Salı, Ekim 27

57


 

Playing for Keeps


Futbol ile romantik komediyi birleştiren filmlerden biri. Genelde bu evlilikten iyi bir ürün çıkmıyor. Buna rağmen yapımcıların neden bu ikiliyi aynı potada birleştirmek istediğini anlamak mümkün. Benim de ilgimi çekti ve sakin bir günde "Bir bakalım" diyerek izlememi sağladı.

Ama tabi benzerleri gibi bu da bizi tatmin etmedi. Tam anlamıyla bir futbol film olmadığı için çok fazla futbol sahnesi görmüyoruz. Bu aslında ağırlıklı tarafı romantik komedi olan bir film için iyi bir durum. Zira futbol sahneleri, sinemanın 100 yıllık lanetidir. Seyirciyi bu konuda tatmin etmek mümkün değildir. Onun yerine, ana konudan çok fazla uzaklaşmadan araya futbol hikayeleri sıkıştırmak daha iyiydi. Tabi bu filmde o konuda da eksikler vardı.

'Romantik' kısımda beklenen çıta daha yüksekti. Buna güçlü oyuncu kadrosu sebep oldu. Gerard Butler, Catherine Zeta Jones, Uma Thurman, Dennis Quaid, Jessica Biel gibi isimlerin adı geçince sağlam bir film çıkacağını düşündük ama olmadı. 'Komedi' kısmı da oldukça kısır kaldı.

Konu da çok yaratıcı değil. Eski futbolcu George (Butler), boşandığı eşine (Biel) ve oğluna yakın olmak için başka bir eyalete taşınır ve yeni bir hayata başlar. Klişeler barındıran bir film. Sıradan bile diyebiliriz. Ama yine de futbol bizi biraz çekiyor. George'un profesyonel kariyerine dair anıları, hatıratları, eşyaları biraz hoşluk katmış. Bir de genelde böyle filmlerde başroldeki şahıs, futbola biraz uzaktır ve bu durum topa vurduğu sahnelerde çok rahatsız eder. Butler en azından bu konuda bizi memnun etti. Topa vurmasını biliyormuş. Hatta Biel de lise çağlarında futbol oynamış. Yani futbola uzak bir ekip yok. Filmi İtalyan bir yönetmene çektirmek de (Gabriele Muccino) bu planın bir parçası olabilir.

Yine de bu detayları düşünmelerine rağmen seyirciyi etkilemeyi başaramamışlar. 55 milyon dolarlık bütçeyle çekilmesine rağmen gişede sadece 28 milyon dolar hasılat yapabilmiş.

Bence sonu da izleyiciyi memnun etmemiştir. En azından beni sarmadı. George'un seçeceği kadın Denise (Zeta - Jones) olmalıydı. Beklemediğim şekilde filmin en iyisiydi. Film ise beklendiği gibi kutsal aile kavramını bir araya getirerek noktalandı. Ortada ise en az 25 milyon dolarlık bir enkaz kaldı.

Pazar, Ekim 25

Tek Maçtan Yatan Kuponlar #7

Sıcağı sıcağına yatan kuponumuzu hemen paylaşalım. Paylaşalım ki, gençler ibret alsın, bahisçiler bazı gerçekleri aklından çıkarmasın.

Dersimizi en sona saklıyoruz, önce kuponumuzdan bahsedelim. Dört farklı ligden, dört tane maça sahip geniş coğrafyalı bir kupon. Aynı zamanda çok sayıda maça tanıklık edecek Cumartesi gününü yaklaşık 7 saat boyunca kilitleyecek kadar geniş zamanlı.

Önce Rusya'ya gittik. Dinamo Moskova, kendi sahasında Sochi ile oynayacaktı. Dinamo Moskova, son yıllarda hayal kırıklığı ile eş anlamlıydı. Kadrosu fena olmasa da yatırımının karşılığını alamayan, ligde bir türlü kendini yarışa sokamayan bir takım. Fakat bu sene biraz daha iyiler. Sanki çok büyük hatalar yapmayacaklar. Kendi sahalarında Sochi ile oynayacaklarını gördüğümde, ilk önce oranın düşük kalacağını düşündüm ama 1.80'e kadar çıktığını gördüm. Gerçi ben kuponu hazırlayana kadar oran 1.75'e düştü ama olsun; benim için yeterliydi. Dinamo Moskova'nın güçlü tarafı savunması. Bu haftaya kadar iç sahada sadece 1 gol yemişlerdi. O nedenle aklımdan "Sadece ev sahibi gol atar" seçeneği de geçti ama galibiyet oranı yeterli gelince fazlasını denemekten kaçındım. Doğru hareketti, korktuğumuz başımıza geldi. Dinamo Moskova ikinci golünü yedi ama diğer yandan maçın 3-1 kazanmasını bildi.

Rusya'nın küçük kardeşi Beyaz Rusya'nın ligi, 2020'de kuponlarımızın vazgeçilmezi oldu. Bilyoner.com üyelerine yaptığım yorumda Dinamo Minsk - Belshina maçı için KG Var'ı önermiştim. Çok yüksek bir oranı vardı. Ligin alt sıralarında yer alan Belshina son dönemde çok beğendiğim bir takım ama son bir ayda kupa maçları, milli maç arası ve Covid sıkıntıları nedeniyle sahaya çıkamadılar. O nedenle bu maçtan biraz çekindim, zira Belshina'nın en son durumunu bilmiyordum. Dinamo Minsk kendi sahasında gol bulurdu ama Belshina bunu başarabilir miydi?  20. dakikada golü attılar. 32'de de Dinamo Minsk cevap verince yarım saat içinde tahminimiz tuttu ve bize güvenenler kazandı.

