Perşembe, Haziran 28

VAR Yıldızları Öldürecek


70’lere geri döndük. Veya daha eskisine. O yılları bilmediğim için çok da ahkam kesmek istemiyorum. Fakat bir kuşağın gelişen teknolojinin hayata girmesinden rahatsız olduğundan eminim. Onlar boşuna “Video killed the radio star” demediler. Dönemler kendi kahramanlarını çıkarır. Bir de o dönemin ruhu vardır. O ruh kayboldu mu her şey değişir artık. O andan sonra izlediğimiz ve yaşadığımız, aynı değildir.

Aslında bu kadar girizgaha da gerek yoktu. VAR’ı sevmiyoruz hocam. İşe yaramayacağını söylemiştik. Gerçi insanların ne aradığıyla da alakalı bir durum ama Dünya Kupası’nda işin suyu çıktı. PES ve FIFA oynayarak futbol seven kitle için bulunmaz nimet. Sevdikleri oyunun gerçeğine çok yaklaştılar. Fakat oyun bu değildi.

Hataları kutsamaya gerek yok. Burada yaptığımız cümleler oraya gitmesin. Keşke hatalar en aza inse. Fakat bunun yolu hakemleri eğitmekten geçer. Onlar bu oyunu daha iyi yönetebilir. Eğer onlara arkalarında teknolojik bir bakış açısı olduğu rahatını verirseniz, bu sefer iş rehavete dönüşür. Kolombiya -  Senegal maçındaki pozisyon harika örnek.  Hakem Mazic, penaltı vermeyecekti ama resmen "Dur vereyim en kötü VAR'a bakarım" dedi ve sonra penaltıyı iptal etti. Penaltıyı çalarken girdiği vücut dili de bunu doğrular. 'Zaten VAR var' diyen hakemlerin her maç 10 pozisyona baktığını ve yönettikleri maçı saldığını düşünsenize...

 Zaten bu oyunun ruhu ekranda yansıyandan anlaşılmaz. Birçok pozisyon var örnek verebileceğimiz. Mesela ofsayt gibi konularda, geometrinin kesin ve doğru kararlar vereceği pozisyonlarda VAR başımızın tacıdır. Fakat bazı pozisyonlar var ki, bunu gerçekten futbol oynayan adam hisseder.

Ben de profesyonel top oynamış biri değilim. Fakat mesela, Ronaldo’nun İran maçında VAR’a giden pozisyonuna karşıyım. İranlı oyuncunun çakallığını görmemek için herhalde oyundan bihaber olmak lazım. Sonuçta ne oldu? Hakem oyunu durdu, baktı inceledi ve o bile kırmızı vermeye razı olmadı. 

Futbol zor tempo kazanan bir oyun. Fazla kesmemek gerekiyor. Biz Türkiye’de olabildiğince az faul düdüğü çalsın da oyun aksın diye beklerken şimdi bir de VAR yüzünden dakikalarca pozisyon yorumlanmasını bekleyeceğiz. Birçoğu gerek olmayan pozisyonlar…

İşin en kötüsü, orta hakemi içerideki hakemlerin çağırması. Mesela Arjantin maçındaki kafadan seken el pozisyonuna penaltı çalınmayacağını hepimiz biliyorduk. Hal böyleyken VAR neden orta hakemi çağırdı? Gereksiz işler ve çok can sıkıcı.

Postun fotoğrafı da can gri değil mi? Sanki Big Brother bize emir veriyor. "Tamam karar verdik, gol. Sevinin" der gibi. Buna dönüşmek isteyen var mı? Genç kuşaklar bunun içinden çıktıkları için farkı anlamıyor olabilir ama biz duyguların değerini bilen yıllardan gelen, en azından o yıllara ucundan yetişen kuşaktanız. Top ağlarla buluşup saniyelerce sevinen ve hemen ardından kalkan ofsayt bayrağını görünce anında yıkılan insanlarız . Bunun iki dakika sürdüğünü düşünsenize?

Pictures came and broke your heart

Tamam romantik olmaya gerek yok, abartmayalım. Fakat sahanın dışında yer alan ve bir ekrandan maçı izleyen kişilerin oyun hakkında karar vermesi yeterince çirkin bir durum. 

