1980'lerin ortasında doğmuş biri ne kadar iyi bilebilir ki o yılları? Bilmiyorum ben de. Ama anlatılanlardan, televizyonda gördüklerimden ve başka verilerden yola çıkarak bir yazı çıkartıyorum. Oysa 1980leri hiç sevemedim. İyi ki bu yaşlarımı o yıllarda geçirmemişim. Yani aslında bu yazı, 80'leri çekilebilir kılan 10 şey olarak da geçebilir. Ağırlık futbolda muhakkak. Güzel bir yazı beklemeyin: 80'ler neydi ki onu anlatan yazı ne olsun. Başlayalım.
10-) 14 Sene Efsanesi: Bir başarının ileride kuşaktan kuşağa aktarılması için öncesinde çok kötü günler yaşanmış olması lazım. Kurtuluş Savaşı'nı iliklerimize kadar hissediyorsak bunda kaybedilen 1.Dünya Savaşı'nın payı yok mudur? Uefa Kupası, 96-2000 arası hepsi güzel ama o 14 senenin yeri de ayrıdır. Beklenen gün gelecekse çekilen çile kutsaldır anlayışından yola çıkarak, 14 senelik bu çile bitsin artık bu sene diyen bir grupun amansız bekleyişi. 1987'de, o gün doğan çocuklar kupalar içinde yüzdü. Ama herkes bizim kadar şanslı değildi, gençliğini şampiyonluk bekleyerek geçirenler de oldu bu camiada. Apayrı bir yazı konusu, apayrı bir vaka. İlla görmek için mi yaşanır güzel günler, uğruna beklemekte güzel.
9-) Breakfast Club: Bizim ülkemizde ne zaman gösterildi bilmiyorum. Ben 3-5 sene evvel izlemiştim. 1985 yapımı. 80'lerin en güzel filmlerinden olmasının yanı sıra aynı zamanda bir kuşağın zihnini de açmıştır. O yılların çok yaygın olan Amerikan gençlik filmlerinden sıyrılmıştı. Farklıdır, klasiktir, külttür. Ha, ama ne oldu. Sonuncusu American Pie serisi olan film türüne ön ayak oldu. Pek işe yaramadı yani. Bugün Breakfast Club dendi mi akla sadece bir film adı gelmez. When You grow up, your heart dies.
8-) Espana 82: Barcelona'dan başlayan, Madrid'de sona eren enfes bir dünya kupası. Futbolun endüstriyel olmadan önce oynanan son dünya kupası. Brezilya'nın en samba yapar gibi oynadığı, İtalya'nın catanaçyoyu en iyi uyguladığı, Almanlar'ın tam panzer gibi olduğu, İngilizlerin her zamankinden daha şanssız olduğu, yani her ülkenin kendini en iyi şekilde yansıttığı eşsiz turnuva. Zico-Gerets-Tigana, ayrıca Maradona,Platini, Keegan, Zoff, Schumacher.
7-) Modern Talking: Modern Talking'i adamakıllı dinlemeye 1 sene önce başladım. 80lerin en iyi grubu mu? Kesinlikle değil. Ama eğer 80ler film olursa soundtrack Modern Talking şarkılarından oluşur. Onların şarkıları olmasa ne Nuri Alço Nuri Alço olurdu, ne biz Ahu Tuğba'ya katlanabilirdik. Kimse aşırı sevmez. Fanatiği yoktur. Hatta hakkında kötü konuşan daha fazladır. Ama dinlemeyen de yoktur.
6-) Les Ferdinand'ın Fenerbahçe'ye Attığı Gol: Ülkemize staj için gelen Les, 1988-89 sezonunu İnönü çimlerinde geçirdi. Hayal meyal hatırladığım sezonun hayal meyal hatırladığım yıldızıydı. Fenerbahçe şampiyon, Galatasaray Avrupa'da yarı finalistti ama Ferdinand o sezonun en çok konuşulanıydı. Gidince özlemi daha da arttı. O sıralar özel kanallar,internet vs olsaydı reklamlarda "ben de çok özledim memleketimi" diyen o olurdu. Zaten öyle bir finiş yaptı ki, ondan iyisini 2001'de Trabzonspor maçında Hagi yaptı.
1989 Türkiye Kupası Finali. 21 Haziran günü buluşma noktası Kadıköy. Finalin ilk ayağı oynanıyor. Maçın henüz 15.dakikası. Topla sol tarafta buluşan "Ferdi", içeriye doğru sokuldu, önce Fenerbahçe'nin 4 numarasını geçti, sonra iki Fenerbahçeli'nin arasından geçti, sonra bir Fenerli daha, bir Fenerli daha, Schumacher ile karşı karşıya bir tık ve top filelerde.
Arkasından "Müjde müjde size, Ferdinand'dan müjde size..." tezahüratı. Bir gün sonraki manşet ise, Ferdinand, Defansı Çarşı'ya Gönderdi.
5-) Liverpool Şehri: 70li yıllara müzik ile damga vuran Liverpool, bu seferki on yıla futbolla adını yazdırdı. 70lerin sonunda kırmızı takımın başlattığı atağa mavilerde katılınca kupalar teker teker Merseyside'a gelir oldu. Lig şampiyonluklarına bakın: 1980,1982,1983,1984 Liverpool, 1985 Everton, 1986 bir daha Liverpool, 1987 bir daha Everton, 1988 bir daha Liverpool hatta 1990 yine Liverpool. Araya 1981'de Aston Villa, 1989'da Arsenal girebilmiş sadece. 11 yılda 9 şampiyonluk.
