Cuma, Nisan 23

Liza, a rókatündér



Çok kaliteli bir mizaha sahip olan; kahkahalar attırmayan ama insanın içini hoş eden çok başarılı bir Macar filmi. 

Filmde vasatın altında kalan herhangi bir unsur yok. Konu çok sıcak, renkler, çekimler çok iyi. Müzikler çok başarılı ki; konu, dil ve müzikler birleşince Aki Kaurismaki havası alıyoruz. Macarca ve Fince birbirine fonetik olarak çok benziyormuş, onu da hissetmiş olduk. Zaten hepsi Ural Altay dil kolundan geliyor.

Zaten filmdeki karakterlerimizin biri Fin müziği sevdiğini söylüyor. Bu da acaba bir mesaj ya da yönetmenler arasında bir gönderme miydi bilmiyorum. 

Oyuncularımız çok başarılı. Başroldeki karakter Liza'ya can veren Monika Balsai işin altından başarıyla kalkıyor. Fakat benim favorim son sahneye kadar repliği olmayan ve tamamen yüzüyle, mimikleriyle, danslarıyla karşımızda duran David Sakurai'ydi. Kendisi Kopenhag doğumluymuş, bu da ekstra bir bilgi.

Filmi Amelie'ye benzetenler olmuş. İlk başta benim aklıma gelmemişti ama bu benzetmeden sonra düşününce haklılık payı sezdim. Fakat yine de çok daha özgün bir iş olduğunu söylemem lazım. Üstelik Amelie'nin popülerliği ona biraz fazla beklenti ve değer yüklemişken, isimsiz bir Macar filmi olarak Liza, a rókatündér beklentilerimizin çok üzerine çıkıyor.  

Tam bir güneşli bir öğlen vaktinde izlenecek film...

Perşembe, Nisan 22

Brexit Ligi

Şampiyonlar Ligi 1992'de başladığında, AB en güçlü ve verimli dönemini yaşıyordu. Aslında o dönem de çok güçlü değildi ama yine de proje bir proje olmaktan çıkmış, artık bir ideal olarak zihinlere yerleşmişti. Doğu blokunun yıkılmasıyla Avrupa tek bir kıta olmaya, hatta tek bir ülkeye olmaya çok yakındı. En azından şartlar buna müsaitti. Fakat Alman, Fransız ve İngiliz ile Hırvat, Macar ve Yunan'ı aynı potada eritmek mümkün değildi. Ekonomiler farklı, hayat tarzları farklı, gündemler farklıydı. Buradan, Avrupa 'ekonomik' topuluğu yaratabilirdiniz belki ama Avrupa 'birliği' çok zor bir işti.

Şampiyonlar Ligi böyle bir dönemde ortaya çıktı. Tabi ki ondan önce bir Şampiyon Kulüpler Kupası vardı. Fakat o turnuva, saf bir futbol turnuvasıydı. Eleme usulu ile oynanan, bir ülkede akşam 21.00'de, bir ülkede öğlen 13.00'te oynanan maçlarla tamamlanan, bir tam sezona yayılsa da en baba takımın bile 4-5 ülkeye seyehatla kupayı kazandığı bir turnuvaydı.

Şampiyonlar Ligi ise bambaşka bir dünyaydı. İlerleyen zamanda statüsü değişecek ve artık şampiyonların ligi olmaktan sıyrılacaktı. Orası işin ticari boyutuydu. Fakat Şampiyonlar Ligi, AB ideasına hizmet eden, hatta onu güçlendiren en somut organizasyondu. AB'den bile daha inandırıcıydı.

Bir milli marşı vardı ve herkes seviyordu. Tüm maçlar aynı saatte başlıyordu. AB üyesi olması düşünülmeyen Rusya da bizimdi İrlanda da. Futbol ailesinden daha fazlası vardı. Her Çarşamba akşamı (sonra salılar da eklendi) aynı saatte tüm kıtanın insanları, güçlü yayıncılık ekolü ile (ki bunun temeli de Eurovision'dur) bir araya geliyordu. Şampiyonlar Ligi kıtanın tek bayrağı, futbol tek dini, oynanan maçlar tek diliydi. En azından haftada 2 gün iki saatliğine, kıta bir ulusa dönüşüyordu.