O nedenle eğrisi doğrusuna denk geldi ve turnuvanın adamı Amrabat oldu. VAR’ın oyunu bozmadan işe yaradığı nadir anlardan birinde golü yediler ve İspanya maçından beraberlikle ayrıldılar. O anın ruh hali nedeniyle VAR’a tepki gösterdi. Haksızdı ama ana fikirde haklıydı.


Futbolcular ve teknik direktörler bunun farkında… Umarım FIFA, önceliğinin onlar olduğunu fark eder ve bu oyunun geleceğini ergen televizyon seyircisinin ferasetine bırakmaz.

Çarşamba, Haziran 27

Teknik Direktör: Adnan Dinçer



Adnan Dinçer’in hayatının belgesel olduğunu duyduğumda çok büyük beklentim yoktu. Biraz üstün körü bir çalışma olacağını, kronolojik bir belge olarak bizde kalacağını tahmin ettim. Fakat tam tersi oldu. İçinde ana fikri bulunan, söyleyecek cümlesi olan, bir derdi bulunan belgeseli karşımda buldum. Bilgi Üniversitesi’nden Emre Karakuş, Can Gezgör ve Cem Gezgör harika iş çıkarmışlar.

Adnan Dinçer’in ve çevresindekilerinin de katkısı inanılmaz. Türkiye’deki futbol ortamını, tek bir kişinin kariyeri üzerinden ifade edebilmek çok önemli bir başarı. Salondan çıkınca, içinizde sıkışan ve ötelediğiniz tüm idealist his ve düşünceleri tekrar harlıyorsunuz. Bedel ödemenin korkusundan arınıyorsunuz. Önemli olan günün ve ömrün sonunda dik durmanın yarattığı gurur… Tabi Adnan Dinçer de öyle mi hissetmiştir tüm hayatı boyunca onu bilemeyiz.

Belgeselin tamamı güzeldi. Eksik noktaları vardı. Bazı noktalar çok kısa geçildi. Fakat öğrenci kardeşlerimizin emeğinin çıkardığı noktayı eleştirmeye hiç gerek yok. Zaten çok sayıda örneği olmayan bir işe kalkmışlar, çok da iyi yapmışlar.

En çok da belgeselin sonunda Yollar’ın girmesini sevdim… 

Cumartesi, Haziran 23

Los Angeles Yolu



Bandini sevilecek adam değil. Bir roman kahramanı olmasaydı ve kendi hayatımızda onunla tanışsaydık kesinlikle ondan nefret ederdim. En azından mesafeli olurdum. Fakat içten içe de hayranlık beslerdim. Çünkü dışarıya yansıttığı kaba saba adamın 'yukarı'ya ve 'diğerleri'ne olan tepkisi özendirici. Romanda ise onu biraz seviyorum ama kesinlikle hayranlık duyamıyorum. Çünkü onun içini de biliyoruz ve samimiyetsiz, içten pazarlıkçı bir adamla karşı karşıya kalıyoruz. Ama yine de onu ve hikayelerini seviyoruz. Bunu ne yaratıyor? Yazarın kendisi olabilir.

Fante ile tanıştığım güne, tanıştığım kitaba, tanıştırana selamlar... Adamın fazla kitabı olmadığı için hepsini okumaya heveslenmiyorum. Zaten bir çırpıda bitiyor, bari uzun uzun senelere yayayım diye düşünüyorum. Tüketmeye, bitirmeye korkuyorum. 

O kadar çok 'Bandini' kitabı okudum ki, hangisi hangisiydi şaşırıyorum. Fakat an fikir ve o duygu iliklerime kadar işliyor. Üstelik kitapların yazılma seneleri ile yayınlanma seneleri aynı değil. Mesele bu kitap, 'Bahara Kadar Bekle Bandini'den' önce yazılıyor ama yayınlanmıyor. Daha sonra 'Bahara Kadar Bekle Bandini' yayınlanıp tutulunca, bu kitap basılıyor. Tabi basılıyor ama Bukowski keşfedene kadar da öne çıkmıyor.

Şu anda bile gittiğimiz her kitapçıda bulabileceğimiz bir yazar değil Fante. Kışın D&R'da sorduğumda (daha Demirören bile almamışken) sadece Toza Sor vardı.  Zaten en meşhur kitabı ve bence de en iyilerinden. Fakat diğerlerine de ulaşmak lazım. Parantez Yayınları'nın çabası olmasa bunlara da ulaşamazdık ya olsun... 