FA Cup'a gelelim: 1984 Everton, 1886 ve 1989 Liverpool. Liverpool'un iki şampiyonluğunda da finalist Everton. Ayrıca iki takım birer kez daha final oynayıp rakiplerine kaybettiler. Avrupa'da 1985 Heysel'e kadar, 1981,1984 ve 1985'te şehre 3 Avrupa Kupası geldi. Başarılar bir yana oynanan futbol bir şehrin iki takımının aynı anda oynadığı en güzel futboldu(muş). Heysel yaşanmasaydı şu an Merseyside, Avrupa futbolunun beşiği olabilirdi belki de.
4-) Spor ve Sergi Sarayı: Arada TRT 3'te falan yakalıyorum. Ya da her GS-FB maçı öncesi büyükler anlatıyor. Basketbolun kalbi Taksim'de atarmış eskiden. Dolu tribünler, muhteşem atmosfer. Bütün basketbol maçları orada oynanıyor. Bir haftasonunun 10 saatini orada geçiren basketbol sevdalıları, hayatını armalarına adamış takım sevdalıları. Ufak çocuklar, aileler. Herkes orada. Bayraklı, skorboard vs. Her yanı ayrı güzel(miş)
Sonra düşünüldü taşınıldı, insanları basketboldan nasıl uzaklaştıralım diye sordular. Ve karar verdiler. Maç günleri dışında at kesilen surların orada Abdi İpekçi var maçlar orada oynansın. Spor ve Sergi sarayı da kongre merkezi olsun. Bitti. Herşey o anda bitti.
3-) Diego Armando Maradona: Anlatamam. Gidin Napoli'ye veya Buenos Aires'e onlar anlatsın. Ben de gideceğim bir ara İspanyolca öğrenip. Sırf Maradona hikayeleri dinlemek için.
2-) Cevat Prekazi: Aslında adı Cevad. Ama içimizden birisi o. O yüzden Cevat derim her zaman. Bileklere inmiş çoraplar, enseden uzun saçlar, kısa şort. O günlerde mahallede top oynayan her çocuk böyle oynardı futbolunu. Çünkü Prekazi de böyle oynardı. Prekazi idoldü. 90lı yılların ikinci yarısında çocuk olma sırası bize gelmişken mahalle takımı forma yaptırıyor. Bana 8 numara düşüyor. Bunun bir sebebi olmalı. Cevad da 8 giyerdi. Monaco'ya atılan gol, numaralının gölgesi, koşsam Real'de oynarım lafı. İşte budur Prekazi.
Bir de Hagi ile ortak iki hikaye. Yıllar önce Galatasaray Uefa'yı almış veya alacak. Televizyonda bir haber bülteninde, sanırım Ali Kırca ve Atv, bazı eski/faal futbolculara soruyorlar. Türkiye'ye gelmiş en iyi yabancı kim? Çoğunluk Hagi diyor, arada Uche, Schumacher, Şota, Ferdinand diyenler oluyor. En son Hagi'ye gidiyorlar. Diyorlar ki, "Hagi, herkese sorduk, çoğunluk senin adını verdi. Türkiye'ye gelen en iyi yabancısı sensin.". Commandante şaşırıyor ve soruyor. "Nasıl ya, kimse Prekazi demedi mi?.
İkinci anı 24 Nisan 2005'ten. Rüya takım maçı. Herkes teker teker çağrılıyor. Önce 1 numaralar, sonra 2 numaralar.. Öyle gidiyor. 8 numaradan bir kişi çağrılıyor. Şaşırıyoruz. Bütün herkes çıkıyor. En son assolist çıkıyor. Prekazi geliyor. Yıllardır girdiğim tribünümü ilk kez öyle görüyorum. O nasıl bir taşma. O nasıl bir sevgi. Maç başlıyor Hagi sıfırdan gol atıyor. Santra yapılıyor. Top Cevat'ın ayağında. Yine hırs yapıyor. Sol ayağıyla hemen hemen Monaco'ya attığı yerden çakıyor. Üst direk sallanıyor. Abiler gülüyor, "ulan Cevat" diyorlar.
Maç bitiyor. Herkes soyunma odasına gidiyor. Prekazi gidemiyor. Tribünler sürekli onu çağırıyor. Kapalı 2-3 defa geri döndürüyor. Geçenlerde yine geldi. Dilinde aynı şarkı. Bknz. 10.sıra-- Seni Sevmeyen Ölsün.
1-) Yarı Yarıya Tribünler: Çok sancılı, kanlı tarafı da var. Doğruya doğru çok özenilecek durum değil belki. Ama stad içinde yaşananlar bambaşkaymış. Sonuçta bir emek var, bir mücadele var. Şimdiki gibi 5 dakika kala stada girmek yok. O yüzden her başarıda bir pay sahipliği var. Şimdi Peralta diyecek ki, "Ne bu tribün tribün, boşversene." Belki de haklı. Ama o günleri yaşayan insanlara bakıyorum, gerçekten çok farklılar. İstanbul'un içinde çok farklı bir hayat tarzı. Keşke biri gelse de anlatsa. Masal niyetine dinlesek.