Üstelik gidilen deplasmanların kattığı zenginlik de işin diğer boyutuydu. Bir İngiliz Budapeşte'ye, bir Yunan Kopenhag'a gitmek için fırsat buluyordu. Eskiden de takımlar deplasmana gidiyor ve onları takip eden taraftarlar vardı ama bir sezonda bu ne kadar olabilirdi? 

Schengen, 1985'te imzalanmıştı ama sınırlar 1992'de açılmıştı.

Konuyla ilgili yazılmış çok iyi yazılardan birine pas atıp, süreci ilerletelim ve bugüne gelelim.

Şampiyonlar Ligi zamanla bir marka haline geldi, tüm Avrupa'yı kendine bağladı, Avrupa'yı bir araya getirdi. Fakat Avrupa Birliği bunu başaramadı. Birçok 'küçük' paydaşın birlikle ilgili sıkıntıları vardı ama onlar kollarını kaptırmıştı bir kere. Çıksan çıkamaz, kalsan kalamazsın durumu yaşanırken asıl bomba İngiltere'den geldi.

Brexit uzun süre ülke gündemini meşgul etti. "Çıkalım mı çıkmayalım mı" kavgası, çıkmak isteyenlerin galibiyetiyle sona erdi. Bu galibiyet, İngiltere'de hükümeti bile devirdi. Sonucun sonuçlarını görmek için halen zamana ihtiyacımız var. İngiltere için iyi mi oldu? Bilmiyoruz. Fakat en azından AB'nin karizmasının çizildiğini biliyoruz. Ayrılık, diğer ayrılmak isteyenlere de güç verdi. Geçen yaz yapılan bir ankette İtalyanların yarısının AB'den ayrılmak istediği ortaya çıktı. Hatta ülkede Italexit adında bir parti de kuruldu. Aynı anket Almanya'da da yapıldı ve Almanların yüzde 67'si, birliğe sadık olduklarını belirtti. 

İşte Avrupa futbolunda son dört günde yaşananları bundan  ayrı görmek mümkün değil. Tabi ki futbol ekonomisi uzun zamandır bu tip projeleri gündeme getiriyordu. En az 20 yıldır; yani Ünal Aysal'dan da önce...

NBA'i, Formula 1'i, hatta kıta içindeki Euroleague'i gördükçe bu söylentiler giderek daha da güçlendi. Fakat bir darbe girişimi gibi işin resmiyete dökülmesi 2021'e denk geldi. 

Brexit'ten ve Italexit'ten sonra, pandeminin ortasında, tribünlerin ıssızlığında, İngilizlerin çoğunluğunda, bir İtalyan'ın liderliğinde ve Almanların yokluğunda...

İlk darbe girişimi şimdilik püskürtüldü gibi. Hem de çok kısa bir şekilde. Sadece 48 saat sürdü. Biz blogu açana kadar olay kapandı. Yine de temkinli olmakta fayda var. Bu defter kolay kapanmayacaktır. Belki 1-2 hafta sonra, belki de 10-20 sene sonra karşımıza yeniden çıkacak.

Şu an darbe bastırmanın mutluluğuyla futbol tüm paydaşları (12 tanesi hariç) birbirine sarılıyor. Özellikle İngiliz taraftarların güçlü duruşu önemliydi. Bu kimileri için romantik de bulundu. Hatta devrimci diyen de vardı. Oysa aslında tamamen muhafazakardı. Yaşadığı topluma dair sorumluluk hissedenlerin tavrıydı. Romantik değil, tamamen gerçekçiydi. Bir Liverpool taraftarının sokağa çıktığında göreceği Everton taraftarı karşısında hissedeceği utancın korkusuydu.