Tabi bu tip yabancı eserlerin çevirileri de çok önemli. Fante'nin çevirilerini hep Avi Pardo'dan okuduk. Sadece İngilizce ve Türkçe bilmek de yetmiyor, o duyguyu hissetmek gerekiyor. Kitabın orijinalini okumadık ama kesinlikle orijinali kadar güzel bir çeviridir. En azından hissiyatımız bu yönde...

Cuma, Haziran 22

Keçi Olunmaz Doğulur



Bütün dünya şu günlerde Ronaldo ile Messi'yi konuşuyor. Yani her zaman olduğu gibi;  diğer günlerden farklı bir şey yok. Fakat turnuvanın ilk bir haftasında Ronaldo çok öne çıkıp Messi yokları oynayınca bu tartışma iyice alevlendi.

Benim için önemli değil. İkisini de seviyorum. Ronaldo'yu biraz daha önde tutarım ama Messi'ye de soğuk değilim. Üstelik kupa öncesinde keçi ve oğlaklarla poz verince daha da sevdim.

Bizim kilit noktamız keçiler. Messi'ye ve diğerlerine (LeBron gibi) Goat diyorlar ve bunu Greatest of all times'a yoruyorlar ama biz biliyoruz ki bu aslında onların kaybetmek istemeyen keçi inatlarından geliyor. Kazanmak için, winner olmak için, tüm zamanların en iyisi olmak için gereken biraz keçi olmak gerekir. Pes etmeyeceksin, geri adım atmayacaksın. Sporcu karakterinin temelinde bu yatmalı.

Messi kupa öncesi keçilerle poz verince Ronaldo da boş durmadı. O da keçi olmak istedi. Önce İspanya maçında sevincini yaptı, ardından sakalını bıraktı. Bizim kırmızı çizgimiz burası. İkisi de aynı saflara katıldı. Yolları açık olsun.

Bir gün herkes keçi olacak... 

Perşembe, Haziran 21

Bloki



Bloki, Polonya’daki kentsel dönüşümü anlatan harika bir belgesel. Görüntüler zaten muazzam ve vurucu. Üstelik bizim ülkemize ve şehrimize çok yakın bir konu olduğu için insanın ilgisini çekiyor. Bir festivalde denk geldik, izledik. Festivalin sponsorunun Garanti Bankası olması da ayrı bir ironiydi. Kentsel dönüşüme en çok destek veren firmalardan biri. Bir yerden alıp bir yerden veriyorlar işte. Yersek yiyoruz. Fakat bu arada bize yaşam alanı kalmıyor. Polonyalılara tebrikler. Harika iş çıkarmışlar. İçimiz acıya acıya izledik. 

Çarşamba, Haziran 20

Anadolu'da Hedef Koymak



Samsun’a gittim ve dört sene orada görev yaptım. İkinci Lig’den çıktık, aynı sezon 1. Lig’i üçüncü bitirdik. Tanju (Çolak), Rıfat (Benli) gibi yetenekli çocuklar vardı. Tanju; son derece disiplinli, idman kaçırmayan, devamlı çalışan, takımla yaptığının üstüne bir de özel olarak bireysel idman yapan bir çocuktu. Kendine iyi bakardı. Bir tek sıkıntısı var; konuşmalarında itici davranıyor, nerede nasıl davranması gerektiğini bilmiyordu. Samsun’a ilk gittiğimde orta saha oynuyordu ama santrfor özellikleri vardı. Bana göre, ayağının içini dünyada en iyi kullanan oyunculardan biriydi. Şut atmazdı o; yakalarsa ayağının içiyle direkt kalenin içine bırakırdı. Bir de tekrar metoduyla kafa vuruşunu geliştirmiştik. Bir taraftan Rıfat (Benli), öbür taraftan da Zafer (Çabalar) ortalardı. Tanju’ya haftada en az 250 kafa vuruşu yaptırırdım. Tanju’yu böylece santrfor yaptık.