Biz kazanamadık ama! Nedenini anlatmadan önce son maçımızdan da bahsedelim. Samsunspor, bu sezon 1.Lig'in en sağlam takımlarından biri. Süper Lig'e çıkarlar mı çıkamazlar mı bilemem ama kendi sahalarında kolay kolay maç kaybetmezler. Gerçi bir İstanbulspor yenilgisi yaşadılar ama bu sayı, sezon sonuna kadar çok fazla artmaz. Keçiörengücü de ligin iyi takımlarından ama Samsunspor'a 2.00'ye yakın bir oran verilince denemek istedim.

Ankara ekibinin en önemli özelliği sahaya iyi yayılması. Hem savunmada, hem de topu aldıklarında çok güzel dağılıyorlar ve alanı çok iyi paylaşıyorlar. Fakat alan her yerde aynı değil! Keçiörengücü, bu özelliğini iç saha maçlarını oynadıkları Aktepe Stadı'nda çok iyi kullanıyor. Tipik bir semt stadında yani. Fakat deplasmanda, özellikle yeni yapılan geniş sahalarda işler biraz zorlaşıyor. Geçen sezon Adana'da oynadıkları iki maçta, İzmir Atatürk'te, ligi sonuncu bitiren Eskişehirspor'un yeni stadında, Bursa'da kazanamadılar. Fakat Bornova'da ve Vefa'da kazandılar. Kısacası Samsun'da da işleri zordu. Zaten ligin en az gol yiyen takımı olarak geldikleri Samsun'dan 4 gol yiyerek döndüler.

Alt ligler zordur. Biz de bu güzel kuponda bir alt lig maçıyla yattık. Millwall - Barnsley maçı, normal şartlarda, hele yoğun hafta sonu programında oynayacağım bir maç değil. Zira çok takip ettiğim bir lig değil. Fakat bu sezon Digitürk'te çoğu ligden mahrum kaldığımız için Championship maçlarına daha çok zaman ayırmaya başladık. Arada özetlere de denk geliyorum. Millwall, fena top oynamıyor gibiydi. Altı maçta sadece bir kez yenilmişti. Diğer tarafta Barnsley, maç kazanamadı. Maç da Millwall'un sahasında olunca kupona ekledik. Sonuç; 1-1! İlginç olan; iki takımın da istatistikleri devam ediyor. Millwall halen tek yenilgide, Barnsley ise yine kazanamadı. Olan bize oldu...

Aslında bu maçı kupona en son soktum. Dördüncü maçı çok aradım ama çoğu maça güvenemedim. Bayburt Özel İdare - Elazığspor maçı ile bu karşılaşma arasında gittim geldim. Hatta Bayburt Özel İdare'nin oranı da beklediğimden yüksekti. Fakat saat 14.00'te oynanacak bir maçtan yatıp yeni bir kupon yatmak istemedim. Onun yerine bir 17.00 maçı koyarak heyecanın uzamasını istedim. Fakat evdeki hesap çarşıya uymadı ve heyecan daha kısa sürdü. Üstelik 11 misli verecek kupona da yazık oldu...

Peki bu kupondan çıkaracağımız dersler ne?

1) Hakim olmadığınız lige oynamayın. 

2) Maçların saatlerini dikkate almayın.





Tek maçtan yatan kuponlar #6

Perşembe, Ekim 22

Karakomik Filmler

Cem Yılmaz filmlerinin eleştirilmesi, tartışılması, konuşulması hiç şaşırtıcı değil. Ülkenin en popüler insanlarından herhangi birinin yaptığı her iş, ilgi çeker. Bu ilgi, yoğun bir sevgiyi ve yoğun hoşlanmamayı beraberinde getiriyor. Bugüne kadar da öyle oldu. Fakat Karakomik Filmer serisi; sanki tüm bu olağan ve normal çatışmanın dışında kaldı. Zira bu kadar sevilmemesini ve "Cem Yılmaz artık yapamıyor abi ya" görüşünün çok fazla dillendirilmesi beni şaşırttı.

Her sanatçı, zaman ilerledikçe ve yaşlandıkça, arkadan yeni kuşaklar geldikçe daha çok tartışılır. Sanırım mizahçılar için bu daha keskin bir gerçeklik. Cem Yılmaz da bunu yaşadı. İlk çıktığı o 90'larda biz ona deli gibi gülerken, babamların kuşağı onu sevmekle 'zırzop' bulmak arasında gidip gelirdi. Babamların bir üst kuşağından olan dayım ise "Bu adamın nesine gülüyorsunuz?" derdi. Dayım, bize göre en iyi esprisi "Halıya basma lan" olan Nejat Uygur'a hayrandı mesela. Büyük ihtimalle Cem Yılmaz da yaş aldıkça benzer bir duruma düşecektir. Dedeler onu sevecek ama çocuklar kendilerine başka kahramanlar bulacak. Dünya, ülke, toplum değişiyor. Haliyle mizah anlayışı da değişiyor. Şu an 20'li yaşlarında olan ve odaklanma konusunda sorunlar yaşayan bir kuşağın 120 dakikalık bir filmden çıktıktan sonra "Çok güldüm" demesi çok zor. Daha doğrusu bunu söylemesi için, filmde arka arkaya esprilerin gelmesi lazım...

