başlamaz ve sonrasında iyi bir süre boyunca Müslüm Gürses'e farklı bir açıdan bakacağımızı zannediyoruz. Fakat sonrasında paket paket bilgiler doğru yanlış olduğu düşünülmeden önümüze atılıyor.

Oysa biz Müslüm Gürses'i biliyorduk. Bize bu bilgiler pek lazım değildi. Daha önemlisi, Müslüm Gürses'in külliyatında iddialı olmasak da onun bu ülkedeki etkisini biliyorduk. Ve onu farklı kılan da oydu.

Üstelik benim gibi çok büyük Müslüm Gürses hayranı olmayan birinin bile bildiği basit bilgiler, tarihsel gerçekliğinden kopartılmış. Filmi daha ilgi çekici hale getirmek için mi denenmiş bunlar? Oysa hikayenin özü zaten ilgi çekici olmaya yetiyor. Sanırım iki saatlik bir filme bilinen her detayı sıkıştırmak için çalakalem bir şeyler yazılmış. İster istemez burada oklar Hakan Günday'a dönüyor ama projenin arka planında olan biteni bilmediğimiz için günah almayalım.

Bir iki örnek verelim. Gürses'in Gülhane konseri dillere destandır, efsanedir. Başlı başına bir olaydır. Bir de jiletçi hayranları ile kurduğu ilişki ve devamında bıçaklandığı bir Bursa konseri vardır. Bu da Müslüm Gürses olgusunun en sert örneklerinden biridir. İki konser de farklı anlamlar ifade eder ve kendi sınırlarında yeterince güçlüdür. Oysa biz bu iki konserin birleştiğini görüyoruz filmde. Müslüm Gürses Gülhane konserinde bıçaklanıyor güya... Neden? Ya da Müslüm Gürses ile Burhan Bayar'ın tanışması çok eskilere, 15-16 yaşlarına dayanıyor. Burada ise çok daha sonrası. Üstelik Bayar filmin müzik yönetmeni. Öyleyse neden? Böyle olunca hikaye daha bir peri masalına mı dönüşüyor? Bir başarı hikayesi mi? Peki Müslüm Gürses'in yarattığı sihir bir başarı hikayesi olması mı? Tam tersi değil mi?

Bu tarz sahte dokunuşlar, beni biyografik filmlerden uzaklaştırıyor. Vasat sinema seyircisini aldatmak ve etkilemek kolay, onların parasını alıp gişe yapmak kolay, devamında her işi vasata hizmet edecek şekilde yapmak daha da kolay... Maalesef toplu bir kalite düşüklüğünü işte bu tip alışkanlıklar doğruyor. Kim daha fazlası için uğraşsın ki?

Üstelik bilinen her detayın anlatılmasından daha fazlasına ihtiyacımız var bu tip işlerde. Yani tıka basa dolu bir Gülhane konseri görmek istemiyoruz filmde; Halfeti'den çıkan, babası annesini öldüren, bir müddet şöhreti de yakalayamayan adamın o konser alanını nasıl doldurduğunu gösteren gelişmelere ihtiyacımız var. Sadece türkü söyleterek olmazdı bu! Türkü söyleyen yüzlerce sanatçı var zaten. Müslüm Akbaş'ın bir farkı olmalıydı. O fark ise filmde yoktu. Hatta zaten bir "müzik" filmi olarak baktığımızda bile Müslüm Gürses sadece türkü söylemezdi ya... Onu farklı kılan sesler de yoktu...

Müslüm Gürses'te dramatik bir hayat hikayesinden daha fazlası var. Film bize hiç çocuğu olmamış "Baba"nın hayat hikayesini anlatıyor ama onun nasıl "Müslüm Baba" mertebesine yükseldiğinden bahsetmiyor. Hatta adını Müslüm koyarak da kısa yola saptığını itiraf ediyor. Müslüm Akbaş'ı mı, Müslüm Gürses'i mi Müslüm Baba'yı mı anlatıyor? Hepsinden biraz, ortaya karışık. Kesişim kümeleri Müslüm işte...

Biz burada, onun İstanbul'un varoşların da varoşlarında nasıl sevildiğini, yoksul halkın değil yoksul halkın bile ittiği Müslümcülerin gönlünde nasıl taht kazandığını görmüyoruz. Sanki o şarkı söyledi, herkes sevdi, bir de sonsuz bir aşka sahip oldu... Filmin bize verdikleri bunlardan ibaret. Hatta Batılı tarzda şarkı söylediği 2000'ler bile çok kolay geçilmiş. 'Yüksek kesimin" Müslüm'ü sahiplenmesi o kadar kolay mıydı peki? Ya da onun evlatları, babalarının Harbiye'de caz söylemesini olgunlukla kabullenmiş miydi?

Cevapları biz biliyoruz. Hatta tek bir cevap bile veremiyoruz. Zira çok fazla cevabı var. Müslüm Gürses'i, diğerlerinden farklı kılan da buydu biraz. O Ferdi ve Orhan gibi zirvede değildi. Biraz kenardaydı. Kenarda olmasının da sebepleri vardı, çünkü çemberin dışını temsil ediyordu. Gülhane'de de öyleydi, Harbiye'de de... Fakat filmimiz bunlara girmemiş. Eh kabul edelim; zor konular... Sigara, alkol, uyuşturucu az, varoşlar yok, 1980 darbesi yok, 1980 sonrası yok, işçiler, yoksullar yok, İstanbul yok, kasetçiler yok, Orhan ve Ferdi de yok... E peki ne var o zaman? Geriye kalanlarla nasıl bir Müslüm Gürses atmosferi iddia edilebilir? Filmin başındaki ıssız Urfa ve kaotik Adana da olmasa yanmıştık...