Ertuğrul (Sağlam) da öğrencimdi, ona çok kızardım. Biraz topa ürkekliği vardı. Diğer oyunculara, bilerek “Sert oynayın!” derdim. Ancak antrenör olarak başardığı şeye saygım büyük. Bu ülkede üç İstanbul takımı şampiyon olur, kural budur bir bakıma. Bu yüzden Anadolu takımı futbolcularını inandırmak çok zordur. Bursaspor’u çalıştırdığım sezon (1980-1981) şampiyonluk yarışında çok fazla takım vardı. Galatasaray’ı yenmişiz, Beşiktaş’a beş gol atmışız. Topladım futbolcuları, “Bana bu dünyada en çok istediğim şeyi sorun” dedim. Sordular, cevap verdim: “Bursaspor ile şampiyon olmak, o takımın fotoğrafını evimin duvarına asmak ve torunlarıma bunun hikâyesini gururla anlatmak istiyorum.” Hepsi güldü, “Hocam bırak ya, ne şampiyonluğu” falan... Bu inançsızlık art arda mağlubiyetler getirdi. Çok iyi bir takımımız vardı hâlbuki. Samsun’da da yaşandı. Beşiktaş’ı yenmişsin, Fenerbahçe’yi iki kere mağlup etmişsin ama oyuncuların “Hocam, bizden şampiyon olmaz. Üçüncü olalım iyidir işte” diyebiliyor.

Fethi Demircan / Socrates Ağustos 2017

Salı, Haziran 19

Churchill


Önemli politik kahramanların hayat hikâyelerini anlatan filmleri severim. Genelde bu tarz filmlerde o karakterin insani özellikleri öne çıkar. Yani bir tarihi filmden öte psikolojik yapıt oluşur.

İngilizler, Churchill isimli bir film yapınca da böyle film olacağını tahmin ediyordum. Fakat fena yanıldım. Zaten 1900’lerin ilk yarısının en karanlık figürlerinden birinden bahsediyoruz. Onu sevmek için pek neden yok. Fakat en azından bazı duygularını anlatan bir filmi izlemek güzel olabilirdi. En azından anlaşılır olurdu.

Burada ise Churchill’in ne kadar gönlü geniş hoş ve insancıl bir adamı olduğunu izliyoruz. Birinci Dünya Savaşı’nda yaptığı hataları, dökülen kanları engellemeyi kendine amaç ediniyor ve bu uğurda yaşlı haline aldırmadan tüm İngiltere’yi karşısına alıyor. Tabi ki de yemiyoruz. Gelibolu'da dökülen kanlardan dolayı ikinci hatayı yapmak istemiyor ama emperyal bir ülkenin başında olduğunu göz ardı ediyor. Savaşı İngilizler kazansa, Türklerin dökülen kanı yıllar sonra onun canını acıtmayacaktı zaten.

Genelde ABD’liler bu tarz filmleri çok iyi yapar. Ya da en iyileri popüler olduğu için bize onlar denk geliyor. Fakat mesele bir ABD’lilerin yaptığı Nixon’a bak bir de İngilizlerin 2017 yapımı bu filmine. Ben İngilizlerin bu tarz konulardan daha tarafsız ve eleştirel olacağını düşünmüştüm ama çıkan sonuç beni yanılttı.

Fakat hakkını vermek lazım. Churchill’e can veren Brian Cox müthiş iş çıkarmış. Filmin izlenebilir tek tarafı.

Cumartesi, Haziran 9

Sahanın En İyisi



İnsanlar bana soruyor, "Yahu Mirsad sen 2.05'sin ama 2.15'lik adamın üstünden ribaundu nasıl alıyorsun?" diye. Çok basit. Çünkü o ribaundu ben istiyorum. Çıkarken "Bunu ben alacağım" diyorum. Bu bir his, hırs, alışkanlık. Bazen "Gel çocuklara göster" diye çağıran antrenörler oluyor ama ben içimde olan şeyi nasıl göstereyim ki? Fundamental veya dış şut değil bu... 

İsteyip çalışırsan her şey olur. Bak ben 12 yaşında  Novi Pazar'da basketbol oynarken aklımda Avrupa ribaund kralı olmak falan yoktu. Benim amacım o gün o sahanın en iyisi olmaktı. Basketbola hep öyle baktım. O an hangi sahadaysam oranın en iyisi olmak için uğraştım.

Mirsad Türkcan / Ribaund 

Cuma, Haziran 8

Home Movie


Yönetmen Chris Smith, insanların yaşadığı ilginç evlere gidip bunları bir belgesel haline getiriyor. Bunu neden yapmış anlayamadım. Veya bu kadar mı sıkıcı yapılırdı onu da bilemedim. Bu arada ev dedim ama bildiğimiz evler değil. Bu açıdan bazılarının ilgisini çekebilir. Mesela mimarların. Ben sosyologların da ilgisini çeker sandım ama Allah affetsin, uyumamak için zor dayandım.