Fakat yine de eksikliği hissedilen, ya da varlığı pek hissedilmeyen, bir grup da vardı. Slavia Prag'lar, Panathinaikos'lar, Galatasaray'lar...

İngilizler, İtalyanlar ve diğer büyüklerin AB'den çıkma isteği hep ayı potada birleşiyor. Avrupa'nın geri kalanına bakmak istemiyorlar. Bu doğru bir fikir mi bilmiyorum. Verilere bakmak, iyice değerlendirmek lazım. Fakat söylem de bu, toplumdaki karşılığı da. Aynı zamanda futboldaki karşılığı da bu.

Süper Lig kurulursa yerel ligler ne olacaktı? Son dört günde en çok sorulan soru buydu. Cevabı da belliydi. Büyük zarar göreceklerdi. Kapalı bir ligin varlığı, yerel ligdeki rekabet duygusunu zedeleyecekti, zira kazanmak (ligi üst sırada bitirmek) bir işe yaramayacaktı.. Üstelik o lige katılanlar daha çok gelir elde edip yerel ligde haksız  bir rekabet oluşturacaktı.

Fakat kulüplerin de haklı oldukları bir nokta vardı. Gidip kendi aralarında maç yapmaları daha kârlı olacaktı. Bunu da herkes kabul ediyor. Peki rekabet duygusunu ve yerel ligleri koruyarak yeni bir ayrıcalıklı lig oluşturamazlar mı?

Sonuçta mesele yerel lig değildi. O 12 takım yerel liglerinden kaçmak da istemiyorlar. Fakat artık Prag deplasmanına çıkmak istemiyorlar. Astana ile zaman kaybetmek istemiyorlar. Başakşehir ile oynayıp bir de yenilerek elenmek istemiyorlar. Tıpkı AB'de olduğu gibi, kıtanın geri kalanına 'bakmak' istemiyorlar. Yoksa Manchester City'nin West Ham United ile Juvntus'un Verona ile bir derdi yok,

Öte yandan son bir haftada yaşadıklarımızın temelinde bu 12 kulübün UEFA'dan daha çok pay istemesi yatıyor. Belki de Süper Lig'e önümüzdeki yaz başlama konusunda çok ciddi değillerdi ve pazarlık masasına oturmak için ellerini güçlendirmek istediler. Gerçi son olanlardan sonra bence masadaki kozlarını kaybettiler ama olayı karşılıklı bir pazarlık haline getirmek hiç de zararlı bir adım olmayacaktı. Bu pazarlıkların uzun yıllar boyunca devam edeceğini ön görebiliriz.

Üstelik Şampiyonlar Ligi'ni 2000'den sonraki hali ve yeni statüsü gözümüzün önünde. Şampiyon olmayanların yer aldığı, şampiyon olanların kapıda kaldığı bir organizasyona çoktan dönüştü bile. O zaman bu Süper Lig projesi, yerel ligleri koruyarak ve kapalı bir organizasyon haline getirmeden nasıl düzenlenir?

İş çok basit bir yere gidiyor. İngilizlerin, Brexit'teki gibi Avrupa'nın geri kalanından ayrılma ama diğer büyüklerle dirsek temasında  olma sevdasının benzini burada da görebiliriz.

Mesela;

Şampiyonlar Ligi sadece beş büyük ligin takımlarından oluşabilir. Tıpkı şimdiki gibi; sıkı bir lig yarışında ilk dörde girenler kendini Şampiyonlar Ligi'ne atar. Zaten öyle oluyor da. Fakat bu sefer aralarına kimseyi almazlar. 

Şampiyonlar Ligi'nde veya Dünya Kupası'nda gördüğümüz, coğrafyayı genişletmek adına takım sayısını arttırmak yerine, daha az takımla (ama çok fazla maç sayısıyla) Süper Lig'in anlayışına benzer bir lig oluşturulabilir. 20 takımın yanına Avrupa'nın geri kalanın verilen havuçlarla 4-5-6 tane takım dahil edilir. Alın size Süper Lig... Böylece iki tane Barcelona - Ferencvaros maçı yerine iki tane Barcelona - Bayern Münih maçı izleriz.