Fakat zaten sıkıntı veya tartışma konumuzu da burada. Karakomik filmler; adında 'komik' kelimesi geçse de tam anlamıyla bir komedi serisi değil. Genç kuşak filmin etiketinde Cem Yılmaz'ı ve adında komik kelimesini görünce bu yanılgıya düşmüş olabilir. Bu beklentiye girilebilir ve hayal kırıklığına uğranabilir ama Cem Yılmaz sinemasının başından sonuna kadar hakim olanlar buna nasıl kandı anlamak mümkün değil.

Yılmaz'ın sinema ile ilgili bir anlaşması var gibi. Bir kaç sene arayla G.O.R.A, A.R.O.G, Yahşi Batı çekerken aralara da Hokkabaz veya Pek Yakında sıkıştırıyor. Bu son paketteki filmlerde de komedi unsuru var; ama seyirciyi deli gibi güldürmek esas amaç değil. Sanki; iki farklı beğeniye sahip seyirci grubunu, nöbetleşe bir şekilde salona çekmek için ayarlanmış gibi sırayla bunları sunuyor bize...

Açıkçası ben bu ikinci ekolü daha çok seviyorum. Karakomik serisine de her iki seferde de aynı beklentiyle girdim. Beklediğimi buldum. Daha fazlası olabilirdi. Daha iyi olabilirdi. Aynı akımın üyeleri Her Şey Çok Güzel Olacak veya Hokkabaz, bu seriden çok daha iyi ve güçlüydü. Gerçi Yılmaz'ın 25 yaşında yazdığı bizim de 20 sene önce izlediğimiz için bazı eksiklerini görmediğimiz veya görmezden geldiğimiz Her Şey Çok Güzel Olacak da kusursuz değildi. Hokkabaz da... Fakat Karakomik serisinde hikayelerin bir telaşa kurban gittiğini hissettiğimi itiraf etmeliyim. Diğer ikisi sanki senelerde kafada hazırlanmış ve demlenmiş gibiydi.

Oysa bu eleştiri basında ve sosyal medyada çok yer almadı. "Cem artık güldürmüyor" eleştirisi çok revaçtaydı ve hatta zamanla "Cem artık yapamıyor" cümlesine dönüşmüştü. Güldürmüyor beklentiyle paralel bir durum. Güldürmediği doğruydu ama güldüremediğini söylemek için başka filmlerini baz almak lazım.Zira amaç bu değil. Diğer yandan "yapamıyor" da denmezdi, zira iyi kötü bir şey yapmıştı. 

Cem Yılmaz bu seride dört farklı hikaye yarattı. A.R.O.G ve G.O.R.A gibi filmlerde ise farklı dünyalar yaratıyordu. En temel fark burada. Karakomik serisinde farklı bir dünya (uzay, vahşi Batı vs) yaratmasına gerek yok. Türkiye toplumunun kendi dünyası ona zemini sundu. O sadece bu zemine ilginç birkaç karakter ekledi. Aslında o karakterler de bize çok uzak insanlar değil. Fakat karakomik isminin beklentisine uygun olarak biraz karikatürize edilmesi gerekiyordu. 2 Arada'daki Ayzek, Emanet'teki Birol ve Ayhan (Çağlar Çorumlu), Deli'deki Güven bizim sosyal yaşantımıza uzak karakterler değiller ama sadece biraz abartılmaları gerekiyordu. İlginç olan Cem Yılmaz gibi ünlü, zengin, artık farklı bir dünyada yaşamak zorunda kalan, birinin bu karakterleri hâlâ gözlemleyebilmesi... Yılmaz en son ne zaman bir vapura binmiştir de Ayzek'i bu kadar net tasvir edebilmiştir? Ama iste adam yapıyor... Öte yandan Kaçamak'ı da kattığımız zaman izlediğimiz dört filmde de sonunda beklediğimiz duyguyu bulamadık.

Zira Cem Yılmaz'ın bu tarz filmlerinde son önemlidir. G.O.R.A'nın veya A.R.O.G'un sonlarını hatırlamazsınız ama her esprisi hafızalardadır. Hokkabaz ve Her Şey Çok Güzel Olacak öyle değildir. Tamam replik replik ezberleyecek kadar sevenleri vardır ama o filmlerin sevilmesini sağlayan en önemli unsur, seyirciye sonunda yaşattığı duygudur. Yılmaz'ın eski Türk filmlerine duyduğu sevginin bir tezahürüdür o filmler. Bunu kendisi de itiraf eder zaten. Kendi filmini çeker, kendi hikayesini yazar ama 60 yıldır insanlara aktarılan duyguyu aşılamaya çalışır. Bir emanetçi sorumluluğu hisseder. Bunu da başarır zaten. Ve bunu da  en çok; bazen gülünen bazen merak edilen öyküyü çok iyi tamamlamasıyla sağlar. Fakat Karakomik serisi bu konuda sıkıntı yaşıyor. Üstelik 'kısa' süreli filmler olması sebebiyle bu sıkıntı daha da büyüyor, çünkü filmler bir anda bitiyor (gerçi 60 dakika da çok kısa değil) ve sonu sizi etkilemiyor. Hatta aslında kısa süren gelişme de yeteri kadar tatmin etmiş olmuyor. Tabi bu nokta üreticinin sorunu değil. Biz bu tarza alışmadığımız için sıkıntı yaşıyoruz. Fakat buradan doğan eleştirileri de olgunlukla karşılamak gerekir. Yeni bir şey denemek, zaman içinde sizi öncü haline getirebilir ama çağdaşlar tarafından anlaşılmamak da mümkün...