Chicago'da otomatik cihazlarla donatılmış bir ev, Hawaii ormanlarında bir ağaç ev, Louisiana'da bir yüzen ev, Kansas'ta terkedilmiş bir füze deposu.... Elimizdekiler ve belgesel boyunca gördüklerimiz bunlar ve burada yaşayan insanlar.

Muhakkak felsefi bir anlamı vardı. Bireyin yaşam alanını neye ve nasıl çevireceğini, toplumdan bunu nasıl ayırabileceğini düşünmeye başlıyorsunuz. Fakat bu kadar mı sıkıcı olurdu gerçekten... Neyse geldi, geçti...

Çarşamba, Haziran 6

About a Girl


Almanlar sert ve renksiz olarak tarif edilse de iş sinemaya geldi mi her insana ulaşabiliyorlar. Filmin türü önemli değil Yeri geliyor Untergang da yapıyorlar, yeri geliyor izlenebilir bir komedi de çıkıyor.

About a Girl (herhalde öyledir) adından da anlaşılabileceği gibi bir ergen kız hakkında. Fakat cinsiyet önemli değil. Nirvana şarkısı göndermesi olsa da bir yandan About a Boy benzerlikleri de var.

Filmin yıldızı ve filmi film yapan, başroldeki Jasna Fritzi Bauer... Harika bir genç oyuncu bulduğumu sanmıştım, ne de olsa 15 yaşındaki bir karakteri oynuyordu. Herhalde 20'lerine basmamıştır. Fakat kendisi film çekildiğinde (2014) 25 yaşındaymış. Daha da mı iyi, yoksa negatif bir durum mu bilemedim. Yine de filmi adeta sırtladığını kabul etmek gerek.

Vizyonda ve televizyonda denk gelmenin zor olduğu, festivallarde gösterilmeyecek, Ekşi'de başlığı bile olmayan güzel bir film. İzlemek herkese nasip olmaz. Bana denk geldiği için mutluyum. Zaten işin içinde ergenler olsun, yeter. Bir de Almanlar yapınca keyif artıyor.

Salı, Haziran 5

Bir Zamanlar Anadolu'da | Festival Gibisin Atkı Takmak İstiyorum




Yazar: Refet


Erken seçim, Ortadoğu'da kartların her gün yeniden dağıtılması, kafa yarılması, dolar-euro, Hürriyet'in (gazete olan) satılması, hürriyetin(insan hakkı olan) satılması, hububat fiyatlarının açıklanması, işlenmiş şekerin zararı ve Adana Adliyesi merkezli tüm 3.sayfa haberleri, internet dizileri, Facebook'un bilgilerimizi çalması...

Camdan/Kandan/Cannes'den bakılınca Van görünmüyor, Kutay gibi gidip görmek ve atmosferi koklamak lazım.

Genel gündemin dışında, ev-iş-ev-iş-ev fasit dairesinde, faşist bir çemberin "içimde kalacaksınız, kafanız dışarıda kalacak" zorlamasıyla gidip gelen milyonların gündemleri var.

Eskiden edebiyatçılar taşırmış bunları kitaplarına, gazeteler yazı dizileri yaparmış, mizah dergileri işlermiş ya da türkülere konu olurmuş.

Bunlardan birine gidiyoruz şimdi. İstanbul dışına tayini çıkan bir çift. Şarkıda dediği gibi "belki şehre bir film gelir" misali, şehirlerine sevdikleri bir sanatçı geliyor konser için.

İstanbul'da iken sık sık konserlere gider, hayattan çalarlarmış çünkü. Bu şehre sanatçılar ya kiraz festivali, ya iftar ya da seçim zamanları gelirmiş.

Biletler alınıyor, konser öncesi maça gider gibi ritüeller yaşanıyor. "Ertesi gün de izinliyiz zaten" rahatlığı ve huzuru da eklenince müthiş bir gün. Hani Cuma günü oynadığın maçta 3 puanı 3 golle alıp, sonraki 3 günde rakiplerini Cappy Ramazan şerbetini yudumlayarak beklemek gibi bir huzur.

Konser başlıyor. Tabi öyle açıkhava veya festival tadında değil. Düğün salonunun bir tık üstü, barın (Altan'ın Ayla'ya ithaf edeceğinden biraz büyük) bir tık altı mekan.