Hakan Günday'ın varlığı bizi sırf bu yüzden rahatlatmıştı ama beklediğimiz katkı gelmedi.

Onlar Müslüm'ü anlatmış. Wikipedia'da okuyabildiğimiz Müslüm satırlarının görsele aktarılmış hali. Etkileyici bir hayat hikayesine, başarılı bir sinema uyarlaması. Fakat, ansiklopedik bilgilerden daha fazlası vardı Müslüm'de. Onu Müslüm Baba yapan bir şey olmalıydı. Arabeski herkes dinledi ama bir tek onun hayranları kendilerini jiletledi. Bunun bir nedeni olmalıydı. O nedenler filmde yoktu. 

Oyuncularımız gerçekten çok iyiydi. Timuçin Esen'e tek eleştirim Müslüm Gürses'in şarkı söylerken kendinden geçtiği halleri biraz fazla abartması ve aslında sanki Levent Kırca'nın Müslüm Gürses taklidine dönüşmesiydi.

Şahin Kendirci'yi yıllar önce filmin fragmanında gördüğümde onu Taner Ölmez sanmıştım. Ölmez olmadığını öğrendiğimde çok şaşırmıştım. Oysa ikisi de filmdeymiş. Biri genç Müslüm'ü, diğeri de Müslüm'ün kardeşi Ahmet Akbaş'ı oynuyorlar. Başarılılar. Zerrin Tekindor sanki fazla kasmadan işin altından kalmasına yetmiş. Muhterem Nur bizim kuşağın gözünün öne pek çıkmadığı için, ona bir can vermek, kendinden bir şeyler katmak daha kolay olmuştur diye tahmin ediyorum. Bir de zaten onun karakterinden istenen 'paket' de çok basitti. İlginçtir en beğendiğim oyuncu, lümpen, milliyetçi Türk dizilerinin vasat oyuncusu Turgut Tunçalp oldu. Müslüm'ün babası rolünde bence filmin en iyisiydi.

Yine de oyuncularımız da ne yapabilir ki en fazla?

Eğer Şanlıurfa'nın ücra bir köyünde doğan, hatta bir ara ölen, sıfırın da altından gelen ve buna rağmen Türkiye'de kitleleri peşinden sürükleyen bir fenomenin ülkeye, popüler kültüre ve sosyolojik fay hatlarına yaptığı dokunuşları merak ediyorsanız; üzgünüm koca bir hayal kırıklığı sizi bekler... Hatta bu anı görmeye en çok yaklaştığımız Gülhane Konseri' sahnesinde bile, bir anda jiletlerle ortaya çıkan "Baba" fanları öyle bir karikatürize edilmiş ki, Kolay Para filmindeki Cevher (Özcan Deniz) hayranı Arıza'dan (Erkan Taşdöğen) farkı yoktu.

Tahminim;  Gürses'in Cihangir sokaklarına taşınması ile hayal kırıklığına uğrayan 'eski' kitlesi, bir kez daha hayal kırıklığına uğradı, hatta bu sefer onunla yeni tanışan (veya barışan) Cihangir bile bu hayal kırıklığına ortak oldu.

Bugünlerdeki vasat Türkiye'nin ekonomik anlamda hem aşağıdan hem yukarıdan kimliksiz kalmış yığınları için ise oldukça yeterli ve hatta spektaküler bir film belki de... 

Bir internet sitesinde bir yorum şöyle diyordu mesela; "Gerçek olaylardan aktarılmış başarılı bir film"

Yani, elde kalan sinema seyircisi için bir biyografinin gerçek olaylardan aktarılması onlara yetiyor. Bir de üstüne bu gerçek olaylar sahiden etkileyici olaylarsa; fazlasına gerek kalmıyor...

O nedenle de Müslüm filmi ve benzer şifrelerle çekilen ardılları uzun süre daha (beş sene oldu bile) konuşulmaya ve izlenmeye devam edecektir.



Cuma, Temmuz 7

Hayallerin Kaosundan Sert Real'e

Arda Güler'in damgasını vurduğu son bir ay her haliyle çok ilginçti. Aslında onun sahada olduğu önceki dönem de çok ilginçti. Sahada müthiş işler yapan olağanüstü bir yetenek vardı ve üstelik zaman zaman sahada da değildi'

Fakat yine de bizler, çoğu zaman sahada parlayan genç bir yıldız adayı görürüz ve onu tartışırız. Bu kısa alışığız. Fakat Real Madrid ile Barcelona'yı peşinden koşturan bir oyuncuyu her zaman görmüyoruz. Haliyle hem futbolsever olarak bizler, hem Fenerbahçe yönetimi, hem Fenerbahçe taraftarı hem de basınımız fena çuvalladı. Hatta bana kalırsa Arda Güler'in ekibi de peki sağlıklı iş yapamadı. 