Yılmaz'a gelen en büyük eleştirilerden biri hep aynı oyuncu kadrosuyla çalışmasıydı. Bu filmde de 'kankalarını' yanında görüyoruz. Gerçi büyük ihtimalle bundan sonra Ozan Güven'i pek görmeyeceğiz. Fakat yine de yanındaki oyuncuların iyi oyuncular olduğu gerçeği es geçiliyor. Arkadaş torpiliyle iş yapan insanlar değiller. Zafer Algöz özellikle sosyal medya kullanımı nedeniyle pek sevmediğim bir karakter olsa da oyunculuk bakımından başarılı biri. Özkan Uğur'a ise diyecek laf yok. Zaten Yılmaz, mümkünse onsuz film çekmesin. Haliyle bu isimlerin varlığı bir sıkıntı değil. Üstelik bu ekip dışında kalan ama dört filme de büyük katkı veren insanlar var. Cem Davran'ın, Çağlar Çorumlu'nun, Tülin Özen ve Tansu Biçer'in varlıkları inkar edilemez.

Bu dört filmi kısaca sıralamak gerekirse, benim favorim muhteşem Özkan Uğur performansı nedeniyle Deli. Öykü de diğerlerine çok daha iyi ilerliyor. İnsanı vuran bir kısmı var. Karakomik eğer karamizah türünden esinlenmiş bir isimse ve böyle bir vaadi varsa; hem kara hem mizah kısımlarını barındıran ögelere sahip. Cem Yılmaz'ı No Country for Old Man'deki Javier Bardem'i andıran saçlarıyla izlediğimiz Emanet, ikinci sıramda. Aslında Deli'yi de geçebilirdi ama tekrar vurgulamam gerekiyor ki; Özkan Uğur'u tekrar izlemek için bile açılacak bir filmden bahsediyoruz. 2 Arada aslında yukarıda yazdığımız tüm eleştirileri ve övgüleri üzerinde toplayabilecek bir film olmuş. Çok iyi bir hikaye geliyordu ama sonuyla can sıktı. Artık bu tip sonlar görmek biraz sıkıyor. Yine de 'normal insanların normal hayatlarını hikayeleştirmek' ise amaç; dörtlü arasında bunu en iyi işleyeni... Kaçamak ise sanırım benim açımdan en keyifsiziydi. Sanki arkadaş eleştirisinin kaynağı gibiydi. Kankalar kaçamak yapmaya gitmiş ve arada bir de film çekmiş gibi...

Özetle; Cem Yılmaz'ın en unutulmaz işlerinden biri olarak hatırlanmayacak ama tüm sektördeki filmleri baz aldığımızda, özellikle son yılların çoraklığında elle tutulan ve tarzıyla bir fark yaratan sayılı işlerden biri oldu. Sanılanın aksine; bu seri sayesinde gördük ki Cem Yılmaz hâlen yapabiliyormuş.  Ama bu tarafa daha çok eğilmesi, daha çok özen göstermesi temennimiz. 

Güldürmesi veya güldürmemesi ise benim sorunum değil. En azından sinemada...

Salı, Ekim 13

Fatih Öztürk Transferi ve Ersin İnadı

Şu sıralar Beşiktaş'ın en çok konuşulan konularından biri kaleci... Daha doğrusu transfer döneminin sonuna kadar çok fazla konuşuldu. Şu günlerde etkisini biraz yitirdi ama Ersin'in ilk ciddi hatasında tekrar gündeme gelecektir. Hatta, Ersin hatasız oynasa dahi 2.5 ay sonra yeniden başlayacak transfer döneminde bir kez daha kaleci transferi gündem olacaktır.

Oysa Beşiktaş'ın sahadaki durumuna bakıp tüm sorunlarını alt alta dizdiğimizde kaleci maddesi en altlarda kendine yer bulur. Buna rağmen çok konuşulmasının en büyük nedeni sanırım kaleci pozisyonunun çok daha ölçülebilir gözükmesinden kaynaklanıyor. "Takım çok gol yiyor o zaman kaleci kötüdür" veya "takım az gol yiyor, o zaman kaleci iyidir" demek çok daha kolay geliyor ve hemen her çevrede hızlıca kabul görüyor. Diğer pozisyonlardaki oyuncuları değerlendirmek ise çok daha çetrefilli.