Tabi bunlar düşünce, beyin fırtınası... Neler olacağını kestirmek pek kolay değil. En azından tam olarak neler olacağını... Fakat bugün muhafazakâr futbolseverler bir zafer kazanmış olsa da canavarımız yenilik ve devrim adı altında, başka bir şekle bürünerek içeriye girebilir.

Yne de neler olacağını kestirebilmek adına Avrupa siyasetine ve ekonomisine yakından bakmakta fayda olacak. Bize mesajları orası verecek gibi.


Çarşamba, Nisan 21

Cafe Society


Woody Allen filmlerine ısınamadığımı bu blogu yakından takip edenler iyi bilir. Buna rağmen izlemekten de geri kalmıyorum. Son dönem filmlerinden Cafe Society de listeye dahil oldu.

Yine çok farklı cümleler kullanmayacağım. Benim için alışılmış, sürprizsiz bir Allen filmi. Benim beğenmemem haber değeri bile taşımaz. Fakat internet mecralarında gördüğüm, sıkı Allen hayranlarının bile bu filmden hoşlanmadıkları yönündeydi. Açıkçası bu konuda da biraz haksızlık yapıldığını düşünebilirim.

Filmin baş rollerini paylaşan ikiliye; Jesse Eisenberg ve Kristen Stewart'ın sinemaseverler tarafından antipatik bulunduğunu gördüm. Bu da katılmadığım bir görüş. Stewart'ı belki anlayabiliyorum ama Eisenberg'e şaşırdım. Bu çocuğun boş filmi; veya güç katmadığı film yok. Yine kendisini görmekten keyif aldım. Yan rol olduğu için biraz süresi az olsa da Steve Carell da filme renk katmıştı. Bu ikili filmden az da olsa keyif almamı sağladı. Carell'ın yerine ilk düşünülen isim Bruce Willis olmuş ama  günün sonunda eğrisi doğrusuna denk gelmiş.

Zaten haksızlık etmeyeyim, Allen filmleri 'izlenmeyecek kadar kötü' sınıfında değil. Yani sadece oyuncu gücü ile ayakta kaldığını söyleyemem. Fakat diyaloglara ve mekanlara (hatta sadece New York'a) çok fazla yük bindiriyor. Hatta beni biraz yoruyor. Filmi izledikten sonra bir süre geçince,  aklımda izlediklerime dair pek bir şey kalmıyor. Bu da filmleri birbirinden ayırmamı engelliyor.

Bu sefer değişik bir iklim ve zaman dilimi ile beraber yeni bir şehir gördük. Hikayemiz ABD'nin batısında başladı ama sonra yine New York'a döndük. Fakat adamın hakkını verelim; şehri çok iyi kullanıyor. O konu olukça etkileyici. Ve konu ve işleyiş biraz daha farklı olduğundan içine girmem daha kolay oldu.

Diğer yandan burada diyaloglar, bir anlatıcı ile destekleniyor ki bu benim çoğu zaman soğuk baktığım bir durumdur. Allen da bir röportajında filmi bir roman gibi kurguladığını söylemiş. Zaten genel olarak filmleri 'okunabilir' yapıtlar oluyor. Bu filmde bunu zirveye çıkardığını hissetmiş herhalde ama aslında diğerlerinden çok da farklı durmuyordu.

Allen'ın son 15 senedeki filmleri arasında en çok sevdiğim Wonder Wheel olmuştu. Cafe Society ondan daha çok eleştirilmiş. Fakat IMDB puanı daha yüksek çıktı. Buna da şaşırdım biraz. Fakat yapacak bir şey yok. Sanırım artık Vicky, Cristina Barcelona'yı izlemenein vakti geldi.