Ön tarafta protokol, minik masa, su, çiçek yok ama yine şehrin önde gelen abilerinden olduğu belli olan bir güruh var.

İlerleyen dakikalarda sahneye istek şarkılar gitmeye başlıyor. Laf atmalar, şakalar, komiklikler... Derken sahneye bir atkı atılıyor. O şehrin futbol takımının atkısı. Siyasetçilerin mitinglerde atkı takması daha önce bu blogda illa yazılmıştır zaten... Tam da o muhabbet.

Normalde o atkı alınır, hatta yere düştüğü için -ekmek muamelesi yapılıp- öpülür, başa konur, takımla ilgili 1-2 kelam edilir "Hiç hak etmediğiniz yerdesiniz ama kötü günler geçecek inanıyorum, sizi görmek istiyoruz belalımız olsanız ve ters gelseniz de" diyerek "Belalım" falan okunur.. Şu iş yapılsa bir dakika tutar.

Ama sanatçımız bu tiyatroya girmiyor ve teşekkür edip başkanın sahneye gönderdiği atkıyı takmıyor.(Önde oturan güruh başkan ve adamları imiş)

Başkan belki ayranı çok kaçırdığı için olayı büyütüyor, salonun da fanatik çıkmasıyla başlıyor tezahüratlar. Belki takımın haftaya iç sahada oynanacağı Menemenspor maçında olmayacak ve bu kadar bağırmayacak kalabalık bir anda panterleşiyor.

Sahnedeki sanatçı "yapacağınız işin" diyerek sahneyi terk ediyor. PFDK veya TFF gibi kurumlar olmadığı için de konser iptal tabi. Ceza falan da yok. Bence berberlerde çalınan müzikten bile telif kovalayan MESAM'ın falan müdahil olması lazım böyle olaylara. Mekana 3 gece kapatma, biletlerin iadesi, konserin kaldığı yerden playback yapılarak devam edilmesi gibi cezalar...

Yerel basın ikiye bölünüyor. Kimi başkana kızıyor kimi sanatçıya sövüyor. Mekan sahibi başkana kızıyor. Çift limoni. "Sana demiştim gelmeyelim"ler "Gelmese miydik"lere "İşte sen hep böylesin! Gelmese miydik, yapmasa mıydık... Otsun işte"lere kadar uzanıyor.

Bu mini krizleri yönetmek "Abi ibne mibne ama sahnesi müthiş. Deli eğlendiriyor" cümlesindeki "sahnesi iyi" kavramına giriyor herhalde. Nabza göre şerbet verebilmek.

O zaman müzik mekanını stadyuma çeviren taraftarların nabzına "Anneler Günü hediyesi elektronik ve pilleri yenilenmiş tansiyon aleti" misali ilaç olan Yıldız Tilbe ile bitirelim, bir ayin sanki:



Pazartesi, Haziran 4

Au fil d'Ariane


Biraz iddialı, hatta bilgisizce bir tespit olacak ama sinemada Fransızlar, Akdenizli olduklarını yeni keşfetti. Son dönemde İspanyollar veya İtalyanların filmlerine benzer işler çıkarıyorlar. Ya da bana öyleleri denk geliyor.

Robert Guediguian'ın 2014 filmi Au fil d'Ariane bunlardan biri. Çok başarılı bir film olduğunu söyleyemem. Fakat sıfır beklentiyle izlenince keyif almak mümkün. Bir kere başlangıcında Ya Rayah var; ki bu insanın filme girmesini sağlıyor. Çok iyi bir başlangıç oldu. Ardından bol bol Marsilya görüntüleri, sıcaklığı, baharı... Çok ilginç karakterler de var. Filmin zenginleşmesini sağlıyorlar.

Fakat eksikler de yok değil. Mesela birçok sahne arka arakaya sıralanınca ve bu sahnelerde müzik çok baskın olunca (özellikle de Jean Ferrat) video klip izliyor gibi olduk. Bir de konuşan bir kaplumbağaya gerek yoktu. Ayrıca önemli bir yer teşkil eden ritüel kısmı; normalde hoşuma gitse de tüm 90 dakikanın içinde biraz sırıttı. Filmin temposunu kaldıramamış.

Ayrıca sonu da hoşuma gitmedi.

Yine de bu kadar eksiklik saymama rağmen film kesinlikle IMDB puanını (5.7) hak etmiyor. 6'yı geçebilirdi.