İstanbul depremi gibi bir süreçti. Bağıra bağıra gelen bir yıldız vardı ama kimse onun ortaya çıkışına hazırlanmamıştı!

Çok uzun bir yazı olacak; bakalım sonu nereye varacak?

Aslında sonu kadar, nereden başlayacağımı da bilmiyorum. Fakat ilk olarak, yakın çevreme söylediğim bir cümleden bahsetmek istiyorum. Arda Güler, Galler'e enfes golü attığında Fenerbahçeli taraftarlar gururlanmış ve her yerde bu golü paylaşmıştı. Gayet doğaldı. Ertesi sezon takımı üzerine kurmayı düşündükleri yıldızları, onları bir kez daha mahcup etmemişti. Ben de o maça kadar Arda'nın 2023-24 sezonunda Fenerbahçe'de kalacağını düşünüyordum. Fakat golü gördükten sonra fikrim değişmişti. Fenerbahçeli arkadaşlarıma "Bu gole ileride çok üzüleceksiniz" demiştim.

Çünkü o gün dünya Arda Güler gerçeği ile tanıştı. Tanıştı kelimesi belki biraz anlamsız durabilir, zira scout'lar, hocalar, menajerler zaten onun farkındaydı. Fakat o gün daha fazla insanın gündemine Arda Güler girdi. 

Yurtdışındaki gazeteleri takip ettiğimde zaten ufak tefek Arda haberlerini görüyordum. Gol ise daha büyük haber oldu. Bu da doğaldı. Futbolun duraklamaya geçtiği Haziran ayında, sıkıcı milli maçların arasında, 'tık' aldıracak bir kaliteydi o an. Tüm Avrupa, çölde vaha bulmuş gibi o golü paylaşıyordu. İşte o gol sayesinde Avrupa'daki bir çok 'okuyucu' ve ' futbolsever' de Arda ile tanıştı. İşin şekli de ondan sonra değişti.

İşin bu noktasında birkaç tane paydaş var. Hepsi birbiriyle alakalı, bir o kadar da birbirinden bağımsız. Yazıyı karmaşık hale getirme riski de burada yatıyor. Fakat Arda, artık Real Madrid'e transfer olduğuna göre bir parçayı diğerlerinden ayırmak mümkün olabilir. Fenerbahçelilerin büyük hayalini; Arda ile bir sene daha beraber geçirme isteklerini...

Fenerbahçeli Arda

Tabi ki her taraftarın isteği, arzusu, hayali yetenekli futbolcuların kendi takımında oynamasıdır. Bazıları biraz daha gerçekçi yaklaşır. O tip oyuncuları yakalasa bile, onların uzun süre takımda kalamayacağını fark eder ama en azından süreyi uzatmanın düşünü kurar. Buraya kadar beklentilerin oluşması normal. Fakat bu beklentilerin çok kısa bir zamanda baskıya dönüşmesi (Arda bundan ne kadar etkilenmiştir ayrı konu) çok acımasızdı.

Arda, Fenerbahçe'de çok uzun süre oynamadı. Bahsettiğimiz süre 1.5 sezonun ta kendisi değil. Evet 1.5 sezon da uzun değildi ama esas olarak o 1.5 sezonu da doya doya yaşayamadı. Oysa kalitesi vardı. Önce İsmail Kartal onu "korumak" istedi, ardından Jorge Jesus görmezden geldi. İş artık koptuğunda, dakika doldurmak zorunda kalınan noktada Arda'yı sahada görmek başladık. Buna rağmen sezon sonunda, en çok süre alan 17. oyuncu olabildi. Ondan daha iyi 16 oyuncu varmış yani!  Burada suçlu Arda mıydı?

Galatasaray TV spikerinin bile yıllar önce canlı yayında övdüğü bir oyuncuyu Fenerbahçe camiası uzun zaman görmezden geldi. Değerini bulduğunda ise ona "takımın efsanesi" rolünü verdi. Üstelik efsane olmanın güzelliklerini yaşamadan, sadece sorumluluklarını yükleyerek.

"Bizi şampiyon yapıp öyle gitmelisin"

Son bir ayda Twitter'da  çok defa okuduğum cümlelerden biriydi. Fecaat bir bakış açısı aslında. Arda gibi bir oyuncunun, bu isteğe "önce bana şans verin de sonra sizi şampiyon yapayım" demesi isabet olurdu. Tabi ki kendisi böyle bir polemiğe girmedi. Onun yerine biz kullanalım o cümleleri. Fenerbahçe taraftarı bir hülya kurdu ve oyuncunun bu romantik isteğe kayıtsız kalmayacağını sandı. Esas hülya ise şuydu; Fenerbahçe'nin seneye şampiyonluk şansının düşük olmasının görmezden gelinmesi...