Perşembe, Nisan 15

Golo #26

 


Portekiz'de sezonun en gollü haftası oynandı. 9 maçta toplam 30 gol atıldı. Keyifli maçlar, ilginç skorlar vardı. Fakat güzel gol bakımından çok verimli olduğunu iddia edemeyiz.

Haftanın ilk maçında güzel bir gol vardı. Portimonense'nin Guimaraes'i 3-0 yendiği maçta, Beto çok güzel bir gol attı. Aslında benim açımdan tüm şartları sağlıyordu. Golün sol ayakla atılması da önemli bir detaydı. Çalım var, şut var, topun doksana süzülüşü var. Ligin resmi kanalı da bu golü haftanın en iyisi olarak seçmiş.

Fakat benim favori golüm Braga - Belenenses maçında atıldı. Braga 1-0 önde olmasına rağmen savunmasında büyük açıklar verdi. Bunun sonucunda da golü yedi. Sezon başından beri onları ilk defa bu kadar dağınık gördüm. Bunun sonucunda da golü kalelerinde gördüler.

Kolombiyalı Mateo Casierra, Braga kalecisi Matheus Lima'yı topa dokunmadan öyle güzel çalımlıyor ki insanın golü tekrar tekrar izleyesi geliyor. Üstelik sadece onu da çalımlamıyor. Stoper Raul Silva da payına düşeni alıyor. Hatta Silva, golden beş dakika sonra oyundan çıkıyor. Yani Mateo Casierra, Raul Silva'yı gerçekten de bakkala gönderiyor! İki saniye içinde, topa bir kere dokunarak iki oyuncuyu çalımlayıp boş kaleyi karşında bulmak. Çok klas!

Gol güzeldi ama benim açımdan pek keyifli olmadı. Zira bu maçı Braga'nın kazanacağını düşünmüş ve kuponuma eklemiştim. Tek maçtan yatan kuponla serisine girebilecek bir kupondu ama golün güzelliği bu plandan vazgeçirdi ve kendisini burada buldu.

GOLO 24

GOLO 15

GOLO 13

GOLO 11

Çarşamba, Nisan 14

Senna


Senna, 2010'da vizyona girdiğinde çok beğenilmişti. Birçok festivalden de ödül aldı. Hatta yönetmen Asif Kapadia'nın şöhretini geliştirmesine çok yardımcı olmuştu.

Aradan geçen 10 senede halen aynı sevgiye ve ilgiye mahzar. Hatta birçok belgesel fikrine de ilham oldu. Bu sayede bir 'devrim' yarattığı bile söylenebilir. Bu öyle bir devrim ki, tartışmak ve karşı çıkmak pek mümkün değil. Zira çoğunluk tarafından büyük bir coşkuyla korunuyor.

Senna'nın hayatını anlatan belgeselin zayıf olma gibi  bir şansı yok zaten. Çok başarılı, popüler ve renkli bir karakterin erken sonlanan trajik hayatına bakıyoruz. Buradan boş bir iş çıkmaz. Ayrton Senna'nın kendisi belgeseli sırtlıyor.

Kapadia'nın yarattığı devrim anlatım tarzında. Klasik belgesellerde sık sık olayın tanıklarına gidilir ve onların röportajlarını izleriz. Başka başka insanların konuşmalarını dinler, suratlarına bakarız. Fakat Senna'da bu 'konuşan kafalar' yok. Onun yerine sadece arşiv taramasından elde edilen görüntüler var. Hummalı bir çalışma olduğu aşikar. Bazı görüntüleri ilk kez görüyoruz. Belgesel kelimesinin adı 'belge'den geliyorsa, Senna'nın hayatındaki tüm belgeleri izliyoruz.

Fakat öykü mü belgeleri çıkarmalıdır yoksa belgeler mi öyküyü şekillendirir?