Ersin'in kaleciliğini değerlendirmek zor. Kendisini çok fazla maçta izlemedik. İzlediğimiz maçlarda da çok sağlıklı bir yapının içinde değildi. O nedenle onun Beşiktaş'a vereceklerini kestiremiyorum. Fakat kulübün kasasındaki durumu kestirebiliyorum. Kulübün maddi yönden birçok sıkıntısı, kısıtlaması, uyması gereken kuralları varken halen bir kaleci transferi istenmesi makul durmuyor. Ersin veya Utku veya altyapıdan başka biri; bu dönemde bir sezonu götüremez mi? Kaleyi emanet edebileceğiniz kimse yok mu? Eğer yoksa; bu çocuklar niye kulübün bünyesinde? Kontenjan oldurmak için mi? Son dönemde yapılan transferle bakınca; Fabri dışında hangisi sonuç verdi de çözümü yenisinde arıyorsunuz? Boyko'mu Ersin'den iyiydi, Karius mu? Allen McGregor mu tatmin etti mesela?

Transferin kendisi risk barındırırken, bir de "genç kaleci risk abi" diyenler var. Hangisi daha büyük risk ortada. Beşiktaş özelinden devam edersek; yukarıda yazdığımız kaleciler transfer edilirken suratına bakılmayan Günay şu an Süper Lig'in güvenilir kalecilerinden birine dönüştü. Mert Günok ve Volkan Babacan'ın Fenerbahçe'den ayrıldıktan sonra milli takıma kadar yükselmeleri ayrı bir konu başlığı.

Demek ki risk başka yerde. Yine de diyelim ki genç kaleci ile oynamak risk olsun. ama birçok takım da bu riske girdi. Girmek de zorundalar. Üretmek ve gençlere güvenmek bir politika olmaktan çıktı, artık zorunluluk. Bu sayede şu an Uğurcan, Avrupa'nın radarına girmiş durumda. Altay, Fenerbahçe'yi sırtlıyor. Demek ki bu çocuklar oynayınca gelişebiliyor. Üstelik kalecilik diğer oyunculardan daha şanssızdır. Hantal kalmaları çok daha olasıdır. Genç bir forveti maçların son 20 dakikalarında, mağlubiyetlerde veya farklı galibiyetlerde oyuna sokabilirsiniz. Sezon boyunca 30 maçın son 30 dakikasında oyuna girse, 10 tam maç süresi kadar oynamış olur. Fakat kalecilerin böyle bir şansı da yok. Alt lig takımlarına karşı oynanan kupa maçlarında oynamazlarsa, sezonu sıfır (0) dakika ile kapatmaları muhtemel.

Beşiktaş'ta Ersin, en azından 2.5 ay daha oynamaya devam edecek. Gündem ve tartışma yaratmasına rağmen bir plana sadık kalındı. Fakat Galatasaray'daki durum daha kötü. 

Sarı-Kırmızılı takımda bir Fernando Muslera gerçeği var. 2011'den beri takımda. Artık 34 yaşına geldi. Er ya da geç futbola veya öncesinde Galatasaray'a veda edecek. Galatasaray da yavaş yavaş onun yokluğunu dolduracak veya onun oynamadığı maçlarda eldivenleri vereceği bir oyuncu bakıyordu. 2019 yazında Bursaspor'dan Okan Kocuk transfer edildi. Okan 21 yaşında Bandırmaspor'da, 22 yaşında İstanbulspor'da, 23 yaşında Bursaspor'da birinci kaleci oldu. Üç sezon boyunca iyi sayıda maça çıktı. İyi de performans gösterdi. Milli takıma da yükseldi. Bu sayede Galatasaray'a transfer oldu. Tabi ki Galatasaray'da birinci kaleci olması beklenemezdi. Muslera'nın arkasında sırasını bekleyecekti. Sırası, tahmininden erken geldi. Uruguaylı, salgın sonrası dönemde oynanan ilk deplasmanda sakatlanınca sezonu bitirmek Okan'a kaldı. 8 maçta oynadı. Oynadığı maçların hepsinde gol yedi. Fakat bana kalırsa çok da kötü bir görüntü çizmedi. En azından Galatasaray'da daha önce yedek kalecilik yapmış Cenk Gönen ve Eray'dan daha güvenilir duruyordu. "Bu çocuk Muslera'dan formayı alır" diyemedik ama Muslera gelen kadar idare edeceğini düşündük.

Fakat bir anda Fatih Öztürk transfer edildi. Esasında Fatih benim beğendiğim kalecilerden biri. 1461 Trabzon'da iyiydi, o sayede yükseldiği Trabzonspor'da kendini gösteremedi ama Anadolu macerasında fena işler yapmadı. Oralar için iyi bir kaleciydi zaten. Tekrar şampiyonluk hedefleyen bir takıma döneceğini tahmin etmezdim. Döndü; hem de 34 yaşında, üstelik birinci kaleci olarak. Peki gerçekten gerek var mıydı?

'Maaşı düşük tecrübeli kaleci', günü kurtarma hareketidir. Üstelik Fatih günü kurtaracak bir kaleci mi ondan da emin değiliz. Mesela Fenerbahçe'de oynamış ve Beşiktaş'tan ayrılmış 39 yaşındaki Rüştü gibi bir kaleci boşta olsa böyle bir dönemde onu transfer edebilirsiniz. Ona "Muslera gelene kadar kalede dur, sonra git" dersiniz, o da geçiş dönemini en iyi şekilde idare eder. Yani kariyerli, tecrübeli, büyük takım havasını almış, artık eski formunda olmasa da durumu toparlayacak mental güce sahip birine böyle bir görevi verebilirsiniz. Fakat Fatih için, Okan'ı kesmeye değer miydi? Eğer Okan şimdi oynamayacaksa, ne zaman oynayacak? Okan şimdi oynamayacaksa, onu neden transfer ettiniz? 