Tabi ki sezon içinde işler değişir, ligler uzun maratonlardır ve Fenerbahçe de her zaman zirveye oynar. Fakat şu anki kaotik ortamda Arda Güler'i Fenerbahçe'ye çekebilecek, ona şampiyonluk hayalini kurduracak ne var? Mesela, Arda sezonu Fenerbahçe ile benzer noktada bitiren Beşiktaş'ta oynasa daha farklı cümleler kurabilirdik. Arda da başka düşünceler geliştirebilirdi. Çok iyi bir ikinci yarı geçirmiş, iyi bir hoca ile altı ay çalışmış, biraz daha oturmuş bir takımın parçasına dönüşmüş olabilirdi. Ve o zaman kendi kendine, "Sezonun ikinci yarısı çok güzel geçti. Yanımda Gedson, önümde Cenk-Abuş... İyi kadro olduk. Alıştık da birbirimize. Derbiler kazandık. Şenol Hoca da bana değer veriyor. Tamam ya; bir sene daha beraber olalım." diyebilirdi. Peki Fenerbahçe ona benzer bir alan sağlıyor muydu?


Haziran ayının sonuna kadar hocası belli olmayan, en sonunda ise Arda'nın en rahat oynayabileceği sezonda (şampiyonluk yarışından kopulmuş, baskısız ortamda) ona forma vermeyen hocayı açıklayan bir kulüp, sahanın neresinde oynayacağı bile belli olmayan bir yıldız oyuncuya nasıl "Kal da şampiyon olalım" deme cüretini gösterebilir?

"Eda Erdem, Instagram'dan kal demiş" de falan filan... Pardon da Eda Erdem kim? Tabi ki büyük bir voleybolcu ve Fenerbahçe'nin kaptanıdır. Saygımız sonsuzdur. Fakat 17 yaşındaki Arda'nın kararlarında nasıl bir etkisi olabilir, nasıl bir gücü olabilir? Ferdi veya Altay gibi akranı sayılabileceği, hayata beraber baktıkları arkadaşları "Kal be abi" dese daha etkili olur da, büyük ihtimalle onlar da çıkışın yolunu arıyorlar zaten. 

Eda Erdem'in Instagram mesajından daha güçlü iletişimler de kuruyor üstelik bu çocuk. Mesela Luka Modric ve Carlo Ancelotti ile konuşuyor. Siz futbolcu olsanız hangisi sizi daha çok etkiler? Dünyanın en iyi futbolcularından biri mi, yoksa kulübünüzün voleybol şubesinin kaptanı mı? 

Daha acımasız ve gerçeklikten kopuk olan ise "voleybolcu sana böyle diyorken, sen nasıl kalmak istemezsin" bakışıydı...

Tüm bu saçmalığa tuz biber eken de Ali Koç oldu. Başkan, İsmail Kartal'ı açıkladığı son basın toplantısında Arda konusunu "Fenerbahçe'de kalmak istemedi" olarak yorumlamadı. Tam bir Türk melodramı, romantik soslu mağduriyeti. Hayır! Arda Fenerbahçe'de kalmak istemedi değil; Arda dünya devlerine gitmek istedi. Arda Fenerbahçe'de kalmak istemese; mesela Galatasaray'a, Olympiakos'a, Wisla Krakow'a gitmek isterdi. Neresi olursa olsun... "Ben bu iş yerinde kalmak istemiyorum" diyorsanız, her seçeneği düşünürsünüz. Fakat Arda Fenerbahçe'de kalıp kalmamayı düşünmedi. O Real Madrid ve Barcelona'dan gelen teklifleri gördü ve oralara gitmek istedi. Arda bu seviyede kalmak istemedi. O sıçrama yapmak istedi. Fenerbahçe (ve Süper Lig) ona aynı imkanı tanımayacaktı. 

Gidiyor ama nereye?

Şu an cevabını bildiğimiz soru son bir ayda çok seçenekliydi. Bu tip savaşları kazanan da genelde (eğer savaşın tarafıysa) Real Madrid olur. Gelenek değişmedi. Fakat açıkçası benim düşünceme göre bu tercih biraz soru işaretleri barındırıyor.

Zaten Real Madrid ve Barcelona, transfer sayfaların en önce düşen takımlardan değillerdi. Benfica, Ajax, Bayern, Sevilla ile Milan; adı daha önceden ve daha sık anılan takımlardı. Benim kafamdan geçen plan; geliştirmeye yatkın, Arda'yı oynatacak ve şampiyonluk baskısını yaşayacağı bir kulübe gidilmeseydi. Yani Benfica ve Ajax ilk adaylarımdı. Sevilla'da kafaya oynayamaz, Milan'da gelişemez, Bayern'de süre alamazdı. Zaten Benfica ve Ajax etiketini alınca da değeri otomatikman artacaktı. Belki bu iki takımdan birinde iki sezon geçirse, 100 milyonluk bir transfer yapması işten bile değildi.

Zaten diğer devlerinin ağzının sulanması da tam olarak buradan doğdu. 17.5 milyon, günümüzde devler için sakız parasından hallice. Arda'nın yeteneği tartışılmaz. Eksikleri de var ama 17.5 milyon o eksikleri görmezden gelmeye değecek kadar düşük bir miktar. Üstelik rakiplerinizin bu oyuncuyu kapma ihtimali de korkutucu.

Haliyle Real Madrid de yokladı. Tabi Barcelona da. İşin bundan sonrası biraz benim komplo teorilerim, biraz da satır aralarını okumamla alakalı. Sanırım Arda'nın ekibi, onu Real Madrid'e götürmeyi kafasına çok önceden (yani bir ay öncesinde) koymuştu. Fakat Real ilk başlarda çok hevesli değildi. İşte tam o anlarda Barcelona devreye girdi. Nasıl girdi bilmiyorum ama benim aklımda iki senaryo var. Düşük ihtimal şu; Barcelona ile ufak bir ittifak yapıldı Real Madrid'in daha çok para ödemesi için "devredeymiş" gibi davranılması sağlandı. Bu da Real'in elini çabuk ve bonkör tutmasına neden oldu.