Çok zor bir işe kalkılmış. Bunun hakkını vermeme rağmen bence yukarıdaki sorunun cevabını ikinci şık olarak seçmişler. Bu sayede Senna'nın hayatına çok fazla giremiyoruz. Elimizdeki belgeler ve görüntüler neyse onu öğreniyoruz.  Onlar bizi nereye götürürse oradayız. Eksik kaldıkları yerlerde de yokuz. Mesela Senna'nın çocukluk ve gençliğine çok fazla giremiyoruz. Hayatı adeta karting pistinden başlıyor. Zira elimizdeki en eski görüntü orası.

O nedenle böylesine önemli bir sporcunun, bir figürün yetiştiği şartları, gerçeklerini, kökenini çok fazla göremiyoruz.

Haliyle bu tarzı beğenmediğimi söylemem lazım. Senna'nın hayatına çok fazla hakim değilim ama yabancı da sayılmam. Formula 1'e ucundan temas etmiş bir sporsever olarak, bu belgeseli izlediğimde pek yeni bir şey öğrendiğimi de söyleyemem. Mesela bu açıdan bakınca Kapadia'nın Maradona belgeselini hiç merak etmiyorum. Ya da şöyle ifade edeyim; 'Acaba hangi görüntüler var?' sorusu içimi gıdıklıyor ama belgeselin bana bir şey katmayacağından emin gibiyim.

Önyargılı olmamak lazım. Maradona'yı da izleriz. Fakat beklentimiz düşük.

Bu arada Senna'nın zayıf noktalarından biri de izlediğimiz olayların detaylarından yoksun bırakılmamız. Tamam Formula'yı biliyoruz ama "hangi sezon kim kaç puandaydı" gibi detaylı soruların cevaplarından yoksunuz. Belgesel boyunca Senna yarışıyor, kazanıyor veya kaybediyor. Fakat 'hangi yarış öncesinde kaç puanı var', 'rakipleri kimler', 'ona kaçıncı olmak yetiyor' gibi sorular yanıtsız kalıyor. Elinizde telefonlar Wikipedia'ya bakarak belgeseli izlemeniz gerekiyor.

Belgeselin merkezinde Senna değil Senna-Prost rekabeti var gibi. Bunun nedeni sanırım, Senna Vakfı'nın belgesele büyük katkılar vermesi ve o vakfın en önemli üyelerinden birinin Prost olması. Gerçi Prost biraz olumsuz bir figür olarak gösterilmiş. Rekabetin bir diğer kutbu olduğu doğru. Birçok izleyen, belgeselin ardından Prost'tan nefret etmeye başlamış. Açıkçası ben o kadar da 'kötü' gösterildiğini düşünmüyorum. Fakat yine de Prost'un ortaya çıkan film için yorumunu merak ediyorum.

Ayrıca aradan 10 sene geçtikten sonra filmi Netflix'te izledik. Vizyonda 2.5 saat olan belgesel, burada 1.45 gibi bir süreye sahipti. Bunu da izledikten sonra öğrendik. Oysa IMDB'de de süre 1.45 gözüküyordu. Oraya bakıp kandık ama yine de Netflix gibi platformların bunu yapması çok üzücü. Belki de yukarıda yazan satırları taca çıkaracak bir eserdi. Bilemiyoruz. Fakat önümüze çıkan da yapımcıların onayı dahilinde. Yani onlar da buna izin vermiş, o zaman biz de izledikten sonra öyle değerlendiririz.

Öte yandan Netflix'te alt yazılar da rezaletti. Jordan için yarışan Rubens Barichello'nun takımını 'Ürdün' diye çevirmeleri bahis reklamlı film sitelerinde bile yaşanmayan bir rezalet.

Yine de Senna güçlü bir figür, güçlü bir hikaye. İzlerken sıkılmak gibi bir durum kesinlikle söz konusu olamaz. Hatta, o bilinen sonu izlerken yine üzülmek çok büyük ihtimal. Gözler nemleniyor ve belgesel öyle bitiyor.