Kaleci pozisyonunda olmasa da benzer bir transfer hamlesini Galatasaray yakın dönemde yine yapmıştı. 2016-17 sezonunun ilk yarısında Serdar Aziz sakatlanmıştı. Birkaç ay forma giyemeyecekti. Sakatlanmasının ardından, iki hafta sonra, transfer dönemi açıldı. Galatasaray da hemen Gençlerbirliği'nden Ahmet Çalık'ı transfer etti. Serdar iyileşene kadar forma giyecek, sonrasında da iyi performans gösterirse ilk 11'e alternatif olacaktı. Bu transfer için 2.5 milyon Euro bonservis bedeli ödendi. Rahmetli İlhan Cavcav'ın İstanbul'a son hediyesiydi. Ahmet de yıllık 900 bin Euro alacaktı. Ahmet 4 sezonda ligde 36 maça çıktı. Serdar dönünce Serdar oynadı. Sonra Serdar yine sakatlandı, en sonunda Fenerbahçe'ye transfer oldu ama yine bu dönemlerde Ahmet ilk 11'e giremedi. Gerçi ben Ahmet'in zaman zaman haksız eleştirildiğini ve bu eleştirilerin devamında özgüven kaybı yaşadığını düşünüyorum. Fakat zaten konu Ahmet'in performansı değil.

Sonuç olarak transferle özüm üretmeye çalışınca ne oyuncuya ne kulübe bir hayır sağlandı. Galatasaray, bir stoperi sakatlandığında çözümü kendi içinden üretmeyi düşünemedi. Eğer üst düzey bir kulüp sakatlanan oyuncusunun yerine birkaç maç oynayabilecek bir oyuncu barındıramıyorsa, sakatlık ihtimalleri için alternatifler barındırmıyorsa altyapısını kapatsın! Hatta kendi içinde bir çözüm bulamıyorsa kendi kapısına da mühür vurabilir. Gerçi mesela o altyapıdan son dönemde Ozan Kabak veya Emin Bayram çıktığına göre sorun aşağıda değil demektir.  O oyuncuları veya geniş kadro içinde yer alan gençleri oynatabilecek sabır ve cesaret önemli. Bu da sadece teknik direktörlerin omuzundaki bir yük olmamalı; bir kulüp geleneğine dönüşmeli. Taraftarlar transfer çılgınlığına girişmemeli, teknik direktörler cesaretli olmalı, yönetimler camianın isteklerine karşı dik durmalı.

Zaten çok fazla bir şey istemiyoruz. Sakatlanan oyuncunun yerine hemen transfer yapılmasın yeter Bir sezonda  ortalama 10 transfer yapılıyor; bir tane eksik olsun da bari bir tane oyuncunun önü açılsın.


Pazar, Ekim 4

The Lennon Report

İzlediğim iyi filmlerden biri. Bir film, "Ben olsam ne yapardım?" sorusunu sordurtuyorsa iyi filmdir. Bu film de bunu çok iyi beceriyor.

Yaşanmış ve çok bilinen tarihi bir olaydan bahsettiği için filmin konusunu anlatmaktan çekinmiyorum. Dileyen burada yazıya ara verir ama filmi neden beğendiğimi konusundan bağımsız anlatamam. 

"Ben önce gazeteciyim, sonra insanım" diyen gazeteci Alan Weiss, mesaisinin sonunda bir kız arkadaşıyla buluşmak için ofisinden çıkar ve motoruna atlar. Fakat talihsiz bir şekilde ciddi bir kaza yapar. Veya biz 'talihsiz' olduğunu düşünürüz. Kendisi de büyük ihtimalle ambulansa binerken benzer düşünceler içindedir. Fakat bu kaza birkaç dakika sonra hayatının fırsatını ayağına getirecektir.

Önce bir kaza.. Çok kötü yaralama ve hastaneye kaldırılma... Kızla buluşamama... Bir gece daha nasıl mahvolur. Üstelik bacakta dayanılmaz ağrılar... İşte Weiss böyle bir durumda sedyenin üzerinde yatarken bir anda hastanede koşturmalar başlar. Biri ameliyata alınır. Weiss o kişinin kim olduğundan emin olamaz. Fakat hem konuşmalardan, hem adamın tipinden kişinin John Lennon olduğunu düşünür. Polisler ve hastane çalışanları konuyla ilgili konuşmaz. Fakat hisleri ona haberi yakaladığını söyler. İşte film böyle başlar...

Günlerden 8 Aralık 1980'dır. Yani John Lennon'un öldürüldüğü gün. O günün popüler kültür tarihinde yaşattığı şoku ve yarattığı sonuçları çok iyi biliyoruz. Hatta olaya dair çok fazla şey öğrendik. Katil kimdi, bunu neden yaptı, olay nasıl oldu? Fakat işin bir de perde arkası var. O akşam hastanede neler oldu? The Lennon Report bu noktaya dikkat çekiyor ama sadece hastanede olan biteni bir belgeselci edasıyla anlatmıyor. Karakterlerin o gece yaşadıkları bütün çelişkileri, heyecanlarını, üzüntülerini yansıtıyor. Biz 'sözlü tarih' dosyası gibi işlenen (zaten gerçek karakterler filmin sonunda ortaya çıkar ve o geceyi bir kez daha anlatır) ama aynı zamanda kurgusal sinemanın tüm heyecanını veren bir film.