Fakat vurguladığım gibi; düşük ihtimal. Zira Arda'nın menajeri aynı zamanda Courtois'nın da menajeri ve Real Madrid ile papaz olmak istemeyeceği gibi, Barcelona'yı da böyle bir iş için kullanması kolay olmazdı. Ayrıca Barcelona olarak böyle bir gündeme dahil olup, "Real Madrid'e topçu kaptırmanın" maliyeti, rakibinizin ödeyeceği ekstra ücretten daha büyük kayıp olabilir.

O zaman ikinci senaryom devreye giriyor. Arda'nın menajerinin İspanya bağlantıları, medyada çok fazla haber üretilmesini sağladı. Bu da Barcelona'nın bir yoklama çekmesine neden oldu. Fakat tüm o haberler esnasında Barcelona'nın Arda'yı transfer edemeyeceğini hepimizi biliyorduk. Zira kulüp değil bonservis ödediği oyuncuyu; bedavaya aldığı İlkay'ı bile listeye yazdıramama tehlikesini yaşıyor. Yani bu operasyonu bitirebilecek maddi gücü yoktu. Gerçi burada da yedek alternatif, Fenerbahçe'de bir sene kiralık oynama düşüncesi, devreye girebilirdi. Fakat bu da Arda ve ekibi için seçenek olmaktan çoktan çıkmış gibiydi.

Şurada konuyla ilgili bir teori daha var, meraklısına onu da bırakıp yola devam edelim.

Yani Real Madrid ve Arda'nın kaderi çoktan yazılmıştı. Ya da yazdırılmıştı. Peki bu iyi bir sonuç verir mi? Bekleyip göreceğiz.

Yine de bu yazdıklarımızdan "Arda, menajer şişirmesi" gibi bir anlam çıkmasın. Fakat onlar açısından başarılı bir operasyon olduğu da gerçek. Sonuçta Süper Lig'deki oyuncuyu, doğrudan Real'e götürmek, bitmiş bir kariyeri (menajeri için) yeniden canlandırabilir. Arda da; son dönemde Bellingham, Rodrygo, Endrick, Vinicius, Camavinga, Valverde gibi oyuncuları transfer eden ve gelecek 10 yıla damga vuracak bir takım yaratmaya çalışan Real Madrid'in politikasına daha çok uyuyor. Hatta Pedri ve Gavi gibi evlatlarına takım kuran Barcelona'dan daha çok uyuyor. 

Fakat yine de oyuncu için en doğru adres orası mı emin değilim. Tam da bu noktada Arda'nın eksiklerinden bahsetmek gerek. Aslında amaç onu eleştirmek değil. Fakat şu an Türk spor içeriklerini okuyunca - dinleyince, elimizde kusursuz bir futbolcu var gibi gözüküyor. Oysa Arda'nın bazı eksikleri Süper Lig'de bile ortaya çıktı. Temposu düşüktü, bazı büyük maçlarda söndü, fiziği de halen çok yetersiz. Bunlar büyük sorunlar değil elbet. Hallolmayacak işler de değil. Öylesine kusursuz bir tekniği bulmak her şeyden daha zor zaten. Tempo yüklenir, fizik gelişir, mental güç artar. Fakat insanın aklına şu soru geliyor. Bu çocuk, Real Madrid'de ilk etapta forma bulamazsa ülkede yaşanan hayal kırıklığı ve çocukta oluşacak üzüntü kolay tamir edilir mi?

Hele hele acımasız sosyal medya terörü kapıda beklerken. Arda'nın Real'de üst üste üç maç oynamaması onu Türkiye'nin internet platformlarında "yerli Messi"den "çöp"e taşımaya yetecek. Peki bu Arda'nın umrunda olur mu? Bilmiyoruz.

Tabi bir yandan bu tip eleştirileri, kötü günleri, zaman zaman çöküşleri görmesi de iyi bir eğitim süreci olabilir. Tam da bu noktada Türkiye'de kalmasının ne kadar kötü olacağını bir kez daha hatırlıyoruz. Hatırlayın Galatasaray ile oynadıkları son maçı. Dünya derbisinde, Fenerbahçe'nin en iyi oyuncusu olan Arda ıslıklandı, rakip stoper ona omuz attı, sert bir atmosferle tanıştı. Ertesi gün Fenerbahçeli taraftarlar, bunların ne kadar kötü olduğundan bahsediyordu. Oysa tam tersiydi. Camp Nou deplasmanına çıkınca da kimse ona iyi davranmayacak (Belki daha çok saygı duyulur o ayrı). Fakat dünyada kimse ona, kendini yere attığı maçtan sonra "Olur böyle şeyler" diyen Cenk Tosun ve Mert Günok abileri gibi davranmayacak.

Yani her türlü Arda'nın buradan çıkması iyi bir tercih. Devamını kestirmek ise çok zor. Tahmin yapmak imkansız. 18 yaşındaki bir çocuktan bahsediyoruz. Bu çocuk İspanya'da bir kıza aşık olabilir ve her şey ters gidebilir. Ya da tam zıttı; takım içinde çok iyi bir rol modeli bulur ve o rol modeli ona hayatı ve futbolu öğretir. Ya da fiziği gelişir, ya da gelişmez. Arda'nın üç sene sonra hangi pozisyonda ustalaşacağı bile belirsiz.

Zaten bizi heyecanlandıran kısım da burası. Bir karakter yola çıktı ve hep beraber onun yolunu izleyeceğiz. İyi de olabilir kötü de bitebilir. Fakat en azından buranın artık klişeleşmiş hikayelerinden biri daha çıkmayacak önümüze. Bütün sonlar, alıştıklarımızdan farklı olacak.

Perşembe, Temmuz 6

Sen Benim Her Şeyimsin

 


Film izlemeyi seviyorum. Zaten bu blog'da az biraz zaman geçiren herkes bunu fark etmiştir. Sinefil olduğumu iddia edemem ama diğer yandan hiç seçici olmadığımı da kabul edebilirim. Çok defa kötü filmler izledim. Bazen bilmeyerek denk geldim, bazen de zaman geçirmek için bile isteye...

Tolga Çevik'in 2016'da oynadığı ve sanırım şu ana kadar son filmi olarak gözüken Sen Benim Her Şeyimsin ikinci kategoriden. Ayvalık-Bodrum arası bir otobüs yolculuğunda ön koltukta otururken biraz Ege manzarasına biraz da filme baktım. Başka alternatifim yoktu, önümde uzun bir yol vardı ve hiç rahatsız olmadan izledim.

O şartlar altında zamanı değerlendirmenin iyi yollarından biriydi. Zaten kaliteli bir filmin de otobüs yolculuğuna denk gelmesini istemezdim. Şimdi mesela bir Ahlat Ağacı, Söke otogarına girerken izlenmezdi zaten.

Bu arada yerli sinemada bazı figürler benim için otobüslerle eşleşmiştir. Çakallarla Dans serisinin ilk iki filmin yolculuklarda izlemiştim mesela. Tolga Çevik'in bir diğer filmi Patron Mutlu Son İstiyor da otobüste karşıma gelmişti. Hatta ben buraya onun hakkında da bir yazı yazdığımı hatırlıyordum ama yazıyı bulamadım.

Neyse; Sen Benim Her Şeyimsin hakkında kurulacak cümleler az çok bunlardan ibaret. Zira yukarıda adı geçenlerin standartına bile yaklaşamıyor. Filmi izlemekten rahatsız olmadım ama başka zamanda çok sıkılırdım. Tolga Çevik o kadar güldürmüyor. Cengiz Bozkurt yandan bir omuz atıyor ama yetmiyor. Çevik'in kızı ve Cem Yılmaz'ın yeğeni Tuna Çevik'i de ilk kez izledik. Kendisinden Maradona'nın damadı Agüero performansı bekliyoruz ilerleyen senelerde ama henüz değil.

İzlerken tam bir "Kore filmi uyarlaması" tadı aldım. Zaten Meksika uyarlamasıymış. Uyarlama olması bizim izin önemli değil. Mesela benzer konulu Garip de Chaplin'den uyarlanmıştı ama hepimiz çok sevmiştik. Fakat Sen Benim Her Şeyimsin'i o kadar sevemedik...


Çarşamba, Temmuz 5

Kapat Siteyi Artık Be Adam



Hafta sonu gündemine bomba gibi düşen Twitter limit konusu ne oldu şimdi?

Gerçekten bilmiyorum. Çok da detaylara girmek istemedim. Önce görüntülenme kotası geldi denildi, ardından o kotanın arttığı söylendi. Şimdi de tamamen kalktığı konuşuluyor. Açıkçası çok da ilgilenmedim. Bayram tatilinde telefonu sadece Whatsapp ağırlıklı kullanınca tartışmalara da çok hakim değildim. Bayram dönüşünde de kota konusunda bir sorun yaşamadım. Fakat arkadaş sohbetlerinde sık konuşulan bir konu olmaya devam ediyor.

Ben bir problemle karşılaşmadım ama bir yandan da keşke karşılaşsaydım!

Zira Twitter, artık bizim 2009-2010'larda adım attığımız yer olmaktan çok uzaklaştı. Bir alışkanlık olarak kullanıyoruz ve ne yazık ki sevmesek de bu alışkanlıktan kurtulamıyoruz. Tabi artık kullanım ezberlerimiz değişti. O eskiden her haltı yazdığımız, herkesin tweet'ine salça olduğumuz, siteyi ahkam kesip had bildirmekten ziyade forum gibi kullanıp sohbet ettiğimiz, güldüğümüz, eğlendiğimiz günler çok uzaklarda kaldı. 

Artık daha çok kızıyoruz, daha çok kavga ediyoruz. Haliyle; gün içinde okunan daha az saçma cümle; iyi olabilir. Günün belli bir saatinden sonra sitenin hiç güncellenmemesi işimize yarayabilir. 