Alan Weiss o gün tesadüfen hastanede olan bir gazetecidir. ABD halkı sakin bir gece geçirirken ve televizyonda bir NFL maçı (Dolphins - Patriots) izlerken, kendisi tarihi bir ana tanıklık eder. Hatta ona eşlik eden ve sakin durmasını isteyen polise "İçeride (ameliyathane) tarih yazılıyor. Barışa şans verin diyen adam vuruldu. Bundan daha başka ne haber olabilir" der. Weiss'in işinin zorluğu ve çelişkileri burada başlar.

Lennon'un vurulduğunu ve ameliyat edildiğini biliyorsunuz ama konuyla ilgili resmi bir açıklama olmadığı için kimse size inanmıyor. Bir fotoğrafınız veya ses kaydınız da yok. Ne zor bir durum! Weiss çalıştığı yere haberini iletir ama elinde kanıt olmadığı için inanan olmaz. Weiss'e güvenirler ama böyle ciddi bir haberi hislere dayanarak vermek büyük risktir. Fakat Weiss bir şekilde ofisi ikna eder. Ofisin bağlı olduğu ulusal kanal da maç yayını keserek Lennon'ın öldürüldüğünü halka duyurur. Tabi bunların hepsi uzun bir süreç. Biz de filmde bu koşturmayı izliyoruz. Diğer yandan hastanede Weiss'tan haberi yaymamasını isterler. Hatta onu zor zapt ederler. Resmi açıklama zaten yapılacak, o an ameliyatta olan bir star, acılı bir eş, işini yapmak zorunda olan doktorlar varken kendi derdine düşmesi bencillik olarak görülür. İşte "önce gazeteci mi insan mı" sorusu da  bu aşamada devreye girer.

Tabi konu sadece gazeteci Weiss değil. Lennon hayranı genç doktor, ameliyatı yapmak zorunda kalır. İki farklı adam. O gece biri işini başarıyla yerini getirir, diğeri Lennon'ı kurtaramaz. Yani işini iyi yapamadığını düşünür. Weiss hevesle ulusal kanala bağlanırken, doktor kameraların önüne çıkıp açıklama yapmak istemez. Hem işi rast gitmemiştir hem de sevdiği müzisyenin ölümüne en yakından şahit olmuştur. Bu zıtlıklar da filme renk katar.

Tüm bu karakterlerin, bu gerçek insanların o geceye dair duygularını izlemek ve düşüncelerini öğrenmek harikaydı. Aynı zamanda tüm o çelişkileri, sanki kendi başımıza gelmiş gibi hissetmek, devamında derin düşüncelere yol açtı. Yönetmen ve senarist Jeremy Profe harika bir iş çıkarmış. Bu filmin az bilinmesi, IMDB'de sadece 745 oy kullanılması ve puanının 6'nın altında kalması hayal kırıklığı olarak görülebilir. Üzüldüm ama herkes kendi bilir. Ben çok sevdim. Yine denk gelsem yine izlerim. Bu cümleyi de her film için kullanmam.

Cumartesi, Ekim 3

Bir Haftada Milan'a

 

Jens Hauge'nin kısa süre içinde Avrupa'ya gideceği belliydi ama bu kadar kısa sürede olacağını tahmin edemezdim. Kader bazen böyle ilerler. Hayat böyledir. Bodo Glimt, Milan ile eşleşti. Takım San Siro'ya gitti. Hauge orada iyi bir maç oynadı, gol attı. Ve bir haftada Milan topçusu oldu...

Milan yetkililerinin dediğine göre, maç oynanana kadar bir temasları da olmamış. Görmüşler beğenmişler. Böyle transfer hikayelerini seviyorum. Bizim 90'larda çok olurdu. Anadolu topçusu İstanbul'da maça çıkar, bir gol bir asist yapar, futbol şube sorumlusu hemen devreye girip konuk takımın yetkililerine fiyat sorardı. Sanırım o günleri andırdığı için hoşuma gitti. Öte yandan bu devirde bir ligin yenilgisiz lider takımında 14 gol atan orta saha oyuncusuyla daha önceden ilgilenmemiş olmak, pek aklıma yatmıyor.

Sonuç olarak, adam (ya da çocuk) parladığı sezonda Milan'a transfer oluyor. Üstelik Bodo formasıyla son golünü de Milan'a atıyor. Aslında Milan'dan üç gün sonra Valerenga'ya da gol atabilirdi ama o maçta penaltı kaçırdı. Bu da enteresan. Yetiştiğin kulüpten ayrılırken, oynadığın son maçta penaltı kaçırıyorsun.  Oynadığın 21 maçın 14'ünde gol at, son maçta penaltı kaçır! Olacak iş değil. En azından sonuca etki etmedi. 

Bu arada bu transferde en çok şaşırdığım Hauge için ödenen bonservis bedeli. Yetenekli bir oyuncu olduğu aşikar. Genç, 20 yaşında, potansiyeli var. Diğer yandan piyasa çok yükselmiş. En standart topçu için bile kapılar 10 milyondan başlıyor. Fakat Hauge 5 milyona gidiyor. Norveç fakir bir ülke olsa, her kuruşa ihtiyaçları olduğunu düşünüp anlayış göstereceğim ama öyle bir durum da yok. Tamam futbol kulüpleri zengin değil ama piyasayı kızıştırıp daha yüksek bedel elde edebilirlerdi. Benzer bir transfer de Sarpsborg'dan Sheffield United'a giden Ismaila Coulibaly'de oldu. Tabi o, Hauge kadar yetenekli değil. Fakat sonuçta Premier Lig gibi piyasanın tavan yaptığı bir yere adım attı. Bonservis bedeli ise 2 milyon Euro. Beni, çok şaşırtan iki transfer...

Hauge'ye dönersek Milan çok iyi bir oyuncu transfer etti. Norveç Ligi kıyas kabul etmez ama Milan maçında oynadığı oyun bir referans sayılır. Dikine oynayan, adam eksilten, şutu olan bir oyuncu. Gelişime açık. Merakla bekleyeceğiz. Öte yandan Norveç Ligi'nin en iyi oyuncusu 5'e gidiyorsa, bizim ligimiz için de bir kaynak olabilir. Potansiyelli oyuncular var. Zaten lige oradan gelen çok oyuncu oldu. Linnes, Omar, N'Diaye gibi... Şu an favorim Viking'de oynayan 26 yaşındaki Veton Berisha. Bir başaltı takımında iş yapar... Onun da kariyerinin nereye evrileceğini merak ediyorum. Takip edeceğim.


Cuma, Ekim 2

The Seagull


Anton Çehov'un meşhur oyununun sinema uyarlaması. Meşhur oyun diyorum ama ben oyunun ismi ve yazarı dışında bir bilgiye sahip değilim. En azından bu filmi izleyene kadar değildim. O nedenle sağlıklı bir değerlendirme yapamamış olabilirim ama yine de önümüzde izlediğimiz bir ürün var.

Oyuna ne kadar sadık kalındığı, yazarın anlatmak istediğinin ne kadar yansıtabildiği ayrı konular. Fakat sonuçta biz 90 dakikalık bir film izledik. Üstelik iyi bir oyundan esinlenmiş, yanı kaynağı güçlü bir yerden çıkan bir film. O yüzden kurgu ve öykü kısımlarını es geçeceğiz. Fakat repliklere, diyaloglara, kurulan cümlelere bir saygı duruşunda bulunmamız gerek. İzlerken heyecanımızı dinç tutan bunlardı. İlgi çekiciydi. Oyunun metnini okuma hevesini yukarılara çekti.

Fakat sinema açısından iyi bir film olduğunu söylemek zor. Bir Rus oyunu var. Özneler Rus. Borisler, Mashalar, Irinalar geçiyor önümüzden. Fakat izlediğimiz tam bir Britanya. Kültürler arasında sıkışıyoruz. Sanki Viktorya döneminde yaşayan burjuvaları izliyoruz. Teknik açıdan da gözümüzü açtıracak detaylar yok. Film fazla karanlık. Tabi filmleri sinema salonunda izlemek lazım ama yine de karanlık odalarda geçen bir film daha cazip hale getirilebilirdi.

Oyuncularımız fena değil. Kellerin gururu Corey Stoll, 2011 yapımı Midnight In Paris'te beni hem üzmüş hem şaşırtmıştı. Bu sefer artık üzmüyor. Oyunculuğu da yeterli düzeyde. Filmin güçlü isimlerinden. Annette Bening yaşlanıyor ama yaşlanırken ustalaşıyor. Öyle bir rol kabiliyeti ki; bu işi kolay gösteriyor. Fakat filmin en başarılı ismi Elisabeth Moss. Çok az filmini izledim ama birbirinden farklı her rolde de çok iyiydi. Filmin zayıf karnı ise Saoirse Ronan. Bu kız, ilk çıktığında çok başarılıydı. Fakat erken şöhret, tökezletir. 25 yaşına gelene kadar üç tane Oscar adaylığı kazanması takdir edilesiydi ama bu filmde kötü bir enerjisi yaydı. Filmin konusu ve dönemi ile alakalı olarak hazırlanan makyajı, kıyafeti etkilemiştir ama giderek bir 'Gelinim Mutfakta' yarışmacısına dönüştüğünü söylemek lazım.

Yine de filmdeki oyuncuların büyük bir kısmı başarılıydı. Fakat film, eksikleri barındırıyor. İzlerken sıkılmak, filmin içine girememek çok mümkün. Ayrıca bazı kaynaklarda oyunun komedi öğeleri taşıdığını okudum. Bu filmde buna dair bir şey görmek de mümkün değildi. Belki Rus mizahı bu kadardır! Diğer yandan Martı'nın üçüncü kez sinemaya uyarlanması da oyunun ne kadar güçlü olduğunun kanıtı. Sayısız ülkede sahnelenmesi zaten şaşırtmıyor.

Çehov, Martı'yı 1896'da yazmış. 2018'da oyun sinemaya bir kez daha uyarlanıyor. 122 sene sonra... Ölümsüzlük böyle bir şey olsa gerek...