Fakat insan yine de hayret ediyor. Elon Musk gibi, yıllardır "dahi" olarak pazarlanan bu adam nasıl böyle saçma kararlar alıyor anlamıyorum. Twitter'ın daha kaliteli bir yer olacağını mı zannediyor? Kendisini forum admini olarak mı görüyor? Zira eskiden forumlarda böyle uygulamalar getirilirdi. Daha nitelikli yazılar için kısıtlamalar olurdu. Mesela, "aynen, tabi, katılıyorum renktaş" gibi kısa cümleler yasaklanırdı. Fakat Musk'ın düşüncesi böyle bir nitelik havuzu yaratmak olmasa gerek. Eğer öyle olsaydı; görüntüleme kotası değil, yazma kotası getirirdi.

Fakat tabi dolaylı yoldan biz o kotayı sağlayabiliriz. Yani artık bomboş tweet atanları takipten çıkarmak kolaylaşır.

Mesela bir dönem; arkadaşlarımızı takipten çıkaramazdık. Alınırlardı unfollow etmeye.... Sonradan mute özelliği gelince, insanları kandırmayı başardık. Fakat içimiz, vicdanımız bu yalanın parçası olmaya zor katlandı. "Kardeşim tabi takipteyim ya, yazıyorsun yine çok sert" diyerek selamlar verdik eşe dosta. Şimdi ise bu sayede takipten çıkarıp, "Kankam kota doluyor be, kusura bakma. Ulan Musk, yaptı yine yapacağını" diyerek sıvışabiliriz.

Bir avantaj daha; maruz kaldığımız AKP trollerinden kurtulmak da olabilir. Biliyorsunuz bu trollerin tweet'leri en çok muhalif cenah tarafından dolaşıma sokuluyor. Zaten tweet'lerin tonları da kendi taraflarından alkış almak üzerine şekillenmiyor, tam tersi "muhalifleri nasıl kızdırırım?" politikası üzerinden kuruyor boş beleş cümlelerini. Bizimkiler de hemen oltaya düşüyor. Otobüste cümle kursa, anında kulaklık takacak bizler de o tweet'leri devamlı paylaşıyoruz birbirimizle. "Bak bak, ne demiş gerizekalı" diye önümüze düşüyor o cümleler. Sanırım şimdi kota nedeniyle; günde 200 tweet atan bu boşçular da piyasadan, ya da en azından gözümüzün önünden silinir.

Bir de son yıllarda çok rahatsız olduğum bir kesim var. Uzun makalelerini Twitter'da zincir haline getirenler. 20, 30 tweet'lik zincirler... Oku oku bitmiyor. 2-3 dakika nefes almak için girdiğimiz yerde, Bilim Teknik yazısı yazdığını sananlar... Zaten onları pek okumuyordum ama en azından böyle bir kota sayesinde önümüze de düşmez diye tahmin ediyorum. 

Hocam bu kadar uzun uzun yazıyorsan; aç bir blog sayfası okut insanlara. İlla takipçi kasmakla uğraşma. Bak biz yazıyoruz, başımıza bir iş gelmedi. Hem bu sayede daha okunaklı, daha bütünlüklü bir yazı yazmış olursun, biz de boş vaktimizde seve seve senden istifade ederiz. Şimdi 600'lük kotanın yüzde 10'unu sana harcamayalım. Dünyayı kurtarmıyorsun zaten, sal bizi...

Tabi tüm bu düşünceler sanırım şimdilik rafa kalktı. Musk kararını güncellemiş. Fakat yeniden olmayacağının bir garantisi yok. Olursa da üzülecek değiliz.

Yine de anlamıyorum. 3-5 lira daha fazla kazanacağını zannederek; elindeki ürününün daha az tüketilmesini göze almak nasıl bir ticari anlayıştır? Bana biraz Türk esnafını hatırlatıyor.

Özellikle yazlık yerlerde hem turizmi baltalayan hem kendini yakan muhteşem esnafımız... Ne olur mesela? Cennet vatanımıza turistler gelir. Bu turistler para harcamaktan korkmaz. Bunu gören esnaf, ertesi yaz malını biraz daha pahalıya satar. Sonra bakar bu adamlar para veriyor, ertesi yaz biraz daha pahalıya satar. Sonra biraz daha... En sonunda turist şunu der: "Ulan ben zenginim de salak değilim! Neden sana daha fazla para vereyim? Gidiyorum Yunanistan'a, İspanya'ya, Hırvatistan'a..."

Sonra ana haber bülteninde, üzüntülü bir müzik eşliğinde "Esnaf kan ağlıyor" haberleri...

Pandemide de benzer bir durum olmuştu. Çin'de üretim yapmak imkansız hale gelince, Türkiye merkez olmuştu. Çin'de 1 liraya maliyet varken, Türkiye'nin 1.5-2 liralık maliyetleri daha cazip gelmişti Batı'ya. Zira Türkiye'de sıkıntı yoktu. Çin'de üretim yoktu, Türkiye'de daha maliyetli de olsa en azından ürerim vardı. Fakat bu mecburiyeti gören Türkler; "Ulan bu salaklar bize muhtaç oldu, hadi 3 lira 4 lira yapalım" dediler. Bir dönem öyle iş de yaptılar. Fakat Çin tekrar açılınca, hatta dünya komple rahatlayınca müşteri yine Çin'e ve başka yerlere geri döndü. Oysa "Ben işimi Çin'den daha iyi yapıyorum, fiyatım da o kadar uçuk değil. Gel benle devam et" politikası benimsenseydi, uzun vadede daha çok kâr edilirdi.

Nereden nereye atladık?! Boşuna değil, Musk'ın son dönemde özellikle Twitter üzerinde yaptığı işler bana bunu hatırlatıyor. Kendisi de zaten Şoray Uzun'a çok benziyor. Bir Türklük çıkabilir bunda...

Umarım bu sayede Twitter'ı da zarardan zarara sokar da kafamızı rahatlatır. O potansiyel var kendisinde.... 

Salı, Temmuz 4

Boşuna mı Okuduk

Hocalarımızın (Tanıl Bora, Aksu Bora, İlknur Üstün, Necmi Erdoğan) sözüne söz söylemek bize yakışmaz. Biz de eleştiride pek bulunmayacağız, böyle bir çalışmaya katkıda bulundukları için teşekkür edeceğiz öncelikle.

2011'de hazırladıkları çalışma, halen güncelliğini koruyor. Hatta son döneme damga vuran "orta sınıf bitiyor" tartışmasının şiddetini arttırdığı günlerde sorunun belki de kaynağına iniyoruz.

İşsizlik Türkiye'de her daim bir problemdi. Yani tek bir grubun diğerlerinden ayrılan işsizliği pek şaşırtıcı değildi. Ayrıca beyaz yaka da çok kısa sayılabilecek bir dönemde geniş bir taban bulmuştu kendine. Yani aslında Cumhuriyet tarihine uzun uzun baktığımızda "beyaz yaka işsizliği" problemi büyük bir yer kaplamayacaktır belki de. Fakat sorun giderek büyüyor.

Muhtemelen 2011'de de çok büyük bir problemdi ama sanki görmezden gelindi. Daha doğrusu bir şekilde Türkiye şartlarında, bunun da "hallolacağına" ve kendi akışını bulacağına inanıldı. Fakat bugünlerde bunun ideolojik bir politika olduğunu daha net anlıyoruz.

Aslında 2011'de de benzer sinyaller veriliyordu. Kitabın başlangıcı da buna dikkat çekiyor. "Gençler iş beğenmiyor" söyleminin nasıl ve ne amaçla sosyal hayata yerleştiğini daha net idrak ediyoruz. Ayrıca üniversite sayısının (dolayısıyla mezun sayısının) artması ile aslında iktidarın bir sorun üretmediğini, tam tersine kendi politikasına bir çözüm ürettiğini görüyoruz.

Belki de 2011 yılında biraz istisna, biraz marjinal görünen bir gruptu işsiz beyaz yakalılar. Ya da "burada" çok uzun kalmadıklarına inanılıyordu. Sanki aralarında bir nöbet değişimi vardı. Veya biz de o dönemlerde çok genç ve iş hayatında yeni olduğumuz için ve önümüzde uzun yıllar olduğunu düşündüğümüzden bir şekilde raya oturacağımıza inanıyor ve kendimizi o sınıfın kalıcı bir temsilcisi olarak görmüyorduk.

Zaten kalıcı olmadık da. Fakat zamanla o çembere sadece bir adım uzakta olduğumuzu fark ettik. Üstelik zaman acımasızdı, Türkiye ise zamandan daha da acımasızdı. O çembere düşenlerin ve çıkamayanların sayısı giderek artıyor. 

Haliyle kitapta görüşüne başvurulan kişilerin (10'u üniversite öğrencisi, toplam 57 kişi) söylediği ve bazı internet sitelerinde yer alan yorumlarda cümleler bize bir yakınlık hissettiriyor. Yine de hocalarımızın bu çembere düşenleri biraz küçümsediğini kabul etmem gerek. Bir ayrımcılığa uğramamış (başörtüsü, cinsel tercih, Kürt, yoksulluk vs) beyaz yakalı işsizlerin, bu durumu kabullenmeleri, çaresizliklerini kendi başlarına atlatmaya çalışmaları sol gelenekten gelen hocalarımızın biraz tadını kaçırmış gibi. Esasında haksız da değiller. Fakat yine de kişilerle alakalı bir durum olmadığını düşünüyorum. Bu konuyla paralel bir 'örgütlenme' yazısı da aklımda var.

Ayrıca Tanıl Bora'nın bir filmden bahsetmesi ve sonrasında filmle ilgili yorumları eleştirmesi beni çok korkuttu. Film George Clooney'nin oynadığı Up in the Air filmiydi. Ben izlemediğim için yorum yapamıyorum. Fakat yorum yapanlara çok sert giydirmiş Tanıl Bora. Burada sık sık film yorumu yapan beni de korkuttu bu durum. Acaba 2011'de yaptığım film analizlerine denk gelse ne derdi? İnşallah gelmez!

Yine de futbol camiasında yazılarıyla küçümsenen, oysa futbola eğildiği için müteşekkir olmamız gereken sosyal bilimci Tanıl Bora'ya saygımız büyük. Kalemi de akademi standartlarının üzerinde zaten. Son kitabı Demirel'i merak ediyoruz ama sayfa sayısından doğan ücreti şimdilik yedeğe itiyor onu.

Son tahlilde; aradan geçen 12 yıla rağmen "Boşuna mı Okuduk Türkiye'de Beyaz Yaka İşsizliği", kesinlikle okunması gereken bir çalışma olmaya devam ediyor. Boşuna okumazsınız....